Arkamda bir şey hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Önce akşamın bu vaktinde koşuya çıkmış biri sandım. Ama böyle ıslak bir ses ancak bir hayvanın gırtlağından çıkabilirdi. Biraz önce midemin üzerinde hissettiğim ürperti omurgamdan ense köküme kadar tırmandı ve ayaklarım bir anda kaskatı kesildi. Olduğum yerde kalakaldım. İçimde arkama dönüp bakmak için büyük bir istek vardı ama kendime engel olmak için bütün vücudumu kastım. Bakarsam ne göreceğimi biliyordum…
Buz gibi bir İstanbul kışı. Esrarengiz bir Galata sokağına yeni taşınan bir yabancı, birbirinden garip insanlar, ısınmayan eski binalar, üstü örtülmeyen utançlar, yıllar içinde biriken sırlar ve hiç durmadan yağan kar…
Hikmet Hükümenoğlu’nun ilk kez 2005’te yayımlanan ilk kitabı Kar Kuyusu, sonraki yıllarda Körburun’un, Atmaca’nın, Harika Bir Hayat’ın yakaladığı başarının sürpriz olmadığını gösteren, sarsıcı bir gerilim romanı.
Bir
Aklı başında bir insanın bugüne kadar çoktan öğrenmiş olması gerekirdi. Yüzlerce kere televizyonda anlatmışlar, gazetelerde yazmışlar, listeler yapmışlar ve hatta aklımıza iyice girsin diye resimler çizip göstermişlerdi. Ama yine de böyle durumlarda beynimin panik bölgesi kontrolü ele geçiriyordu, bildiğim her şeyi unutuyordum ve saçma sapan şeyler yapıyordum.
Salı sabahıydı ve saat daha on bile olmamıştı. Sandalyemde geriye kaykılmış keyifli keyifli esnerken birdenbire yer titremeye başladı ve binlerce metre derinden korkunç bir uğultu yükseldi. Daha ne olduğunu anlayamadan dükkândaki her şey sallanıp birbirine çarpmaya başladı. Dört bir yanımdan öyle bir gürültü çıkıyordu ki bir süre sonra yerin altından yükselen uğultuyu bile duyamaz oldum. Böyle bir durumda kesinlikle yapılmaması gereken ne varsa hepsini sırayla uygulamaya başladım. Öncelikle yerimden hiç kıpırdamadım, hatta esnemek için açılmış olan ağzımı bile kapatamadım. Hareket etmek, ayağa kalkıp kapıya koşmak ya da yere yatıp sağlam bir şeyin altına saklanmak uğursuzluk getirebilirdi. Tavanın başıma çökmesini veya duvarların üzerime devrilmesini istemiyordum, onun için en iyisi hiç kıpırdamamaktı. Sonra yavaş yavaş ona kadar saymaya başladım. Eğer ona geldiğimde bu kâbus hâlâ bitmediyse baştan başlayıp bu sefer yirmiye kadar saymam gerekecekti. Zaten ona geldiğimde hâlâ bitmediyse halimiz berbattı ve sayı saymak yerine fazla can çekişmeden ölmek için dua etmeye başlamak daha faydalı olurdu.
Yerin titremesi durduğunda kaça kadar saydığımın farkında bile değildim. Nefesimi tutup bittiğinden emin olmaya çalıştım ama hâlâ her şey sallanıyormuş gibi geliyordu. Kıpırdamaya cesaret edemiyordum. Sonra yavaş yavaş tekrar nefes alıp vermeye başladım, yumruklarım gevşedi, başımı çevirip Ali Usta’ya baktım. Musluğun altında yattığı yerden doğrulmuş, elinde yağ içinde bir ingilizanahtarı, ters ters yukarı bakıyordu. Zavallı kullarını böyle korkutmanın ne âlemi vardı şimdi, der gibiydi.
“Dışarı çıksak mı Ali Usta, bir tane daha gelir mi?” diye seslendim.
“İçin rahat edecekse sen çık abla,” dedi. “Ama ne kadar bekleyeceksin ki? Kör ayazda bir saat sokakta durursun, hiçbir şey olmaz, sonra gece uykunda tekrar geliverir, Allah korusun.”
“Sen de haklısın Ali Usta,” dedim ama yine de kendimi dışarı atmak istiyordum. Uzanıp vitrini dükkândan ayıran yeşil kadife perdeyi araladım ve dışarı bakındım. Kahraman karşı duvarın dibindeki en sevdiği kuytu köşesinde uyuyordu. Köpekler depremleri önceden hisseder derler ama bizimkinin ruhu bile duymamıştı. Onun haricinde sokakta in cin top oynuyordu. Burayı sokaktan saymak çok doğru değildi aslında. Benim dükkân, herkesin “mahalle” dediği Ihlamur Sokağı’nın yan tarafında, hayatları boyunca burada yaşamış insanlarla Beyoğlu’na gezmeye gelenlerin arasındaki sınırda kalıyordu. Kapımın önünden, arkasında ne olduğunu hiç kimsenin bilmediği yüksek bir duvar ve yan yana dizilmiş apartmanların arasına sıkışmış, arabaların sığamayacağı kadar dar bir yol geçiyordu. Bu yol hafta sonları gelenler yüzünden o kadar kalabalık olurdu ki insan selini yararak bir ucundan öbür ucuna yürümek dakikalar sürerdi. Ama şimdi ortalıkta hiç kimse yoktu. Hatta sabah kepenkleri kaldırdığımdan beri bir Allah’ın kulunu görmemiştim. Sanki herkes benden habersiz ülkeyi terk etmiş gibi bir his kapladı içimi. Eskiden deprem olduğunda insanlar evlerinin önünde beşer onar kişilik gruplar halinde sohbet ederek bekleşir ve en az bir yarım saat boyunca kapalı yerlere girmezdi. Yaşlılar eczanelerin önüne atılan sandalyelere oturup tansiyonlarını ölçtürürdü. Demek ki artık böyle ufak tefek depremler kimsenin umurunda değildi. Tek başıma kapının önüne çıkıp bir sigara yaksam mı diye düşündüm ama kendimi tuttum. Dışarısı buz gibiydi ve günde bire indirdiğim sigara hakkımı hemen harcamak istemiyordum.
Güne depremle başlamak hayra alamet değildi ama yine de keyfim yerindeydi. Hatta sabah evden çıkmadan önce ruj sürmeyi bile düşünmüş, sonra geç kalırım diye vazgeçmiştim. Zaten Berna’nın dediği gibi, makyaj konusunda o kadar beceriksizdim ki kafama tavus kuşu tüyleri takıp dolaşsam daha az acayip görünürdüm. Keyfim yerindeydi çünkü on beş dakika önce Tibet aramıştı. Bir gün önce numaramı sorduğunda arayacağına inanmak istememiştim ama aramıştı işte. “Sabah kahvesine geleceksin değil mi?” diye sordu. Ben de musluğu tamir ettirdiğimi, bitince belki çıkabileceğimi söyledim. “Tamam, bekliyorum,” dedi. Hepsi bu kadardı. Ama telefonu kapadığımda avuçlarımın içi alev alev yanıyordu ve durup dururken bu kadar heyecanlanmış olmama anlam veremiyordum. Heyecanlanacak bir şey olmadığına, aklımdan geçenlerin saçma sapan şeyler olduğuna kendimi ikna etmeye çalışıyordum.
Tekrar Ali Usta’ya döndüm. “Sen işini yaparken ben Tünel’e kadar gidip gazete filan alsam…”
Ali Usta’nın mavi tulumlu gövdesi benim mutfak niyetine kullandığım bölmeye sığmamıştı ve şişko bacakları kapıdan dükkânın içine taşmıştı. Kafasını kaldırmadan homurdandı. “Aman abla, çok geç kalma. Ben senin müşterilerinle konuşmayı beceremem, ekmeğinden ederim sonra.”
Paltomu sırtıma geçirirken, “Merak etme, gelen giden olmaz bu saatte,” dedim. Kapıyı açtığımda sert bir rüzgârla burun buruna geldim. Dışarı adımımı atar atmaz tokat yemişim gibi yanaklarım yanmaya başladı. Kaldırımda, tam dükkânın kapısının önünde kapkara bir karga beni bekliyordu. Bu çirkin kuş birkaç gündür buralardaydı ve dükkâna her girip çıktığımda karşıma çıkıyordu. Simsiyah gözleri tüyleriyle aynı renk olduğu için ne tarafa baktığını kestiremiyordum ama beni görüyorsa da çok fazla umurunda değildim. Etrafından dolaşmaya çalışırken birdenbire havalanıp dükkânın tabelasının kenarına kondu. Tabela rüzgârın şiddetiyle gıcırtılar çıkararak sallanıyordu. İnşallah yoldan geçen birinin kafasına düşmez diye geçirdim içimden. Sonra da dükkân açıldıktan sonra ismini değiştirmek acaba uğursuzluk getirir mi diye düşündüm. Maya ismini bir filmden çalmıştım; her ne kadar benim dükkâna çok yakıştıramadıysam da iki ayağım bir pabuca girmişken aklıma daha güzel bir isim gelmemişti. Müşteriler dükkânın adını görünce Güney Amerika medeniyetlerinden esinlenme etnik takılar yaptığımı zannediyor ama içeri girince hayal kırıklığına uğruyorlardı. Doğruyu söylemek gerekirse aslında sadece bir müşteri öyle zannetmişti. Ama dükkân açıldığından beri kapıdan içeriye on yedi kişinin girdiğini, bunların on birinin müşteri olduğunu ve sadece ikisinin bir şeyler satın aldığını düşününce bir kişinin kafasının karışması o kadar da önemsiz sayılmazdı.
Bundan böyle kapıdan girenlerin hesabını yapmamaya karar verip paltomun yakalarını kaldırdım ve yola koyuldum. Kahraman’ın yanından geçerken sarı tüylerini okşadım. Uykucu ihtiyar keyifle başını kaldırıp çenesinin altını da kaşımama izin verdi ve sonra hiç istifini bozmadan uykusuna devam etti. İstiklal Caddesi’ne çıkan ara sokaklarda ilerleyip dükkândan uzaklaştıkça etrafımda tek tük insanlar belirmeye başladı; anacaddeye çıktığımda artık her yer insan kaynıyordu. Gece yağan yağmur yüzünden yoldaki çukurlar ve parke taşlarının araları su birikintileriyle dolmuştu. Çamura batmamaya çalışırken ilerlemek zaten zordu, bir de üstüme doğru yürüyenlerden ve önümde kağnı hızıyla gidip yolumu kesenlerden kurtulmaya çalışırken sürekli yönümü değiştirmek zorunda kalıyordum. Biraz yürüdükten sonra kalabalıktan o kadar yoruldum ki dışarı çıktığıma pişman oldum. Çevremden dolanıp geçmeye çalışanlara aldırmadan yolun ortasında kaskatı durdum ve önce yoldaki huzursuz insan sürüsünün sesini tamamen kapattım beynimde. Geriye sadece binlerce çamurlu ayakkabının, botun ve çizmenin ıslak taşlara çarparken çıkardığı boğuk patırtı kaldı. Sonra dikkatimi toplayıp o sesi de silip attım kafamdan. O zaman ortalık iyice sakinleşti ve rahat rahat soluk alınabilecek bir kıvama geldi. Tekrar yürümeye başladığımda gökyüzünde kocaman kümeler halinde şekilden şekle girerek Taksim’e doğru süzülen kapkara bulutların havayı yararken çıkardığı sesi duyabiliyordum artık. Konsolosluk duvarının köşesindeki satıcının pişirdiği kestanelerin çıtırtısı ve kokusu sardı etrafımı. Uzakta bir yerde, sesi ilkokuldaki müzik öğretmenimizin bütün sınıfa zorla aldırdığı yeşil plastik melodikalara benzeyen bir müzik aletiyle garip bir şarkı çalıyordu biri. Kulağıma gelen melodinin ne olduğunu anlayamadım, zaten bir sürü yanlış nota karışıyordu araya ama yine de hoşuma gitti. Keyfim yerindeyken ve beynimin içinde çok fazla hareket yokken etrafımdaki hoşuma gitmeyen sesleri ve görüntüleri böyle kapatabiliyordum. Bu normal bir şey miydi ya da benden başkaları da yapabiliyor muydu bilmiyorum ama sanki herkesin sahip olduğu bir beceriymiş gibi geliyordu bana. Kimseye sormamıştım. Bir de çocukluğumda, salonda pencerenin kenarına çekip üstüne tırmandığım sandalyeden dışarıyı seyrederken yaşadıklarımın normal olduğunu, herkesin başına geldiğini sanırdım bir zamanlar. Apartmanımızın önündeki bahçe duvarının öte yanı birdenbire değişiverirdi gözlerimin önünde. Sanki görünmeyen bir el kocaman bir resimli kitabın sayfasını çevirmiş gibi, önümdeki asfalt yol ve kaldırımın kenarına dizili ağaçlar ortadan kaybolur; yerine geniş bir liman, kıyıya yanaşmış eski püskü gemiler ve el arabalarıyla yük taşıyan hamallar belirirdi. Gemilerin arkasında, ufka doğru uzanan koyu gri ve dalgalı bir deniz olurdu. Birini çağırıp gördüklerimi göstermeye kalkıştığımda, kafamı daha çevirmeye fırsat bulamadan o görünmez el sayfayı tekrar çevirir ve sokağımız bahçe duvarının öte yanına geri dönerdi. Bu durumun son derece doğal olduğunu zannederdim; öyle olmadığını öğrenmem epey bir zaman almıştı. Belki de benim beynim başkalarında olmayan bazı özelliklere sahip diye düşünmek hoşuma giderdi. Belki daha önceki hayatlarımdan birinden kalma bazı görüntüleri hatırlayabiliyordum ama büyüdükçe bu yeteneğimi kaybetmiştim. Yerine çok daha faydalı başka yetenekler kazanmıştım: hiçbir şeye tutunmadan ayakta durmak, hayal kırıklıklarıyla başa çıkmak ya da gecenin bir yarısı buzdolabındaki son kullanma tarihi geçmemiş sınırlı sayıdaki yiyecekle karnımı doyurmak gibi… Seçme hakkım olmadan edindiğim becerilerimi düşünerek Tünel’in girişindeki büfeye kadar yürüdüm. Köşe yazıları için Radikal, ıvır zıvır haberler için Hürriyet ve bir paket de kısa Marlboro alıp geri dönüyordum ki cep telefonum çaldı. Telefonun ekranına bile bakmadan arayanın Berna olduğunu biliyordum. Alo der demez on dokuzuncu kattaki ofislerinin nasıl sallandığını anlattıktan sonra babamı arayıp aramadığımı sordu.
“Fark etmemiştir bile o,” dedim. “Niye durup dururken telaşlandırayım adamı şimdi?”
“Bu hafta hiç konuştunuz mu? Sesini duymuş olursun işte, fena mı?”
İçimden, o kadar meraklıysan sen ara demek geçti ama yüzüne böyle bir şey söyleyemezdim. Çok ayıp olurdu. Berna’nın böyle özel durumlar için bir aranması gerekenler listesi vardı. Oğlu, ben, başka birkaç kişi, sonra babam. Oysa babam Berna’yı yolda görse kafasını çevirip yürümeye devam ederdi. Sanırım tehlike karşısında Berna’nın annelik damarı kabarıyordu ve kendinden çok başkaları için endişeleniyordu.
Kapalı bir yerde olmadığımı fark eden Berna, niye dükkânı boş bırakıp dışarı çıktığımı sordu.
“Boş bırakmadım ki,” dedim. “Ali Usta var.”
“Ustaya dükkân emanet edilir mi hiç?”
“Neredeyse çocukluğumdan beri tanıyorum adamı. İnan benden daha iyi bakar dükkânıma.”
“Sen yine de öyle sahipsiz bırakma. Kısmeti kapanır derler. Bana bak, sokaklarda fazla dolaşma olur mu? Grip salgını var diyorlar. Bizim ofiste üç kişi şifayı kaptı bu hafta.”
“Merak etme, geri dönüyordum zaten,” dedim. Biraz sonra tekrar dışarı çıkıp Tibet’le buluşmaya gideceğimi söyleyemedim. Tibet’ten hiç söz etmemiştim Berna’ya ve bu yüzden sinsi bir suçluluk duygusu usul usul içimi kemiriyordu. Bugüne kadar ondan hiçbir şey gizlememiştim ama bunu anlatmak, kafamda önemsizleştirmeye çalıştığım karmaşık hisleri iyice alevlendirecekti. Berna aklımdan geçenleri bilse anlatmamamı anlayışla karşılar diye kendimi avutmaya çalıştım.
Dükkâna döndüğümde Ali Usta’nın karşısında hiç tanımadığım bir kadın vardı ve belli ki ikisi de uzun bir süredir benim dönmemi bekliyordu. İçeri girer girmez Ali Usta, “Abla bu hanım seni sordu,” dedi. “Musluk da tamam, başka bir isteğin yoksa ben gideyim artık.”
Parasını verene kadar akla karayı seçip uzun uzun dil döktükten sonra Ali Usta’yla komik denecek kadar ucuz bir fiyat üzerine anlaşıp helalleştik. Onu uğurlayana kadar kadın hiç konuşmadan beni bekledi. Müşteri olmadığı her halinden belliydi. Dört bir yanını saran takılara bakmak yerine gözlerini benden ayırmıyordu. Sürekli bana bakmasından rahatsız olmuştum ama belli etmemek için kibar kibar gülümsedim. O sırada tek isteğim, tanımadığım bu kadından bir an önce kurtulup saatlerdir beklediğim sabah sigaramı yakabilmekti.
Dükkânda baş başa kalınca, “Hay Allah, sizi de çok beklettim,” dedim.
“Kusuruma bakmayın Nur Hanım,” dedi kadın. “Daha önce ziyaretinize gelemedim.” Kumlu ve kalın bir sesi vardı. Adımı bilmesi moralimi bozdu, sigarama bir süre daha kavuşamayacaktım.
“Asıl siz benim kusuruma bakmayın,” dedim. “Kim olduğunuzu çıkaramadım.”
Bana doğru bir adım attı. Duvarın gölgesinden çıkınca sandığım kadar yaşlı olmadığını fark ettim ya da yaşına göre çok genç görünüyordu. Beyazlaşmaya başlamış boyasız saçlarını ensesinde sımsıkı toplamıştı. İnce bir çizgi gibi suratını kesen sert bir ağzı ve demir rengi gözleri vardı. Üzerindekiler sanki naftalin dolu bir sandıkta en az otuz yıl kapalı kalmıştı. Kendisi de sanki en son otuz yıl önce sokağa çıkmış gibi tedirgindi.
“Hiç karşılaşmadık ki, nereden tanıyacaksınız. Ben üst katta oturuyorum, Melike Berdanoğlu. Kocamı kaybettiğimden beri kızlık soyadımı kullanıyorum ama hâlâ kapının zilinde yazan ismi değiştirmeye fırsat bulamadım. Ama bundan size ne, değil mi? Dükkânınız hayırlı uğurlu olsun demek için şöyle bir uğrayayım dedim. Aslında kaç gündür aklımda ama bir türlü fırsat bulup evden dışarı çıkamadım.” Sanki içeri daha yeni girmiş gibi etrafına bir göz gezdirdi. “Pek güzel olmuş. Burasının temizlenip adam edilebileceğini söyleseler gözlerimle görmeden inanmazdım doğrusu.”
“Çok sağ olun. İnşaat sırasında sizi fazla rahatsız etmedik umarım.”
“Yok canım. Senelerdir pislik yuvasıydı burası, baksanıza pırıl pırıl olmuş.”
Ben el koyup adam etmeden önce burası gerçekten de pislik yuvası denebilecek bir durumdaydı. Bu üç katlı apartmanın giriş katındaki dükkân, babama babasından miras kalmış ama bizim ailede kimsenin ticaretle alakası olmadığı için burayı ne yapacaklarını bilememişler, başlarından atmak için de yıllarca çevredeki esnafa depo niyetine kiraya vermişler. Murat’tan boşandıktan sonra özel ders vererek ve çeviri yaparak yeteri kadar para kazanamayacağımdan ve sonunda aç kalacağımdan korkan babam, kirasını alayım diye dükkânı bana devretmişti. Cesaretimi toplayıp burayı kendime ufak bir takı dükkânı haline getireceğimi tahmin edememişti. Kiramdan olup elime geçen böyle güzel bir fırsatı mahvettiğim için bana çok kızgındı. Depoyu boşaltıp içini düzeltmek için bankadaki iki kuruş birikmiş paramın da bir kısmını harcadığımı duyduğunda öfkesinden günlerce kimseyle konuşmamıştı.
Sert rüzgâr kapıyı sarsınca Melike Hanım korkuyla yerinden fırladı. Omuzlarında annemin görse manto diyeceği cinsten küf rengi bir palto vardı. Kalın kumaşın kıvrımlarının arasından çıkan uzun parmakları paltonun iki yakasını boğazının hizasında sımsıkı kavradı. Depremden dolayı sinirleri gergin herhalde, diye düşündüm. Sokağa çıktığımdan beri aklım başka yerdeydi ama sabahki uğultu aklıma gelince ben de hafifçe ürperdim. “Korkmayın,” dedim, “çok geçti depremin üzerinden, artık artçı filan gelmez.”
“Deprem mi oldu? Ben de kapıda biri var sandım,” dedi. Gözlerini kısmış, ahşap kapının üst yarısını kaplayan kırmızı ve yeşil renkli camlardan dışarıyı görmeye çalışıyordu. Meraklanıp vitrinin perdesini araladım ve ben de dışarı baktım. Sokak hâlâ boştu ve Kahraman sabah uykusuna devam ediyordu.
“Birini mi bekliyorsunuz? Size bir çay ikram edebilir miyim? Maalesef toz çayım yok ama arka tarafta bir su ısıtıcım var, isterseniz poşet çay yapabilirim.”
“Teşekkür ederim kızım, vaktinizi almayayım. Seneler önce babanızla tanışmıştım, hatta kendisinin bize çok yardımları dokunmuştu. Bu dediğim neredeyse yirmi beş sene evvel. Fuat Bey’i daha yeni kaybetmiştim…”
Bu konuşma nereye varacaktı kestiremiyordum ama yeteri kadar nazik davranamadığım için huzursuzdum. Çay konusunda ısrar etmeli miydim mesela…
“Uzun zamandır burada oturuyorsunuz demek.”
“Doğduğum günden beri. Evlendikten sonra bile kocamla burada oturmaya devam ettik.” Benimle konuşurken arada yan gözle hâlâ dışarıda biri var mı yok mu görmeye çalışıyordu. “Son zamanlarda buraların havası değişti tabii. Eskiden korkudan perdeler açık oturamazdık. Akşam vakti köşe başlarında haydut suratlı adamlar beklerdi. Neyse ki artık onların soyu kurudu ama şimdi de sarhoş gençler cirit atıyor geceleri. Haydutlardan daha iyidir tabii.”
“Merak etmeyin,” dedim, “yakında daha da güzelleşecek buralar.”
“Hiç sanmıyorum. Her gün iki-üç tane yeni lokanta açıyorlar bu arka sokaklarda. Ama görürsünüz, yakında hepsi iflas eder, sonra da gidip kendilerine başka yer bulurlar. Bence yakında geçecek bu heves.”
Kibar kibar gülümsemeye devam ettim. Melike Hanım bana doğru biraz daha yaklaşıp paltosunun cebinin derinliklerinde bir şey aramaya başladı. Eli tekrar dışarı çıktığında parmaklarının ucunda kalın, gümüş bir yüzük vardı.
“Nur Hanım, sizin ihtisasınızla ilgili bir şey sormak istiyorum. Acaba bu yüzüğü elden çıkarmak istesem ne kadar eder? Sizce satmaya değer mi?”
Çok güzel bir yüzüktü. Gümüşten kıvrımlarının arasında sıra sıra minik yakutlar vardı.
“Kapalıçarşı’ya gidip sormaya çekindim,” dedi. “Oradakilerin hepsi düzenbaz. Hem benim gibi yaşlı bir kadın görünce hemen kazıklamaya çalışırlar değil mi? Onun için önce size sorayım istedim. Öyle çok değerli bir şey değil aslında, biliyorum. Ama yine de içim rahat etmedi.”
“Çok güzel işlenmiş bir yüzük bu ama inanın ne kadar edeceğini benim anlamam mümkün değil,” dedim. “Ben burada sadece kendi yaptığım takıları satıyorum ve genelde çok değerli taşlarla da çalışmıyorum. Bunun üzerindeki yakutların değerini bir kuyumcuya sormak lazım.”
“Size çok zahmet veriyorum ama yüzüğü size bıraksam, belki siz tanıdığınız, güvendiğiniz bir kuyumcuya sorabilirsiniz benim için. Kusuruma bakmazsınız değil mi?”
Düşünmeden atladım. “Elbette sorarım, siz hiç merak etmeyin.”
Böyle durumlarda hayır diyemeyecek kadar nazik yetiştirilmiş olmaktan dolayı annemle babamı hep suç…