KARA GÜNEŞ -ARTHUR C.CLARKE

KENTİN sesi hiç kesilmezdi. Kentin çıkardığı, şimdi değişmekte olan sesi dünya dursa bile kesilmezdi. Salise salise, saniye saniye, dakika dakika, saat saat, gün gün, gece gece süregelmiş; asırlar, çağlar boyunca bir salise bile kesilmeyip sonunda zamanın kendisiyle bütünleşmişti. Bu ses, binlerce insanın gözlerini ilk açtığı andan son defa için kapadığı ana dek aralıksız duyduğu bu ses, kentin bir parçası olmaktan da öte ta kendisi; nabzıydı. Ve bu ses kesildiği zaman, Diaspar’ın kalbi tamamen duracak, geniş bulvarları tamamen çölün kumlarıyla örtülüp bunların altında can verecekti…
Buraya; toprağın yarım mil üstüne çöken ani sessizlik, Convar’ın balkona çıkıp dışarıya bakmasına yol açtı. Çok aşağısındaki büyük yapıların arasındaki yürüyen yollar hâlâ işliyordu ama bu yolların üstü sessiz; çıtı bile çıkmayan kalabalıklarla dolup taşmaktaydı. Bir şey kentin uyuşuk halkının evlerinden dışarıya uğramasına neden olmuştu ve kent halkı şimdi rengarenk madeni kayalıklar, yarlar arasından ağır ağır ileriye doğru sürüklenmekteydi. Convar daha dikkatle bakınca, istisnasız bütün yüzlerin gökyüzüne çevrilmiş olduğunu gördü.
Bir an için tüm varlığını bir korku dalgası kapladı. Aradan geçen bunca asırdan sonra istilâcıların yeniden Yer Yuvarlağına gelmiş olmaları olasılığının yol açtığı bir korku dalgasıydı bu. Sonra başım kaldırıp gökyüzüne baktı ve bir daha görebileceğini hiç, ama hiç sanmadığı bir harikayla yeniden karşılaşınca da bunun uyandırdığı hayranlığın vecdine kapılarak içeri girip küçük yaştaki oğlunu çağırmadan önce bir süre gökyüzündeki bu halkayı izledi.
Gördükleri karşısmda küçük Alvin önce korkuya kapıldı. Kentin yüksek kuleleri de, yarım mil aşağısındaki, durduğu yerden bakıldığında noktalan andıran kalabalıklar da dünyasına aitti, öz dünyasının parçalarıydı ama gökyüzündeki nesnenin bu dünyayla en ufak bir ilgisi bile yoktu. Bu nesne, her neyse; kentteki tüm yapılardan daha büyüktü ve öylesine göz kamaştıran bir beyazlıktaydı ki gözleri yakıyor, körleştiriyordu. Katı bir maddeden yapılmış gibi görünmesine rağmen çevresinde kaldırdığı fırtınanın rüzgârları dış çizgilerini durmadan değiştirmekte; şekilden şekile sokmaktaydı.
Alvin, Yer Yuvarlağı göğünün bir zamanlar yabancı şekillerle dolup taşmış olduğunu biliyordu. Uzaydan bilinmeyen hâzinelerle dolu büyük gemilerin gelip gelip Diaspar havaalanına inmiş olduğunu da biliyordu. Ama bunlar yarım milyon yıl önce olup bitmiş ve hava alanı da tarihin başlangıcından önce yürüyen kumların altına gömülmüştü.
Convar’ın sesi hüzünlüydü.
— Bak, doyasıya bak Alvin ve unutma, hiç unutma. Yer Yuvarlağının göğü bir zamanlar bulutlarla kaplıydı, bulutlardan görünmemekteydi ama bu benim tüm yaşamım boyunca gördüğüm ikinci bulut ve bu bulut senin de yaşamın boyunca görüp göreceğin ilk ve son bulut olabilir çünkü…
Son bulutun da suyunun çöllerin, sonsuz çöllerin boğucu havası tarafından sünger gibi emilişini, son bulutun da gölgesinin sonsuz çöllerin kavrulan kumlan tarafından yutuluşunu, yavaş yavaş sindirilişini sessizce, Diaspar’ın bulvarlarıyla kulelerini dolduran binlerce insanla beraber sessizce, çıt bile çıkarmadan izlediler.

Birinci Bölüm
DERS bitmişti. Hypnone’un uyutucu sesi birdenbire tiz bir perdeye yükselip neler yapması gerektiğini emredici tiz ses tonuyla üç defa tekrarladıktan sonra yine birdenbire kesildi. Sonra makine hayal meyal bir şekil alıp gözden kayboldu, ama aklı gerçekle karşılaşmak için asırların gerisine gitmiş olan Alvin oturmaya, boş gözlerle önüne bakmaya devam etti.
Sessizliği önce Jeserac bozdu. Sesi tasalı, biraz da kararsızdı.
— Alvin, bunlar dünyadaki tek kayıtlar. Yer Yuvarlağını istilâcıların gelişinden önceki şekliyle gösteren en eski kayıtlar ve bu kayıtları şimdiye dek çok az kimsenin görmüş olduğuna da hiç kuşku yok.
Genç, ağır ağır özel öğretmenine doğru döndü. Gözlerinde yaşlı adamı tasalandıran bir şey vardı ve yaptığından bir kere daha pişmanlık duyan Jeserac bu sefer sanki vicdanının sesini susturmak istiyormuş gibi süratle konuşmaya başladı:
— Geçmiş çağlardan hiçbir zaman söz etmediğimizi ve sana bu kayıtlan sadece ve sadece görmeyi çok istediğin için gösterdiğimi biliyorsun. Bu kayıtların aklını karıştırıp alt üst etmesine müsaade etme. Mutlu olduğumuz sürece dünyanın tamamı değil de sadece bir kısmı üzerinde yaşamımızın bir önemi var mı? Kayıtlarda görmüş olduğun insanlar gerçi daha büyük bir dünyada yaşamaktaydılar ama yine de bizim kadar mutlu değildiler.
Alvin bunun doğru olup olmadığını sordu kendi kendine. Aklı bir kere daha çöle, Diaspar’ın çevresindeki çemberini gitgide daraltıp onu gitgide çöl ortasında bir adaya çeviren sahraya gittikten sonra yeniden Yer Yuvarlağının bir zamanlar nasıl bir dünya olmuş olduğuna kaydı. Kıtalardan daha büyük masmavi suları, engin denizleri, okyanusları; dalgalan, altın gibi parıldayan sahilleri döven sonsuz okyanusları gördü. Kulakları bir kere daha bir milyon yıldan beri duyulmaz olmuş bir sesle çınlayıp bir kere daha dalgaların kayaları döven, sahillerde patlayan uğultusuyla doldu. Sonra da ormanlarla çayırları ve bir zamanlar dünyayı insanlarla paylaşmış, dünyada insan, oğluyla beraber yaşamış olan sayısız hayvanı anımsadı.
Ama bunlar bir düşten başka bir şey değildi artık. Okyanuslardan tüm geriye kalan da Yer yuvarlağını çepeçevre saran gri tuz çölleriydi. Bir kutuptan öbürüne uzanan tuz, kat kat tuz ve kum çölleriydi ve birgün Diaspan da yutacak olan bu beyabandaki tek aydınlık da Diaspar’ın ışıklarıydı ama bu üzerinden kuş uçmaz kervan geçmez beyabanın çok üstünde yıldızlar hâlâ parlamakta olduğundan, insanoğlunun artık yitirmiş olduğu bu dünya, bu unutulmuş yıldızlann yanında yine de önemsiz, yine de solda sıfır kalmaktaydı.
— Jeserac, bir zamanlar Loranne kulesine gitmiş, orada artık kimse yaşamadığı için de çölü rahat rahat seyredebilmiştim. Karanlıktı. Toprağı göremiyordum. Ama gökyüzü, renk renk ışıklar içindeydi. Bu ışıklar, hiç hareket etmeyen, yerlerinden hiç ayrılmayan bu ışıkları uzun zaman izledim. Bunlar yıldızlar, bu ışıklar da yıldızların ışıklarıydı değil mi?
Jeserac gitgide kaygılanmaya başlamıştı. Alvin’in Loranne kulesine nasıl gidebilip nasıl çıkabilmiş olduğu daha sonra araştırılacak bir konuydu. Şimdi asıl önemli olan gencin ilgi duyduğu şeylerle gitgide daha tehlikeli bir hal almaya başlayan merakıydı. Kısaca yanıtladı:
— Gördüklerin yıldızlardı. Bundan ne çıkar?
— Bir zamanlar yıldızlara gidiyorduk değil mi?
Jeserac uzun bir duraksamadan sonra cevap verdi:
— Dilinin altındakini çıkar.
— Yıldızlara gitmekten niçin vazgeçtik? İstilacılar neredeydi?
Jecerac ayağa kalktı. Yanıtı, yeryüzünden şimdiye dek gelip geçmiş olan tüm öğretmenlerin klasik yanıtıydı:
— Bu günlük bu kadar yeter. İleride, biraz daha büyüdüğünde bu konuda daha fazla şey öğreneceksin. Ama ileride. Şimdi değil. Zaten şimdi bile gereğinden fazla şey biliyorsun.
Alvin üstelemedi. Beklemesine gerek yoktu. Yanıt açık olduğu için gerek yoktu. Ayrıca Diaspar’da aklı oyalayacak pek çok şey olduğundan bu özlemi, tüm Diaspar’da sadece ona özgü gibi görünen, kendisi dışında hiç kimse duymuyora benzeyen bu garip özlemi aylar boyunca rahatça unutabilirdi.
Diaspar başlı başma bir dünyaydı. İnsanoğlu geçmişin yıkıntıları arasından çekip çıkarabildiği her şeyini, tüm hâzinelerini burada toplamıştı. Şimdiye dek gelip geçmiş tüm kentler Diaspar’a kendilerinden bir şeyler vermişlerdi. Diaspar’ın adı insanoğlunun artık yitirmiş olduğu dünyalarda daha istilacıların gelişinden bile önce nam salmıştı.
Diaspar, Altın Çağların tüm ustalığı, tüm ince sanatı zevkiyle inşa edilmişti. Altın Çağın bu saltanatlı, bu unutulmaz günleri sonuna yaklaşırken deha sahibi insanlar kente yeni bir görünüm verip kenti makinelerle, ölümsüz kılan makinelerle donatmışlardı. Bu sebepten de Diaspar hep var olacak, insanoğlunun ahfadım zamanın nehri üzerinde hep güvenle taşıyacaktı.
Diasparlılar belki de dünyada kendilerinden önce yaşamış olanlar kadar hallerinden memnun, kendi yaşam ölçülerine göre de kuşkusuz mutluydular. Milyonlarca asrın el emeği ile göz nuru Diaspar’ın debdebesine adanmış olduğundan, uzun ömürlerini hiçbir zaman aşınmamış güzellikler içinde geçirmekteydiler.
Burası, asırlardan beri mültefit, nazlı bir gerileme dönemi içine girmiş olan bu dünya, Alvin’in dünyasıydı ve şimdiki zaman geçmişi unutturacak kadar göz kamaştıran bir zaman olduğundan Alvin henüz bu gerilemenin farkında değildi. Değildi çünkü gençliğinin uzun asırları giderek tükenmeden önce öğreneceği, yapacağı o kadar, o kadar çok şey vardı ki.
Alvin’i ilk çeken sanat dalı Musiki olmuş; bir süre birçok çalgıyı deneyip öğrenmeye çalışmıştı ama bu en eski sanat dalı öylesine karmaşıktı ki tüm inceliklerini öğrenmesi rahat rahat bin yıl alabilirdi. Bir dinleyici olabileceğini, ama asla bir çalgıcı, hele hele besteci olamayacağını nihayet anlayan Alvin sonunda Musikiden vazgeçip bu konudaki düşlerini kalbine gömmüştü.
Alvin bundan sonra kendini uzun bir süre düşünce değiştiricisine vermişti. Düşünce değiştiricisinin ekranı üzerinde bilerek veya bilmeyerek genellikle eski ustaların eserlerinin kopyalan olan bitip tükenmez renkler, şekiller oluşturmaktaydı. Bu şekillerle renkleri oluştururken de kendini gitgide daha sık bir tarzda ve hiç farkında olmadan kaybolup gitmiş olan ilk çağ dünyasının manzaralannı çizerken bulmaktaydı. Ama bununla da kalmamakta, ellerinin bu manzaralara kendiliklerinden gidişi gibi düşünceleri de sık sık Jeserac’ın ona göstermiş olduğu kayıtlara kaymakta, bu kayıtların özlemini çekmekteydiler. Çoğu zaman hissettiği müphem huzursuzluk onu hemen hemen hiç endişelendirmediği halde hoşnutsuzluğunun için için yanan alevinin dili yavaş yavaş bilincine doğru yükselip yalamaya başlamıştı bile ve bundan ötürü huzursuzluğu da aylar ve yıllar geçtikçe gitgide artmaktaydı.
Bir zamanlar Diaspar’ın sunduğu zevklerle eğlencelerden daha fazlasını dilememiş olan Alvin ufukları gitgide genişledikçe açtık sadece bunların yetmeyeceğini, sadece bunlarla yetinemeyeceğini anlamıştı. Tüm yaşamını sadece ve sadece bu duvarların içinde tüketeceği düşüncesi gitgide daha dayanılmaz bir hal alıp onu bir kurt gibi için için kemiriyor, yiyip bitiriyordu ama tüm dünya çöllerle kaplı bulunduğundan başka bir seçeneği olmadığını da biliyordu.
Yaşamı boyunca çölü topu topu birkaç kere görmüştü ama çölü kendisinin dışında hiç kimsenin hiçbir zaman görmemiş olduğunu da bilmekteydi. Vatandaşlarının dış dünyaya karşı duyduğu korku bir türlü anlayamadığı bir şeydi. Alvin için dış dünya dehşet verici değil de esrarlı bir yerdi. Diaspar’dan usandığı zaman onu tıpkı şimdi yaptığı gibi karşı konulmaz bir şekilde çağıran esrarlı bir yerdi.
Kent halkı işlerine giderken yürüyen yollar rengarenk ışıklar saçmaktaydı. Alvin aralarından ana yüksek hızlı bağlantı istasyonuna doğru ilerlerken ona gülümsüyor, bazen de adıyla selamlıyorlardı ama bir zamanlar tüm Diaspar halkı tarafından tanınmaktan özel bir gurur duyan Alvin artık bundan pek hoşlanmamaktaydı.
Hız kanalı Alvin’i kentin kalabalık kalbinden birkaç dakika içinde uzaklaştırmıştı. Parlak renkli mermerden uzun bir peronun önünde birdenbire ama hiç sarsılmadan durduğunda görünürde ancak birkaç kişi vardı. Yürüyen yollar yaşamında çok doğal bir yer tuttuğu için Alvin hiçbir zaman başka bir ulaşım şekli düşünmemişti. Oysa eski dünyanın mühendisleri bu yolu görseler, bir yolun ucunun, ortası saatte yüz mil hızla ilerleyen bir yolun her iki ucunun nasıl olup da sabit kalabildiğini bir türlü anlayamayacaklar, bu ikilem karşısında saçlarım başlarım yolmaya başlayacaklardı. Gerçi bir gün Alvin de kendisini böyle bir bulmaca karşısında bulabilirdi ama şu an için çevresini olduğu gibi kabul ediyor, Diaspar’ın diğer sakinleri gibi o da bu çevreyi hiç yadırgamıyordu.
Kentin bu kesimi hemen hemen ıssızdı. Diaspar’ın nüfusunun bin yıldan beri hiç değişmemiş olmasına rağmen ailelerin düzenli aralıklarla yer değiştirmesi yerleşmiş bir gelenekti. Gerçi büyük kuleler şimdi yüz bin yıldan beri boştular ama yaşam dalgası birgün böylece kentin bu böl
gelerine de ulaşıp bu kesimlerini de tekrar yaşamla, cıvıl cıvıl yaşamla dolduracaktı.
Mermer peronun sonunda bir duvar, bu duvarın içinde de gündüz gibi aydınlatılmış tüneller vardı. Alvin hiç duraksamadan bu tünellerden birini seçip içine daldı. Peristaltik alan onu anında kavrayıp süratle ileri gönderdi.
Tüm Diaspar’ı bir kanaviçeyi işler gibi özenle işleyen sanat buradan da geçmiş olduğu için yerin çok altındaki bir tünelde değil de doğrudan doğruya cennete giden yoldaydı sanki. Bu yolun iki yanında da çok daha eski çağların Diaspar’ının kuleleri güneşin ışıkları altında pırıl pırıl parlıyorlardı. Bu eski Diaspar’daki büyük yapıların çoğu gözlerine yabancı değildi ama yeni Diaspar’daki binalarından çok ince nüans farklarıyla ayrıldıkları için bir o kadar da daha ilginçtiler. Alvin bu yolun daha uzun sürmesini hep dilemiş ama bu tünelden geçiş süresini ağırlaştırıp geciktirecek bir çözüm yolunu şimdiye dek bir türlü bulamamıştı.
Göz açıp kapayana kadar kısa bir süre sonra yavaşça geniş, elliptik, her tarafı pencerelerle çevrili bir odaya çıkarılıp bu pencerelerden bir an için boy boy, renk renk, sapları başka, yaprakları bambaşka güzellikte, çiçekleri görebildi. Gerçi Diaspar’da daha hâlâ bahçeler vardı ama bu çiçekler doğanın değil de sadece ve sadece onları tasarlamış olan sanatçının beyninin ürünüydü ve bugün dünyada kuşkusuz böyle çiçekler yoktu.
Alvin pencerelerin önünden ayrılıp ilerleyince hayal parçalanıp görüntü bozuldu. Şimdi daire şeklinde, yukarıya doğru dik kavisler çizerek tırmanan bir geçitteydi ve ayaklarının altındaki döşeme sanki onu hedefine götürmek istiyormuş gibi ağır ağır hareketlenmeye başlamıştı. Birkaç adım attıktan sonra döşeme artık başka bir çaba gerektirmeyecek kadar büyük bir sürate eriştiğinden durdu.
Geçit yukarıya doğru daha da meyillenmiş, birkaç yüz
metre daha ileride de tam bir dik açı oluşturduktan sonra yeni bir kavis almıştı ama insan bunu ancak mantığıyla anlayabiliyor, duyularıysa inişsiz çıkışsız, dümdüz bir geçitte ilerlemekte olduğunu sanıyordu. Mıknatıslı alanın bozulması olanak dışı olduğundan gerçekte binlerce binlerce metre yüksekliğinde dikey bir şafta tırmanmakta oluşu Alvin’i hiç ürkütmemekteydi.
Geçit şimdi bir kere daha dik bir açı oluşturuncaya kadar aşağıya doğru inmeye başlamıştı. Döşemenin hareketi hissedilmez bir şekilde ağırlaşıp her iki tarafı da aynalarla kaplı uzun bir koridorun sonunda tamamen durunca Albin, Loranne kulesinin doruğuna çıkmasına artık çok az bir mesafe kalmış olduğunu anladı.
Alvin’in bildiği kadarıyla tüm Diaspar’da bu aynalı hole benzer, bu aynalı hol kadar eşine rastlanmaz, büyüleyici bir şey daha yoktu. Bu holü yaratmış olan sanatçının bir kaprisi sonucunda holdeki aynaların sadece birkaçı görüntüyü olduğu gibi yansıtıyor ve bunlar bile, yansıtma açılarını durmadan değiştiriyorlardı. Geri kalan aynalara gelince onların da bir şey yansıttığına kuşku yoktu ama durmadan değişen ve tamamen hayal ürünü bir çevrede ilerlemek yine de oldukça şaşırtıcıydı. Bu aynalar dünyasında bir süre oyalanan Alvin şimdiye kadar böyle bir şeyle hiç karşılaşmamış olduğu halde eğer bu aynalar dünyasının içinden birdenbire birisi çıkıp da kendisine doğru ilerlese ne yapacağını merak etmekten yine de alamadı kendini.
Birkaç dakika sonra küçük, çıplak, sıcak bir rüzgârın aralıksız estiği bir odadaydı. Bu oda kulenin havalandırma sisteminin bir parçasıydı ve bu sıcak rüzgârda kulenin duvarlarını delen bir dizi geniş ağızdan üfürmekteydi. Bu ağızlardan Diaspar’ın dışındaki dünya da görülebilmekteydi.
Diaspar’ın, kasıtlı olarak, sakinleri dış dünyayı görmeyecek bir tarzda inşa edilmiş olduğunu söylemek belki de
fazla ileri gitmekti ama Alvin’in bildiği kadarıyla çölün kentin başka hiçbir yerinden görülememesi de oldukça garipti. Diaspar’ın en dış kuleleri kentin çevresinde bir duvar oluşturup sırtlarım kentin dışındaki düşman dünyaya çevirmekteydiler. Alvin halkının kendi küçük dünyaları dışındaki herhangi bir şey hakkında konuşmak hususunda gösterdiği tuhaf isteksizlik üzerinde bir kere daha kafa yormaktan kendini alamadı.
Binlerce metre aşağısında, çölün üzerinde güneş batıyordu. Yatay ışınlar küçük odanın doğuya bakan duvarına vururken, Alvin’in gölgesi gitgide büyüyüp tüm duvarı kaplıyor; ürkütücü bir görünüm alıyordu. Alvin bakışlarını bu göz kamaştırıcı ışıktan korumak için kısarak aşağıya, asırlardan beri hiçbir insanın üzerlerinden geçmemiş, çiğnememiş olduğu topraklara baktı.
Görecek fazla bir şey yoktu. Kum tepelerinin uzun gölgeleriyle batıda; uzak batıda, alçak, uzun, kırık kırık, parça parça, ardında güneşin batmakta olduğu dağ silsilesinin dışında görülecek hiçbir şey yoktu. Bu manzarayı milyonlarca insan içinde sadece kendisinin görmüş olması da garipti.
Alaca karanlık olmuyordu. Güneş batar batmaz gece çöküyor, yıldızlar beliriyordu. Yukarıda, Güneyde, Alvin’i daha önce de meraklandırıp uzun uzun düşündürmüş olan garip bir düzen yerleşiyordu. Ortasında tek bir beyaz, dev bir yıldız bulunan renk renk altı yıldızdan oluşan mükemmel bir daire beliriyordu. Oysa bir zamanlar gençliğin tüm şaşaasıyla parlamış olan büyük güneşler şimdi hızla feci sonlarına doğru akıp gitmekteydiler. Gitgide kararmakta oldukları için de gökyüzünde artık bu derece parlak pek az yıldız olması gerekirdi.
Alvin deliğin ağzında uzun bir süre diz çöküp yıldızların bir bir batıya doğru düşüşünü seyretti. Burada, kentin çok üzerindeki donuk, belli belirsiz aydınlıkta beyni normalin çok üstünde bir berraklıkla çalışıyor gibiydi. Bilgi dağarcığında hâlâ muazzam hoşluklar vardı ama Diaspar’ın karşı karşıya bulunduğu sorun yine de yavaş yavaş açıklığa kavuşmaya, kendini açığa vurmaya başlamaktaydı.
İnsan nesli değişmişti ama o, değişmemişti. Alvin’i şimdi kent halkından tamamen ayırıp tamamen bir başına bırakmış olan bitip tükenmez merakı ile sonsuz bilgiye susamışlığı bir zamanlar hepsi paylaşmıştı. Ama sonra bir şey; milyonlar milyonlarca yıl önce bir şey, insanoğlunu baştan aşağıya değiştiren bir şey vuku bulmuş olmalıydı. Bu bilinmeyen şeyin yanıtı acaba istilacılara atıfların içinde, zamanın başlangıcında mı yatmaktaydı?
Dönüş vakti gelmişti. Alvin ayağa kalkarken birdenbire daha önce hiç aklına gelmemiş bir düşünceyle sarsıldı. Hava tüneli hemen hemen yatay ve yaklaşık on, oniki metre uzunluğundaydı. Alvin şimdiye değin hep bu tünelin kulenin dimdik duvarında son bulduğunu düşünmüştü ama bu bir samdan başka bir şey değildi. Şimdi tünelin daha pek çok yönde bitebileceğini anlamaktaydı. Sadece güvenlik nedenleri için bile olsa, deliğin ağzı altında bir tür düz çıkıntı bulunması olasılığı kuşkusuz çok fazlaydı. Bu konuda daha fazla araştırma yapması için şimdi vakit çok geçti ama ertesi gün yine gelecekti.
Jeserac’a yalan söylemesi gerekeceğinden ötürü üzülmekteydi ama yaşlı adam garabetlerini hoş karşılamadığına göre; Alvin’in de ondan gerçeği gizlemesi aslında ona bir lutufta bulunmasından başka bir şey değildi. Alvin ne bulmayı umduğunu sorsalar tam anlamıyla söyleyemezdi. Ayrıca herhangi bir yolla Diaspar’dan ayrılmayı başarabilse bile çok kısa bir süre sonra yine geri dönmek zorunda kalacağım da çok iyi bilmekteydi ama bir macera olasılığına karşı duyduğu okul çocuğu coşkusu yine de her şeyden daha ağırbasmaktaydı.
Bunu daha birkaç yıl öncesine kadar yapamayacak olmasına karşın şimdi tünelde rahatça ilerlemekteydi. İnsanoğlu yüksek yerlerden artık hiç korkmadığından, üç bin metrelik dimdik bir düşüş düşüncesi de Alvin’i hiç ürkütmemekteydi. Ama beklediğinin tersine, üçbin metre yerine sadece doksan metre düşüp kulenin karşısında çaprazlamasına sağa ve sola dönen geniş bir terasaya indi.
Kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi çarpan Alvin bu terası da tırmanıp önündeki kaya tabakasının üzerine, açıklığa çıktı. Karşısında uzanan sonsuz çölü artık dar bir delik ağzından değil bu her tarafı açık kaya tabakasının üzerinden seyretmekteydi şimdi. Başının üzerindeki kule hâlâ çok yüksekti. Doruğu hâlâ gökyüzünde kayboluyor çevresinden Kuzey ve Güneye doğru uzanan devasa yapılar da bir devler bulvarı oluşturuyordu. Alvin heyecanla hava tünellerinin ağızları çöle doğru açılan tek yapının Loranne kulesi olmadığım, bu yapıların hava tünellerinin ağızlarının da çöle çıktığım farketti ve bu uçsuz bucaksız manzarayı iyice içine sindirdikten sonra üzerinde durduğu kaya tabakasını incelemeye başladı.
Yaklaşık on metre genişliğindeki kaya tabakası dimdik aşağıya doğru inmekteydi. Uçurumun kenarından korkusuzca aşağıya doğru bakan Alvin çölün en az bir mil aşağıda olduğuna, bu yönden ilerleme umudu bulunmadığına karar verdi.
Terasın öbür ucundan aşağı, görünüşe göre birkaç yüz metre daha aşağıdaki başka bir girintiye inen merdiven basamakları çok daha umut vericiydi. Bu basamaklar doğrudan doğruya yapının sarp yüzeyine oyulmuştu ve Alvin bu basamakların tüm yüzey boyunca devam edip etmediğini sordu kendi kendine. Bu soluk kesici bir olasılıktı ve bu olasılığın uyandırdığı coşkudan ötürü Alvin üç bin metrelik bir inişin doğurabileceği güçlükleri küçümseyip basamaklardan inmeye başladı.
Ama yüz metreden biraz daha fazla indikten sonra birdenbire yekpare gibi görünen bir kaya bloğunun karşısında buldu kendini. Geçecek bir yer yoktu. Yol kasıtlı olarak en ufak bir geçit bile vermeyecek bir şekilde kapatılmıştı.
Alvin bu engelin karşısında sonsuz bir üzüntüye kapıldı. Ama suç sadece ondaydı. Çünkü bir mil yüksekliğindeki bir merdivene tekrar tırmanma olasılığının olmadığını tamamen unutmuştu ve bundan ötürü de eğer aşağıya doğru inişini tamamlayabilmiş olsa bile bu inişin yine de hiçbir yararı olmayacaktı.
Bunca yolu boşuna, sonunda sadece başarısızlıkla karşılaşmak için almış olduğunu düşünen Alvin bu engele umutsuzluğun verdiği güçle daha yakından bakınca, o zamana kadar gözüne çarpmamış olan mesajı, taş üzerine derin derin kazılmış olan mesajı gördü. Bu mesaj artık kullanılmayan, çoktan unutulmuş eski harflerle, çok çok eski harflerle yazılmıştı ama Alvin bu harfleri yine de oldukça kolay bir şekilde sökebildi. Basit yazıtı üç kere üstüste okuduktan sonra da büyük, yassı, kalın kaya yığınlarının üzerine oturup aşağıdaki ulaşılmaz topraklara baktı ve yazıtı ezberden okudu :
DAHA İYİ BİR YOL VAR KAYITLAR MUHAFIZINA SELAMLARIMI İLETİN
Lyndarh Alaine

ZİYARETÇİSİ kendini tanıttığında, Kayıtlar Muhafızı Rorden duyduğu şaşkınlığı belli etmedi. Alvin’i görür görmez tanımış ve daha içeri girerken, bilgi makinesinde adını okuyup üç saniye sonra da bireysel dosyasını karıştırmaya başlamıştı.
Jeserac’a bakılırsa, Kayıtlar Muhafızının görevleri biraz belirsizdi ama Alvin yine de Rorden’i muazzam bir dosyalama sisteminin tam ortasında bulacağını ummuştu. Yine aynı şekilde ve böyle düşünmesi için aslında hiçbir neden olmadığı halde de Jeserac kadar yaşlı birisiyle karşılacağını sanmıştı. Şimdiyse içinde belki de bir düzine büyük makine bulunan bir odadaki orta yaşlarda bir adamla yüzyüzeydi. Bürosunun üzerinde birkaç dağınık kâğıttan başka hiçbir şey olmayan bu adamı hâlâ el altından bireysel dosyasını incelemekle meşgul olduğu için Alvin’e biraz dalgın bir tavırla baktıktan sonra konuşmuştu:
— Lyndarlı Alaine mi? Hayır, bu ismi daha önce hiç duymadım. Bununla beraber kim olduğunu hemen öğrenebiliriz.
Alvin, Rorden’in makinelerden birinin üzerindeki bir tuş dizisine basışım, sentez alanının kızıl pırıltısının anında belirip bir kâğıt parçasının anında makineden çıkışını ilgiyle izledi.
— Alaine benim selefimmiş gibi görünüyor. Çok uzun zaman önceki selefim. Son yüz milyon yıldaki muhafızların hepsini bildiğimi sanıyordum. Ancak Alaine’i tanımadığıma, burada da sadece adı kayıtlı olup adının dışında hiçbir ayrıntı gözükmediğine göre, çok çok daha önceki çağlarda yaşamış olmalı. Söz konusu yazıtı nerede gördünüz?
Alvin bir an duraksadıktan sonra yanıtladı:
— Loranne kulesinde.
Rorden başka bir tuş dizisine bastı ama bu kez ne sentez alanının kızıl pırıltısı belirdi ne de makineden bir şey çıktı.
— Ne yapıyorsunuz? Kayıtlarınız nerede?
Kayıtlar Muhafızı güldü.
— Buraya her gelen aynu şaşkınlığa düşüp aynı şeyi sorar. Gerek duyduğumuz tüm bilgilerin yazılı kayıtlarını tutmamız olanak dışı. Bilgiler elektrikli bir şekilde kaydedilip eğer sonsuza dek saklanmaları için özel bir neden yoksa, bir süre sonra da otomatikman silinirler. Ama eğer Alaine gelecek nesillere herhangi bir mesaj bıraktıysa bu mesajı yakında buluruz yine de.
— Nasıl?
— Dünyada bunun cevabını bilen kimse yok. Benim tüm bildiğim de bu makinenin bir birleştirici olduğu. Bu makineye bir dizi veri verilirse, bu verilerden yola çıkarak insanoğlunun bilgi dağarcığının tamamını tarar. Bu veriler arasında ilişki kurana kadar tarar.
— Bu çok zaman almaz mı?
— Çoğu zaman alır. Bir yanıt için bazen yirmi yıl beklediğim olmuştur. Bu baklından  otursanız daha iyi olur.
Bu son cümleyi ciddi bir tavırla söylemişti ama gözlerinin çevresindeki derin, gülümseyen kırışıklıklar hem tavrındaki hem de sesindeki ciddiyeti yalanlamaktaydı. Kayıtlar Muhafızına benzeyen birisiyle daha önce hiç karşılaşmamış olan Alvin ondan hoşlandığına karar verdi. Çok genç olduğunun durmadan yüzüne vurulmasından bıkıp usandığı için yetişkin bir insan gibi muamele görmek hoşuna gidiyordu.
Sentez alanından tekrar kızıl bir pırıltı, makineden yeniden bir kâğıt parçası çıkınca Rorden bu kâğıt parçasında yazılı olanları okumak için öne eğildi. Yazı oldukça uzun olmalıydı. Çünkü okuyup bitirmesi birkaç dakika sürdü. Bitirince de hiçbir şey söylemeden bürodaki kanapelerden birine oturdu ve aşın bir zeka taşan gözlerini Alvin’e dikti.
Duyduğu merakı artık yenemeyen Alvin sonunda dayanamayıp patladı:
— Kâğıtta neler yazıyor?
Rorden bu soruya sakin bir tavırla sorduğu başka bir soruyla karşılık verdi:
— Diaspar’dan niçin gitmek istiyorsunuz?
Bu soruyu eğer babası veya Jeserac sormuş olsaydı, Alvin şimdi kendisini ya gırtlağına kadar gömüldüğü bir yarı gerçekler bataklığında çırpmıyor, ya da su katılmadık bir yalanlar denizinde boğuluyor bulacaktı. Ama daha ancak birkaç dakika önce tanımış olduğu bu adamda ne olduğunu henüz anlayamadığı, ama Alvin’i ne babasına ne de Jeserac’a açamadıklannı açıkça söylemeye iten bir şey; dostça, güven verici bir şey vardı. Ağır ağır ama kolayca, sanki çoktandır bu anı bekliyormuş gibi konuşmaya başladı:
— Bilmiyorum. Hep gitmek istedim. Diaspar’ın dışında hiç ama hiçbir şey olmadığını biliyorum ama yine de Diaspar’ın dışına çıkmak, Diaspar’ın dışına gitmek istiyorum.
Sanki yüreklendirmesini bekliyormuş gibi utangaç bir tavırla Rorden’e baktı ama Rorden’in gözleri çok uzaklara dalmıştı. Sonunda tekrar Alvin’e baktığı zamansa yüzünde gencin tam manasıyla anlayamadığı ama hafif bir hüzün okunan ve biraz rahatsız edici veya bir dereceye kadar ürkütücü bir ifade vardı.
Çok yakından tanımayan hiç kimse Rorden’in şimdi yaşamının en büyük buhranıyla yüzyüze gelmiş olduğunu anlayamazdı. Biraz yetenek, biraz da bireysel acarlık gerektiren görevi, makinelerin söylediklerini yorumlamaktan ibaretti ve o da bu görevi binlerce yıldan beri aksatmadan yürütmüştü. Kentin hay huyunu bir dereceye kadar dışında kalan, arkadaşlarından daima biraz uzak duran Rorden o ana değin karınca kararınca mutlu bir yaşam sürmüştü. Şimdiyse bu genç damdan düşercesine çıkagelip hem geçmiş çağların, milyonlarca yıl öncesinin hayaletlerini tedirgin etmiş, hem de pek aziz tuttuğu ruh barışının canına okumuştu.
Gerçi cesaret kırıcı birkaç sözcük herşeyi eski haline çevirmeye yetip de artacaktı ama Rorden karşısındaki tasalı, mutsuz gözlerin içine bakınca böyle bir şeyi asla yapamayacağını anladı. Böyle bir şey yapmasını Alaine’in mesajından önce kendi vicdanı, kendi vicdanının sesi yasaklamaktaydı:Alvin, seni hayretten hayrete sürükleyen bir sürü şey olduğunu biliyorum. Sanırım her şeyden çok da bir zamanlar dünyanın tümü dar gelirken şimdi neden sadece burada, Diaspar’da yaşadığımızı merak ediyorsun.
Alvin karşısındakinin aklından geçenleri, nasıl olup da böyle yüzde yüz şaşmaz bir şekilde okuduğunu düşünürken başıyla onayladı:
— Pekâlâ. Birbirimizi anlıyoruz ama bu soruya tam anlamıyla cevap verebileceğimi yine de sanmıyorum. Hemen umutsuzluğa kapılma. Henüz sözümü bitirmiş değilim. Herşey İnsanoğlu İstilacılarla savaşırken başladı. İstilacılar her kim veya lıer ne idiyse. İnsanoğlu istilacılardan önce yıldızlardan yıldızlara yayılmaktaydı ama istilacılardan sonra, şimdi bile kavrama olanağımız olmayan savaşlardan sonra gerisin geriye Yer Yuvarlağına sürüldü. Bu yenilgi belki de İnsanoğlunun karakterini değiştirip onu yaşamının geri kalan kısmını Yer Yuvarlağında geçirmeye razı etti. Belki de İstilacılar insanoğluna eğer kendi gezegeninde kalır, kendi gezegeninin dışına çıkmazsa kendisine ilişmeyeceklerini, rahat bırakacaklarım vaat ettiler. İşin aslım bilmiyoruz. Kesinlikle bildiğimiz tek şey, İnsanoğlunun o andan itibaren yoğun bir merkezi kültür geliştirmeye başladığı, Diaspar’ın da bu kültürün son aşaması, doruğu olduğudur. Bir güç varmış da, İnsanoğlunu bir zamanlar yıldızlara şevketmiş olan bu güç onu daha sonra önüne katıp bir araya gelmeye zorlamış gibi görünüyor. Çünkü başlangıçta bir sürü büyük kent olmasına rağmen sonunda Diaspar hepsini yuttu. Bunu çok az kişi kabul eder ama dış dünyadan hepimiz korkar, buna karşın hepimiz bilip anladığımız şeylerin özlemini çeker, bilip anladığımız şeyleri yeğleriz. Bu korku mantıksız da olsa, kökenleri tarihe uzanıp tarihten de kaynaklansa yine de yaşamımızdaki en güçlü güdülerden birisidir.
— Ben neden böyle bir korku duymuyorum peki?
— Gerek duyduğun her şeyi bulduğun, arkadaşların, dostların arasında güvenceli bir yaşam sürdüğün Diaspar’dan ayrılma düşüncesinin yüreğine dehşete benzer bir şey salmadığım mı söylemek istiyorsun?
— Evet.
Muhafız yüzünü ekşiterek gülümsedi:
— Korkarım aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Ama bakış açım paylaşmasam da hiç olmazsa takdir ediyorum ve bu da bir şey saydır. Eskiden olsa sana yardım etmekten çekinirdim ama Alaine’in mesajım okuduğum için artık çekinmeyip elimden gelen her türlü yardımı yapacağım.
— Mesajın içeriğinden hâlâ söz etmediniz bana.
Rorden güldü:
— Sen birkaç fırın ekmek daha yiyip biraz daha büyüyene kadar da söz etmek niyetinde değilim. Ama neye ilişkin olduğunu anlatacağım.
Alaine gelecek çağlarda senin gibi kişilerin doğacağım öngörmüştü. Bu kişilerin Diaspar’dan ayrılmaya kalkışabileceklerini de öngörüp onlara yardım edebilmek için kollarım sıvadı. Öyle ki kentten hangi yolla ayrılmaya çalışırsan çalışasın, bu yolların hepsinin sonunda seni Kayıtlar Muhafızına doğru yönelten bir yazıtla karşılaşacaktın. Alaine bıraktığı mesajı var olan milyonlarca kayıt eğer birleştirici özellikle bu mesajı ararsa bulunabilecek güvenli bir şekilde gömdü. Bu mesaj muhafıza araştırmacıya, araştırmasını onaylamasa bile yardım etmesini emrediyor. Alaine insanlığın gerilediğine inanıyor, insanlığı canlandırabilecek, insanlığa yeniden hayat verebilecek olan herkese yardım etmek istiyordu. Söylediklerimi anlayabiliyor musun?
Alvin başıyla onaylayınca Rorden devam etti:
— Ben yanıldığını sanıyorum. İnsanlığın olduğu yerde saydığına, gerilediğine inanmıyorum. İnsanlık gerilemedi. Sadece başka bir şekil aldı. Tabu sen şimdi bana karşı çıkıp Alaine’in yanında yer alacaksın ama sakın herkesten farklı düşünmenin, kimseye benzememenin çok hoş bir şey olduğunu düşündüğün için yapmayasın bunu? Unutma. Mutluyuz. Bir şey yitirdikse bile bunun ne olduğunun farkında değiliz. Alaine’in bıraktığı mesajda çok şey var ama asıl önemli olan şey Diaspar’dan dışarıya çıkan üç yol olduğu. Alaine ne bu yolların nereye gittiğini söylüyor, ne de üzerlerinde inceden inceye düşünmem gerekecek olan bazı karanlık referanslar verdiği halde, bu yolların nasıl bulunabileceğine dair herhangi bir ipucu veriyor. Ama mesajında yazılı olanlar doğru olsa bile sen yine de kentten ayrılmayacak kadar gençsin ve benim de yarın ilk iş olarak ebeveyninle konuşmam gerekecek. Ama seni ele verecek değilim, korkma. Korkma ve artık git. Git çünkü üzerinde düşünmem gereken pek çok şey var.
Rorden gencin gösterdiği minnetten biraz rahatsız oldu. Alvin gittikten sonra da bir süre oturup sonuçta doğru hareket edip etmemiş olduğunu düşündü.
Gençte bir atavism; bir atalara, büyük çağlara çekiş olduğunda kuşku yoktu. Eski çağlarda yaşamış dehalara eşdeğer beyinlere her birkaç kuşakta bir hâlâ rastlanmaktaydı ama ait oldukları zamanın dışında doğan bu beyinler Diaspar’ın huzurlu bir düş içinde yüzen dünyasını artık çok az etkileyebilirlerdi. İnsan iradesinin ağır, uzun zevali bu deha ne kadar parlak olursa olsun tek, bireysel bir dehanın artık durdurup önüne geçemeyeceği kadar ilerlemişti çünkü. Bu yalnız dehalarda birkaç asır süren bir huzursuzluk devresinden sonra kaderlerine boyun eğip akıntıya karşı kürek çekmekten vazgeçiyor, topluma uyuyorlardı. Alvin sonunda bu gerçeği, durumunu anladığı zaman tek mutluluk umudunun da dünyaya ayak uydurmakta olduğunu anlayacak mıydı acaba? Alvin’in cesaretini kırmanın uzun vadede daha iyi olup olmayacağım da düşündü ama artık çok geçti. Alaine gereken önlemleri çoktan almıştı.
Selefi kayıtlar muhafızı dikkate değer bir insan olmuş olmalıydı. Alvin gibi o da bir atavism, bir soya çekişti belki de. Rorden’den önceki muhafızlar Alaine’in mesajını çağlar boyunca kaç kere okumuş, neticesi ne olursa olsun kaç kere bu mesaja göre hareket etmişlerdi acaba? Eğer ettilerse, konuyla ilgili bazı kayıtlar olacağına hiç kuşku yoktu.
Rorden düşüncelerini bir süre boyunca bir tek konunun üzerinde odakladı. Sonra ilk başta ağır ağır, kısa bir süre sonra da gitgide artan bir güvenin verdiği gitgide artan bir hızla hareket ederek, makineleri bir soru yağmuruna tutmaya başladı. Öyle ki bir süre sonra bürodaki tüm Birleştiriciler tam kapasiteyle çalışmaya başladılar. Milyonlar, milyonlarca veri, İnceleyicilerden artık insan anlayışının dışındaki vasıtalarla gelip geçiyor, Rorden için de artık beklemekten, sabırla beklemekten başka yapacak bir şey kalmıyordu.
Alvin daha sonraki yıllarda dönüp de geriye bakınca bahtının o sıralar bu kadar yaver gitmiş oluşuna çoğu zaman şaşıracaktı. Eğer Kayıtlar Muhafızı kendisine karşı bu kadar dostça davranmamış olsaydı araştırması da hiçbir zaman başlamamış olacaktı çünkü. Ama çok şükür, aralarındaki büyük yaş farkına rağmen Rorden’in içinde de kendi içindeki meraktan bir şeyler vardı. Ancak bir farkla. Rorden yitirilmiş bilgileri tekrar ele geçirmekten başka bir şey istememekte, bu bilgileri kullanmayı asla ve asla düşünmemekteydi. Çünkü tüm Diasparlılara özgü ve Alvin’e o kadar garip gelen dış dünya korkusu onun içinde de çöreklenmişti ve dostlukları ne kadar büyürse büyüsün bu korku aralarında daima bir engel oluşturacak, Rorden’i daima frenleyecekti.
Alvin artık birbirinden tamamen farklı iki yaşam sürmekteydi. Bunlardan birincisi Jeserac’la paylaştığı yaşamdı. Jeserac ona halk, çeşitli yöreler, gelenek ve göreneklerle ilgili yığınla, yığınla olduğu kadar da karmaşık bilgileri veriyordu. Bu bilgilere sahip olmayan bir kimsenin kentin yönetiminde faal bir rol oynaması olanak dışı olduğundan, öğrencisinin öğrettiklerini iyice sindirmesi için de elinden geleni esirgemiyordu. Ama Jeserac vicdanlı olduğu kadar da geniş yürekli bir öğretmen olduğundan ve eğitim için daha önünde asırlar uzandığından görevini tamamlamakta da hiç mi hiç acele etmiyordu. Gerçeği söylemek gerekirse, bu rahatlıkla Alvin’in Rorden’le kurmuş olduğu dostluğun da payı vardı. Geçmişin tüm bilgisine doğrudan doğruya ulaşmak olanağı sadece Rorden’in elinde bulunduğundan, Diasparlılar Kayıtlar Muhafızına biraz saygıyla karışık bir korkuyla bakıp, onu biraz çekinilecek bir kimse saymaktaydılar ve Jeserac da Alvin’in böyle önemli bir kimseyle dostluk kurmuş olmasından gizli bir gurur, hoşnutluk duymaktaydı.
Alvin geçmişle ilgili bilginin ne denli akıl almaz, bunun yanı sıra da ne denli eksik olduğunu yavaş yavaş öğrenmekteydi. Bilgileri vadeleri geçer geçmez silip yok eden otomatik iptal devrelerine rağmen, ana kayıtlarda, en düşük değerlendirmeyle, en azından hâlâ yüz trilyon veri vardı ve işin daha kötüsü, buna ilişkin bilgi ilk defa için çalıştıkları zamanın sırrıyla beraber yitirilmiş olduğundan, Rorden makinelerinin kapasitesinin sınırlı olup olmadığını da bilmemekteydi.
Saatler boyunca usanmadan soru yağmuruna tuttuğu Birleştiriciler Alvin için bitip tükenmez bir hayranlık kaynağıydılar. Adlan S ile başlayan kimselerin kentin doğu kesiminde oturmak eğiliminde olduklarını öğrenmek eğlendiriciydi. Birleştiricilerin bu verinin istatistiki hiçbir değeri olmadığını hemen eklemek için gösterdikleri aceleyse daha da eğlendiriciydi. Alvin buna benzer faydasız verilerden süratle arkadaşlarını etkilemek için yararlandığı bir dağarcık oluşturdu. Aynı zamanda, Rorden’in yönetiminde, ilk çağlar hakkında bilinen her şeyi de öğrenmeye başladı. Çünkü Rorden araştırmaya başlamadan önce yıllarca sürecek bir hazırlık devresinden geçmesi gerektiği hakkında ısrar etmiş, bu konuda herhangi bir ödün vermeye kesinlikle yanaşmamıştı. Alvin de zaman zaman başkaldırmasına rağmen sonunda bunun gerekliliğini kabul etmişti. Etmişti ama bir tek denemeden sonra da zamanı gelmeden bilgi edinmek konusundaki tüm umutlarını yitirmişti.
Rorden’in bulunmadığı, kentin idari merkezine ender ziyaretlerinden birini yaptığı bir gün yalnız kalan Alvin şeytanın dürtmesine karşı koyamayıp Birleştiricilere Alaine’in mesajı peşine düşmelerini emretmişti.
Rorden geri döndüğü zaman büyük bir korkuya kapılmış, makinelerin neden felç olmuş olduğunu büyük bir korku içinde anlamaya çalışan bir gençle karşılaşmıştı. Rorden sadece gülümseyip bir dizi tuşa peşpeşe basarak makineleri tekrar çalıştırdıktan sonra durumdan büyük bir ferahlık duymaya başlayan Alvin’e dönerek onu sert bir şekilde azarlamaya çalışmıştı.
— Bu sana bir ders olsun da bir daha boyundan büyük işlere kalkışma. Buna benzer bir şey yapmanı beklediğim için gitmeden önce kurcalamanı istemediğim tüm devreleri kapatmıştım. Bu devreler tekrar açmayı güvenli bulacağım ana kadar da kapalı kalacaklardır.
Süklüm püklüm sırıtan Alvin hiçbir karşılık vermediği gibi ondan sonra bir daha yasak sularda avlanmaya da kalkışmadı.

Üçüncü Bölüm

RORDEN çalışmalarının amacı hakkında rastgele atıflardan fazlasında bulunmadı üç yıl boyunca. Alvin de artık hem öğrenmesi gereken pek çok şey olduğunun, hem de ulaşılmaz bir hedefin peşinde koşmadığının bilincine iyice varıp sabrın sonunun selamet olduğunu iyice öğrendiğinden bu üç yıl oldukça çabuk geçti. Sonra bir gün, eski dünyanın iki zıt haritasını bağdaştırmaya çalıştıkları bir gün, ana Birleştirici birdenbire sinyal verip dikkatlerini kendisine çevirmelerini istemeye başladı.
Rorden aceleyle makineye koşup elinde üzeri baştan aşağıya yazdı uzun bir kâğıtla döndü. Kâğıda süratle göz gezdirdikten sonra da Alvin’e gülümseyerek bakıp sakin bir tavırla konuşmaya başladı:
— Birinci yolun hâlâ açık olup olmadığım yakında öğreneceğiz.
Yerinden haritaları dört bir yana saçarak fırlayan Alvin heyecanla haykırdı.
— Nerede bu yol? Nerede?
Rorden Alvin’i gülerek itip tekrar yerine oturttu:
— Seni bunca zaman sırf paşa gönlüm öyle dilediği için bekletmedim. Bunu hangi yolla yapacağımızı bilseydik bile sen o zamanlar yine de Diaspar’dan ayrılmayacak kadar gençtin ama ağırdan almamın tek nedeni bu değildi. Beni ilk görmeye geldiğin günü hatırlıyor musun? Sen gittikten sonra Alaine’in yaşadığı çağdan sonraki çağlarda yaşamış herhangi bir kimsenin kenti terketmeye çalışıp çalışmamış olduğunu anlamak isteyip makinelere kayıtlan incelettirmeye başladım. Buna ilk çalışanın sen olmayabileceğini, senden başkalarının da buna kalkışmış olabileceğini düşünüyordum ve bu düşüncemde de haklıydım. Daha pek çok kimse buna kalkışmış ve bunlar
dan sonuncusu da kentten yaklaşık elli milyon yıl önce ayrılmıştı ama bunların hepsi de arkalarında herhangi bir iz bırakmamaya büyük özen gösterip arkalarında en ufak bir ipucu bile bırakmamışlardı. Alaine bıraktığı mesajda yolu sadece ve sadece kendileri için araştırma yapanların bulmasına müsaade edilmesi gerektiğini özellikle vurguladığından ben bu özenin altında Alaine’in parmağının bulunduğunu biliyordum ama yolla ilgili sırrın özenle gizlenmiş olsa da bir daha bulunamayacak kadar özenle gizlenmemiş olduğunu da artık öğrenmiş olduğumdan her yolu denemeye, bir sürü çıkmaz yola girip çıkmaya başladım.
Bir yıl kadar önce araştırmalarımı ulaşım konusu üzerinde yoğunlaştırmaya başladım. Bunun nedeni Diaspar’la dünyanın geri kalan kısımları arasında bir zamanlar pek çok bağlantı bulunduğunun çok açık oluşuydu. Böylece limanın zamanla çölün kumları altına gömülmüş olmasına rağmen başka ulaşım vasıtaları da bulunabileceğini, bir zamanlar bulunmuş olması gerektiğini düşünüp bu yönde çalışmaya başladım. Başladım ama daha ilk attığım adımda da, Birleştiricilerin direkt sorulan yanıtlamayacaklarını anladım. Tıpkı bir zamanlar benim sana yaptığım şekilde, Alaine de makineleri bu konuda bloke etmiş olmalıydı ve ben bu bloğu kaldırmak olanağından maalesef yoksundum. Böylece dolaylı yöntemlere başvurmak zorunda kaldım.
Eğer bir zamanlar bir dış ulaşım sistemi var olmuşsa bile bu sistemden artık hiçbir iz kalmadığına kuşku yok. Daha açıkçası, bir zamanlar böyle bir sistem var olduysa bile bu sistem kasıtlı olarak gizlenmiş. Ben de Birleştiricilere kentte kayıtlar tutulmaya başlandığından beri gerçekleştirilmiş tüm büyük mühendislik projelerini incelettirmeye başladım. Elimde gördüğün merkez parkın inşaatıyla ilgili bir rapor. Alaine’in üzerine kendi eliyle not düştüğü bir rapor. Makinede Alaine’in ismine rastlar rastlamaz artık aradığını bulduğunu anlayıp beni çağırdı.
Rorden elindeki kâğıda bir kısmını yeniden okuyormuş gibi göz attıktan sonra devam etti.
— Tüm yürüyen yolların Park’ta birleşmesi gerektiğinden hiç kuşkulanmadık şimdiye dek. Tüm yürüyen yolların parkta birleşmesi bize hep çok normal bir şeymiş gibi göründü. Ama bu rapor Park’ın kentin kuruluşundan sonra inşa edildiğini bildiriyor. Bu rapordan gidersek yürüyen yollar bir zamanlar başka bir yere ulaşmaktaydılar.
— Belki de bir havaalanına?
— Havaalanı olamaz. Yürüyen yolların yapılışından önceki zamanlar, kent üzerinden uçuşa hiçbir zaman müsaade edilmediği için olamaz. Üstelik Diaspar bu kadar eski değil. Ama Alaine’in notunu dinle.
Çöl Diaspar limanını tamamen örttüğünde bu olasılığa karşı hazırlanmış olan acil kurtarma sistemi geri kalan taşıtları kurtarabilmeye muvaffak oldu. Ama bu taşıtlardan oluşan yeni araç parkı da göçten sonra hemen hemen hiç kullanılmadığı için sonunda yapımcısı Yarlan Zey tarafından tamamen kapatıldı.
Aklı oldukça karışmış gibi görünen Alvin sızlandı.
— Pek bir şey anladığımı söyleyemem.
Rorden gülümseyip tatlı tatlı serzenişte bulundu.
— Kafanı çalıştıracak yerde Birleştiricileri çalıştırıp yükü onlara yıkmayı yeğlediğin için böyle oluyor. Alaine’in tüm bildirileri gibi bu bildiri de istenilmeyen kişiler tarafından anlaşılmaması için muğlak tutulmuş ama ben bizi yeteri kadar aydınlattığı kanısındayım. Yarlan Zey adının senin için hiçbir anlamı yok mu?
Alvin ağır ağır yanıl tadı.
— Var sanıyorum. Anıttan söz ediyorsunuz.
— Evet. Anıt parkın tam ortasında. Eğer yürüyen yolları uzatsaydın hepsi de orada birleşeceklerdi. Belki de, bir zamanlar orada kesişmekteydiler.
Çoktan ayağa fırlamış olan Alvin haykırdı.
— Hemen gidip bir göz atalım.
Rorden başını «olmaz» dercesine salladı:
— Yarlan Zey’in mezarına birçok kez gittiğin halde bu mezar anıtta yine de alışılmışın dışında hiçbir şey görmedin şimdiye dek. Bu baklından  oraya koşmadan önce makinelere yeni sorular sormamız daha iyi olmaz mı? Ne dersin?
Bu düşüncenin doğruluğunu kabullenmek zorunda kalan Alvin yeni sorulara yeni yanıtlar beklerlerken Birleştiricinin daha önce vermiş olduğu raporu okumaya koyuldu ve bir süre okuduktan sonra da başım kaldırıp Rorden’e baktı:
— Rorden, Alaine’in göç sözcüğüyle kastettiği neydi?
— Bu çok eski kayıtlarda sık sık geçen bir sözcüktür. Diğer kentlerin çökmeye yüz tuttuğu, tüm insanların Diaspar’a akın etmeye başladığı zamanlara ait bir sözcük.
— O halde bu sistem her ne ise, acil kurtarma sistemi bu kentlere gidiyor?
— Hemen hemen yüzde yüz olasılıkla.
Alvin bir süre düşündü.
— Şu halde sistemi bulsak bile sistemin bizi bir sürü ölü kentten başka bir yere götürmeyeceğini düşünüyorsun?
— Buna yarayacağından bile kuşkuluyum. Kentler terkedildiğinde makineler büsbütün kapatıldığından şimdi tümü çölün kumları altında kalmış olmalı.
Karamsarlığa kapılmayı reddeden Alvin bu fikre karşı çıktı.
— Ama Alaine’in bunu bilmesi gerekirdi.
Rorden omuzlarını silkti.— Unutma. Varsayımda bulunmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Ayrıca şu anda Birleştiricide de hiçbir veri yok. Onun için bu bekleyiş daha saatler sürebilir ama konu çok kısıtlı olduğu için kayıtlı tüm bilgilerin gün sona ermeden önce elimize geçmiş olacağına kuşkum yok. Özetlersek sonuçta senin dediğini yapmış oluyoruz.
Kentin ekranları kapalıydı. Güneş, ışıklan ilk çağlar insanına garip bir şekilde zayıf gelecek güneş tüm şaşaasıyla parlamaktaydı. Alvin bu yoldan daha önce yüzlerce kez geçmiş olmasına rağmen şimdi içinde yeni bir maceraya atılmaktaymış gibi bir duygu vardı. Yürüyen yolun sonuna vardıklarında eğilip onları kentten bu yana taşımış olan yüzeyi inceledi ve yaşamında ilk defa bunun ne harikulâde bir yüzey olduğunu anlamaya başladı. Burada tamamen hareketsiz olan bu yüzey ancak yüz metre ötesinde koşmakta, bir insanın koşabileceğinden çok daha büyük bir hızla koşmakta, dosdoğru üzerine gelmekteydi.
Alvin’e bakan Rorden gencin duyduğu merakı yanlış yorumladı.
— Öyle sanıyorum ki park inşa edildiğinde yolun son kısmım başka bir yere nakletmek zorunda kaldılar. Bu bakımdan bu yoldan herhangi bir şey öğrenebileceğini sanmıyorum.
— Düşündüğüm bu değildi. Yürüyen yolun nasıl çalıştığını araştırıyordum.
Böyle bir şey şimdiye dek aklımın ucundan bile geçmediği için Rorden şaşırdı. İnsanoğlu kentlerde yaşamaya başladığı zamandan beri ayaklarının altındaki sayısız hizmet araçlarım nasılı niçini hakkında hiç kafa yormadan kabullenmiş ve kentler tamamen otomatikleştiğinde de bu araçların artık farkına bile varmaz olmuştu.
— Bu konuda kafa patlatma. Çözmeye meraklıysan sana bin tane çok daha zor bulmaca gösterebilirim. Örneğin, Kayıtçıların bilgileri nereden ve nasıl devşirdikleri gibi.
Rorden bunları söyledikten sonra yürüyen yolları, Mühendisliğin en büyük becerilerinden biri olan yürüyen yollan, tamamen aklından çıkardı. İzotropik olmayan maddenin yapılmasına yol açmış olan uzun araştırma çağlarının onun için hiçbir önemi yoktu. Rorden’e bu maddenin bir buudu yönünden bir katının, diğer iki buudu yönünden de bir sıvının niteliklerine sahip olabileceği gibi bir şey bile söylenseydi Rorden’in yine de en küçük bir hayret eseri bile göstermeyeceğine hiç kuşku yoktu.
Park ancak üç mil kadar ilerideydi ama parka giden yolların hepsi kavisli olduğundan yol aslında olduğundan daha uzun çekmekteydi. Alvin çocukken kentin bu en büyük açık alanının bitkileriyle ağaçlan arasında çok zaman geçirmiş, çocukluğuyla ilk gençliği arasında parkta gezmedik yer bırakmamıştı ama daha sonraki yıllarda parkın büyüsünün büyük kısmı uçup gitmişti ve bunun nedenini de şimdi anlamaktaydı. Yasak meyveyi tatmış, eski kayıtlan görmüş ve parkın dünyanın yitirmiş olduğu güzelliğin soluk bir gölgesinden başka bir şey olmadığım öğrenmişti.
Biçilmeye hiçbir zaman gerek göstermeyen bodur, ölümsüz çimenlerin üzerinden ilerler, iki yanlarında yaşlan belirsiz ağaçların uzandığı bulvarlardan geçerlerken pek çok kimseyle karşılaşıp Alvin’i herkes, Kayıtlar Muhafızını da hemen herkes tanıdığı için, bir süre sonra selamlara karşılık vermekten yorulmuşlardı. Bunun için bulvardan çıkıp ikinci derecedeki küçük yollardan, ağaçlarının giriftliğinden gökyüzünün hemen hemen görünmediği sakin, ikinci derecede yollardan ilerlemeye başladılar. Ağaçların gövdeleri bazen çevrelerini öylesine sarıyordu ki kentin büyük kulelerini bile göremez oluyorlardı. Öyle ki, Alvin kısa bir süre için o kadar çok düşlemiş olduğu eski dünyada gezinmekte olduğunu hayal etti.
Parktaki tek yapı Yarlan Zey’in mezarıydı. Gül kurusu sütunları güneşin altında parlayan mezar alçak bir tepenin üzerinde duruyor, bu tepeye iki tarafında Eternal ağaçlarının sıralandığı bir bulvardan gidiliyordu. Üzeri açık olan mezarın tek holünün döşemesi büyük, doğal gibi görünen taş dilimleriyle kaplanmıştı. İnsanoğlu bu döşemenin üzerine asırlardan beri bastığı, bu döşemenin üzerinde asırlardan beri gidip geldiği halde, bu taşları her ne hikmetse yine de aşındıramamış, üzerlerinde en ufak bir iz bile bırakamamıştı. Alvin’le Rorden ağır ağır bu hole girip Yarlan Zey’in anıtı karşısında durdular.
Büyük parkın yaratıcısının gözleri sanki dizlerinin üzerine yayılmış planları inceliyormuş gibi hafifçe aşağıya bakmaktaydı. Yüzünde nesilleri asırlar boyunca şaşırtmış olan o garip bir şekilde kaçamaklı ifade okunmaktaydı. Bazılarına göre bu sanatçının bir kaprisinden, üzerinde durmaya bile değmez bir kaprisinden başka bir şey değildi. Bazılarına göreyse Yarlan Zey esrarlı bir nükteye gülümsemekteydi ve Alvin anıtın karşısında durduğu anda böyle düşünenlerin haklı olduğunu; Yarlan Zey’in bir nükteye, gerçekten de esrarlı bir nükteye bakıp buna gülümsemekte olduğunu anladı.
Rorden anıtın karşısında bir süre ilk kez görüyormuş gibi kıpırdamadan durduktan sonra birkaç adım gerileyip büyük, yassı temel taşlarını incelemeye başladı.
— Ne yapıyorsunuz?
— Biraz mantığımla hareket ediyor, mantığımdan çok da sezgimin sesine uyuyorum.
Rorden daha fazla bir şey söylemediği için Alvin tekrar anıta bakmaya başladı. Arkasından gelen hafif bir ses dikkatini çektiğinde hâlâ anıtı incelemekteydi. Bu ses üzerine dönünce yüzünde mutluluktan güller açan Rorden’in ağır ağır temele gömülmekte olduğunu gördü. Alvin’in yüzündeki ifadeyi gören Rorden bir yandan gülerken bir yandan da konuşmaya başladı:
— Bu işlemin tersinin nasd yapılacağını bildiğimi sanıyorum. Eğer derhal geri dönmezsem beni bir ağırlık polarizatörü ile yukarı çekmen gerekecek ama dediğim gibi buna gerek kalacağını sanmıyorum.
Bu son sözler iyice boğuktu. Dikdörtgen oyuğun kenarına koşan Alvin, Rorden’in daha şimdiden yerin birkaç metre altına inmiş olduğunu gördü. Şaft, Alvin bakarken bile hızla derinleşmekte; Rorden’i giderek küçültüp, insan demek olanaksız bir noktacığa dönüştürmekteydi.
Sonra uzak ışık dikdörtgeni genişlemeye, delik kısalmaya başlayıp Rorden tekrar Alvin’in yanında durdu ve Alvin’in içini büyük bir ferahlık kapladı. Rorden bir an süren derin bir sessizlikten sonra gülümsedi:
— Eğer üzerinde çalışacak bir şey bulabilirse mantık mucizeler yaratabilir. Bu yapının kurgusu hiçbir şey gizleyemeyecek kadar basit olduğundan tek gizli çıkışı ancak temelinde olabilirdi. Bu çıkışın herhangi bir şekilde belirtilmiş olması gerekeceğini düşünüp geri kalanların tümünden değişik bir temel taşı bulana kadar araştırdım.
Alvin eğilip inceledikten sonra karşı çıktı:
— Bu taşın diğerlerinden hiç farkı yok ki.
Rorden ellerini gencin omuzlarına koyup vücudunu yüzü anıta dönene dek çevirdi. Alvin anıta bir süre dikkatle baktıktan soma başını ağır ağır sallayıp fısıldadı:
— Demek Yarlan Zey’in sırrı bu.
Yanılmıyordu. Heykelin gözleri üzerinde durduğu taşa, sadece bu taşa dikilmişti. Nitekim Alvin bu taştan yanındaki taşa geçince Yarlan Zey’in artık kendisine doğru bakmadığım fark etti.
Rorden yeniden konuşmaya başladı:
— Özellikle bu gözlerin gösterdiği şeyi aramadıkça, hatta o zaman bile, bu bakışların yine de hiçbir şeyi göstermeyeceğini, hiçbir anlam ifade etmeyeceğini milyonda bir kişi bile akledemezdi. Bu taş parçasının üzerinde durur, çeşitli düşünce kanallarını izlerken, önceleri kendimi çıldırmak üzereymiş gibi hissettim. Bir süre sonra bir işe yaramadı. Tetiği bu isim çekmiş olsaydı pek çok kimse makineyi bilmeyerek, kazaen harekete geçirmiş olacağı için bir işe yaramadı. Bereket devreler oldukça hoşgörülü olmalıydılar ki şifre düşüncenin, kilidi açacak anahtarın «Lyndarlı Alaine» olduğu sonunda ortaya çıktı ve ben de aklımı yitirmekten ucu ucuna kurtuldum.
— Açıklanınca oldukça basit gibi geliyor ama ben bunu bin yıl düşünseydim bile yine de bulamazdım. Birleştiriciler böyle mi çalışıyor?
Rorden gülümsedi:
— Ben yanıtı bazen Birleştiricilerden önce buluyorum ama onlar daima buluyor.
Bir an durduktan sonra devam etti.
— Şaftı açık bırakmamız gerekecek. Başka çaremiz yok. Birinin şafttan aşağı düşmesi de hiç de olası gibi gözükmüyor nasıl olsa.
Sarsılmadan toprağa gömülürlerken dikdörtgen gökyüzü parçası gitgide küçülüp gitgide uzaklaştı. En az bin metre derinliğinde gibi görünen şaft duvarlarının yaydığı fosforla aydınlanmaktaydı. Üzerlerinde en ufak bir pürüz girinti çıkıntı bile olmayan bu duvarlar, şimdi kendilerini aşağıya doğru indirmekte olan makinenin nasıl bir araç olduğu hakkında hiçbir fikir vermemekteydiler.
Şaftın dibindeki kapı, ona doğru ilerlerken otomatikman açıldı. Kısa koridoru birkaç adımda geçtikten sonra kendilerini muazzam bir mağarada bulup bu mağaranın akıl almaz boyutları karşısında birer toz zerreciği gibi hissettiler. Bu mağaranın duvarları başlarının üçyüz metre üzerinde zarif, sarmal kavislerle birleşmekteydi. Karşısında durdukları sütunsa üzerindeki yüzlerce metre kalınlığındaki kaya yığınlarının ağırlığını kaldıramayacak kadar ince gibi görünmekteydi. Alvin biraz daha yakından bakınca bu sütunun mağaranın doğal bir parçası olmayıp tam tersine çok daha sonra yapılmış olduğunu anladı. Rorden de aym sonuca varmış, konuşmaya başlamıştı bile:
— Bu sütun bizi aşağıya indiren şafta kılıf görevi görsün diye yapılmış. Yürüyen yollar konusunda haklıydık. Hepsi de burada birleşiyor.
Mağarayı çepeçevre delip geçen büyük tünellere önce pek üzerlerinde durmadan bakmış olan Alvin, Rorden’in bu sözleri üzerine daha dikkatle bakınca başlarının üzerinde yumuşak meyillerle yükselen bu tünellerin yürüyen yolların bildik gri yüzeyinden başka bir şey olmadıklarım anladı. Diaspar’ın tüm trafik yükünü çeken o harikulade ulaşım sistemi burada, kentin kalbinin çok altında toplanıyordu ama bu yollara can veren garip madde donup kalmış olduğu için bu yollar büyük ana yolların cansız uzantılarından başka bir şey değildi.
Bu tünellerin en yakın olanına doğru ilerlemeye başlayan Alvin birkaç adım attıktan sonra ayaklarının altındaki döşemeye bir şeyler olmaya başladığım hissetti. Döşeme şeffaflaşmaktaydı. Birkaç adım daha attıktan sonra görünür hiçbir destek olmadığı halde havada durduğunu gördü. Durup aşağıya, altındaki boşluğa baktıktan sonra seslendi.
— Rorden, gelin. Gelin de şuna bir bakın!
Rorden de yanına gelince beraberce ayaklarının altındaki harikaya bakmaya başladılar. Belirsiz bir derinlikte, ancak seçilebilen muazzam bir harita yatmaktaydı. Ana şaftın altındaki bir noktaya doğru uzanan sonsuz bu hatlar ağı. Bu ağ ilk bakışta karmaşık, içinden çıkılmaz bir labirent gibi görünmekteydi ama Alvin bir süre sonra ana hatlarını kavramaya muvaffak oldu. Ama ne vardı ki Kayıtlar Muhafızı incelemesini her zamanki gibi daha Alvin araştırmasına başlamadan önce bitirmiş, daha Alvin ne diyeceğini düşünürken çoktan konuşmaya başlamıştı bile:
— Bir zamanlar bu döşeme herhalde tümüyle şeffaftı. Bu mağara kapatılıp da şaft inşa edildiği zaman mühendisler merkezini şeffaf yapmış olmalılar. Bunun neyin merkezi olduğunu anlıyor musun?
— Anladığımı sanıyorum. Ulaşım sisteminin haritası bu. Şu küçük daireler de yeryüzündeki öbür kentler olmalı. Şimdi bu dairelerimin yanında kentlerin isimlerini de görebiliyorum ama çok silik oldukları için okuyamıyorum.
Mağaranın duvarlarına doğru bakmaya başlamış olan Rorden dalgın bir tavırla konuştu:
— Bir zamanlar bir tür iç aydınlatma sistemi olmuş olmalı burada.
Alvin kuvvetle’ yanıtladı:
— Ben de öyle düşünmüştüm. Bir tek merkezden yıldız şeklinde yaydan bu hatların tümünün de nasıl küçük tünellere doğru gittiğini görüyor musunuz?
Alvin yürüyen yolların büyük, kemerli tavanlarının yanında mağaradan dışarıya çıkan sayısız daha küçük tünel, yukarıya doğru çıkmak yerine aşağıya doğru meyillenen sayısız küçük tünel olduğunu görmüştü.
Rorden Alvin’i duymamış gibi devam etti:— Harikulade bir sistemdi bu. Halk yürüyen yollarla gelip, gitmek istediği yeri seçiyor, sonra da haritadaki hattı, seçtiği yere giden hattı izliyordu.
— O zaman ne oluyordu peki?
Her zaman olduğu gibi Rorden bu kez de varsayımda bulunmaktan kaçındı:
— Bilmiyorum. Bu konuda yeterli bilgi sahibi değilim.
Soma konuyu birdenbire değiştirdi.
— Bu kentlerin isimlerini okuyabilmek için neler vermezdim.
Alvin Rorden’in yanından uzaklaşmış, ana sütunun çevresini dolanmaktaydı. Rorden, Alvin’in bu sütunun arkasından biraz boğuk, mağaranın duvarlarında yankılanan bir sesle seslendiğini duydu ama ancak seçilebilen harf gruplarından birini hemen hemen sökmüş olduğu için yerinden kımıldamayıp sormakla yetindi:
— Ne var?
Alvin yanıt vermek yerine üstelediği için Rorden sonunda istemeyerek de olsa yanına gitmek zorunda kaldı. Çok aşağılarında büyük haritanın öbür yarısı uzanıyor; hatlarının ördüğü soluk, ancak seçilebilen ağı bir yıldız şeklinde pusulanın kertelerine doğru uzanıyordu. Ancak bu kez hatlarından biri, sadece bir teki pırıl pırıl aydınlatılmış olduğundan, bir kısmı diğer yarısı gibi karanlıkta kalırken, bu hattan yayılan ışığını vurduğu kısmı aydınlıktaydı ve açıkça görülebilmekteydi. Aşağıya doğru inen tünellerden birine ışıklar saçan bir ok gibi uzanan bu hattın sistemin geri kalan kısmıyla ilişkisi yokmuş gibi görünmekteydi. Hat sonuna doğru altın rengi ışıklar saçan bir daireyi bir ok gibi bir yanından diğerine delip geçmekte ve bu dairenin karşısında da tek bir sözcük, Lys sözcüğü bulunmaktaydı. Bu sözcüğün dışında da hiçbir şey yoktu.
Alvin’le Rorden bu sessiz simgeye uzun bir süre sessizce baktılar. Bu simge Rorden için makinelerine soracağı yeni bir sorudan öte bir şey değilken, Alvin için sınırsız bir vaaddi. Bu büyük mağaranın, daha doğrusu muazzam garın eski halini getirmeye çalıştı gözlerinin önüne. Hava ulaşımının sona erdiği ama yeryüzündeki kentlerin birbirleriyle olan bağlantısının hâlâ devam ettiği zamanlardaki halini canlandırmaya çalıştı gözlerinin önünde. Aradan geçen milyonlarca yılı, kentler arasındaki bağlantının giderek azaldığı, büyük haritadaki ışıkların giderek söndüğü, sonunda bu tek ışıktan, bu tek hattan başka bir şey kalmayıncaya kadar bir bir söndüğü milyonlar, milyonlarca yılı düşündü. Bu tüm hatları sönmüş haritanın üzerindeki bu son ışığın ne zamandan beri tek başına parladığını, ne zamandan beri ayak seslerini, artık hiç duyulmayan ayak seslerini duymayı, bu sesleri çıkaracak ayaklara kılavuzluk etmeyi beklediğini, umutla sabırla beklediğini sordu kendine. Yarlan Zey’in yürüyen yollan ne zaman kapayıp Diaspar’ın kapılarını dış dünyaya ne zaman sonsuza dek örtmüş olduğunu sordu kendi kendine.
Bunlar milyonlarca yüz milyonlarca yıl önce olmuştu. Lys’in Diaspar’la olan bağlantısı daha o zamanlar, milyonlarca, yüz milyonlarca yıl önce kesilmiş olmalıydı ve Lys’in hâlâ var, hâlâ yaşamakta olması olanaksız gibi görünmekteydi. Belki de bu haritanın artık hiç, ama hiçbir anlamı kalmamıştı.
Alvin’i daldığı düşten Rorden uyandırdı sonunda. Biraz huzursuz hemen hemen sinirli bir hali vardı:
— Dönüş zamanı geldi. Şu an için daha ileriye gitmemeliyiz.
Dostunun pes perdeden sesinin altında yatanı anlayan Alvin karşı çıkmadı. Daha ileriye gitmeyi istiyordu ama daha ileriye gitmek için daha iyi hazırlanması gerektiğini bunun aksine davranmanın tedbirsizlik olacağını anlıyordu. İsteksizce merkez sütuna doğru dönüp yürümeye başladı. Alvin merkez sütuna, şaftın ağzına doğru ilerlerken ayaklarının altındaki döşemenin şeffaflığı gitgide bulanmaya, gitgide kararmaya başladı. Taa çok aşağısındaki ışıklı muamma ağır ağır silinip sonunda tamamen gözden kayboluncaya dek…

Dördüncü Bölüm

BAŞKALARININ dış dünyaya karşı duyduğu korkularla bir zamanlar o kadar çok alay etmiş olan Alvin artık kendisinin de bu korkulardan azat olmadığım anlamaya başlamakta, yol en sonunda açıldığı halde Diaspar’dan, bu tanıdık dünyadan ayrılmak konusunda şimdi garip bir isteksizlik duymaktaydı.
Gerçi Rorden onu bir iki kere vazgeçirmeye çalışmıştı ama her seferinde de yarım ağızla yapmıştı bunu. Ne Alvin ne de Rorden’in yaptıkları şeylerde herhangi bir tehlike görmemeleri ilk çağlarda yaşamış bir insana garip gelebilirdi ama aslına bakılırsa dünyada artık insanı tehdit edebilecek bir şey kalmamıştı. Bunun yanı sıra Alvin dünyada, Diaspar’da yaşayanlardan çok daha değişik türde insanlar olabileceğine de ihtimal vermemekteydi. Hele hele herhangi bir yerde zorla alıkonabileceği aklının ucundan bile geçmeyen bir olasılıktı. Başına gelebilecek en kötü şey olsa olsa hiçbir şey bulamaması olacaktı.
Üç gün soma bir kere daha garda, yürüyen yolların ıssız garında durmaktaydılar. Ayaklarının altındaki ışıklı ok hâlâ Lys’i göstermekte, onlar da artık bu ışıklı okun gösterdiği yönde ilerlemeye hazırdılar.
Tünele adım atarlarken peristaltik alanın bildik; ani, kuvvetli çekişini hissedip bir an içinde derinliklerin koynuna sürüklendiler. Ancak yarım dakika süren, en ufak bir çaba bile harcamadıkları yolculukları sona erdiğinde kendilerini yarım silindir şeklindeki dar, uzun bir garın bir ucunda buldular. Bu garın öbür ucunda sönük bir tarzda aydınlatılmış iki tünel vardı ve bu tünellerin her ikisi de göz alabildiğine uzanıp gitmekteydi.
İlk çağlardan bu yana varolmuş hemen hemen her uygarlığın insanına ceplerinin içi gibi tamdık gelecek olan bu çevre Alvin’le Rorden için başka, yabancı bir dünyadan bir görüntüydü. Tünelin öbür ucunda hedefine yönelik bir füze gibi yatan uzun, aerodinamik makinenin ne işe yaradığı açıktı ama bu araç onlar için yine de yepyeni, görülmedik bir şeydi. Aracın üst kısmı şeffaftı. Alvin bu şeffaf kısımdan bakınca, içinde uzanan lüks, rahat yatar koltuk sıralarını gördü. Görünürde aracın içine girmelerine yarayabilecek bir kapı yoktu ve aracın tümü göz alabildiğine uzanıp sonunda tünellerden birinin içinde kaybolan tek bir madeni sütun üzerinde havada durmaktaydı. Birkaç metre ötedeki başka bir sütun da ikinci tünele doğru uzanmaktaydı ama bu sütunun üzerinde hiçbir araç durmamaktaydı ve Alvin bu ikinci aracın Lys’in çok dışındaki, bilinmeyen bir yerdeki tıpatıp aynı bir küçük garda beklediğini yediği ekmek gibi bilmekteydi şimdi.
Rorden gırtlağı düğümlenerek sordu:
— Hazır mısın?
Alvin başıyla onayladıktan soma konuştu:
— Keşke siz de gelseydiniz.
Rorden’in yüzünde beliren huzursuzluğu görür görmez de bu sözleri söylediğine bin pişman oldu. Şimdiye değin Rorden kadar yakın bir dostu olmadığı halde aralarındaki engelleri yine de bir türlü yıkamamış, bir türlü aşamamış olduğunu neden unutmakta, hep hep unutmaktaydı sanki?
Sözcükler bilmediği bir nedenden ötürü gırtlağında takılıp takılıp kalmaya başladığı için güçlükle devam edip, güçlükle söz verdi:
— Merak etmeyin. En geç altı saat içinde döneceğim. Eğer olur da daha erken dönersem buralarda bir yerlerde bulunması gereken ileticileri kullanıp sizi hemen arayacağım.
Alvin bir yandan da kendi kendine her şeyin yolunda gittiğini, aslında tasalanacak hiçbir şey olmadığım telkin edip durmaktaydı ama aracın yanları birdenbire açılıp da zevkli iç mimarisi birdenbire gözlerinin önüne serilince boş bulunup irkilmekten kendini alamadı.
Rorden oldukça beklenmedik bir şekilde konuşmaya, süratle konuşmaya başladı:
— Makinelere kumanda etmekte güçlük çekmeyeceksin. Benim şu açıl emrime nasıl itaat ettiğini gördün. Bunun yanı sıra hareket saatinin önceden programlanmış olma olasılığı da fazla. Gecikmeden bin!
Alvin araca girip eşyalarını en yakın koltuğa koyduktan sonra ancak seçilebilen kapı eşiğinde duran Rorden’e döndü. Bir an için sessizlik, her birinin ilk önce karşısındakinin konuşmasını beklediği gergin bir sessizlik hüküm sürdü.
Onların yerine araç karar verdi. Hafif bir şeffaflık belirip aracın yanları yeniden kapandı. Uzun silindir ağır ağır ilerlemeye başlayıp daha Rorden yeni yeni el sallamaya başlarken, daha tünele bile girmeden önce bir insanın koşabileceğinden çok daha büyük bir hızla ilerlemeye başladı.
Rorden ağır ağır yürüyen yolların garına, garın ortasındaki ana sütuna döndü. Yeryüzüne çıkarken güneş ışığı bir sel gibi akmaya başladı şaftın içine. Tekrar Yarlan Zey’in mezarına çıkıp da çevresini meraklı bir seyirci topluluğunun sardığım gördüğü zaman buna hiç de şaşırmamakla beraber bir süre ne yapacağına da karar veremedi. Sonunda ağırbaşlı bir tavırla konuşmaya başladı:
— Korkulacak bir şey yok. Hiç gereği yokmuş gibi görünse de her birkaç yılda bir kimsenin çıkıp böyle bir şey yapması yine de zorunlu. Kentin temellerine gelince bu temeller son derece sağlamdır ve park inşa edildiğinden beri yerlerinden bir mikron bile oynamamışlardır.
Bu sözlerden sonra zinde adımlarla uzaklaşırken bir ara durup arkasına bakınca, anıt mezarın önündeki kalabalığın daha şimdiden dağılmaya başlamış olduğunu gördü. Diasparlıları çok yakından tanıyan Rorden kent sakinlerinin bu olay üzerinde daha fazla kafa yormayacaklarına en ufak bir kuşku bile duymamaktaydı ve böyle düşünmekte de yerden göğe kadar haklıydı.

* * *
Bir koltuğa yerleşen Alvin bakışlarını aracın içinde dolaştırınca ilerideki duvarı kısmen kaplayan göstergeyi gördü. Bu göstergenin üzerinde şu basit yazıt vardı:
LYS
OTUZBEŞ DAKİKA
Alvin göstergeye bakmaya devam ederken bu sayı otuzdörde düştü Aracın yaptığı hız hakkında en ufak bir fikri bile olmadığı için bu sayı ona yolculuğun uzunluğu hakkında gerçi hiçbir şey söylememekteydi ama yine de hiç yoktan iyiydi. Tünelin duvarları hiç değişmeyen bulanık-gri bir renkteydi ve aracın durmadan ilerlemekte olduğu hissini veren tek şey de duymayı özellikle beklememiş olsa hiçbir zaman farkına varmayacağı çok hafif bir titreşimdi.
Diaspar şimdi millerce, millerce geride kalmış olmalıydı. Alvin şimdi çölün, çölle çölün yürüyen kum tepeciklerinin altından geçiyor olmalıydı. Belki de şu anda, tam şu anda, çocukken Loranne kulesinden seyretmiş olduğu kırık dağ zincirinin altından geçmekteydi.
Soma şu son birkaç yıl esnasında hep olduğu gibi düşünceleri bir kere daha Lys’e yöneldi. Lys’in hâlâ var olup olmadığını, daha doğrusu var olup olamayacağını etraflıca düşündükten soma var olması gerektiğinde, aksi takdirde bu aracın kendisini oraya götürmeyeceğinde karar kıldı. Ama nasıl bir kentle karşılaşacaktı acaba? Hayal gücünü bu konu üzerinde ne kadar zorlarsa zorlasın gözlerinin önünde yine de daha küçük bir Diaspar’dan, Diaspar’ın daha küçük bir kopyasından başka bir şey canlandıramamaktaydı.
Aracın titreşimi birdenbire açıkça hissedilir bir şekilde değişti. Araç yavaşlamaktaydı. Buna kuşku yoktu. Zaman sandığından daha hızlı geçmiş olmalıydı. Biraz şaşıran Alvin tekrar göstergeye baktı.
LYS
YİRMİÜÇ DAKİKA
Bu kez iyice şaşırıp yavaş yavaş tasalanmaya başlayan Alvin, alnını aracın kenarına dayayıp gözlerini iyice açtı. Aracın yaptığı hızdan ötürü tünelin duvarları hâlâ bulanık gri bir renkteydiler ama şimdi zaman zaman, belirip belirmeleriyle kaybolmaları bir olan işaretler de seçebilmekteydi ve bu işaretler görüş sahasında gitgide daha uzun bir süre kalıyor gibi görünmekteydi.
Sonra tünelin duvarları birdenbire genişledi. Hâlâ çok büyük bir hızla ilerlemekte olan araç şimdi boş, çok büyük bir yerden, yürüyen yolların garından bile muazzam bir alandan geçmekteydi.
Şeffaf duvarlardan büyük bir hayranlıkla bakan Alvin altında uzanan sinyal işaretlerinin karmaşık ağım, çapraz sinyal işaretleriyle rayların, hatların, makasların birbirleriyle tekrar tekrar birleşip tekrar tekrar ayrılan, kesişen, tekrar ayrılıp birleşip tekrar tekrar kesişen, her iki yanındaki tüneller dehlizinde kaybolan ağım; arapsaçını andıran ağını bir an için görebildi. Başının üzerindeki uzun bir yapay güneşler zinciri garı gündüz gibi aydınlatıp büyük taşıt araçlarını gölgede bıraktığı için iskeletlerinden çıkan kızıl parıltıları zorlukla seçebilmekteydi. Işık gözlerini kör edecek kadar kuvvetli olduğundan Alvin bu garın İnsanoğlu için yapılmamış olduğunu anladı. Bu garın hangi amaca hizmet etmek için yapılmış olduğunu bir an sonra, aracı kılavuz raylarının üzerinde hareketsiz yatan silindir dizilerinin arasından yıldırım gibi geçtikten soma anladı. İçinde yol aldığı araçtan daha büyük olan bu araçlar yük taşıtları olmalıydı. Bu taşıtların çevresinde de tümü de hareketsiz ve sessiz olan, ne oldukları anlaşılmaz başka bir araç yığını kümelenmişti.
Bu muazzam, ıssız gar da büyük bir hızla gerisinde kalıp gözden kayboldu. Bu gardan geçiş Alvin’in yüreğine oldukça hatırı sayılır bir korku salmıştı. Diaspar’ın altında uzanan o büyük, karanlık haritanın gerçekte ne ifade ettiğini ancak şimdi anlamaktaydı. Dünya akıl almaz harikalarla, düşlerinde bile görmeye cesaret edemeyeceği harikalarla doluydu.
Alvin tekrar göstergeye baktı. Değişmemişti. Büyük gardan yıldırım gibi geçmesi bir dakika bile sürmemişti. Hâlâ hiçbir hareket belirtisi görülmemesine rağmen araç şimdi tekrar hızlanmakta ve her iki yanındaki tünel duvarları tekrardan tahmin bile edemeyeceği bir hızla gelip geçmeye başlamaktaydı.
O belirsiz titreşim değişikliği tekrar hissedildiğinde sanki aradan bir asır geçmişti. Göstergede şimdi şu yazıt vardı:
LYS BİR DAKİKA
Bu bir dakika, bir türlü bitip tükenmek bilmeyen bir dakika Alvin’in yaşamındaki en uzun bir dakikaydı ama her şeyin olduğu gibi bunun da bir sonu vardı ve gitgide daha yavaş ilerleyen araç artık sadece hız kesmekle kalmıyor, duruyordu. En sonunda duruyordu.
Uzun silindir tünelden hiç sarsılmadan çıkıp sessizce Diaspar’ın altındaki garın ikizi sayılabilecek bir gara girdi. Alvin bir an için her şeyi gölgeleyen, etrafını açıkça görmesini engelleyen bir heyecana kapıldı. Dizleri titriyor; soluğu kesiliyordu. Öylesine titriyor, kesiliyor, hareketlerine öylesine sekte vuruyordu ki Alvin heyecanım dizginleyip de kendisini toparlayamadan önce kapı birkaç kez boşuna açılıp boşuna kapandı. Alvin sonunda kendisini yeteri kadar, araçtan inmeye yetecek kadar toparlayıp da inerken göstergeye son bir kez daha baktı. Üzerindeki yazıt değişmişti ve bu yazıtta şimdi çok güven verici bir şey vardı :
DİASPAR OTUZBEŞ DAKİKA

Beşinci Bölüm

YOLCULUK, insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en önemli, en can alıcı yolculuklarından biri, umduğundan çok daha kolay geçmişti.
Alvin gardan dışarıya çıkmak için bir yol aramaya başlayınca, artık ardında bıraktığından çok daha değişik bir uygarlıkla karşı karşıya bulunduğunu gösteren ilk işaretle karşdaştı. Yerüzüne çıkan yol, garın öbür ucundaki basık, geniş bir tünelin içinden geçiyor, yine bu tünelin içinde bulunan bir merdivenle yukarıya doğru tırmanıyordu. Oysa robotlar merdivenlerden hiç hoşlanmadıkları, kentin mimarları da bu yüzden seviyenin değiştiği her yerde rampalar veya meyilli koridorlar yaptıkları için merdivenler Diaspar’da hemen hemen hiç rastlanmayan bir şeydi. Lys’te hiçbir robot olmaması mümkün müydü acaba? Ama bu öylesine olmayacak, öylesine saçma sapan bir soruydu ki Alvin’in bu soruyu sormasıyla unutması bir oldu.
Çok kısa olan merdivenin sonunda bir kapı vardı. Yaklaştığı zaman açılan bu kapı arkasından yine sessizce kapanınca Alvin kendini girdiğinden başka bir çıkışı yok gibi görünen geniş, kübik bir odada buldu ve kısa bir kararsızlıktan sonra tam karşısına düşen duvarı incelemeye koyuldu. Bu duvarı araştırırken arkasındaki kapı tekrar sessizce açıldı. Canı biraz sıkılmış olan Alvin tekrar dışarı çıkınca bu sefer tavanı kemerli bir koridorla yüzyüze geldi. Bu koridor tatlı bir meyille yine kemerli bir geçide doğru yükseliyor, bu yeni geçidin kemeri gökkubbesinin bir parçasını çerçeveliyordu. Hareket ettiğini hiç mi hiç hissetmemesine karşın yüzlerce metre yükselmiş olduğunu anlayan Alvin bu meyilli koridorla yokuş yukarı geçidi süratle geçip havaya, güneşe çıktı.
Şimdi alçak bir tepenin üzerinde durmaktaydı. Bir an için Diaspar’ın merkez parkındaymış gibi bir duyguya kapıldı. Yine de, şayet burası bir parksa, bunun aklının alamayacağı kadar muazzam bir park olduğuna kuşku yoktu. Görmeyi beklediği kentin hiçbir tarafta görülmemesi bir yana, gözün uzanabildiği her yerde de ormanlar ve otlarla kaplı ovalardan başka bir şey yoktu çünkü.
Bakışlarını ağaçların tepelerinin üzerine, ufuk çizgisine doğru kaldırınca taştan bir çizgi gördü. Ufuk çizgisini sağdan sola doğru büyük bir yay çizerek tümüyle kuşatan, Diaspar’ın en büyük yapılarının bile yanında cüce gibi kalacağı bir çizgi, taştan yapılmış bir çizgi gördü. Bu taş çizgi ayrıntıları ayırt edilemeyecek kadar uzaktaydı ama ana hatlarında Alvin’i şaşırtan, bir muamma karşısındaymış gibi düşündüren bir şey vardı ve Alvin bunun ne olduğunu ancak bir süre sonra, gözleri bu devasa görüntünün ölçeğine iyice alıştıktan soma anlayabildi. Bu taş çizgi, bu çok uzaklardaki taş duvarlar insan eseri değildi.
Demek zaman her şeyi yok etmişti. Demek Yer Yuvarlağında hâlâ dağlar, yeryüzünün hâlâ gurur duyabileceği dağlar yükselmekteydi.
Tünelin çıkışında, tepenin üzerinde uzun bir süre durdu. Uzun bir süre durup kendini bu yabancı dünyaya yavaş yavaş alıştırdı. Çevresini ne kadar inceden inceye araştırırsa araştırsın hiçbir tarafta İnsanoğluna ait bir iz, en ufak bir iz bile görememekteydi ama tepenin yamacından aşağıya inen yolun yine de iyi korunmuş, bakımlı bir hali vardı ve Alvin’in de bu yolu izlemekten, görünürdeki bu tek yolun götüreceği yere gitmekten başka bir seçeneği yoktu.
Yol tepenin ayağında, güneşin görünmesini hemen hemen engelleyen büyük ağaçların arasında yok oluyor, bu ağaçların gölgesi altında ilerleyen Alvin’i bilinmedik kokular karşılayıp, yabancı sesler selamlıyordu. Alvin rüzgârın yapraklar arasından geçerken çıkardığı hışırtıyı daha önce de duymuştu ama şimdi bu kokuları, İnsanoğlunun artık anısını bile unuttuğu bu kokulan nasıl tanımıyorsa bu hışırtıya karışan seslerin, yüzlerce, binlerce sesin kaynağını da çıkartamıyordu. Bu sesler ona hiç ama hiçbir şey anımsatmayıp onu sadece ve sadece sersemletiyordu. Bunun yanı sıra sıcak, baş döndürücü koku ve renk bolluğu, milyonlarca canlı şeyin hissettiği ama göremediği varlığı da başım büsbütün döndürüp bu sersemliği büsbütün arttırıyordu.
Birdenbire bir göle çıktı. Sağ tarafındaki ağaçlar sona erince önünde birdenbire bir göl, üzerinde küçük küçük adalar olan bir göl belirdi. Suyu, bu değerli sıvıyı böyle büyük ölçüde bir arada hiç görmemiş olan Alvin gölün kenarına gidip çömeldikten, dik suyu avuçladıktan sonra bu berrak suyun parmaklarının ucundan damla damla akışını seyretmeye başladı.
Suyun altındaki kamışların arasından birden yüzeye fırlayan büyük, gümüş rengi balık şimdiye dek gördüğü ilk hayvandı. Balık tekrar suya düşmeden önce yüzgeçleri hafif hafif pırpırlanarak bir an için havada asılı dururken Alvin şeklinin neden o kadar şaşırtıcı bir biçimde tamdık geldiğini sordu kendi kendine. Sonra Jeserac’ın kendisine henüz küçük bir çocukken göstermiş olduğu resimleri anımsayıp bu zarif hatları daha önce nerede görmüş olduğunu hatırladı. Gerçi mantığı ona bu benzeyişin ancak tesadüfi olabileceğini söyleyip durmaktaydı ama mantığı yanılmaktaydı.
Yıldızlardan yıldızlara giden büyük uzay gemilerinin rüzgârlı güzelliği sanatçılara asırlar boyunca ilham kaynağı olmuştu. Bu büyük ustalar bir zamanlar zamanla çürüyüp dağılan taş ya da maden üzerinde değil de tüm maddelerin en ölümsüzü üzerinde çalışmış, kam, kemiği, eti işlemişti.
Alvin sonunda kendisini gölün büyüsünden kurtarıp dönemeçli yoldan ilerlemeye devam etti. Etrafım bir kere daha, ama bu kez kısa bir süre için, orman kapladı. Yol sona erdiğinde orman da bitmiş, Alvin de yaklaşık bir mil uzunluğunda, yarım mil genişliğinde bir açıklığa çıkmıştı.
Alvin insanoğlunun varlığını belirten bir ize niçin daha önce rastlamamış olduğunu şimdi anlamaktaydı. Açıklık iki katlı yapılarla kaplıydı. Bu yapıların yumuşak renkleri gözü yormuyor, tersine güneş zirvedeyken bile dinlendiriyordu. Bu temiz yüzlü, albenili yapıların çoğu yivli sütunları, yumuşak köşeli zarif nakışlı taşlan da kapsayan karmaşık bir mimari tarzda inşa edilmişlerdi. Bu çok eski zamanlardan kalma gibi görünen yapıların çatıları da zamanla bile ölçülemez kadar eski bir simge olan sivri, üçgen kemerdi.
Alvin ağır ağır bu kasabaya doğru ilerlemeye koyulurken hâlâ bu yeni çevreyi kavramaya çalışmaktaydı. Burada her şey yabancı, hava bile değişikti ve yapılar arasında gidip gelen uzun boylu, altın saçlı halk da Diaspar’ın uyuşuk sakinlerinden çok, çok farklıydı.
Tam kasabaya girmek üzereyken kendisine doğru geldiği çok açık olan bir grup görünce birden ani bir heyecana kapıldı. Kalbi göğsünü delercesine çarpmaya başlamıştı. Değişik ırklarla değişik uygarlıklardan gelen insanların bir gün birbirleriyle karşılaşmalarının tarih boyunca ne önemli bir rol oynayıp geleceği ne büyük ölçüde etkilemiş olduğu aklından bir an için, şimşek gibi gelip geçtikten sonra yaklaşanlara birkaç adım kala durup, bekledi.
Gerçi gelenler onu görmekten şaşırmış gibi görünmekteydiler ama bu yine de beklediği ölçüde büyük bir şaşkınlık değildi. Gelenlerin önderi elini insanoğlu kadar eski bir dostluk jestiyle uzatıp konuşmaya başlayınca Alvin bunun nedenini çabucak anladı.
— Ülkemiz Diaspar’dan çok değişik olduğu, terminüsten kasabamıza kadar yürüyüş de ziyaretçilere bu yeni çevreye alışma olanağı verdiği için sizi burada karşılamamızın daha iyi olacağını düşündük.
Alvin önderin elini hemen sıktı ama çok şaşırmış olduğu için ancak bir süre sonra konuşabildi.
— Geldiğimi biliyor muydunuz?
— Biliyorduk ama sizin kadar genç birini beklemiyorduk. Hem yolu nasıl oldu da buldunuz?
— Gerane, sorularımızı daha sonraya saklasak iyi olur. Seranis bizi bekliyor.
Seranis adından önce bir sözcük, anlamım bilmediği, hem saygı hem sevgi belirten bir sözcük kullanılmıştı. Gerane başıyla onaylayınca hep birden kasabanın içine doğru ilerlemeye başladılar.
Alvin gizliden gizliye çevresindeki yüzleri incelemekteydi. Bu zeki, sevimli yüzlerde kendi kentindeki benzer bir grubun yüzlerinde göreceği zihni nifak, can sıkıntısı, donukluktan eser yoktu. Bu sevimli insanlar kendi ulusunun tüm yitirdiklerine sahipmiş gibi görünmekteydiler. Gülümsedikleri zaman ki, sık sık gülümsemekteydiler, inci gibi dişleri görünmekteydi, insanoğlunun uzun gelişim süreci esnasında tekrar tekrar yitirip tekrar tekrar kazandığı, sonunda da ebediyen yitirdiği inci gibi dişleri.
Kasaba halkı kılavuzlarının peşi sıra ilerleyen Alvin’e açık, gizlemediği bir merakla bakmaktaydı. Alvin bu halkın arasında kendisine çocuklara özgü ciddi merakla bakan çocuklar da görünce çok şaşırdı ve sadece bu çocuklar bile ona artık Diaspar’dan ne kadar uzakta olduğunu, ayrıca Diaspar’ın ölümsüzlüğünün karşılığında ne ağır bir bedel ödemiş olduğunu; son kuruşuna dek ödemiş olduğunu, çok çarpıcı bir tarzda, fazlasıyla anlattı.
Kasabadaki en büyük yapının önünde durdular. Bu yapı kasabanın tam ortasındaydı. Küçük, yuvarlak kulesinin üzerindeki bayrak direğine çekilmiş yeşil bir bayrak hafif meltemle dalgalanmaktaydı.
Alvin bu yapıya girdiğinde Gerane’nın dışındakiler geride, kapının önünde kaldılar.

Benzer İçerikler

Kurt Seyt ve Shura-Nermin Bezmen

yakutlu

Bir Uzay Efsanesi Arthur C. Clarke

gul

Sisle Gelen Yolcu Jean-Christophe Grangé

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy