“O gece Selim’in gözlerinde, inanmak istemediğim gerçeği okumuştum. Bütün varlığıyla doğru söylüyordu. Bana karşı hissettiği yasak aşk, onun kıblesi olmuştu. Bu aşka ibadet ediyordu. Söyleyeceğim, yapacağım hiçbir şey bunu değiştiremezdi. Yaşamaya ya da ölmeye, aldırmıyordu.” Annesinin mutluluğu için, iki ateş arasında kalmış bir genç kız… Ortak bir kaderi paylaşan, iki yaralı yürek…
***
Akgül Çağlar davasında görev yapmam mümkün değil!”
Odayı sessizlik kapladı önce. Alınlar kırıştı, gözler kısıldı, dudaklar kıpırdadı. Başlar usulca sağa sola döndü. Bir şey söylemeden önce temkinli davranıyorlardı. Algılarını destekleyecek ifadeler ararken, biri diğerine bakıyordu.
Doğru mu duymuşlardı, yoksa kulaklarındaki yalnızca bir yanılsama mıydı?
Derken, fısıltılar aldı sessizliğin yerini. Uğultudan ibaret bir dalgalanma başladı. Söyledikleri, odanın havasızlığına saçılarak, birbirine karışan uğultular haline geldi. Kulaklarımdan içeri doldu sonra…
Ne oldu? Neler oluyor? öyle şey olur mu? Şu kanunun şu maddesine göre… Şu maddenin şu fıkrası gereğince… Bu işler keyfiyete göre yürütülmez ki? Hâkim dediğin, kafasına göre dava seçemez ki? Reddin sebebim hangi maddeye dayandırarak…
Ret dilekçemi masanın üzerine koydum. O kâğıt parçası, ilgili kanunu, maddeyi, neden reddettiğimi, kısacası gerekçemi açıklıyordu. Onlar benim meslektaşlarımdı; benim bildiklerimi, onlar da biliyordu. Haklı olduğumu anlamaları uzun sürmedi, ikna oldular.
Ancak bunu Akgül’e nasıl anlatacaktım?
Biliyordum, solgun gözlerinin derinlerinden sitemli bakacaktı bana. Sitemli, yaralı ve kederli… Onu kanadı kırık görmeye alışmış, elimden geldiğince yaralarını sarmış, kederini de paylaşmıştım ama sitemine hazır değildim. tşin kötüsü, hiçbir zaman da hazır olamayacak, göğüsleyemeyecektim bunu.
Yavaşça yerimden kalktım. Dizlerimdeki derman beni odama götürmeye yetecek miydi? Denemek zorundaydım. O kapandan çıkmak zorundaydım. Ne yapacağımı henüz bilmiyor olsam da, bir yol, bir ışık, bir çıkış bulmalıydım. Kapı koluna tutundum, başımı kaldırdım ve dışarıya çıktım. Aynı anda keskin fakat haksız bir öfkeyle yüz yüze olduğumu anladım.
“Hâkime Hanım, bu iş burada kalmaz. Vurulan tavuk değil, kardaşımızdı bizim. Bu iş, sebep olanların da, sebep olanı koruyanın dayanma kalmaz. Sen o kızı korursan… Olmaz Hâkime Hanım, olmaz!”
Akgül’ün hasımlarından üç beş kişi koridorda bekliyordu. İlk şok atlatılmış, şaşkınlığın getirdiği sükûnet bitmiş, sessizliğin hükmü geçip, gitmiş, sıra tehditlere gelmişti. Davadan çekilmiş olduğumu bilmiyorlardı henüz. Bilseler de değişen bir şey olmayacaktı. Tarafım belliydi. Onlar ve ben, hep karşı karşıya kalacaktık. Bugün de, yarın da… Zamanla durumumuzda bir değişiklik olmayacaktı. Ne kadar erken başlarsak o kadar iyiydi. Mağrur bir tavırla, gözlerine bakarak yürüdüm. Ne öfkelerine ne de tehditlerine boyun eğecektim. Artık korkuyla korkutamazlardı.
beni. Bana uzak değildi korku; bana memleket, benim içimde, benim evimdi.
Koridorun taş zemininde yankılanan ayak seslerim, çekiç darbeleri gibiydi. Hırçın, isyankâr, öfkeli, yorgun, kırgın… Nasıl bir dünyaydı bu? Ne kayboldum, ne yolumu bulabildim. Ne kaçabildim, ne kurtulabildim. Hep bir cümle önden gidiyordu hayat, ne yetişebildim, ne tutabildim. Değiştiremedim yazgıları. Yürüdüm, koştum, uçtum bir uçtan diğerine. Ne oldu? Yine başladığım yere döndüm.
İsimler değişir. Yüzler, tenler, renkler, yerler değişir. Ancak sonlar ve sonlara giden yollar asla değişmez. Gün gelir, iki kadın, tıpkı kumaş ile astar gibi aynı kalıp üzerine, aynı makasla biçilir. Tıpkı Akgül ve benim gibi… Bir elbisenin birbirinin üzerine geçmiş iki ayn parçasıydık biz. Akgül kumaşıydı bu elbisenin, görünen yüzüydü. Bense gizli yanı, astarıydım…
Odama girip, kapıyı içeriden kilitledim. Ne onay istiyordum, ne soru, ne de yorum… Mesleğimi gözden çıkarmak pahasına kararlıydım. Bu davada görev yapamazdım. Çünkü okuduğum, öğrendiğim, ezberlediğim kanunlarla Akgül arasında adil bir köprü kuramıyordum. Adaletin sembolü olan o terazinin bir yanma Akgül’ü koyduğumda, diğer yanında dengeyi koruyacak cezayı bulamıyordum. Dilim dönmüyor, elim varmıyor, kalem yazmıyordu.
Akgül ile iki ayrı koldan gelip, aynı yatakta birbirine karışan suyduk biz, tarafsız akamazdım. Nasıl göz ardı edebilirdim ki bunu? Geçtiği çamurlu toprağı bile bile, bulanık olduğu için nasıl suçlayabilirdim onu?
Yapmadım, yapamazdım.
Kollarımı kendime sardım, camdan dışarıya baktım. Henüz öğle vakti olmadan sis bastırmış, hava kararmıştı. İki gündür durmaksızın yağmur yağıyordu. Bahar mevsimi olmasına rağmen göz gözü görmüyor, bildik tanıdık o bahar gelmek bilmiyordu.
Akgül’ü düşündüm, içim ürpererek. O gece de böyle bir kıyamet vardı ve onu bulduklarında yarı çıplak vaziyette, dağ yolundaydı. Nereye gidiyordu? Kime? Bilmiyordum, anlatmıyordu. Susuyordu Akgül, hep susuyordu.
Telefonum çaldı. Arayan kim olursa olsun, konuşacak durumda değildim. Yanıt vermedim, uzun uzun çaldıktan sonra sustu.
Derin bir nefes aldım, verirken dudaklarım titredi. Ellerimi kapattım ağzıma, tçten içe bir sarsıntı hissettim. Titreyen sadece ellerim değildi. Her bir hücrem, uzvum… Keder, çaresizlik ve öfke, ruhumdan sonra bedenimi de örseliyordu.
Telefonum yeniden çalmaya başladı. Acılı, aceleci siren seslerine benziyor, beni ölesiye rahatsız ediyordu. Kapatmak ya da en azından sessize almak için hızla döndüm ve onu gördüm.
O isim, o kimlik!
Yaşadığım ana, zamana… İçinde bulunduğum çukura… Batmışlığıma, yitmişliğime alayla gülümsüyordu sanki.
İçimden çığlık çığlığa bir kuş sürüsü geçti. İrkildim. Dışarıda yağan her yağmur damlası sanki benim yüreğime düşüyordu. Soğuyordu içim, soğuyordu… Buzdan birer bıçak oldu kelimelerim ve o sese saplamak için derin, yakıcı bir arzu duydum.
“Allah senin belanı versin. Yetmedi mi ha? Bitmedi mî?”
“Az kaldı,” dedi karşımdaki ses. “Çok az kaldı Zeynep’im, bitiyor.”
“Ben bittim artık, anlamıyor musun? Ben bittim.”
“Annen,” dedi ses.
İçimdeki kor ateşin canlandığını hissettim.
“Ne olmuş anneme?”
“Annen az önce… Birkaç dakika önce huzura erdi Artık acı çekmeyecek.”
Bir elimi yumruk yapıp, dişlerimin arasına sıkıştırdım. Tek bir inilti çıkmasın, yüreğimdeki acı ortaya düşmesin, o hiçbir şey duymasın diye, kemiğime dek geçirdim dişlerimi. Ben susarken, o konuştu.
“Elveda Zeynep. Benim güzel Zeynep’im, elveda.”
Tek bir el silah sesi geldi telefondan…
Hava serinledi, yağmur geliyor, üşüteceksin kızım,” dedi halam.
Annemin krem rengi kaşmir şalını omuzlarımın üzerine koydu. Omzumun üzerinde duran eline dokundum. Eğilip saçımdan öptü beni. Sevgi ilmeklerinin bir araya gelmesinden oluşan büyük ve geniş bir örtü gibi kaplamıştı üstümü.
“îyi misin?”
“İyiyim, hala.”
Havanın serinlediğinin farkındaydım, buna rağmen balkonda oturmaya devam ediyordum. Yadırgadığım, kızıl kahve bir renk vardı gökyüzünde. Dalgın, dingin bir uyuşuklukla onu izliyordum. Orada uzun yıllar geçirmiş olmama rağmen, daha önce böyle bir gün batımı görmemiştim. Hatırladıklarım farklıydı. Burada akşamlar, turuncunun tonlarına doğardı. Güneş, kaybolmaya yüz tuttuğunda, narçiçeği kadar kızıllaşırdı. Hemen ardından derin bir kırmızının ortasından, gece çıkar gelirdi. Mevsim aynı, şehir aynı, gök aynı… Peki, bu renk ne rengiydi? Bu yabancılık da neyin nesiydi?
Halamla birlikte evin bütün ışıklarını açmış, nöbet tutuyorduk. Selim’in kalesinde ikimizden başka kimse yoktu. Gün boyu duyan gelmiş, gelenler bir süre sonra gitmişti. Karmaşadan uzak, sessiz bir yas eviydi bizimki. Herkes daha önceden haberdar edilmiş gibi; şaşkınlık yok, ağıt yok, feryat yok… Sitemsiz baş eğişler, sorgusuz kabullenişler… Emir, yazgı, talihsizlikten ibaretti dillerden dökülenler.
“Sana bir ıhlamur kaynatayım mı yavrum? İçine biraz papatya da koyarım.”
“İstemem, sağ ol.”
Az önce çekmecelerden birinde bulduğum paketten aldığım bir sigara ve çakmak masanın üzerinde duruyordu. Elime aldım, parmaklarımın arasında çevirdim usulca. İnce bir sigaraydı, daha çok kadınların tercih ettiği türden. Annem için Selim’in özel olarak getirttiği bir marka. Kim bilir kaç yıllıkta? Kim bilir, ne zamandan beri o çekmecenin dibinde duruyordu? Çünkü annem sigara içmeyeli neredeyse asırlar olmuştu. Pek çok şey gibi, sigarayı da unutmuştu çok uzun zaman önce.
Annem…
Yoksunluk duygusunu en kuytu köşelerimde, en ince damarlarımda hissediyordum. Omuzlarımın üzerindeki şala sıkıca sarıldım, o tek sigarayı burnumun ucuna götürüp kokladım. Ani bir kararla, dudaklarımın arasına yerleştirip, çakmağı ateşledim. İlk kez bir sigaraya değiyordu dudaklarım. O acılığı ilk kez tadıyordum. Bu temasla, geçmişin dehlizlerinde saklanmış olan birkaç küçük ayrıntının peşindeydim. Hoş bir ses, tanıdık bir koku, kirlenmemiş birkaç anı… Hayatımın, yağmalanmadan önceki o saf ve temiz zamanlarına dönüşsüz, tek gidiş bileti belki…
Sigaranın dumanı beni öksürttü. Alışık değildim, nasıl içileceğini bilmiyordum. Dedim ya; benimki sadece bir arayıştı… Umutsuzca bir arayış… İnsan umutsuzluktan bile umut beklemez mi bazen?
“Sen sigara içmezdin Zeynep!”
“İçmezdim.”
“İçmezdin ya…”
“Annem de böyle tutardı sigarasını. Böyle… İncecikti parmakları, değil mi?”
“Öyleydi, mekânı cennet olsun. Ama sen bırak o elindekini kızım. Anneni hatırlatacak çok daha güzel şeyler var. Onları düşün, onları hatırla.”
“Babamla orada karşılaşacaklar mı hala?”
“Bilmem ki kızım. Kim bilebilir ki?”
“Annemin yanında Selim mi olur sence, yoksa babam mı?”
“Bunlar nasıl sorular Zeynep’im? Sen iyice bitkin düştün. Biraz uzan istersen. Hem saatlerdir, iki büklüm oldun o sandalyede.”
“Uyuyamam ki..
“Uyu demedim ki. Bedenine biraz huzur ver.”
Huzur?
Yanık tütün dumanıyla kirlenmiş, derin bir soluk çektim içime. Gözlerimi kapattım, gerçeklerden çıkıp hayalı bir dünyaya girdim. O loş hayal içinde, tekinsiz loş yollarda
tedirgin, ürkek adımlarla yürüyordum. Benden önce yağmur inmişti oralara. Duvarlar nemli, yer ıslaktı. Göğsümün üstüne küf kokulu bir ağırlık çöreklendi birden. Enseme hırıltılı nefesler değdi. Ürkütücü bir tenhalık sardı etrafımı. Girdiğim hayali dünya, bir karabasana döndü. Bir çığlık sesi işittim ve durdum. Ensemde hissettiğim nefes de durdu. Başımı önüme eğip, gözlerimi açtım. Hem kuru dallar, hem güz kırmızısı otlar, hem de bahar yeşili çimler… Ayaklarımın altında dört mevsim birden duruyordu. Başımı kaldırdım. Gökyüzünün bir kısmı pamuk beyazı bulutlarla kaplı, bir kısmı demlenmiş zifiri karanlıktı. Ne tam olarak gece, ne de gündüzdü…
Neredeydim? Neresindeydim zamanın?
Sağ yanıma baktım ürkerek. Hem bana doğru uzanan bir el gördüm orada, hem de o eli kesip atmaya hazır kan yüzlü bir bıçak. Titrek bir iç çekişle birlikte kapattım gözlerimi. Hem ben vardım gözlerimin derinlerinde canlı, dipdiri, hem de bana benzeyen bir ölü…
Huzur muydu gözlerimi kapatırken aradığım? Ya şu halime ne demeli? Huzursuzluğun en derin inlerinde değil miyim? Huzursuzluk içimde benim. Gözlerimi açmam, kapatmam, susmam, konuşmam, oturmam, uzanmam, gülmem ya da ağlamam beni benden milim uzaklaştırabilir mi?
Kapının zili çalınca, ben kâbusumdan geri döndüm, halamsa oturduğu sandalyeden kalktı.
“Kim geldi bu saatte acaba?” diye mırıldandı.
Şaşırmasına anlam veremiyordum, zira gelen giden çok olur ölü evine. Ne saati olur bunun, ne de sırası. Üstelik…