Kara Kraliçe Kösem | Demet Altınyeleklioğlu


KARA KRALİÇE Kösem

KADINLAR SALTANATININ GÖZÜ KARA SULTANI MAHPEYKER KÖSEM’İN BEKLENMEDİK YÜKSELİŞİNİN HİKAYESİ

Çocuk yaşta Milos’tan koparıldığında bütün hayallerine veda etti Nasya. Kaderi, ona hizmetçi olacağını fısıldasa da asi bir denizkızıydı o. Cehennem beklerken cenneti bulduğu Osmanlı Sarayı’nda kraliçe olmaya ant içmişti. Entrikalara, hiç uyumayan düşmanlara, sinsice kol gezen ölüme ve ihanetlere, zekası ve insanı büyüleyen güzelliğiyle meydan okudu. Talihi kendine aşık eden, Osmanlı’nın yolunu çizen Mahpeyker Kösem Sultan’dı artık o. Ancak uğruna gençliğini, çocuklarını, vicdanını, umutlarını feda ettiği taht, kime sadık kalmıştı ki ona kalsın? Koskoca bir devleti, sayısız padişahı dize getiren, onu Osmanlı’da Kösem yapan zekası, sonunda kadere boyun eğecekti belki de… Ama, cihana hükmeden Mahpeyker Kösem Sultan’dı o. Tarihi padişahlar değil, o yazmıştı. Ve ant olsun ki, adı tarih sayfalarından eksik kalmayacaktı. Azrail, bir tek canını alabilirdi. Varsın, alsındı!

***

Her yer karanlıktı. Tek bir mumun alevi aydınlatıyordu gölgeleri. “Salkım Efendi aydınlığı sevmez,” demişti Hüseyin Hoca. “Salkım Efendi mi? O da kimi”diye sordu Kösem.

“Cinler padişahı. Cinlerin en kudretlisi. “

Adam gözlerini yumdu, önündeki su dolu altın tasın dört yanına parmaklarıyla dokundu. Mırıl mırıl bir şeyler söyledi. Sesi dalga dalga yükseliyordu.

“Salkııııım… Salkıııım… Kaf Dağında mısın, ayda mı, Zühre yıldızında mı? Nerdesiiiiiin? Her neredeysen gel. İster fırtınaların sırtına bin gel, ister ebabil kuşunun kanadına. Bak! Önüm derya, deniz. Geeeeelll Salkım… Denizimde fırtınalar koooopaaaar!”

Adam ellerini korkuyla tastan çekti. Gözleri açılıverdi. Dehşet içindeydi. O küçük gözleri, cayır cayır yanan çıralara dönmüştü. Altın tasa kimse dokunmadığı halde, içindeki su deniz gibi dalgalanıyordu. Fırtınalı bir deniz gibi dövünüp köpürüyor, etrafa saçılıyordu.

“Hof geldiiiiin Salkıııım… “

Hüseyin Hoca Efendinin kaim, davudi, insanı ürperten sesi, küçük bir oğlan çocuğunun sesine dönmüştü. “Safalar getirdiiin.”

Birini dinler gibiydi adam. Durmadan, onaylarcasına başını sallıyordu.

“Hiddetinden korkmayan var mı ki Salkııımmm Efendiii? Kudretin karşısında titriyoruz. Ama bu kadının, senin kudretine, sihrine ihtiyacı vaaaar. Onu tanıyor musun?”

Hoca ansızın, sanki omuzlarından biri sarsıyormuşçasına zangır zangır titremeye başladı. “Hayır.’“ diye bir çığlık yükseldi gırtlağından. “Hayır, öyle değil!” Sakalları bile tel tel dikilmişti. Birini dinliyor ve dediklerini onaylıyormuşçasına kafa sallıyordu durmadan. Solukları hızlanmıştı. “Hayır,” diye hırıltılı bir soluk salıverdi. “Kefili benim elbet. “

Hoca Efendi, garip sözlerle çırpınmaya başladı.

“Tarizmay… Budoş gari! Eloy, eloy, eloy! Eloy!”

Tam o sırada, Safranbolulu’nun kararan yüzü rahatlar gibi oldu.

“Lefayel Salkım Efendi,”diye fısıldadı. “Lefayel domaş!”

Adam, “Söyleyin ona,” diye fısıldadı. “Çabuk söyleyin… Salkım Efendi bekletilmeyi sevmez. Yalvarın. ”

“Oğlum,” dedi kadın da. Birden korkuya kapıldı. Ya cin kısmı böyle edepsiz konuların konuşulmasından hoşlanmıyorsa… Salkım Efendi, avrat, halvet işlerini de sevmiyorsa… Gazaba gelir onun ağzını, burnunu kıvırıverirse…

“Konuşun,” dedi Hüseyin Hoca Efendi, çocuk sesiyle. “Söyleyin ona… Anlatın ama yalvarırım acele edin!”

Tastaki deniz hala çalkalanıp duruyordu ama kadın çaresizdi. Çarpılmayı göze almıştı artık.

“Nasıl desem, oğlum… hatuna sokulamıyor bir türlü. Her şeyi denedik. Fayda etmedi. Senin kudretinin sınırı yok dedi Hüseyin Efendi. Ne olur, ona kudret, damarlarına ateş, tohumuna can…”

Tastaki su birden duruluverdi.

Cinci, “Gitti,” dedi. Yüzü ter içindeydi. Sakalı bile sırılsıklamdı. “Salkım Efendi gitti.” Gözleri hala sudaydı.

“Eee, ne olacak?

“Olacak!”

Aman Tanrım!

Kadın mutluluktan kanatlandı. Yine sihirli sözcük, dedi içinden. “Olacak.”

Safranbolulu Hoca, eve dönünce, “Su,” diye yalvardı karısına. “Allah rızası için bir yudum su!” Bembeyazdı. Titriyordu. Gözlerine kan oturmuştu. Tırnakları morarmıştı.

Kadının koşup getirdiği suyu içerken elleri titriyordu. Üstüne başına döktü. “Salkım Efendi,” diye inledi, “niye yaptın böyle?”

“Ne yaptı?”diye aksilendi karısı. “Sana kaç defa o aksi cini çağırma demedim mi Hüseyin Efendi? Bir gün alacak, öldürecek seni.”

Adam, bitkin halde şiltenin üstüne devrilip kıvrıldı. “Beni değil, “diye mırıldandı güçlükle.

“Ya kimi alacak?”

Cinci Hoca gözlerini yumdu. “Çok kan akacak kadın. Çok… Al-i Osman’ın bugüne kadar görmediği kadar kan hem de. İhanet yakın.”

Yeni Saray, Harem-i Hümayun,
Şimşirlik Dairesi
2 Eylül 1651, Yatsıdan Sonra

Meleki Kalfa, valide sofasından iç avluya açılan kapıya geldiğinde soluklanmak için durdu. Buraya kadar görülmemeyi, duyulmamayı başarmıştı. Fakat şimdi, daha büyük bir tehlikenin eşiğindeydi. Büyük, ağır kapıyı açınca nöbetçi harem ağalarından biriyle burun buruna gelmesi işten bile değildi. Büyük Valide’nin hizmetindeki bir kızın, yatsı namazından sonra ortalıkta dolanması, hele avluya çıkması, söyleyeceği yalan ne olursa olsun başına iş açabilirdi.

Ah, diye inledi içinden. Hep o kaşı keman Boşnak Hüseyin’in yüzünden.

Nöbet sırası onun bölüğüne gelene kadar adamın hasretinden yanıp tutuştu. Haftalarca, Hüseyin’in ellerinin, vücudunun en hassas yerlerinde dolaştığını hayal ederek bekledi. Nöbet haftası geldi mi de hasretini dindirmek, yangınını söndürmek için koştu Hüseyin’e. Onun da şehvet ateşinden çıralar gibi yandığını görüne hiç vakit kaybetmiyordu. Adam dilini, cayır cayır yanan dudaklarını boynunda, gerdanında gezdiriyor, o da, “Hadi oyalanma,” diye yalvarıyordu. “Al beni, gayrı dayanamıyorum.”

Yaşadığı gizli fırtınayı hatırlamak bile arzularını ayaklandırmıştı. Bundan sonra dur durak yok gayrı Meleki, diye mırıldandı kendi kendine. Ateşle oynuyorsun amma olsun. Yanıyorsun zaten. Ha ateşte yanmışsın, ha Hüseyin’in koynunda. Aç şu kahrolası kapıyı. Kuş gibi uç erkeğinin kollarına.

Tunç kulpu indirdi, ağır kapıyı usulca ittirdi. Boşluğa başını uzatıp dinledi. Yok, dedi içinden. Kimse yok. Hadi, bir an evvel Boşnak’ı bul, alevini söndür. Yoksa kapı aralarında işin bitecek.

Omzuyla iterek gösterişli kapıyı biraz daha araladı. Açılan dar boşluktan dışarı süzüldü. Durup bekledi. Şimşirlik dairesinin, arabacılarla seyislerin girip çıktığı merdivelerin başına kadar görülmemeliydi. Merdivenden inince sağlı sollu bir sürü dehliz, sayısız oda vardı aşağıda. Dehlizler karanlıktı ama Meleki artık ezberlemişti. Gözü kapalı bile yürüyebilirdi.

Soluk almak için durdu. Vücudu yay gibi gerilmişti. Yay birden boşaldı. Meleki, kafasında kurduğu gibi kuş olup uçtu. Merdiven başındaki kapıya gelince durdu. Sırtını kapıya verip bekledi.

Hiçbir şey olmadı. Başardım, diye geçti aklından. Vücudu arzuyla kıvrandı. Geliyorum sarı Hüseyinim. Yangınlarda geliyorum!

İlk basamağa adımını atar atmaz karanlık onu yuttu. Korkmadı. Basamakları saydı. Bir… iki… üç… on yedi… on sekiz. Dur, diye emretti aklı. Basamaklar bitti. Sağdaki dehlize gir. Tamam. Şimdi dümdüz yürü. Kırk iki adım say!

Artık onu duyacak kimse olmadığına emin olsa da yine sessizce yürüdü. Bir adım… bir adım daha… on bir… on iki… on üç… on dört… Neredeyse yolu yarıladım, diye geçti içinden. Kalbi yine gümbürdemeye başladı. Fakat bu seferki yürek çarpıntısının sebebinin korku olmadığını biliyordu. İyice uyanan arzularının beyninde, kalbinde estirdiği fırtınaydı bu. Göğüs uçlarının sertleştiğini hissetti. Çıldırmak üzereydi. Kim bilir neler edecek bana, diye şehvetle kıkırdadı içinden.

Birden adımı havada dondu.

Bir şey işitmişti. Bütün hücreleri alarma geçti. Bir tıkırtı. Hayır bir ses.

Yakalandım!

Vücudundan buz gibi bir ter boşandı. Soluk bile almıyordu. Biri vardı orada. Sağdaki üçüncü odadan gelmişti ses. Emindi, orada biri vardı.

Attığı adımların sayısından, odaya yakın olduğunu biliyordu. Sağ duvara ulaşması için tek bir adım yetecekti. O zaman daha iyi duyabilirdi. Odanın kafesli penceresinden görebilirdi belki de içerde kimin olduğunu.

“Neredesin?” diye fısıldadı bir kadın sesi.

Cevap anında geldi.

“Bu tarafta. Sağda.”

Bir ses oldu. Gürültüyle bir şey devrildi. “Kahretsin,” diye homurdandı erkek. Belki küçücük bir şeydi düşen ama yanında top patlasa ancak bu kadar korkuturdu Meleki’yi.

“Şşşt!”

Yine o kadındı. “Dikkat et.”

Anında tanıdı sesi. Çığlık atmamak için elleriyle ağzını kapattı. Aman Yarabbi!

*

Kalbi yerinden fırlayacaktı.

O, diye haykırdı içinden. Onu tanıdım! Onun sesi bu! Büyük Hanım içerde!

“Ardına iyi baktın mı Üveys? Buraya indiğini bir gören olmasın?”

Üveys mi? Amanın! Üveys Paşa mı yani? Büyük Hanım’ın konuştuğu adam o mu? Olacak şey değildi. O ve Üveys Paşa! Yatsıdan sonra… ikisi bir arada. Hem de şimşirlik dairesinin derin, uçsuz bucaksız dehlizlerinde! Ne yapıyorlar acaba?

Yoksa, yoksa! O da benim gibi…

Aklı, hadi canım, dedi. Kadın altmışını geçmiş. De ki ateşi parladı küllerin arasında. Söndürmek için dehlizde mi yapacak o işi? Olmaz öyle şey.

Meleki, içinden, olmaz amma, diye diklendi. Olmazsa ne işi var burada?

Delice bir korkuya kapıldı. Tehlike duygusu bütün hücrelerine saldırdı. Boşnak Hüseyin’in ateşli okşamalarını beklerken, ölümün soğuk nefesini yüzünde hissetti. Kaç, dedi kendi kendine. Dön arkanı ve kaç. Olmaman gereken yerdesin! Duymaman gereken şeyleri duyacaksın! Kaç!

Ama kaçamadı. Kafesin altına sinip kulak kabarttı.

“Dediklerimiz eksiksiz yapıldı mı?”

Büyük Hanım’ın fısıltısı, bir çığlık gibi geldi Meleki’ye.

“Bir eksiksiz.”

“Ocak kışlaları?”

“Endişemiz yok,” diye tısladı erkek. “Asker size bağlı. Hem Siyavuş…”

“Şşşt,” diye uyardı kadın bu kez. “Yavaş.”

“Burada kimse duymaz. Merak buyurmayın.”

“Beş padişah gördük Paşa! Hala hayattaysak duvarlara bile güvenmediğimiz içindir. Saray dediğin yerde sağ göz sol göze güvenmemeli. Sen de ne diyeceksen usul söyle.”

“Levent yatağında ikilik var,” diye fısıldadı adam. “Tedbirimiz tamdır. İki bölük sipahi ile bir bölük topçu askerini oralara kaydırdık. Güya talim varmış gibi. Bir müdahale olursa…”

“Anladım,” diye kesti kadın.

Büyük Hanım anlamıştı ama Meleki bir anlam veremiyordu işittiklerine.

Bunlar sahiden sandığım kişiler mi, diye kuşkuya kapıldı. Ses benzeyebilirdi pekala. Üveys ismi cihanda bir tane değildi ya.

Ama kadın ona paşa dedi, diye geçti aklından. Hem Üveys, hem paşa olunca iş değişir. Üveys Paşa dediğin koca payitahtta bir tane.

Öyleydi. Büyük Hanım’ın kılıcıydı o. Adamın yüzü, zihninde belirince, genç kadın korkuyla ürperdi.

Bir sessizlik oldu. Ne oluyor, niye sustular?

Sessizliği erkek bozdu. “Bunlar nedir?”

“Sana bu gece lazım olacaklar.”

Yine sustular. Sanki iki camın birbirine değmesi gibi bir şıngırtı oldu.

“Ne var içlerinde?”

Şerbet!”

Büyük Hanım’ın ses tonu Meleki’nin, iliklerine kadar titremesine sebep oldu.

“Şunu,” diye tısladı kadın. Sesi öylesine hafiflemişti ki, işitebilmek için dikkat kesildi Meleki.

“Çocuğun şerbetine.”

Çocuk mu? Doğru mu duydum? Ne çocuğu, hangi çocuk?

“Ya anlarsa?”

“Budala!” Kadının sesi kırbaç gibi çıkmıştı. “Bunu düşünmeyeceğimi mi sandın?”

“Yok, estağfurullah. Lâkin…”

“Kokusu, tadı yok. Rengi demirhindi şerbetiyle aynı. Fark etmesi mümkün değil.”

Meleki, bir anlam verebilmek için duyduklarını kafasında tekrarladı. Kokusuz, tatsız. Rengi… Demirhindi! Rabbim… Padişah’ın en sevdiği şerbet o.

Meleki sindiği yerde korkuyla sarsıldı. Beyni uyuşmuştu. Bir şey düşünemiyordu. Böyle gizlice buluşarak Üveys’e verilen şişenin içinde ne olabilirdi? Kokusuz… tatsız… rengi, şerbet kıvamında… Fark etmeyecek…

Zehir!

lçerdekiler beyninin attığı çığlığı duyacak diye ödü koptu.

“Öteki kime?”

Bir anlık sessizliğin ardından, Büyük Hanım’ın, “Onu bana mı soruyorsun?” diye tısladığını işitti. Gülüyor gibiydi sesi. “Anayla çocuğu ayırmak doğru olmaz.”

Eyvah! Eyvah! Eyvah!

“Onunki suya,” dedi kadın. “Korkma. O da fark etmeyecek.”

Adam bir şeyler mırıldandı ama Meleki duyamadı.

“Önce çocuk,” dedi kadın yavaşça. “O bitmeden bir şey olmaz. O gittiğinde, diğeri hazır olmalı. Anladın mı?”

Meleki, Üveys’in dediğini yine duyamadı. Belki de bir şey dememiş baş sallamıştı adam.

“Onu Eyüp Sultan’a kılıç kuşanmak için kim götürecek?”

Ne? Kılıç kuşanmak mı? Eyüp Sultan’a!

Meleki o anda düğümü çözdü. Korkunç bir tuzağa kulak misafiri oluyordu. Padişah’la anasını öldüreceklerdi. Çocuğa bir zehir. Anaya başka zehir. Çocukla anayı ayırmayacaklardı! Padişahın yerine de birini tahta çıkaracaklardı. Kimi?

İçinden, Allahım, diye çırpındı. Niye beni bu kanlı işe şahit ettin? Ben, küçük, zavallı bir hizmetkarım? Niye beni getirdin bu işin ortasına attın? Ne yapayım ben şimdi? Ne edeyim?

Sana ne, diye tersledi içinde mayalanan kötülüğün sesi. Dön arkanı, çek git. Ya da yürü yoluna, at kendini Hüseyin’in kollarına. Var ya, seni şöyle bir kucaklayıp kalçalarını avuçladı mı, her şeyi unutursun. Ne zehir kalır, ne demirhindi. Cennete iner iner çıkarsın.

Benzer İçerikler

Nıver

yakutlu

Feraye (Özel Baskı)

yakutlu

Rüzgarlı Pazar – Mustafa Kutlu – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy