Kâşif | Katherine Rundell | Birazoku


2017 COSTA KİTAP ÖDÜLÜ

CILIP Carnegie Madalyası finalisti

İnsan yapımı bir sihirli dilek gibi gökyüzüne yükseldi uçak.

Ama orada uzun süre kalmayacak.

Fred küçücük uçağın penceresinden, altından gelip geçen gizemli Amazon ormanlarını izliyordu. En büyük hayali kâşif olup tarihe geçmek olan bir çocuk için âdeta hayallerinin üstünde uçmak gibi bir şeydi bu. Birazdan olacakları nereden bilebilirdi? O ve diğer üç çocuk ağaçların arasına çakılan uçaktan sağ çıkmayı başardı ama orman fazlasıyla büyük ve vahşi. Kurtarılma umudu yok, eve dönebilmek artık neredeyse imkânsız. Ama sanki birileri onlardan evvel bu yollardan geçmiş gibi… Sanki birileri daha önce buradaymış…

“Rundell, artık tartışmasız bir şekilde birinci sınıf.” Philip Pullman

“Rundell, yağmur ormanlarını öyle güzel betimliyor ki Maya heykellerinin bile başını döndürebilir. Uyku saatinizi erteleyin: Ne olacağını çokça merak ettiren bölümleri güneşin doğmasını beklemeyecek. Ne güzel bir keşif.” Times

“Rundell genç okurları, nehir yunuslarıyla birlikte yüzebilecekleri, tarantula yiyecekleri ve terk edilmiş bir şehir keşfedecekleri büyüleyici bir dünyaya taşıyor.” Observer, Haftanın Çocuk-Gençlik Kitabı

*

Uçuş 

Uçak, insan yapımı büyülü bir dilek gibi yükselmeye başladı. Kokpitte oturan oğlan, koltuğuna sıkıca tutundu ve uçak göğün kollarına doğru tırmanırken nefesini tuttu. Fred, öyle odaklanmıştı ki çenesi kaskatı kesilmişti. Yanındaki pilot manevra koluyla, hareket koluyla uğraştıkça onun da parmakları kendiliğinden kıpırdıyordu. Uçak, tam aşağıdaki Amazon Nehri’nin kavisini takip ederek batan güneşe doğru hızlanırken titredi. Suyun üstündeki şehre, Manaus’a doğru hızlandıkça Fred altı kişilik uçağın yansımasını koca maviliğin üstünde siyah bir karartı olarak görebiliyordu. Saçlarını gözlerinin önünden çekti ve alnını cama dayadı.

Fred’in arkasında bir kız ve onun küçük erkek kardeşi oturuyordu. Aynı sivri uçlu kaşlara, esmer tene ve uzun kirpiklere sahiplerdi. Kız uçuştan önce tedirgindi ve son ana kadar pistte annesiyle babasına sarılıp durmuştu. Şimdiyse, gözlerini dikmiş, bir şarkı mırıldanarak aşağıdaki suya bakıyor, erkek kardeşiyse emniyet kemerini yemeye çalışıyordu. 

Bir sonraki sırada, sarı saçları beline inen, soluk tenli bir kız tek başına oturuyordu. Bluzunun çenesine kadar gelen yakasını suratını ekşiterek çekiştiriyordu. Camdan dışarıya bakmamaya kesin kararlıydı. 

Biraz önce ayrıldıkları pist, tozlu ve neredeyse bomboştu. Brezilya güneşinin altında bir şeritlik asfalttan ibaretti. Fred’in kuzeni, okul üniformasını ve kriket kazağını giymesi konusunda ısrar etmişti. Fred şimdi sıcak ve havasız kabinin içinde yavaş yavaş piştiğini hissediyordu. Motordan bir inilti geldi ve pilot kaşlarını çatarak manevra koluna hafifçe dokundu. Yaşlı ve asker tipliydi. Gür burun kılları ve yer çekimi kanunlarını hiçe sayan parafinli, gri bıyıkları vardı. Hareket koluna dokundu ve uçak yukarı, bulutların içine doğru tırmandı.

Hava kararırken Fred iyiden iyiye endişelenmeye başlamıştı. Pilot önce sessizce, sonra şiddetle üst üste geğirmeye başladı. Eli titredi ve uçak aniden sola döndü. Fred’in arkasında biri çığlık attı. Uçak nehir yolundan çıktı ve sık ağaçların üstüne doğru yalpaladı. Pilot homurdandı ve gazı keserek motoru yavaşlattı. Kulağa boğulma sesi gibi gelen bir öksürüğe tutuldu. 

Fred adama baktı. Yüzünün rengi giderek bıyığının grisine dönüyordu. “İyi misiniz efendim?” diye sordu. “Yapabileceğim bir şey var mı?” Nefes almaya çalışan pilot başını salladı. Kontrol paneline uzandı ve motoru durdurdu. Uğultu kesildi. Uçağın burnu aşağıya indi ve ağaçlar belirdi. “Neler oluyor?” diye sordu sarışın kız sertçe. “Ne yapıyor? Durdur onu!” Arkadaki küçük oğlan çığlık atmaya başladı. Pilot bir an için Fred’in bileğini sıkıca kavradı ve ardından kafası, kontrol panelinin üstüne düştü. Ve saniyeler önce çok güvenli görünen gökyüzü, birden çöküverdi.

Yeşil Karanlık 

Fred koşarken acaba öldüm mü diye merak ediyordu. Ama ölüm kesinlikle daha sessiz bir şeydir, diye düşündü. Ellerinde ve ayaklarında, alevlerin ve kendi kanının gürleyişini hissediyordu. Gece simsiyahtı. Koşarken haykırıp yardım istemek için derin bir nefes almaya çalıştı ama boğazı bağıramayacak kadar kurumuştu. Tükürük toplamak için parmağını dilinin arkasına bastırdı. “Kimse var mı? İmdat! Yangın!” diye bağırdı. Yangın, tam arkasındaki ağaçla alev fışkırtarak cevap verdi. Bir de gök gürültüsü duyuldu. Başka ses veren olmadı. Yanan bir dal çatırdadı, kızıllar püskürttü ve bir kıvılcım çağlayanı halinde düştü. Fred karanlıkta tökezleyerek geri sıçradı ve başını sert bir şeye çarptı. Dal, tam da az önce durduğu yere düştü. Fred boğazında yükselen safrayı yutup yeniden daha hızlı ve delice koşmaya başladı. Çenesine bir şey kondu. Eğilip yüzüne vurdu ama bu sadece bir yağmur damlasıydı. Yağmur birden tüm şiddetiyle bastırdı. Ellerindeki isi ve teri katran gibi bir şeye dönüştürse de en azından ateşi söndürmeye başlamıştı. Fred önce yavaşladı sonra tamamen durdu. Nefes nefese, geldiği yola baktı. Küçük uçak, ağaçların arasındaydı. Dumanı tütüyor, karanlık göğe gri ve beyaz bulutlar yolluyordu. Sersemlemiş ve çaresiz bir halde etrafına bakındı ama kimsecikler yoktu. Sadece bileklerine dolanan eğrelti otu gibi bitkiler, gökyüzüne uzanan metrelerce yükseklikteki ağaçlar ve havada korkuyla dalıp çıkarak çığlık atan kuşlar vardı. Sertçe başını sallayarak enkazın uğultusunu kulaklarından defetmeye çalıştı.

Kollarındaki tüyler yanmıştı; yumurta gibi kokuyordu. Elini alnına koydu. Kaşları alazlanmıştı, bir kısmı parmaklarına geldi. Gömleğinin koluyla kaşlarını sildi. Başını eğip kendine baktı. Pantolonunun bir bacağı cebine kadar boylu boyunca yırtılmıştı. Yine de herhangi bir kırığı varmış gibi hissetmiyordu. Ama sırtında ve boynunda, kollarıyla bacaklarını uzak ve yabancı gibi hissetmesine neden olan berbat bir acı vardı. Birden karanlığın içinden bir ses geldi. “Kim var orada? Uzak dur bizden!” Fred olduğu yerde döndü. Kulakları hâlâ uğulduyordu. Yerden bir taş aldı ve sesin geldiği yöne doğru attı. Bir ağacın arkasına saklandı, çömeldi ve fırlayıp koşmaya hazır bekledi. Kalbi tek kişilik bir orkestra gibiydi. Nefes vermemeye çalıştı. “Tanrı aşkına, bir şeyler atma!” dedi ses. Kız sesiydi. Fred ağacın arkasından baktı. Orman zemininden süzülen ay ışığı ağaçların üstüne uzun parmaklı gölgeler düşürüyordu ve tek görebildiği, hışırdayan iki çalıydı. “Kim? Kim var orada?” Ses ikinci çalıdan geldi.

Fred, gözlerini kısarak karanlığın içine doğru baktı ve kollarında kalan son tüylerin diken diken olduğunu hissetti. “Lütfen bize zarar verme,” dedi çalı. İngiliz aksanı değildi bu, daha yumuşak bir şeydi. Ses kesinlikle bir yetişkine değil, bir çocuğa aitti. “Kaka fırlatan sen misin?” Fred yere baktı. Yıllanmış, fosile dönmüş hayvan pisliğinden bir parça aldı. “Ha,” dedi. “Evet.” Gözü karanlığa alışıyordu ve gri-yeşil bitki örtüsünün arkasından parlayan gözleri seçebiliyordu. “Uçaktan mısınız? Yaralı mısınız?” “Evet, yaralıyız! Gökyüzünden düştük!” dedi çalılardan biri. “Hayır, fena değiliz,” dedi diğeri. “Dışarı çıkabilirsiniz,” dedi Fred. “Sadece ben varım.” İkinci çalı ikiye ayrıldı. Fred’in yüreği hopladı. Hem kardeşi hem de kız çizikler, yanıklar ve külle kaplıydı. Tüm bunlar ter ve yağmurla karışıp yüzlerinde bir tür macun oluşturmuştu. Ama hayattaydılar ve Fred yalnız değildi. “Yaşıyorsunuz!” dedi. “Orası kesin,” dedi birinci çalı. “Yoksa epey suskun olurduk, değil mi?” Sarışın kız yerinden çıktı ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında durdu. Gülümsemeden Fred’e ve diğer ikisine baktı. “Adım Con,” dedi. “Constantia’nın kısaltması ama bana öyle derseniz sizi gebertirim.” Fred diğer kıza bir bakış attı. Kız gergin bir gülümsemeyle omuz silkti. “Tamam,” dedi Fred. “Öyle diyorsan… Ben de Fred.” “Ben Lila,” dedi ikinci kız. Erkek kardeşini kendine çekip kalçasına yasladı. “Bu da Max.” “Merhaba.” Fred gülümsemeyi denedi ama bu, yanağındaki çiziklerin gerilip yanmasına neden oldu. Yüzünün sol yarısını kullanarak sırıtmakla yetindi. Max ağlamaktan tıkanmak üzereydi; ablasına öyle sıkıca asılmıştı ki parmaklarıyla yaralarına bastırıyordu. Kız onu tutmak için bir tarafa doğru sarkmıştı. Sanki, diye düşündü Fred, kolları birbirine geçmiş iki kafalı bir canavar. “Kardeşin kötü mü yaralandı?” diye sordu. Lila çaresizlik içinde kardeşinin sırtını sıvazladı. “Konuşacak hali yok, sadece ağlıyor.” Con dönüp ateşe baktı ve ürperdi. Alevler yüzünü aydınlattı. Artık sarışın değildi. Saçları isten gri ve kandan kahverengi olmuştu. Omzunda derince bir kesik vardı.

“İyi misin?” diye sordu Fred gözünün önündeki yağmur damlalarını silerek. “O kesik kötü görünüyor.” “Hayır, iyi değilim,” diye tersledi Con. “Amazon ormanında kaybolduk ve istatistiksel açıdan ölme ihtimalimiz oldukça yüksek.” “Biliyorum,” dedi Fred. Hatırlatmaya ihtiyacı olduğunu sanmıyordu. “Demek istediğim…” “Yani hayır, iyi değilim.” Con’un sesi giderek tizleşti ve yükseldi. “Sanırım rahatlıkla söyleyebiliriz; hiçbirimiz, kesinlikle azıcık bile iyi değiliz!” Çalılar hışırdadı. Yağmur, Fred’in suratına çekiç gibi iniyordu. “Sığınacak bir yer bulmamız gerek,” dedi. “Büyük bir ağaç, bir mağara ya da şöyle…” “Hayır!” Max aniden bir çığlık attı. Tükürük ve korku karışımı, ıslak bir çığlık. Fred kollarını kaldırarak geriledi. “Ağlama! Sadece düşündüm ki…” Ardından gözleri Max’in parmağının işaret ettiği tarafa kaydı. Fred’in ayakkabısının birkaç santim ötesinde bir yılan vardı. Kahverengi ve siyah benekleriyle orman zeminiyle tam bir uyum içindeydi ve yumruk kadar bir kafası vardı. Bir an için kimse nefes almadı. Orman durdu. Ardından Max geceyi yaran ikinci bir çığlık attı ve dördü birden dönüp kaçtı. Cıvık toprağın üstünde paldır küldür koşarken birbirlerinin gözlerine çamur sıçratıyor ve dirseklerini ağaçlara sürtüyorlardı. Fred sanki bedeni onun değilmişçesine, o güne kadar hiç koşmadığı gibi koştu. Bir ağaç köküne takıldı, perende attı. Çamur tükürerek yerden kalktı ve koşmaya devam etti. Yağmurdan önünü göremiyordu, karanlığın içinde yanından gölgeler geçiyordu sanki. Arkada bir bağırış duydu. “Lütfen, Max!” dedi Lila. Fred çamurun üstünde kayarak arkasını döndü. “Daha fazla koşamıyor!” dedi Lila kardeşinin üstüne eğilerek. “Ve ben de onu taşıyamıyorum!” Küçük çocuk sırtüstü yattı ve gökyüzüne doğru ağladı. Yağmurun altında tüm vücudu titriyordu. Fred, “Haydi o zaman,” diyerek Max’i kaptığı gibi omzuna attı. Çocuk tahmin ettiğinden ağırdı. Kucağa alındığı anda çığlığı bastı ama Fred çocuğu dizlerinden yakaladı; tüm vücudu acıdan inlediği halde koşmaya başladı. Hemen arkasında Lila’nın adımlarını duyabiliyordu.

Benzer İçerikler

Gargantis | Thomas Taylor | Birazoku

yakutlu

Yankılı Kayalar

yakutlu

Dan Ve Buzdan Piramit | Thomas Taylor

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy