Katran Karası

Ben neredeyim, kimim, unutmam an meselesiydi… Kelimelerle tarif edemezdim, kalbim yerinden fırlayıp onun kalbini yakalayacaktı neredeyse… Sevmek ne garip şey… Alıp yüreğime bassam ya da öpsem doyar mıyım?

Hayatı koca bir bilmece olarak görenler için nefes aldığımız her dakika aslında bir sürprize kapı aralar. O sürprizler bazen neşe bazen hüzün getirir bize. Aşk da o sürprizlerden biridir.

Katran karası gecelere yatar, ansızın açan pırıl pırıl güneşli sabahlara uyanır insan. Yağmur’un hayatına basit bir top darbesiyle giren Özgür, kalbi aşkla çarpan bir adamın bir kadının hayatına nasıl sürprizler taşıyabileceğinin kanıtı adeta. Can dostu Suna’nın güvenli limanına sığınmış, kendini ‘fazladan’ her türlü duyguya çok erken kapamış, gelecekten çok geçmişe bakarak yaşama yanılgısına kapılmış bir kadının adım adım yüzünü nasıl da aşka, sevgiye çevirebileceğini anlatan ‘böyle hayatlar da var’ dedirten bir roman…

Edebiyatın genç ve güçlü kalemi Güneş Demirel yine en sahici duygularımızla yüzleşmemiz için sayfalar dolu süren bir serüvene davet ediyor bizi…

***

Toprağa uzanmış, gökyüzüne bakıyorum. Mavi göğün beyaz pamuk şekerleri gibi bulutlar, nasıl da net renkleri. Açık seçik ve sınırsızca mavi beyaz… Etraftaki kuş sesle­rine biraz ilerideki nehrin şırıltıları eşlik ediyor. Ah, cen­netten bir köşe sanki burası… Yaşam budur işte! İlikleri­me kadar hissediyorum huzuru. Rahatlıyorum. Bu yüksek enerji bedenime nasıl da doluyor. İki beyaz bulutun ara­sından sızmaya çalışan güneşin ışıkları, gözlerimi kamaştı­rıyor. Gözlerimi güneşten kaçırıyor, kollarımı yana doğru açıyor ve gökyüzünü yeniden hayran hayran seyretmeye dalıyorum.

Düşünüyorum da çalış, çalış nereye kadar? Bir ömür gelip gidecek belki de farkında olmadan. Buna izin ver­memeliyim, kendime zaman ayırmayı öğrenmeliyim ar­tık. Tıpkı bu hafta sonu yaptığım gibi, ruhumu rahatlat­manın çarelerini bulmalıyım. Sonbaharın bu son sıcak günlerini iyi ki böyle değerlendirmeyi akıl ettim. Sessiz­lik… Tanrı’m, meğer nasıl da ihtiyacım varmış buna. Dün­ya dönüyor ve benim hiçbir şey umurumda değil. Şu an yaşadığım gevşeme, müthiş bir duygu… Ah! Bu kafama inen ağır darbe de neyin nesi, öldüm mü yoksa! Burası sahiden cennet mi?

-Affedersiniz, çok üzgünüm. İyi misiniz?

Tamam kabul. Her güzel şeyin bir sonu var ama şimdi mi olmalıydı yani ille de? Tepemde dikilen bu adam da nereden çıktı!

-Burada da mı bir rahat yok bana!

-Gerçekten özür dilerim. Çocuklarla koşturunca, topu nasıl attığımızı bilemedik. Daha doğrusu, burada birinin olabileceği aklımıza gelmedi.

Aldım mesajı. Özür dilerken ince ince de imada bulu­nuyor. Beni hiç tanımıyor tabii… Kafama aldığım darbe­nin etkisiyle hafif sersemlemiş şekilde ayağa kalktım.

-Aklınıza gelmemiş olmasına değil de kör olabilme ih­timalinize şaşırdım doğrusu.

Belli ki benden böyle bir cevap beklemiyordu, yüzü aniden ciddileşti.

-Yeter ama! Özür diledik ya işte!

Yüzümü buruşturduğuma eminim, hatta çok ürkütü­cü olduğuma…’

-Bütün keyfimi kaçırdıktan sonra ne yapsanız fark et­mez.

-Normalde insanlar hata yapınca özür diler ve olay ka­panır. Ama bakıyorum siz bu basit olayı uzatmak niyetindesiniz. Doğrusu bu tavrınızı çok basit buluyorum.

-Düzgün konuşun! Lafınızı tartın. Kimse benim hak­kımda basit kelimesini kullanamaz.

Çıkışımı pek umursadığı söylenemez. Arkasını döne­rek ilerledi.

-Çocuklar hadi biz devam edelim. Bu kadın ne özür­ den ne de laftan anlıyor. Daha fazla vakit kaybetmeye gerek yok. Şimdi toplanın, sıraya girip tek tek sayıyoruz. Arada fire veren var mı, bir kontrol edelim önce.

Neye uğradığımı şaşırmıştım. Kafama inen top, ken­dini beğenmiş bir adam, arkasında en az on beş ufak ço­cuk… Bir elim belimde, bir elim kafamda. Kahretsin, gitti bütün huzur ve pozitif enerji! Gel de sinirlenme! Bir de niye bu kadar sinirlisin diyorlar. Etrafta bu kadar densiz varken, benden nasıl olmamı bekliyorlar ki?

Sinirli adımlarla, onların gittiği tarafa doğru yürümeye başladım. Bu ukala adama haddini bildirmek istiyordum. Bir hışımla çocuklardan birinin elinden bir top kaptım. Elimden gelse topu yedirmek istiyordum ona. Herkes tu­haf tuhaf bana bakıyordu. Arkamı dönüp, sinirli adımlarla ilerledim. Peşimden bağırıyordu, yanıt vermedim.

-Manyak mısın kızım! Versene topu!

Sinirle döndüm.

-Topu mu istiyorsun?

Topu yere koydum, kuvvetli ama tek bir vuruşla ada­mın tam da kafasına geçirdim.

-Tam bir çatlak çıktın sen, çattık!

Şimdi gönül rahatlığıyla gidebilirdim. Eskiden yurdun bahçesinde kızlarla futbol oynardık, hiç sevmediğim hal­de beni dışlamasınlar diye mecburen katılırdım onlara. Doğrusu bir gün faydasını göreceğimi hiç düşünmemiş­tim. Keyfim yerine gelmişti. Sallana sallana, o güzel pansi­yona doğru ilerliyordum.

Kendimi duşun altına bıraktım. Üzerime yapışan toz­dan arınmıştım. Bedenim iyice gevşeyene kadar sıcak suyun altında kaldım. Elime kitabımı aldım ve yemeğe indim. Karnım zil çalıyordu. Ertesi gün İstanbul’un kar­maşasına tekrar dönecek olma düşüncesi beynimi zorlasa da, muhteşem bir hafta sonu olmuştu benim için.

Sabah horoz sesiyle uyandım. Kendi kendime gülecek kadar mutluydum. Eşyalarımı topladım ve aşağıya indim. Bu küçük ve güzel pansiyonun pek sevimli sahibesi nefis bir köy kahvaltısı hazırlamıştı. Ekmekler sıcacıktı. Dünya varmış. Buraya mutlaka tekrar gelmeliyim diyerek araba­ya atladım. Yol boyu şarkılar, türküler söyledim. Dünkü sıcak havaya tezat, hava birden soğumuştu. Poyraz ortalı­ğı birbirine katmıştı.

Arabadan inip apartmana girene kadar sırılsıklam ol­muştum bile. Posta kutumda biriken fatura ve benzeri şeyleri görünce, gerçek dünyaya geri döndüğümü de anladım. Yarın yine çalış-kazan-öde üçlüsü İçin savaşaca­ğım bir gün olacaktı. Merdivenleri isteksiz adımlarla çı­kıp, küçük ama bir o kadar da şirin daireme girdim. Önce duş aldım. Eşofmanlarımı üzerime geçirdikten sonra bir fincan sütlü kahve hazırlayıp, kaloriferin yanındaki puf minderin üzerine çöktüm.

Ayaklarımı uzattım, evdeki yalnızlığın sesini dinledim. En fazla altmış metrekare olan bu kiralık evden başka ne­yim vardı ki? Koskoca bir hiç…

Bazen düşünürüm, dünyanın nasıl bir adaleti var diye. Kimi bolluk içinde yüzer, kiminin bir lokma ekmeği yok. Sadece standartlar göz önünde tutulduğunda bile insan ah etmeden geçemiyor. Yine de bugünümüze şükür de­yip kendimizi avutuyoruz. Bâzdan şanslı doğar, bazdan şansı yakalar. Ya da kovalar mı demeliyim? Şanslı doğ­madım bu açık ama şans denen o mereti yakalayacağım. Buna kimse engel olamayacak. Ya çalışarak olacak ya da tesadüfen. Ama olacak…

Yetimhane kapılarının gıcırtılı sesleriyle büyüdüm ben. Soğuk duvarlarıyla, yalnız ve çaresiz korkularla itiş kakış büyüdüm. Büyüdük. Şimdiki yetimhaneler düzeldi, eskisi gibi değil diyorlar. Acaba neyi düzelttiler? Hadi bi­nalar, odalar düzeldi. Ya çalışanlar? Hepsi kötü demiyo­rum ama hepsi iyi de değil. Şimdi o günleri düşündüğüm­de, bu günüme şükrediyorum ve yarın için umutlarım artıyor.

Çok çalıştım. Daha ilkokul birdeyken hırslandım. Her zaman, en iyi ve en çalışkan olmaya gayret ettim. Ortao­kulda, lisede bu hep böyle devam etti. Kimseyle konuş­mayan, içe dönük bir çocuktum. Yatılı Anadolu liseleri sınavına girip kazandım. Durmadım. Çünkü bu hayattan kurtulmam gerekiyordu. Daha çok ve daha çok derken Boğaziçi’ni kazandım. Bu benim için hiç de sürpriz olma­dı, çünkü kazanacağımdan emindim. Üniversite yılların­da hem çalışmaya başladım hem de okula devam ettim. Bilgisayar mühendisliği okuyordum. Okulda dereceye girdiğim için olacak, özel bir şirketten çok iyi bir teklif almış, yan zamanlı olarak çalışmaya başlamıştım. Bir sınıf arkadaşımla bekâr evi tutmuş, okul bitene kadar da bera­ber kalmıştık. Hayatım boyunca kazanabildiğim tek dos­tum olarak kaldı o hep. Suna… O bir köylü çocuğu, tıpkı benim gibi mücadele ederek okumuş. O yüzdendir birbi­rimize tutunmamız. Sonraları iş sebebiyle evleri ayırdık, o kendi işine, ben kendi işime yakın evler tuttuk. Trafik ve yoğun çalışma ortamı ister istemez bize bu tercihi yaptır­dı. Vakit buldukça görüşmeye devam ediyoruz Suna ile.

Bu arada benim adım Yağmur. Yetimhane kapısına bırakıldığım gün şiddetli bir yağmur varmış dışarıda. O yüzden adımı Yağmur koymuşlar. Doktor kontrolünden sonra en fazla üç günlük olduğum yönünde bir rapor dü­zenlenmiş. Düşünebiliyor musunuz? Bir anne neden, han­gi sebeple bebeğini o soğukta kapılara bırakır? Sebep ne olursa olsun bu, benim yaşadıklarımı açıklayabilir mi? Bu ketumluğumun, içime kapanıklığımın, çalışma hırsımın, insanlara güvensizliğimin tek suçlusu gerçekten ben mi­yim?

(Özgür)

Kafamdaki ağrı dinmek bilmiyor. Deli midir nedir? Topu aldı ve kafama geçirdi. Hem de bilerek. Kadın ol­masa bilirdim ben ona yapacağımı! Şu hale bak, yarın top­lantım var, alnımda koca bir tepecik! Çocuklara da mas­kara etti beni. Kırk yılın başında bir kez çocukları bir yere götürdüm, orada da manyağın birine çattık! Gerçi biz de kadının kafasına topu fena geçirdik ama… Kazaydı işte.

Oysa çocuklar nasıl da sevindi, değişiklik oldu bu ye­timlere. Keşke daha fazla gezdirebilsem onları… Olmuyor işte, hayat derdine düşünce insan kendini bile unutuyor. Robot gibi çalışıp duruyoruz.

Annemi aramalıyım, merak etmiştir şimdi beni. Onun bana olan düşkünlüğü karşısında bir şey yapamıyorum, hastalık gibi bir şey. Otuz üç yaşındayım ama anlamıyor bir türlü. Bu aralar daha sık hastalanıyor. Genç sayılır aslında ama kendini salıveriyor hayata karşı. Hep yenik, hep yenik…

•Anneciğim.

-Oğlum neredeydin sen? Cebini arıyorum iki gündür kapalı, öldüm meraktan.

-İyiyim annem, şehir dışındaydım hafta sonu için.

-İnsan bir haber verir Özgür, gelmeyecek misin?

Telefonu kapattığımda anneme bir kez daha acırken, babama biraz daha fazla kızdım. Kadıncağıza biraz ilgi gösterse ölür sanki. Neden evlendiklerini bile anlayabil­miş değilim ya da neden hâlâ evli kaldıklarını. Annem çok güzel bir kadındır. Ela gözleri, buğday teninin içinde öyle güzel ışıldar ki. O ışıltılar melek kalbinin, eziyet çeken yü­reğinin ışıltılarıdır aslında. Hem iyilikle hem de hüzünle bakar annemin gözleri.

Hayata karşı güçlü duruşum, belli ki de annemden ge­liyor. Kendime güvenmeyi bana annem öğretti. Okurken, otururken, kalkarken hep, “Başın dik yürümelisin unut­ma,” derdi. Çocukluğumdan bu yana hep sosyal bir insan olmamda bu sözlerin etkisinin olduğundan neredeyse eminim. Bunu babam bile engelleyemedi. Katı yüreklidir benim babam. Çizilmiş kesin çizgileri vardır onun. Ço­cukken korkumdan yanında ağlayamazdım bile. Erkek adam ağlamaz! Erkek adam şöyle olur, erkek adam böyle olur. Bilmez ki esasında kalbinde ne varsa ancak onu ola­biliyorsun. Ne bir adım geri ne bir adım ileri…

Ne var ki bizim evin katı kuralları bile bana boyun eğ­dirmeye yetmedi. Babam, “Dışarı çıkmak yasak! Hele şu kapıdan bir çık bakalım neler olacak görürsün,” dediğin de, öyle mi, hiç sorun değil diye düşünüp, kapı yasaksa pencere var derdim kendi kendime. Çok atlamışımdır pencerelerden aşağıya. Vız gelirdi bana yasaklar. Kimse benim özgürlüğümü engelleyemedi. Ben ismim gibi öz­gürdüm sonuçta.

Babadan kalma bir tekstil firmamız var, hâlâ onu yöne­tiyorum. Babam elini çektiğinde, Osmanbey’de küçük bir binadaydık. Birkaç eski ve köklü müşteriden başka pek bir şeyimiz yoktu. Babam garantici adamdır, pek öyle dallanıp budaklanmayı sevmez. Tekstil mühendisliğini bitirdiğimde iki yıl babamla birlikte çalıştık. Sonra o kendini geri çekti.

İş bana kalınca önce müşteri portföyünü geliştirip sağlamlaştırdım. Sık çıktığım yurt dışı seyahatleri kadar herkesin malumu karizmam da bu işi kolaylaştırdı. Sabah­lara kadar çalıştığım zamanlar oldu. Büyümeye başladık. Mezun olduğumda, daha yirmi iki yaşındaydım. Aradan on bir sene geçti. Artık Osmanbey’deki babadan kalma küçük binamıza veda etme zamanıydı. Daha büyük ve teknolojik olarak daha yeni makinelerle kurulmuş yeni fabrikamıza taşınıyoruz. Bu yeni binadaki her şeyin detay­lı kontrolü ve giriş çıkışların emniyetli olması için tekstil sektörüne özel bir yazılım programına ihtiyacımız var. Yarın onun için toplantıya gelecek birkaç firma var.

Bugün çok yoğun bir tempoyla başladık güne. Önce imalat toplantısı yaptık. Bu toplantılar her zaman kavga ve gürültüyle geçer. Modelhane şefleri planlama şeflerine bağırır, bir diğeri diğerine… Toplantıda ben olmasam her hafta bunlar birbirini yer gerçekten diye düşündüğüm çok olmuştur. Bizim sektörde İşler pek streslidir.

Cumartesi günü alnıma yediğim topun zonklaması hâlâ devam ediyor, öyle bir şiş ki, neredeyse moraracak.

Beynim şimdiden kazan gibi oldu. Umarım bilgisayar­cılar biraz gecikir de ben de kafamı toparlarım bu arada.

Çok değil, on dakika dinlenmeden sekreterim arayıp, “Özgür Bey, Rota Yazılım’dan misafirleriniz geldi,” dedi.

•İçeri al.

(Yağmur)

Bugün biraz düzgün giyinmeli. Aslında şirket biz bilgi­sayar mühendislerin giyimine kuşamına katışmıyor. Bizleri zorlamıyorlar, yaratıcı zekâmızı engellememek adına hiç kasmıyorlar. Ama bugün başka… Önemli bir iş görüş­mesi var, onun için dikkat etmek istiyorum. Hatta biraz da makyaj lazım…

Dolaptan boğazlı nefti yeşil, hem şık hem spor bir elbi­se çıkarıyorum. Saçlarımı ortadan ayırıp ensemde atkuy­ruğu yapıyorum. Çok uzadılar, bir ara kolayına bakmalı bu saçların. Aynada seyrederken kendimi yine dalıyorum. Niye bu kadar uzun bu saçlar bilir inisiniz? Yetimhanede hep kısa kesildi saçlarımız bitlenmesin diye. Oradan ayrıl­dığımdan beri hiç kısa kestirmedim saçlarımı. Uçlarından aldırdım ama hep uzun oldu. O yılların acısını çıkarırcası­na, belime salınmasına izin verdim hep.

Benzer İçerikler

Belleğin Girdapları | Behçet Çelik

yakutlu

Bir Modernlik Zemini: Barok Aşırılık | Mehtap Serim

yakutlu

Dik Bayır | Abbas Sayar

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy