Kayıp Kapının Anahtarı | Güzin Öztürk


Kuş Olsam Evime Uçsam’la tanıdığımız Güzin Öztürk’ün yeni romanı Kayıp Kapının Anahtarı, dostluk ve dayanışmayla her sorunun üstesinden gelinebileceğini anlatan, fantastik öğelerle bezeli bir “kendini arayış” öyküsü.

Farklılıklara sahip olmanın insanları ayrıştırmadığına, bilakis onları zenginleştirdiğine vurgu yapan bu sürükleyici kitap, Gaia Gezegeni’nde yaşayan Arven adında bir kız çocuğunun, Saklı Orman’a doğru çıktığı yolculuğu büyüleyici bir maceraya dönüştürüyor.

10 yaş ve üzeri okurlarını bir görünüp bir kaybolan esrarengiz bir kapının peşine düşürerek serüvene dâhil eden yazar, “normal” ve “tuhaf” kavramları üzerine keşiflerle dolu bir okuma deneyimi sunuyor.

Arven hiçbir zaman kendisi gibi davranamadı. Sırf diğer çocuklardan biraz farklı diye, herkes onunla dalga geçti, eğlendi. Oysa Arven şimdilerde ilk kez kendini önemli hissediyor. Çünkü başka kimselerin başaramayacağı çok önemli bir görevi var: Tuhaflıklar Kapısı’nı bulmak ve oradaki “tuhaflar” ile ait olduğu gezegendeki “normal” insanlar arasında bir bağ kurmak… Gaia’nın ona ihtiyacı var. Bu yüzden başarısız olamaz. Olmamalı da. Ne yapıp edip Gaia’nın hastalanan ruhu için yardım elini uzatmalı. Peki, Arven buna hazır mı? Hele ki bir çiçek ve dikenle birlikte Saklı Orman’da yapayalnızken…

Düşle gerçeğin iç içe geçtiği sağlam kurgusuyla fark yaratan Kayıp Kapının Anahtarı, çiçeklerin kokusunu kaybettiği, yanardağların ağladığı, arıların bir bir yok olduğu, “karanlık” bir evren resmederek, adım adım felakete sürüklenmekte olan Dünya’mızın geleceği hakkında önemli öngörülerde bulunuyor.

Küçük Arven’in fiziksel farklılığını yüceltip sıradanlaştırarak, karşılıklı ilişkilerde önyargının ve hoşgörüsüzlüğün hiçbir zaman kabul görmeyeceğinin altını çizen Güzin Öztürk, her güzel şeyin inanmakla başladığını ve önemli olanın daima ilk adımı atmaktan geçtiğini hatırlatıyor.

Bölümler

Gaia Gezegeni……………………………………………………………………………………….7
Arven, Karunka ve Uff……………………………………………………………………..11
Neverul…………………………………………………………………………………………………..35
Kayıp Koku ………………………………………………………………………………………….40
Yalnız Dağ……………………………………………………………………………………………..47
Sürke’den Kaçış …………………………………………………………………………………. 58
Suya Anlat!……………………………………………………………………………………………88
Tarukh Nehri ve Tepegöz ……………………………………………………………..99
Tuhaflıklar Kapısı ……………………………………………………………………………106
Bal Arısı Noa ……………………………………………………………………………………..116
Pelerün ve Luka ………………………………………………………………………………..123
Tuhaflıklar Kapısı’nda Büyük Buluşma ………………………………….131
Saçların Bir Elma Gibi Kızarsın İstiyorsan ………………………….138

GAİA GEZEGENİ 

Gaialıların bir inanışı vardır: “Gaia’nın ruhu, arıların kanatlarındadır.” Dünya halkından bazı insanlar, yaklaşık yüz yıl önce şans eseri Gaia Gezegeni’ne gelirler. Gezegenin, gözleri kamaştıran yeşil ormanları, ağaçlarla kaplı dağları, içince şekerli olduğunu düşündürtecek akarsuları, onları büyüler. Gaia’nın konuksever halkına, kaydettikleri son arının son kanat çırpış sesini ve soluk mavi nokta adını verdikleri Dünya’nın bir fotoğrafını hediye ederler. Dünya’nın fazla zamanı kalmadığını anlatırlar. İçlerinden biri, Gaia’da yaşayan her canlının bir ruhu olduğu uyarısını unutur, renkleri ile büyülendiği bir çiçeği dalından koparır. Çiçeğin köklerini saldığı toprak parçası kararır, kurur ve gözyaşı döker. Bu beklenmedik ziyaret onların son ziyareti olur. Gaia’nın kapıları Dünya halkına sonsuza kadar kapanır.

Gaia’da yaşam, yeryüzündeki yaşamdan farklıdır; orada teknolojiden ve gürültüden uzak, eski büyülerin korumasında bir hayat sürerler. Ne fabrika vardır ne araba. Çiftçilik ve balıkçılık ile uğraşırlar. Toprak onlar için çok değerlidir. Bu yaşam tarzı kendi seçimleridir. Gezegene, vasatusaların büyülü güçleri ile yaptıkları kapıdan başka giriş yoktur. Bu kapıya, Tusa Yarığı denir ve orası sadece gelişler içindir. Bir Gaialı başka bir gezegende yaşayamaz ve Tusa Yarığı, Gaialılar için dışa açılmaz.

Ataları Zaliah’ın vasiyeti şöyledir: “Her kim, Gaia’ya gelmek isterse hoş karşılansın. Burada kalabilmesinin şartı, Gaia’nın ruhuna ihanet etmeden yaşamaya söz vermesi ve bu sözü tutmasıdır. Ziyaretçilerden her kim ki sözünü tutmaz ve Gaia’nın ruhuna zarar verir, havasını, toprağını ve suyunu zehirler; Tusa Yarığı’na bırakılsın. Bu onlara en büyük cezadır, kovularak giden asla evine dönemez. Artık uzaydaki boşluğun bir parçasıdır. Gaialılardan da her kim ki bu kurala uymaz, sonumuzu hazırlayacağını unutmasın.” Dünya insanlarının gezegenden kovulduğu gün, dalından koparılan çiçeğin ruhu ve yapılanı unutmamak için, Tihuan adını verdikleri kasabanın ismini Dünya diliyle yazılan Şefkatya olarak değiştirirler. Şimdilerde, Gaia’nın ruhunda, sebebini henüz anlayamadıkları bir acı hissediyorlar. Son arının son kanat çırpışının sesi içlerini burkuyor ve korkuyorlar.

ARVEN, KARUNKA VE UFF 

“Her güzel şey, inanmakla başlar küçük balık! Ama önce yüzmeyi öğrenmen gerek! Kalbinden kelebekler çıkan bir kız nasıl tuhaf olabilir? Onların nereye uçtuğunu merak etmiyor musun? Sana söylemek istedikleri şeyler var…” Konuşurken dudakları kıpırdamıyordu. Gözleriyle konuştuğuna yemin edebilirim. İlk kelebeğim tam da onun karşısında kalbimden çıkıvermişti. Kulakları yaprağa benziyor, saçları beline kadar iniyordu. Kendi güneşini tepesinde taşıyordu. Etrafı o kadar parlaktı ki yüzünü tam olarak göremedim. Sesi, “Her şey yoluna girecek,” der gibiydi. Ama size onunla tanıştığım bu ânı anlatmadan önce, okuldan koşarak çıkıp ormana sığınmama neden olan olaydan biraz bahsetmeliyim.

Öğretmenimin, kulağımı çeker gibi söylediği o sözler: “Sen kenarda bekle Arven! Hasat şenliğine katılmayacaksın! Biliyorsun ki şenlik, çıplak ayak yapılıyor. Ayaklarının dikkat çekmesini istemezsin, öyle değil mi?” Bir öğretmenin söyleyebileceği en kırıcı sözler bunlar olsa gerek. Bazı arkadaşlarım da ayak parmaklarımla dalga geçerdi. Ne zaman burnu açık ayakkabılarımı giysem gözleri takılır, sormadan duramazlardı: “Dokununca canın acıyor mu?” “Neden öyle parmakların? Hasta mısın?” “Ayakların çok çirkin!” “Tuuuhaaaaf yaraatıııık, tuuuuhaaaf yaraaatııık!” O anlarda gözyaşlarıma engel olamazdım; ağladığımı görmelerini istemez, bulabildiğim ilk ıssız yere sığınırdım. Bir keresinde, okulun malzeme deposuna saklanmak zorunda kalmıştım. Hüngür şangır ağlarken ve yüksek sesle “Aptal bitişik parmaklar, şapşal ucube!” diye bağırırken, aslında yalnız olmadığımı, temizlik görevlisinin, kovaları yere düşürmesinden sonra fark etmiştim. “Haklısın,” diyordu. “Zor, değil mi?” Kepçe kulaklarını tutup fillerin yaptığı gibi iki yana dalgalandırdı. Kendimi tutamadım, gülmeye başladım. O günden sonra ne zaman canımı sıksalar kendimi orada buldum. Adı Zela’ydı. Gerçekten de yüksek bir yerden atlasa uçabilecek kadar büyük kulakları vardı. Bana çok güzel görünüyordu, eşsiz görünüyordu.

“Bir gün atla sırtıma da havalara uçalım,” diyerek, bana takılıyordu. Kulakları hakkında tek bir söz etmesem de gözlerimi alamadığımdan, tüm dikkatimin başının iki yanında olduğunu anlıyordu. Kapı’dan bahseden de ilk oydu. Büyük büyükdedesi aramış ama bulamayınca iki kepçe kulakla köye geri dönmek zorunda kalmış. “Ben aramaya gerek duymadım, kimse bulamıyor. Bulanlar varsa da bilmem, bilemem, bilmek de istemem,” diyordu. Köyün nasıl bu hale geldiğini anlatıyor, sonra da ailesinin dış görünüşü ile ilgili büyük büyükdedesini suçluyordu: “Küçükken bir arkadaşı varmış, dedem, resim dersinde ona, ‘Hey kepçe, kırmızı boya kalemini verir misin?’ diye seslenmiş. Arkadaşı onunla bir daha konuşmamış. ‘Ertesi gün bu büyük şeylerle uyandım,’ demiş. ‘Cezalandırıldım.’ Haklıydı, çünkü doğan tüm çocukları ve torunları kepçeydi.” Eliyle tekrar, ışık vurunca pembeleşip saydamlaşan kulaklarına dokundu, gülümsedi. “Pek dert etmiyorum artık, kapı mapı ilgimi çekmiyor.” Bana da arkadaşlarım bazen, “Git bize çeşmeden su doldur! Yapmazsan, kalemlerini çöpe atarız!” diyorlardı.

Bunları söylerken gülüyorlardı. Beni sevsinler, benimle oynasınlar istiyordum. İstedikleri her şeyi yapıyordum. Bir kerecik ‘hayır’ diyecek oldum, ertesi gün kalemlerimi çöpte buldum. Haftada en az bir kere ‘En büyük tuhaf’ ilan ediliyordum. Sadece bitişik parmaklarımla değil, çillerim ve kırmızı saçlarımla da dalga geçenler vardı. Bana “Soğan kabuğu” diyorlardı, “üstelik kötü kokar.” Sadece gülümsüyordum; içimde ise Tarukh Nehri vardı da kabarıp sele dönüşüyor, okulumuzu yok ediyordu. Bana böyle davrandıklarında, bir sabah herkes kırmızı saçlarla ve bitişik parmaklarla uyansın diye Gaia’dan dileklerde bulunuyordum. Her sabah aynaya bakıyordum, saçlarım eski parlaklığını ve kızıllığını kaybediyor diye üzülüyordum. Üzüldükçe çirkinleşiyor, soluyordum. En son, yemeğini kantinden taşımadığım hırçın ve kötü kalpli çocuk;

“Tipsiz Arven! Yapışık parmaklı yaratık,” deyince, kendimi depoda buldum. Hıçkırıklara boğularak olan bitenleri Zela’ya anlattım. Bana sadece şunları söyledi: “Saçlarının bir elma gibi kızarmasını istiyorsan belki de daha sık hayır demelisin. Biricik olduğunu unutmuşsun Arven, bunun ne anlama geldiğini kavrayabiliyor musun?” O an kavrayabiliyordum ama ertesi gün yine unutuyordum. Bana iyi davranan arkadaşlarım olsa da kötü davrananları aklımdan çıkaramıyordum.

Ne anlatıyordum? Ah evet! Bayan Habista’nın o sözlerinden sonra, hızlı hızlı nefes almaya başladım. Artık dayanamıyordum. Köyümüzdeki bütün havayı solusam yetmeyecek gibiydi. Hem, bunu yaparsam bu sefer de bana, “Bütün havamızı tükettin, bir işe yaramaz mısın sen?” demeleri mümkündü. Açıkçası bunun olmasını istemezdim. Birazdan anlatacaklarımla beni anlayacaksınız, her türlü tuhaflığı yapabileceğime inanmaya başladım. Neden böyleyim? Neden diğer normal çocuklar gibi güzel değilim? Neden ayak parmaklarım bitişik?

Öğretmenimin sözleri kulaklarımda yankılanıyor, zihnimin içinde sürekli aynı şeyler tekrarlanıyordu. Okulun bahçesinde, çevremde daire şeklinde bekleyen arkadaşlarım, parmaklarıyla beni işaret edip gülüyormuş gibi geliyordu. Bayan Habista, kalbimi eline almış, kâğıt parçası gibi buruşturup çöpe atmıştı. Çöpe düşerken çıkardığı sesi duyduğuma neredeyse eminim. O kadar üzülmüştüm ki kalbim, kayarak mideme kadar indi. Ya da bana öyle geldi, bilmiyorum. Herkesten uzaklaşmak, görünmez olmak istiyordum. Normal insanları arkamda bırakarak (ben onlara normal diyorum, çünkü onların hiçbir yeri yapışık değil) koşmaya başladım. Ne kadar koştum, bilmiyorum! Tuhaflıklar Kapısı’na gitmek istiyor ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Zela, nerede olduğunu kimsenin bilmediğini ve bugüne kadar yalnızca birkaç kişiye göründüğünü söylemişti. Ben de tuhaf olduğuma göre, kapı belki bana da görünebilirdi. Bunun gerçekleşmesi için elimden geleni yapmaya hazırdım. Bu düşüncelerle nefes nefese koşarken Neverul’dan çok uzaklaşmıştım. Bulunduğum yere daha önce hiç gelmediğimi fark ettiğimde artık çok geçti… Kaybolmuştum… Yabancı bir sesle irkildim.

“Merhaba küçük balık! Adım Karunka!” O anda kuşlar cıvıldamayı bıraktılar, rüzgâr esmekten vazgeçti. Yapraklar kımıldamayı istemediler, derin bir sessizlik oldu. Pat diye önümde bitivermişti. Nereden çıkmıştı? Nasıl fark edememiştim? Gözlerimi ovuşturup dikkatlice bakınca, bütün bedeninin çiçeklerden oluştuğunu gördüm. Eyvah, sanırım küçük dilimi yutmuştum! Dudaklarımın arasından, “Ar…ve…ahh…” gibi bir şey çıktı. Adımı söylemek istedim ama söyleyemedim. Bana yaklaştı. Hareket ederken başının üstünden, kolları ve bacaklarından minik çiçekler uçuyordu. Hem dönüyor hem de dans ediyorlardı. Uçan ve dökülen çiçekler, bir süre sonra geri dönüyor, yine Karunka’ya yapışıyordu. “Hey, duydun mu, sana dedim! Burada seni bekliyordum. Tuhaflıklar Kapısı’nı arıyorsun değil mi?” Kalbimdeki kıpırtılar çoğalmaya başladı.

Benzer İçerikler

Nasıl Darbe Yapılır – Ömer Özkaya – Online Kitap Oku

yakutlu

Ölümün Soğuk Sesi – Jane Casey – Online Kitap Oku

yakutlu

Osmancık | Tarık Buğra | Birazoku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy