Kayıp Kitap Avcıları 1 – Peter Pan’ın İzinde | Pierdomenico Baccalario


Tuhaf şeyler oluyor.

Önce herkesin kitapçılarda kuyruk olup beklediği “şimdiye kadar yazılmış en güzel öykü” kimse onu okuyamadan ortadan kayboldu. Sonra, Alba ve Diego kardeşler en sevdikleri kitap Peter Pan’ı okurken aslında öyküde hiç olmaması gereken bir sahneye rastladılar: Kaptan Kanca’nın lazer tabancası kullandığı bir sahneye!

Bir tarafta kimse okuyamadan ortadan kaybolan yepyeni bir kitap, diğer tarafta içine tuhaf karakterler sızan ünlü bir klasik. Bu ikisi arasında bir ilişki olabilir mi?

Alba ve Diego hem kayıp kitabı bulmak hem de Peter Pan’ı eski haline döndürmek zorundalar. Ama bunun için önce kendilerinin de bu öyküye sızmaları gerek. Kitapçılardan oluşan çok gizli bir örgüt onların Peter Pan’ın sihirli dünyasına girmelerine yardım edecek.

Sonra mı? Sonrası hayal edebileceğinizin bile ötesinde.

E J D E R H A
AVC I L A R I

Alba ve Diego Barselona sokaklarında koşuyordu, ortaçağ şövalyeleri gibi dörtnala ilerlerken sırt çantaları omuzlarında zıp zıp zıplıyordu. Teyzeleri Beatriz’in kitapçısına giderken hayal ettikleri dünya tam da böyle bir yerdi işte: Zırhlı şövalyeler, gizemli büyücüler, devler ve perilerle kaplıydı. Barrio Gótico’nun arnavutkaldırımı sokakları maceralarla dolu hayalleri için eşsiz bir mekândı, yemyeşil bir avlunun kemeri altında ya da görkemli gargoylelerin gölgesinde durup bir düelloya tutuşmaya veya kendi uydurdukları sözcüklerle büyü yaparak birbirlerini kurbağa dönüştürmeye bayılıyorlardı. Yine de en çok ejderha avlamayı seviyorlardı.

Ne de olsa Barselona bir ejderha şehriydi. Teyzeleri Bea’nın dediğine göre bu pullu yaratıkların en aşağı bin tanesi şehrin sokaklarını, meydanlarını ve caddelerini süslüyordu; dünyanın başka hiçbir şehrinde sayıları bu kadar çok değildi. Hiç şüphesiz haklıydı; bu, tam da Bea Teyze’nin bileceği türden bir şeydi. Belki çok azıcık abartıyor olabilirdi sadece. Ejderhalar gerçekten de her yerdeydi; taştan yapılma kara gözleriyle kiliselerin ve Eski Şehir’in kulelerinden sizi izliyor, lambalara sarılmış duruyor, mermer çeşmelerde ağızlarından su püskürtüyor yahut şık kapı tokmaklarına dönüşmüş bekliyorlardı.

Kolomb heykelinin çevresinde sekiz bronz ejderha vardı mesela, son derece ciddi bir ifadeyle kalkanlarını kuşanmış duruyorlardı. Alba ve Diego farklı farklı San Jordi heykellerinde yirmiden fazla ejderha saymıştı. Bu ejderha gezisinin en heyecan verici anlarından biriyse, Condes Oteli’nin balkonlarında, tam bir ejderha istilasıyla karşılaşmaları oldu: Tek bir seferde koleksiyonlarına tam 556 ejder eklenmişti! Ama o kadar uzaklara gitmeye gerek yoktu aslında. Okullarının kapısından çıkıp da Bea Teyze’nin kitapçısına varıncaya kadar Alba ve Diego 39 ejderha görmüştü.

Hemen her gün geçtikleri bir yoldu bu ve sayı, girdikleri sokaklara göre değişiyordu. Eski katedralin arkasındaki dar bir sokağın ortasında durup, “Şurada bir tane var!” diye bağırdı Alba. “Nerede?” diye sordu Diego şüpheli bir edayla arkasını dönerek. “Daha önce bu sokaktan milyonlarca defa geçtik ve hiç ejderha falan görmedik.” “Bak, şurada, yukarıda, tam köşede!” Alba yükseklerde duran, kararmış bir gargoyleyi gösteriyordu. Sırt çantasını yere koydu ve çantasından kardeşinin daha iyi görebilmesi için bir dürbün çıkardı.

Alba’nın gözleri kartal kadar keskindi, hemen her zaman ejderhaları o buluyordu zaten. Hele de öyle çok görünür olmadıkları zaman; mesela Casa Batlló’nun çatısındaki renkli pulları ya da gotik kemerlere veya kraliyet kalkanlarına gizlenmiş ufacık ejderleri gören hep Alba oluyordu. “O bir ejderha değil! Bir griffon,” diye isyan etti plastik, küçük, sarı dürbünle bakan Diego. “Ne diyorsun sen ya?” “Ne duyuyorsan onu işte.” Ejderha, canavar ve genel olarak tüm fantastik yaratıklar konusunda Diego bir uzmandı. En azından öyle olduğunu göstermeye çalışıyordu. “O halde söyle bakalım Bay Zeki, aralarındaki fark nedir?” diye sordu Alba at kuyruğu yaptığı kahverengi saçıyla oynayarak. Diego, Alba’dan on ay küçüktü. Bu yüzden yaratıklar ya da herhangi başka bir konudaki üstünlüğü Alba’nın sinirine dokunuyordu.

“Griffonlar kartal kafalı ve kartal kanatlı olur, kuyruklarıyla ayaklarıysa aslan kuyruğu ve aslan ayağıdır. Bu gargoylenin gagası var bak…” “O bir gaga değil!” “Gaga ama eskimiş ve biraz yıpranmış, o yüzden pek belli olmuyor.” “Saçmalık!” “Hem kanatlarına baksana,” dedi, dürbünü kız kardeşine uzatarak. “Ejderhanınkiyle alakası yok.

Bunların tüyleri var!” Alba dürbünle taş yaratığa dikkatle baktı. Bunu kabul etmek sinirine dokunuyordu ama küçük kardeşi haklıydı. Uçları eski binanın duvarını işaret eden dik kanatlarında gerçekten de tüyler vardı. Belki şu da hakikaten bir gagaydı. Fakat henüz hatasını kabul etmeye hazır değildi. “Neyse, başka bir gün karar veririz. Şimdi vaktimiz yok. Olası bir aday olarak kayda geçiriyorum.”

“Nasıl istersen,” dedi Diego ama pek de ikna olmuş değildi. Alba sırt çantasından son ejderha defterini çıkardı; şehirdeki ejderhaları not aldıkları bir dizi defter tutuyorlardı. Defterin adı büyük harfle ve güzel bir el yazısıyla yazılmıştı:

Aragorn Krallığı’ndaki
Ejderha Şehrinin
Dev Sürüngenler Kataloğu

Neredeyse bütün kapağı kaplayan başlığın altında, köşeye sıkışmış bir şövalyenin kalkanına alev püskürten boynuzlu ve görkemli bir ejderha resmi vardı. Alba’nın resmi daha iyi olduğundan tüm defterlerin kapağını o çizmişti, hatta sadece kapak çizmekle de kalmıyordu, gördükleri tüm türleri deftere geçirmek, diş sayılarından tutun da derilerindeki pullara kadar, en ufak bir detayı atlamadan ejderlerin resmini çizmekle de yükümlüydü. Ağzı daha iyi laf yapan Diego ise bu sırada her ejderha için bir isim ve hikâye uyduruyordu.

Güell Çiftliği’nin demir parmaklıklarında bekçilik yapan, dikenli kanadı ve sarmal bir kuyruğu olan o görkemli ejderhanın adı Felaketus Ejderus idi mesela. Diğerlerinin isimleri daha eğlenceliydi; mesela Casa de los Paraguas’ın köşesinde, havada kıvrılmış duran o şişko, renkli Çin ejderinin adı, arka patilerinde zümrüt yeşili bir yelpaze tuttuğundan Yelpazeli Çinli idi. Ateş Kralı, Kıvrık Kuyruk, Triplodocus: Diego’nun her biri için bir adı vardı. Condes Oteli’ndeki 556 küçük ejder hariç. Tek seferde bu kadar çok isim uydurmak onu aşıyordu ve isim koymaktan kurtulma bahanesi olarak harika bir hikâye uydurmuştu: Bebek ejderler, annelerini bulmak için oteli kuşatmışlardı. Daha yeni doğdukları için anneleri onlara henüz bir isim koymamıştı tabii ki! Alba yeni bir sayfa açtı ve bulundukları yeri not etti. Sonra da şu satırları yazdı:

Muhtemelen bir ejderha (ya da griffon). Düz, yatay kanatları olan taş bir gargoyle. Sınıflandırmayı gözden geçir. “Hadi Alba, acele et… Bea Teyze bizi bekliyor. Kitap bugün çıkıyor. Bak sonra bize kalmayacak ha!” “Biliyorum,” dedi her şeyi sırt çantasına tıkıştırırken dar sokakta koşmaya başlayan kız kardeşi, “peki ama bize bir tane ayırmayacak mıydı?” “Öyle umuyorum ama ayırmazsa bu senin suçun olacak.” Diego Alba’yı geçti ve koşarken K AY I P K I TA P AVC I L A R I 9 eliyle yukarıyı işaret etti. “Hepsi de aptal bir griffon yüzünden!” “Muhtemelen bir griffon.

Sadece bir dakikamı aldı …” Bahsettikleri kitap sıradan bir kitap değildi. Okumak için sabırsızlandıkları bir kitaptı; üstelik sadece onlar değil, dünyadaki tüm çocuklar bu kitabı okumak için sabırsızlanıyordu. Gizemli bir kitaptı. Neredeyse hiç kimse ne konusunu ne de içindeki karakterleri biliyordu ve pek az kişi okuma ayrıcalığına erişmişti. Yazarı bile merak konusuydu. Adı Lucy Ferrier’di ama hiç kimse kim olduğunu, nerede yaşadığını ya da başka bir kitap yazıp yazmadığını bilmiyordu.

Tüm günü ellerinden düşürmedikleri Z-Game tabletlerinde oyun oynayarak geçiren okuldaki çocuklar hariç, kimse başka bir şey hakkında konuşmuyordu sanki. Tabii bir de Alba ve Diego’nun böylesi eğlenceli şeylerden bahsedecek vakti olmayan, her daim çok meşgul annesi ve babası hariç. Fakat geriye kalan herkes, iyi bir kitap okumayı seven herkes, bu kitabı heyecanla bekliyordu. Korsanlarla, ejderhalarla, uzay gemileriyle, cücelerle dolu gerçek bir macera başlamak üzereydi sanki. Kısacası harika bir öyküde olabileceğini hayal ettiğiniz her şey vardı bu kitapta. Edebiyat öğretmenleri Bay Pampanas, bitme ihtimaline karşı tüm öğrencilerine kendileri için birer kitap ayırtmalarını tavsiye etmişti. Bea Teyze hafta sonu, kitap daha piyasaya çıkmadan, eline bir tane geçeceği sırrını vermişti onlara ve çocuk gibi heyecanlıydı. Haberlerde, reklam panolarında, televizyonda, her yerde bu kitap vardı. Bu pek de şaşırtıcı değildi aslında. Şimdiye kadar yazılmış en güzel öykü söz konusuydu çünkü!

Benzer İçerikler

Demiryolu Çocukları | Edith Nesbit

yakutlu

https://www.birazoku.com/kacis-odalari

yakutlu

Kaça Bölersin? | Güzin Öztürk

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy