Combray
I
Uzun zaman, geceleri erkenden yattım. Bazen, daha mumu söndürür söndürmez, gözlerim o kadar çabuk kapanıverirdi ki, “uykuya dalıyorum” diye düşünmeye zaman bulamazdım. Aradan yarım saat geçtikten sonra da, artık uykuya geçme vakti geldiği düşüncesiyle uyanırdım; hâlâ elimde zannettiğim kitabı bırakıp ışığımı söndürmek isterdim; az önce okuduklarım hakkında fikir yürütmeye, uyurken de devam ederdim, ama fikirlerim biraz farklı bir seyir izlerdi; kitapta sözü edilen şey, benmişim gibi gelirdi bana; bu bir kilise de olabilirdi, bir dörtlü de, I. François’yla Şarlken arasındaki rekabet de. Bu sanı, uyanışımdan sonraki birkaç saniye boyunca da varlığını sürdürürdü; mantığıma aykırı düşmez, ama gözlerime çekilmiş bir perde gibi, mumun artık yanmadığını fark etmemi engellerdi. Ardından da, önceki hayatta var olan düşüncelerin ruh göçünden sonra bilinmez olması gibi, benim için anlaşılmaz bir hale gelmeye başlardı; kitabın konusu benden kopardı, onu düşünüp düşünmemekte serbest olurdum; aynı anda, görme duyuma kavuşur, etrafımda, gözlerimi, belki daha çok da zihnimi dinlendiren, hoş bir karanlık bulunca çok şaşırırdım; zihnim bu karanlığı sebepsiz, anlaşılmaz, gerçekten karanlık bir şey olarak algılardı. Saatin kaç olduğunu merak ederdim; uzaktan duyduğum tren düdükleri, tıpkı bir ormanda öten kuşlar gibi, mesafeleri vurgular, ıssız kırların enginliğini betimlerdi, kırın ortasında, yakındaki istasyona doğru hızlı hızlı ilerleyen yolcuyu hayal eder, yeni yerlere, alışılmadık hareketlere, az önceki sohbete, kendisine gecenin sessizliğinde hâlâ eşlik eden, yabancı lambanın altındaki vedalaşmalara ve yakında yaşayacağı dönüş huzuruna borçlu olduğu heyecan sayesinde, izlediği bu küçük yolun, hafızasına nakşolacağını düşünürdüm.
Yanağımı, bir şefkat duygusuyla, yastığın, tıpkı çocukluğumuzdaki yanaklar gibi tombul ve körpe olan güzel yanaklarına gömerdim. Saatime bakmak için bir kibrit çakardım. Neredeyse gece yarısı. Mecburen seyahate çıkıp geceyi bilmediği bir otelde geçirmek zorunda kalan hastanın, bir nöbetle uyandığı ve kapının altındaki ışık huzmesini görerek sevindiği an. Ne mutluluk, sabah olmuş bile! Hizmetkârlar az sonra kalkar, zili çaldığında imdadına gelirler. Acılarının dineceği umudu, ıstırabına katlanma metaneti verir hastaya. İşte, ayak sesleri duymaktadır; sesler yaklaşır, sonra uzaklaşır. Kapının altındaki ışık huzmesi yok olmuştur. Saat gece yarısıdır; havagazını kapatmışlardır; son hizmetkâr da gitmiştir ve bütün gece çaresiz ıstırap çekmesi gerekecektir.
Tekrar uykuya dalardım, ara sıra, bir iki saniyeliğine, doğramaların canlıymışçasına çıtırdamasını işitecek kadar, gözlerimi açıp karanlığın kaleydoskopuna bakacak kadar, anlık bir bilinç ışıltısı sayesinde, eşyaları, odayı ve benim yalnızca küçücük bir parçası olduğum ve duyumsuzluğuna hemen dönüverdiğim bütünü sarmalayan uykunun tadına varmaya ancak yetecek kadar kısa sürelerle uyanırdım. Bazen de uykumda zahmetsizce, hayatımın ilk yıllarına, sonsuza dek geçmişte kalacak bir yaşa döner, çocukça korkularımdan birini, mesela –benim için yeni bir dönemin başlangıcını simgeleyen– saçlarımın kesildiği güne kadar yaşadığım bir korkuyu, büyük amcamın buklelerimi çekmesi korkusunu tekrar yaşardım. Uyurken saçlarımın kesildiğini unutmuş olur, büyük amcamdan kurtulabilmek için uyanmayı başardığım an, derhal hatırlardım, ama rüyalar âlemine geri dönmeden önce tedbirimi alıp başımı sımsıkı yastığıma gömerdim.
Bazen, uykumda, bacağımın ters bir duruşundan, Âdem’in kaburgasından Havva’nın doğuşu gibi, bir kadın doğardı. Tatmak üzere olduğum hazzı, bana, hazdan vücut bulmuş olan bu kadının sunduğunu zannederdim. Sıcaklığımı onun bedeninde hisseden bedenim onunla birleşmek isterdi, uyanırdım. Yanından henüz bir iki saniye önce ayrıldığım bu kadınla karşılaştırınca, diğer insanlar bana pek uzak gelirdi; yanağımda öpücüğünün sıcaklığını hissederdim, vücudum onun ağırlığı altında ezilmiş olurdu. Bu kadın, bazı defalar olduğu gibi, hayatta da tanımış olduğum bir kadının hatlarına sahipse eğer, bütün benliğimle tek bir amaca, tıpkı arzuladıkları bir şehri gözleriyle görmek için seyahate çıkan ve hayalin büyüsünü gerçeklikte tadabileceklerini zanneden insanlar gibi, ona kavuşmaya hasrederdim kendimi. Hatırası yavaş yavaş silinirdi, rüyamdaki kızı unuturdum.
Uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralanmasından oluşan bir halkayla çevrelenmiştir. Uyanırken, içgüdüsel olarak bunlara başvurup yeryüzünün hangi noktasında olduğunu, uykuya daldığından beri ne kadar zaman geçmiş olduğunu bir çırpıda okuyuverir; ne var ki sıralamalarda karışıklıklar, kopukluklar olması mümkündür. Gece uykusuzluk çekip sabaha karşı, alışılmışın çok dışında bir pozisyonda, elinde kitabıyla uyuyakalmışsa mesela, havada kalmış olan kolu, güneşi durdurup geriletmeye yeter, uyandığı anda, saati bilemez, az önce yattığını zanneder. Daha da ters ve farklı bir konumda, mesela akşam yemeğinden sonra bir koltukta oturur halde uyuklarsa, o zaman yörüngesinden çıkan dünyalar iyice allak bullak olacak, sihirli koltuk zamanda ve uzayda son sürat dolaştıracaktır kendisini; gözlerini açtığı an, birkaç ay önce, başka bir ülkede yatmış olduğunu zannedecektir. Ama benim kendi yatağımda bile, zihnimi tamamen gevşeten derin bir uykuya dalmam, zihnimi yattığım mekânın düzleminden koparmaya yeterdi, gecenin ortasında uyandığım zaman, nerede olduğumu hatırlamadığım için, ilk anda kim olduğumu dahi bilmezdim. En ilkel, en basit şekliyle, belki bir hayvanın içinde kıpırdadığı şekliyle, varoluş hissini taşırdım sadece; bir mağara adamından daha âciz olurdum. Ama sonra, hatıra denen şey henüz bulunduğum yerin hatırası değilse de, daha önce yaşadığım ve şimdi de içinde bulunabileceğim yerlerden birkaçının hatırası kendi başıma içinden çıkamayacağım bu boşluktan beni çekip almak üzere gökyüzünden uzatılmış bir yardım eli gibi, bana geri dönerdi. Uygarlığın asırlarını bir saniyede aşıverirdim, petrol lambalarının, ardından devrik yakalı gömleklerin hayal meyal görünen bulanık suretleri, benliğimin esas özelliklerini yavaş yavaş tekrar bir araya getirirdi.
Çevremizdeki nesnelerin durağanlığı, bu nesnelerin başka nesneler değil de, onlar olduklarından emin olmamızın, yani düşüncemizin onların karşısında durağan olmasının zorunlu bir sonucudur belki de. Ne olursa olsun, şurası bir gerçek ki, bu şekilde uyandığım zamanlar, zihnim nerede olduğumu anlayabilmek
için boş yere çırpınır, nesneler, ülkeler, yıllar, her şey etrafımdaki karanlığın içinde döner dururdu. Kıpırdayamayacak kadar uyuşmuş olan bedenim, yorgunluğunun aldığı şekilden yola çıkarak uzuvlarının konumunu saptamaya çalışır, buna göre, duvarın yönünü, eşyaların yerlerini anlamaya, içinde bulunduğu odayı yeniden oluşturmaya, isimlendirmeye çabalardı. Bedenimin hafızası, kaburgalarının, dizlerinin, omuzlarının hafızası, yatmış olduğu birçok odayı art arda sunardı kendisine. Bu arada, hayal edilen odanın şekline bağlı olarak yer değiştiren görünmez duvarlar, zifirî karanlıkta fırıldak gibi dönerdi. Zamanların ve şekillerin eşiğinde duraksayan zihnim, henüz ayrıntıları yan yana getirip odayı tanıyamamışken, bedenim, tek tek her odayla ilgili olarak, yatağın türünü, kapıların yerini, pencerelerin ışık alma durumunu, bir koridor olup olmadığını, ayrıca o odada uykuya dalarken aklımdan geçen ve uyandığımda tekrar aklıma gelen düşünceleri hatırlardı. Yönünü tahmin etmeye çalışan, uyuşmuş tarafım, kendisini mesela tepesi sayvanlı, büyük bir yatağa, duvara dönük olarak uzanmış hayal ederdi. Bunun üzerine derhal, “Şu işe bak, annem bana iyi geceler demeye gelmediği halde, uyuyakalmışım sonunda,” diye düşünür, yıllar önce ölmüş olan büyükbabamın sayfiyedeki evinde zannederdim kendimi; zihnimin katiyen unutmamış olması gereken bir geçmişin vefalı bekçileri olan bedenim ve üstüne yatmış olduğum tarafım, büyük babamların Combray’deki evinde, yattığım odanın, tavana ince zincirlerle asılı, kavanoz biçimli, Bohemya işi camdan idare lambasının alevini, Siena mermerinden şöminesini hatırlatırdı bana, o anda tam olarak gözümde canlandıramamakla birlikte şimdiki zaman zannettiğim, az sonra tamamen uyandığımda daha net olarak göreceğim o çok eski günlerdeki halleriyle hatırlardım hepsini.
Sonra başka bir pozisyonun hatırası canlanır, duvar farklı bir yöne kaçıverirdi: Mme de Saint-Loup’nun sayfiye evindeki odamda olurdum; aman Tanrım, saat en aşağı on olmalı, akşam yemeğini bitirmişlerdir! Her akşam, Mme de Saint-Loup’yla mutat gezintimizden döndüğümde, frakımı giymeden önce yaptığım şekerlemeyi bu kez fazla uzatmışım. Öğle sonrası gezintisinden en geç dönüşlerimizde bile, penceremin camında günbatımının kızıl yansımalarını gördüğüm Combray günlerinden bu yana yıllar geçmiştir çünkü. Mme de Saint-Loup’nun Tansonville’deki evinde başka türlü bir hayat sürülmektedir, sadece geceleri dışarı çıkmaktan, bir zamanlar güneşte oyun oynadığım yollarda şimdi ay ışığında yürümekten, başka türlü bir zevk almaktayımdır. Akşam yemeği için giyinmeden önce uykuya daldığımı zannettiğim oda, gezintiden dönerken, uzaktan, gecenin içindeki tek fener olan lambanın ışığıyla aydınlanmış halde gördüğüm odadır.
Bu fırıl fırıl dönen, karışık hatıralar, en fazla birkaç saniye sürerdi daima; çoğunlukla, bulunduğum yer konusundaki kısa tereddüdüm sırasında, tıpkı koşan bir atı izlerken, kinetoskopun bize gösterdiği, birbirini izleyen pozisyonları tek tek ayıramayışımız gibi, bu belirsizliği oluşturan çeşitli tahminleri birbirinden ayıramazdım. Ama hayatım boyunca yattığım odaların kâh birini, kâh başkasını görmüş olur, uyandıktan sonra daldığım uzun tahayyüllerde de, tek tek bütün odaları hatırlardım. Yatarken, yastığın bir köşesi, yorganın üst kısmı, bir şalın ucu, yatağın kenarı ve Débats Roses’un bir sayısı gibi, birbiriyle son derece ilgisiz şeylerle yaptığımız, kuşların tekniğiyle, uzun süre bastırarak adeta perçinlediğimiz bir yuvaya başımızı gömdüğümüz kış odaları. Buz gibi havalarda, (yuvalarını bir yeraltı geçidinin dibine, sıcak toprağın içine kuran denizkırlangıçları gibi) dışarıdan kopuk olmanın hazzını yaşadığımız, şöminedeki ateş bütün gece yandığı için, birden alevlenen kor parıltılarının delip geçtiği, kocaman bir sıcak ve dumanlı hava örtüsüyle sarmalanmış, elle tutulamayan bir girintinin, odanın ortasına oyulmuş sıcak bir mağaranın içinde, ısı sınırları değişken olan, köşelerden, pencereye yakın veya şömineye uzak, soğumuş bölgelerden esip yüzümüzü serinleten esintilerle havalanan bir sıcak hava kuşağında uyuduğumuz odalar –aralık panjurlara yaslanmış ay ışığının büyülü merdivenini yatağın ayakucuna kadar uzattığı, bir ışının ucunda, esintiyle sallanan baştankara gibi, neredeyse açık havada uyuduğumuz, ılık geceyle birleşmiş olmaktan hoşlandığımız yaz odaları– bazen, ilk gece bile içinde fazla bedbaht olmadığım, tavanı tutan ince, hafif sütunları zarafetle birbirinden uzaklaşarak yatağın yerini tayin eden o neşeli, XVI. Louis üslubu oda. Bazen aksine, tavanı normal bir tavanın iki katı yüksekliğindeki, piramit biçimli, kısmen maunla kaplanmış küçük oda. Daha ilk andan itibaren, yabana vetiver kokusuyla manen zehirlendiğim, mor perdelerin düşmanlığından ve ben orada yokmuşum gibi bağıra çağıra gevezelik eden duvar saatinin küstahça umursamazlığından hiç kuşku duymadığım. Bir köşesini verevine kesen, dört köşe, ayaklı, garip ve acımasız aynanın, alışılmış görüş alanımın yumuşak bütünlüğünde kendine beklenmedik, çıplak bir yer açtığı; zihnimin, şekline tam olarak kendini uydurabilmek, bu dev huniyi tepesine kadar doldurabilmek için, saatler boyunca parçalanmaya, kendini yukarı doğru uzatmaya çabalayarak geceler boyunca azap çektiği; benimse, gözlerim tavanda, kulağım kaygılar içinde, burnum huysuzlanarak, kalbim çarparak yatağımda uzandığım ve sonunda alışkanlığın, perdelerin rengini değiştirdiği, saati susturduğu, eğik ve zalim aynaya merhamet etmeyi öğrettiği, vetiver kokusunu tam olarak kovamasa da gizlediği ve tavanı adamakıllı alçalttığı o küçük oda. Alışkanlık! Zihnimizin haftalar boyunca geçici bir düzende azap çekmesine göz yuman alışkanlık, ama o olmasa, kendi imkânlarıyla sınırlı kalan zihnimizin, bize içinde yaşanabilecek bir barınak sunamayacağı için, her şeye rağmen bulduğu zaman sevindiği, o becerikli ama ağırkanlı düzenleyici!
Şüphesiz artık iyice uyanmış olurdum, bedenim son bir kez dönmüş, iyilik meleği kesin bilgi, etrafımda dönüp duran eşyaları durdurmuş, beni kendi odamda, yorganın altına yatırmış ve komodinimi, yazı masamı, şöminemi, sokağa bakan pencereyi ve iki kapıyı, aşağı yukarı doğru yerlerine koymuş olurdu. Ama uyanıştaki cehaletin, bir anda net bir görüntülerini sunmasa da en azından var olmaları ihtimaline inandırdığı odalarda bulunmadığımı ne kadar bilsem de, hafızam harekete geçirilmiş olurdu bir kez. Hemen uykuya dönmeye çalışmazdım genellikle, gecenin büyük bölümünü, bir zamanlar Combray’de, büyük halamın evinde, Balbec’te, Paris’te, Doncieres’de, Venedik’te ve daha başka yerlerde yaşadığımız hayatı, mekânları, orada tanıdığım insanları, onlara ilişkin kendi gözlemlerimi ve başkalarının anlattıklarını hatırlamakla geçirirdim.
Combray’de her akşamüstü, annemden ve büyükannemden ayrılıp uyuyamadan yatmak zorunda kalacağım saatten çok önce, yatak odam, kaygılarımın sabit ve sancılı odağı haline gelirdi. Beni fazlasıyla bedbaht gördükleri akşamlar, eğleneyim diye akşam yemeğinden önce lambamın üzerine bir sihirli fener takmayı âdet edinmişlerdi; bu fener, gotik çağın en önde gelen mimarlarının ve cam ustalarının yaptığı gibi, donuk duvarları canlandırıyor/titrek ve anlık bir vitrayı andıran, efsanelerin anlatıldığı, elle tutulamayan harelenmelerle, rengârenk, doğaüstü görüntülerle dolduruyordu. Ama bu, benim üzüntümü artırmaktan başka işe yaramıyordu, çünkü o değişik ışık bile, yatma işkencesinin dışında odama tahammül edebilmemi sağlayan alışkanlığı yok ediyordu. Artık odamı tanıyamıyor, trenden inip ilk kez gittiğim bir otel veya “şale” odasındaymışım gibi tedirgin oluyordum.
Golo, kafasında kötü emellerle, kesik kesik hareketlerle ilerleyen atının üzerinde, bir tepenin yamacında yer alan koyu yeşil, kadifemsi, üçgen korudan çıkar, sıçraya sıçraya zavallı Brabant’lı Genoveva’nın şatosuna doğru yol alırdı. Şato, fenerin oluklarına sürülen çerçeve içindeki oval camın şekline uyacak biçimde yuvarlak kesilmişti. Görünen şey, şatonun duvarının bir parçasıydı sadece,
önünde de, Genoveva’nın, belinde mavi kemeriyle hayallere dalmış olduğu geniş bir fundalık vardı. Şatoyla fundalık sarıydı, ama ben onları görmeden de ne renk olduklarını biliyordum, çünkü çerçevenin içindeki camdan önce, Brabant isminin altın parıltılı esmer tınısı, renklerini açıkça göstermişti bana. Golo bir an durur, büyük halamın yüksek sesle okuduğu hikâyeyi üzgün üzgün dinler, gayet iyi anlıyormuş gibi gözükür, ihtişamdan yoksun sayılamayacak bir uysallıkla, hareketlerini metinde verilen bilgilere uydururdu; sonra da, aynı kesik kesik hareketlerle uzaklaşırdı. Atının üzerindeki ağır ilerleyişini hiçbir şey durduramazdı. Fener yerinden kıpırdatılsa da, Golo’nun atının, penceredeki perdelerin üzerinde ilerlemeye devam ettiğini, perdenin kıvrımlarıyla şişip aralıklarına battığını görürdüm. Golo’nun, atı kadar doğaüstü yaradılıştaki kendi bedeni de, karşısına çıkan bütün maddi engelleri, yolunu kesen nesneleri kendi kemik yapısına katıp içselleştirerek, hepsinin üstesinden gelirdi. Hatta kapı tokmağına bile rastlasa, kırmızı giysisi veya hep aynı asaleti ve hüznü koruyan, ama bu omurga naklinden ötürü en ufak bir şaşkınlık belirtisi göstermeyen solgun çehresi, derhal kapı tokmağının üzerine yerleşir, her zamanki yenilmezliğiyle üstünden kayıp geçerdi.
Merovenjler döneminden çıkıp gelmiş duygusu veren ve böylesine eski bir tarihin yansımalarını etrafımda dolaştıran bu parıltılı görüntülerde bir büyü buluyordum elbette. Bununla birlikte, zaman içinde kendi benliğimle doldurduğum, benliğim gibi ona da herhangi bir dikkat göstermediğim bir odaya esrarın ve güzelliğin böyle zorla girmesinin beni ne kadar huzursuz ettiğini anlatmam mümkün değildir. Alışkanlığın uyuşturucu etkisi ortadan kalkınca, son derece hüzünlü faaliyetlere girişiyor, yani düşünmeye, hissetmeye koyuluyordum. Kullanımı benim için neredeyse içgüdüsel hale gelmiş olan, sanki ben çevirmeden, kendi kendine çalışıyormuş hissi veren ve bu yüzden de benim gözümde dünyanın diğer bütün kapı tokmaklarından farklı olan odamın kapı tokmağı, bir de bakıyordum, Golo’ya aura işlevi görüyordu. Akşam yemeğinin hazır olduğunu haber veren zil çalar çalmaz, Golo’yu ve Mavi Sakal’ı hiç bilmeyen, buna karşılık annemle babama ve sığır haşlamasına aşina olan iri avizenin mutat ışığını yaydığı yemek odasına koşuyor, Brabant’lı Genoveva’nın bahtsızlıkları yüzünden benim için daha da değerli hale gelmiş olan annemin kollarına atıyordum kendimi. Bu arada Golo’nun işlediği suçlar, benim kendi vicdanımı daha bir titizlikle incelememe sebep oluyordu.
Akşam yemeğinden az sonra, annem, hava güzelse bahçede, kötüyse herkesin çekildiği küçük salonda kalıp ötekilerle sohbet ederken, ben annemden ayrılmak zorundaydım maalesef. Kötü havalarda herkes içeri girer, bir tek büyükannem dışarıda kalırdı, çünkü büyükannem, “sayfiyede evin içine tıkılmayı günah” addeder, çok yağmurlu günlerde dışarıda durmama izin vermeyip beni kitap okumaya odama gönderdiği için babamla sürekli tartışırdı. “Çocuğu gürbüz ve enerjik hale getirmenin yolu bu değil,” derdi hüzünle, “üstelik bu yavrucağın hem bedenini, hem de iradesini güçlendirmesi gerekiyor.” Babam omuz silkip barometreyi incelerdi, çünkü meteorolojiden hoşlanırdı; babamı rahatsız etmemek için gürültü yapmamaya çalışan annemse, şefkatli bir saygıyla ona bakar, ama babamın üstünlüklerinin esrarına nüfuz etmek istemediğinden, bu bakışları çok da fazla uzatmazdı. Oysa büyükannemi, her havada, hatta yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı, Françoise’ın, kıymetli hasır koltukları, ıslanmasınlar diye alelacele içeri aldığı zamanlarda bile, yağmurun dövdüğü bomboş bahçede, alnı rüzgârın ve yağmurun sağlıklı etkisine iyice açık olsun diye dağılmış ak saçlarını geriye atarken görmek mümkündü. “Nihayet bir nefes alabiliyoruz!” diyerek –babamın sabahtan beri hava düzelecek mi diye sorduğu, tabiat duygusundan yoksun yeni bahçıvanın, büyükannemin zevkine göre fazlasıyla simetrik olarak düzenlediği– iki yanı ağaçlı, ıslak yollarda heyecanlı, kesik kesik, küçük adımlarla ilerlerdi. Yürüyüş ritmini belirleyen şey, koyu mor renkli eteğini baştan aşağı lekeleyip her yağmurdan sonra oda hizmetçisini umutsuzluğa düşüren çamurdan korunmak gibi, asla aklına gelmeyen bir kaygı değildi katiyen, fırtına sarhoşluğunun, sağlıklı yaşamanın öneminin, benim aptalca eğitimimin ve bahçedeki simetrinin ruhunda yarattığı çeşitli çalkantılardı.
Büyükannemin bu bahçe turları akşam yemeğinden sonra gerçekleştiğinde, bir tek şey, onu içeri girmeye ikna ederdi; o da, dönüp dolaşıp, düzenli aralıklarla, bir böcek gibi, içkilerin oyun masasının üzerine dizilmiş olduğu küçük salonu aydınlatan ışıkların karşısına geldiği anların birinde büyük halamın, kendisine, “Bathilde! Gel de kocanın konyak içmesine engel ol!” diye seslenmesiydi. Büyük halam, büyükannemi kızdırmak için (büyükannem, babamın ailesine öylesine farklı bir zihniyet getirmişti ki, herkes ona takılır, üstüne varırdı), içki içmesi yasak olan büyükbabama birkaç yudum içirirdi gerçekten de. Zavallı büyükannem içeri girer, konyağın tadına bakmaması için kocasına hararetle yalvarırdı; büyükbabam kızar, her şeye rağmen bir yudum konyağını içer, büyükannem de üzgün, cesareti kırılmış bir halde, ama yine de gülümseyerek bahçeye dönerdi, çünkü son derece alçakgönüllü, şefkat dolu bir insandı ve başkalarına beslediği sevgiyle kendi şahsına, kendi acılarına karşı aldırışsızlığı, daima bakışlarında bir tebessümde toplanırdı; bu tebessüm, çoğu insanın çehresinde görülenin tersine, sadece kendisine yönelen bir alay içerir, bizlere ise, sevdiklerine ancak tutkuyla ve okşayarak bakabilen gözlerinden bir öpücük yollardı adeta. Büyük halamın kendisine çektirdiği bu işkence, daha baştan mağlup olan büyükannemin, büyükbabamın elinden içki kadehini almak için gösterdiği nafile çaba, boş yere yakarışları ve çaresizliği, zaman içinde görmeye alıştığımız, hatta gülerek bakıp, kendi kendimizi işkence olmadıklarına ikna etmek için kararlılıkla, neşeyle işkencecinin tarafını tuttuğumuz olaylardandı. O zamanlar beni öylesine dehşete düşürürlerdi ki, Büyük halamı dövmek isterdim. Ama daha, “Bathilde! Gel de kocanın konyak içmesine engel ol!” sözlerini işittiğim anda alçaklık bakımından yetişkin bir erkeğe dönüşüverir, hepimizin büyüdüğümüz zaman, karşımızda acılar ve adaletsizlikler gördüğümüz zaman yaptığımız şeyi yapardım. Bunları görmek istemezdim, hıçkıra hıçkıra ağlayarak evin en tepesine, damın hemen altında, çalışma odasının yanındaki süsen kokulu küçük odaya çıkardım; ayrıca dışarıdaki duvarın taşları arasından fışkırmış yabani frenküzümünün, aralık pencereden içeri uzanmış çiçekli bir dalı da rayihasını yayardı bu odaya. Gündüzleri penceresinden Roussainville-le-Pin kalesinin burçları bile görünen aslında daha belirli ve bayağı bir kullanım amacıyla yapılmış olan bu oda, kuşkusuz kilitlememe izin verilen tek oda olduğundan uzun zaman boyunca dokunulmaz bir yalnızlık gerektiren bütün faaliyetlerimde yani; okuma, düş kurma, ağlama ve tensellik için, bir sığınak görevi yaptı bana. Heyhat! Bitmez tükenmez öğle sonrası ve akşam yürüyüşleri sırasında, büyükannemin, yaş dönümüyle birlikte, tıpkı sonbaharda sürülmüş topraklar gibi neredeyse mor bir renge dönüşmüş olan, dışarı çıkarken takıp hafifçe yukarı kaldırdığı tülle ortadan ikiye bölünmüş, üzerlerinde daima ya soğuktan ya da hüzünlü bir düşünceden kaynaklanan irade dışı gözyaşlarının kurumakta olduğu, çizgi çizgi, esmer yanaklarını, hafifçe yana eğilerek gökyüzüne çevrilmiş olan o güzel yüzünü dönüp dolaşıp önümüzden geçerken gördüğümüzde, kendisini üzen, kaygılandıran şeyin, kocasının perhize aykırı ufak tefek kaçamaklarından çok, benim iradesizliğim, sağlıksızlığım ve bunların istikbalime düşürdüğü gölge olduğunu bilmiyordum.
Yatmak üzere yukarı çıkarken, tek tesellim, ben yatağa girdiğimde, annemin beni öpmeye geleceğini bilmekti. Ama bu iyi geceler öpücüğü o kadar kısa sürer, annem o kadar çabuk aşağı inerdi ki, onun yukarı çıkışını, sonra da minik hasır örgü kordonlu, mavi muslinden bahçe elbisesinin çift kapılı
koridordaki hışıltısını işittiğim an, benim için ıstırap dolu bir andı. Kendinden sonra gelecek olan ânı, annemin yanımdan ayrılıp tekrar aşağıya ineceği ânı haber verirdi bana. Bu yüzden de, o kadar sevdiğim bu iyi geceler öpücüğünün mümkün olduğunca geç gerçekleşmesini, annemin henüz gelmemiş olduğu rahat sürenin uzamasını ister hale gelirdim. Bazen, annem beni öptükten sonra odadan çıkmak üzere kapıyı açtığında, onu çağırmak, “bir öpücük daha ver,” demek isterdim, ama yüzünün derhal asılacağını bilirdim, çünkü annemin yukarıya beni öpmeye çıkarak, bana bu huzur öpücüğünü getirerek üzüntüme ve sıkıntıma verdiği taviz, bu merasimleri saçma bulan babamı kızdırıyordu; annem de, kapının eşiğine varmışken fazladan bir öpücük istemeyi alışkanlık edinmeme izin vermek şöyle dursun, bu iyi geceler öpücüklerinden, bu ihtiyaçtan, alışkanlıktan toptan kurtulmamı istiyordu. Annemi kızgın görmekse, daha bir saniye önce, yüzünü yatağıma yaklaştırdığında, sanki ben dudaklarımla onun gerçek varlığını ve uykuya dalabilme gücünü çekip alabileyim diye, Komünyon ayininde kutsanmış ekmeği uzatırcasına bana sunduğu o sevecen çehresinde bulduğum huzuru tamamen kaçırırdı. Yine de, annemin aslında odamda pek kısa bir süre kaldığı bu akşamlar, yemeğe misafirimiz olduğu için yukarıya, bana iyi geceler dilemeye çıkmadığı akşamlarla karşılaştırıldığında çok hoş sayılırdı. Misafirler, kısa süreliğine civarda bulunan birkaç yabancının dışında, Combray’deki evimize gelen tek kişi sayılabilecek M. Swann’la sınırlıydı genelde; komşumuz olan M. Swann bazen akşam yemeğine (o uygunsuz evliliği yaptığından beri, annemle babam karısını misafir etmek istemediklerinden, yemeğe daha seyrek gelir olmuştu), bazen de yemekten sonra habersiz gelirdi. Evin önündeki ulu kestane ağacının altında, demir masanın etrafında oturduğumuz akşamlar, bahçenin girişinden, “zili çalmadan” giren ev halkından birinin harekete geçirdiği, madenî, susmak bilmeyen, ürpertici gürültüsüyle geleni sağır eden, yaygaracı çıngırağı değil de, yabancıların çaldığı zilin utangaç, oval, yaldızlı çifte çınlamasını duyduğumuzda, herkes derhal, “Misafir mi, kim acaba?” diye sorardı. Oysa gelenin M. Swann’dan başkası olamayacağını pekâlâ bilirdik; büyük halam, davranışı sözlerine ters düşmesin diye yüksek sesle, doğal olmasına gayret ettiği bir tonda konuşarak, aramızda fısıldaşmamamızı, gelen insan için bunun son derece tatsız olduğunu, hakkında, duymaması gereken şeyler konuştuğumuzu zannedebileceğini söylerdi. Keşif kolu olarak kapıya gönderilen büyükannem, hem fazladan bir bahçe turu yapmasına bahane çıktığı için her zaman sevinir, hem de, bu fırsattan faydalanıp, oğlunun, berberin iyice yapıştırdığı saçlarını parmaklarıyla kabartan bir anne gibi, yoldan geçerken güllere biraz olsun doğallık kazandırabilmek için, fidanları dik tutan sırıklardan birkaçını gizlice yerinden sökerdi.
Hepimiz, sanki çok sayıda muhtemel saldırgandan kuşkulanabilirmişiz gibi, büyükannemin düşman hakkında getireceği haberi beklerdik kıpırdamadan; az sonra büyükbabam, “Swann’ın sesi bu, tanıdım,” derdi. Gerçekten de kendisini ancak sesinden tanır, kemerli bir buruna, yeşil gözlere ve Bressant tarzında taranmış, kızıla çalan sarı saçlarla çevrili geniş bir alna sahip çehresini pek seçemezdik, çünkü sivrisineklerden korunmak için bahçede mümkün olduğunca az ışık yakılırdı. Ben, belli etmeden, şurupları getirmelerini söylemek için içeriye giderdim. Büyükannem, şurupların sadece misafir olduğunda ikram edilen, istisnai bir şeymiş gibi görünmemesini daha kibarca bulduğundan, buna çok önem verirdi. M. Swann, büyükbabamdan çok daha genç olmakla birlikte, kendisiyle çok samimiydi; hayattayken büyükbabamın en yakın dostlarından biri olan babasının, bazen bir hiç yüzünden coşkuları sekteye uğrayan, düşüncelerinin yönü değişen, üstün nitelikli, ama garip bir adam olduğu söylenirdi. Büyükbabam sofrada sık sık, baba Swann’ın, gece gündüz başında beklediği karısının ölümünden sonraki tutumuna ilişkin, hiç değişmeyen anekdotlar anlatırdı. Arkadaşını uzun zamandır görmemiş olan büyükbabam, Swann’ların Combray yakınındaki köşküne, onu görmeye koşmuş, naaşın tabuta konuşuna şahit olmasını istemediği, gözyaşları içindeki M. Swann’ı bir süreliğine ölü odasından çıkarmayı başarmış. Hafif güneşli bahçede küçük bir yürüyüşe çıkmışlar. M. Swann, ansızın büyükbabamın koluna girerek haykırmış: “Ah! Kadim dostum, bu güzel havada sizinle dolaşmak ne büyük mutluluk! Bütün bu ağaçlar, akdikenler, takdirinizi hiç belirtmediğiniz gölüm, bütün bunlar güzel gelmiyor mu size? Yüzünüzden düşen bin parça. Şu tatlı esintiyi hissediyor musunuz? Oh! Kim ne derse desin, hayatın güzel yanları da var, sevgili Amedee!” Sonra birdenbire, ölmüş olan karısını hatırlamış ve herhalde böyle bir anda bir mutluluk hissine nasıl kapıldığını anlamaya çalışmanın fazla çetrefil bir iş olacağını düşünmüş olacak ki, aklına zor bir soru takıldığında daima yaptığı gibi, eliyle alnını sıvazlayıp gözlerini ovuşturarak kelebek gözlüğünün camlarım temizlemekle yetinmiş. Bununla birlikte, karısının ölümünün üzüntüsünü bir türlü atlatamamış, ama bu tarihten ölümüne kadar geçen iki yıl boyunca, büyükbabama, “Ne tuhaf, zavallı karımı çok sık düşünüyorum, ama her seferinde azar azar düşünebiliyorum ancak,” dermiş. “Rahmetli Swann’ın deyişiyle, sık sık, ama her seferinde azar azar”, büyükbabamın en sevdiği ifadelerden biri haline gelmişti ve çok çeşitli şeylerle ilgili olarak bu ifadeyi kullanırdı. Bana kalsa, Swann’ın babasını bir canavar olarak görürdüm, ama yargısına daha çok güvendiğim ve benim için mahkeme kararı niteliğindeki hükümleriyle, ileride mahkûm etme eğiliminde olacağım hataları affetmemi sağlayacak olan büyükbabam, “Hiç olur mu? Melek gibi adamdı!” demişti.
Oğlu M. Swann, özellikle evlenmeden önce, uzun yıllar boyunca Combray’de kendilerini sık sık ziyaret ettiği halde, büyük halam, büyükannem ve büyükbabam, M. Swann’ın katiyen vaktiyle ailesinin görüştüğü çevrede yaşamadığını ve evimizde Swann soyadı sayesinde adeta kimliği gizlenen bu adamın, aslında Jockey Kulübü’nün en seçkin üyelerinden biri, Paris Kontu’nun ve Galler Prensi’nin en aziz dostu, Saint-Germain muhiti yüksek sosyetesinin el üstünde tuttuğu bir kişi olduğunu bilmeden ünlü bir soyguncuyu barındıran namuslu otelcilerin yüzde yüz masumiyetiyle akıllarından bile geçirmediler.
Swann’ın sürdüğü bu parlak yüksek sosyete hayatı konusundaki cehaletimiz, kısmen ölçülü ve ketum kişiliğinden kaynaklanıyordu şüphesiz, ama kısmen de, o dönemde burjuvaların, toplumu, herkesin, doğumundan itibaren kendini ailesinin mevkiine yerleşmiş bulduğu ve istisnai bir meslek hayatının ya da beklenmedik bir evliliğin sağladığı fırsatlar olmadıkça bu mevkiden daha üst düzeyde bir kasta nüfuz edemediği, kapalı kastlardan oluşan bir tür Hindistan gibi tasavvur etmelerinin sonucuydu. Baba Swann sarraftı; “oğul Swann” da, hayatı boyunca, servetlerin, tıpkı belirli bir vergi mükellefleri kategorisindeki gibi, belli gelir düzeyleri arasında oynadığı bir kastın üyesi olmak durumundaydı. Babasının kimlerle görüştüğü bilindiğinden, kendisinin de kimlerle görüştüğü, kimlerle ilişki kurmak “durumunda” olduğu belliydi. Başkalarıyla düşüp kalkıyorsa, bunlar delikanlılık ilişkileriydi ve babamlar gibi eski aile ahbapları bu ilişkileri görmezden geliyorlar, M. Swann yetim kaldığından beri, büyük bir sadakatle ziyaretimize gelmeye devam ettiğinden, bu konuda özel bir hoşgörü gösteriyorlardı. Ama bizim tanımadığımız bu dostlarının, yanımızdayken rastlasa, selam vermeye utanacağı türden kişiler olduklarına bahse girebilirdik. Swann’a ille de ailesiyle eşit konumdaki diğer sarraf evlatları arasında, şahsi bir toplumsal katsayı biçilmek istense, bu katsayı biraz düşük olurdu, çünkü çok sade bir insan olduğu ve antika eşyalara, resme, öteden beri “aşırı bir düşkünlük” sergilediği için, artık koleksiyonlarını yığdığı eski bir konakta oturuyordu, ne var ki, büyükannemin gidip görmeyi çok istediği bu konak, Büyük halamın oturmayı yüzkarası saydığı bir semt olan Orleans Rıhtımında bulunuyordu. “Bari bu konuda uzman mısınız? Sizin iyiliğiniz için soruyorum; satıcılar size sahte resimler kakalıyordur mutlaka,” derdi Büyük
halam Swann’a; Swann’ın aslında hiçbir konuda söz sahibi olmadığını düşünür, sohbet sırasında ciddi konulardan kaçman, sadece en küçük ayrıntılarını bile atlamadan yemek tarifleri verdiğinde değil, büyükannemin kız kardeşleri sanat konularına değindiğinde de incelikten tamamen uzak bir kesinlik merakı sergileyen Swann’a, entelektüel açıdan da olsa, fazla değer vermezdi. Büyükannemin kız kardeşleri kendisini bir resim konusundaki fikirlerini söylemeye, takdirini belirtmeye zorladıklarında, Swann neredeyse kırıcı sayılabilecek bir suskunluğa gömülür, buna karşılık, resmin hangi müzede bulunduğu veya hangi tarihte yapıldığı konusunda somut bir bilgi verebiliyorsa, açığını kapatırdı. Yine de, her ziyaretinde, bizim tanıdığımız insanlarla, Combray’nin eczacısıyla, aşçımızla, arabacımızla ilgili, başından yakın zamanda geçmiş yeni bir olayı anlatıp bizi eğlendirmekle yetinirdi genellikle. Bu hikâyeler Büyük halamı güldürürdü elbette, ama Swann’ın anlattığı olaylarda daima kendine yakıştırdığı gülünç rol yüzünden mi, esprili anlatımından ötürü mü güldüğünü pek bilmez, “Hakikaten bir âlemsiniz Monsieur Swann,” derdi. Büyük halam, ailemizin biraz bayağı sayılabilecek tek ferdi olduğundan, yabancıların yanında Swann’dan söz açılınca, istese Haussmann Bulvarı’nda veya Opera Caddesi’nde oturabileceğini, babası M. Swann’dan kendisine en az dört, beş milyonluk bir miras kaldığını, ama böyle tuhaf bir hevese kapılmış olduğunu belirtmeyi ihmal etmezdi. Bu tuhaf hevesin insanlara o kadar eğlenceli geldiğini düşünürdü ki, M. Swann yılbaşlarında bir kutu kestane şekeriyle Paris’teki evine ziyarete geldiğinde, başka misafiri varsa, mutlaka, “Söyleyin bakalım Monsieur Swann, Lyon’a giderken treni kaçırmayacağınızdan emin olmak için hâlâ Şarap Deposu’nun yakınında mı oturuyorsunuz?” derdi. Ardından da kelebek gözlüğünün üzerinden, göz ucuyla öteki konuklara bakardı.
Ama oğul Swann sıfatıyla, “burjuvazinin kaymak tabakasının, Paris’in en saygıdeğer noterlerinin, dava vekillerinin evlerinde ağırlanma “hakkına pekâlâ sahip” olan (ve bu ayrıcalığı biraz boşlayan) bu Swann’ın, adeta gizli, bambaşka bir hayatı olduğunu, Paris’te, yatmaya evine gittiğini söyleyerek bizden çıktığında köşeyi döner dönmez yolunu değiştirip o güne dek hiçbir sarrafın veya sarraf ortağının uzaktan yakından görmediği bir salona gittiğini büyük halama söyleseler, büyük halam kulaklarına inanamazdı. Aristaios’la arkadaşlık etmek, Aristaios’un, kendisiyle sohbet ettikten sonra, (Vergilius’un anlattığına göre coşkuyla karşılandığı) Thetis’in krallığına, ölümlü gözlerin göremediği bir âleme dalması, daha kültürlü bir hanıma ne kadar şaşırtıcı gelirse, Büyük halam da o kadar şaşırırdı; büyük halamın aklına gelmesi daha muhtemel bir benzetme yapacak olursak, bu durumu, (Combray’deki pasta tabaklarımızda resimlerini gördüğü) Ali Baba’nın, kendi evine akşam yemeğine gelmesi, sonra da, tek başına kalınca, akla gelmedik hazineleri barındıran göz kamaştırıcı mağaraya girmesi kadar olağanüstü bulurdu.
Swann bir gün Paris’te, akşam yemeğinden sonra ziyaretimize geldiğinde, frak giymiş olduğu için özür dilemiş, Françoise, o gittikten sonra, arabacıdan, Swann’ın “bir prensesin evinde” akşam yemeği yediğini öğrendiğini söyleyince, Büyük halam, başını örgüsünden kaldırmadan omuz silkip, “Evet, kibar fahişeler âleminden bir prensesin evinde!” diye serinkanlı bir alaycılıkla cevap vermişti.
Bu yüzden de, Büyük halam Swann’a oldukça kaba davranırdı. Bizim davetlerimizi Swann’ın bir lütuf kabul etmesi gerektiğini düşündüğünden, yaz mevsiminde ziyaretimize mutlaka bahçesinden toplanmış bir sepet dolusu şeftaliyle veya ahududuyla gelmesini, her İtalya seyahatinden bana sanat şaheserlerinin fotoğraflarını getirmesini çok doğal bulurdu.
Evimize ilk defa gelecek olan misafirlerin karşısına çıkaracak kadar nüfuzlu bulunmadığından Swann’ın davet edilmediği önemli yemek davetleri için ne zaman bir gribiche[1] sosu veya ananas salatası tarifi gerekecek olsa, hiç çekinmeden Swann’ı çağırtırlardı. Fransa hanedanı prenslerinden söz açılacak olsa, Büyük halam, cebinde belki de Twickenham’dan bir mektup taşıyan Swann’a, “Sizin de, benim de asla tanışmayacağımız, zaten tanışmak da istemeyeceğimiz şahıslar, değil mi efendim?” derdi. Büyükannemin kız kardeşinin şarkı söylediği akşamlar, piyanoyu itme, sayfaları çevirme işlerini Swann’a yaptırır, başka yerlerde peşinden koşulan bu şahsa, koleksiyon parçası bir bibloyla, ucuz bir eşyayla oynar gibi dikkatsizce oynayan bir çocuğun safiyane hoyratlığıyla muamele ederdi. Şüphesiz, aynı dönemde birçok kulüp erkeğinin tanıdığı Swann, büyük halamın gözündeki Swann’dan, yani Combray’deki küçük bahçede, akşamları zilin çekingen, çifte çıngırtısı işitildiğinde, peşinde büyükannemle karanlığın içinde beliren, sesinden tanıdığımız, anlaşılmaz, belirsiz şahsiyete Swann ailesi hakkında bütün bildiklerini katıp onda cisimleştirerek yarattığı Swann’dan çok farklıydı. Ne var ki, hayatın en önemsiz ayrıntıları açısından bakıldığında bile, insan, herkesin gözünde özdeş, isteyenin bir şartnameyi ya da vasiyetnameyi inceler gibi inceleyebileceği, maddi bir bütün teşkil etmez; sosyal kişiliğimiz, başkalarının düşüncesinin yarattığı bir şeydir. “Tanıdığımız birini görmek” diye adlandırdığımız basit eylem bile, kısmen zihinsel bir eylemdir! Baktığımız insanın dış görünüşünü, ona ilişkin bütün kavramlarımızla doldururuz ve gözümüzde canlandırdığımız bütün içinde, hiç şüphesiz bu kavramlar daha fazla yer tutar. Sonuçta yanakları öylesine kusursuz bir biçimde doldururlar, burun çizgisini öylesine şaşmaz bir kesinlikle izlerler, sesin tanısıyla, sanki saydam bir kılıfmışçasına, öyle bir uyumla bütünleşirler ki, bu çehreyi her gördüğümüzde, bu sesi her duyduğumuzda, karşımızda bulduğumuz, işittiğimiz şey, bu kavramlardır. Başka insanların, Swann’la karşılaştıklarında, çehresinde hüküm süren ve adeta doğal bir sınır olan kemerli burnunda duran zarafeti görmelerini sağlayan, Swann’ın yüksek sosyete hayatına ilişkin sayısız özellik, bizim ailenin şekillendirdiği Swann’da bilgisizlik nedeniyle eksik bırakılmıştı şüphesiz. Ama bizimkiler de, bu sayede, nüfuzunu yansıtmayan bu boş ve geniş çehreyi, bu azımsanan gözlerin derinliğini, sayfiye komşuluğu hayatımızın, haftalık akşam yemeklerinden sonra oyun masasının etrafında veya bahçede birlikte geçirilen aylak saatlerinin yarı hatıra, yarı unutuş olan o belirsiz ve hoş tortusuyla doldurabilmişlerdi. Dostumuzun bedensel kılıfı, bu tortuyla ve ailesine ilişkin kimi hatıralarla öylesine iyi doldurulmuştu ki, bu Swann, eksiksiz ve yaşayan bir varlık haline gelmişti. Şimdi hafızamda bir yolculuğa çıkıp, daha sonra ayrıntılı ve doğru bir biçimde tanıdığım Swann’dan, bu ilk Swann’a çocukluğumun sevimli hatalarını barındıran ve öteki Swann’dan çok, sanki hayatımızda da, tıpkı bir müzedeki gibi, aynı döneme ait portrelerde bir aile havası, benzer tonlar varmışçasına, o dönemde tanıdığım diğer insanlara benzeyen o ilk Swann’a boş vakitlerle, dinlenmeyle dolup taşan, ulu kestane ağacının, ahududu sepetlerinin ve bir çimdik tarhunun rayihasını taşıyan ilk Swann’a geçtiğimde, bir insanın yanından ayrılıp, bir başkasının yanına gidiyormuş izlenimine kapılırım.
Oysa büyükannem bir gün, Sacre-Creur’de tanıştığı (ve ikisi de birbirlerine bir yakınlık duydukları halde, bizim kast kavramımızdan ötürü ilişkiyi ilerletmek istemediği) bir hanımdan, ünlü Bouillon ailesinin bir ferdi olan Villeparisis Markiz’inden bir ricada bulunmaya gittiğinde, Markiz kendisine, “Sanırım M. Swann’ı yakından tanıyorsunuz, kendisi yeğenlerim Laumes’ların çok iyi dostudur,” demişti. Büyükannem bu ziyaretten, hem Mme de Villeparisis’nin bir dairesini kiralamasını tavsiye ettiği, bahçeye bakan apartmanı, hem de merdivende yırtılan eteğini dikiversinler diye avludaki dükkânlarına uğradığı yelekçiyle kızını çok beğenmiş olarak, coşku içinde dönmüştü. Büyükannem bu insanlara bayılmıştı, kızın pırlanta gibi bir kız, yelekçinin de hayatında gördüğü en seçkin, en hoş adam olduğunu söylüyordu. Çünkü
büyükannemin nazarında seçkinlik, toplumsal mevkiden tamamıyla bağımsız bir şeydi. Yelekçinin bir cevabına hayran olmuştu, “Sevigne bundan iyi ifade edemezdi!” diyordu anneme; buna karşılık, Mme de Villeparisis’nin, evinde karşılaştığı bir yeğeninden, “Ah kızım, ne bayağı adam!” diye söz ediyordu.
Ne var ki, markizin Swann’la ilgili sözlerinin, büyük halamın nazarında Swann’ı yüceltmek değil, Mme de Villeparisis’yi alçaltmak gibi bir etkisi olmuştu. Sanki büyükannemin söylediklerine dayanarak Mme de Villeparisis’ye beslediğimiz saygı, ona bu saygıya layık olmadığını gösterecek bir şey yapmama sorumluluğunu yüklüyordu ve markiz de, Swann’ın varlığından haberdar olarak, akrabalarının onunla görüşmesine izin vererek bu yükümlülüğünü yerine getirmemişti. “Ne! Swann’ı tanıyor ha? Mareşal Mac-Mahon’la akraba olduğunu ileri sürüyordun bir de!” Bizim ailenin Swann’ın ilişkileri konusundaki fikirleri, daha sonra çok düşük seviyeli, yosma diye tanımlanabilecek bir kadınla evlenmesiyle de onaylanmış gibi geldi kendilerine; zaten o da karısını bize tanıştırmaya hiç kalkışmadı, evimize, ziyaretlerini giderek seyrekleştirmekle birlikte, tek başına gelmeye devam etti, ama bizimkiler, bu kadından yola çıkarak, Swann’ın –evlendiği kadını o çevrede bulduğu zannıyla– genellikle girip çıktığı, kendilerinin tanımadığı çevre hakkında bir hükme varabileceklerini düşündüler.
Bir keresinde, büyükbabam gazetede, M. Swann’ın, babası ve amcası Louis-Philippe döneminin en gözde devlet adamları arasında sayılan X… Dükü’nün evindeki pazar öğle yemeği davetlerinin en sadık müdavimlerinden biri olduğunu okudu. Büyükbabam, Mole gibi, Dük Pasquier gibi, Broglie Dükü gibi kişilerin özel hayatına düşünce yoluyla sızmasını kolaylaştıracak bilgilere, küçük ayrıntılara pek meraklıydı. Swann’ın, onları tanımış olan insanlarla görüşmesine müthiş sevindi. Büyük halamsa, aksine, bu habere Swann açısından olumsuz bir yorum getirdi: Görüştüğü kimseleri, doğduğu kastın, kendi toplumsal sınıfının dışından seçen bir kişi, büyük halamın nazarında, korkunç bir düşüşe uğrardı. Bu gibi şahıslar, ileri görüşlü ailelerin, mevki sahibi kişilerle, evlatları için şerefli bir biçimde sürdürüp istifledikleri bütün değerli ilişkilerin meyvelerinden bir anda vazgeçiyorlarmış gibi gelirdi ona (hatta Büyük halam, ahbaplarımızdan bir noterin oğluyla ilişkisini, bir prensesle evlendi diye kesivermişti, onun gözünde bu, saygıdeğer noter oğlu mevkiinden, kraliçelerin zaman zaman lütuflarını esirgemedikleri anlatılan eski oda hizmetkârlarının ve seyislerin dahil olduğu maceracılar sınıfına düşmek demekti). Büyükbabamın, bir daha sefere akşam yemeğine bize geldiğinde, Swann’ı bu yeni keşfettiğimiz dostları konusunda sorguya çekme niyetini kınadı. Öte yandan, büyükannemin, ablalarıyla aynı asil ruha sahip olan, ama zihniyetleri farklı, evde kalmış iki kız kardeşi, eniştelerinin böyle saçma sapan konuları konuşmaktan nasıl zevk alabildiğini anlayamadıklarını belirttiler. Yüce şeylere özlem duyan insanlardılar ve bu yüzden de, tarihî açıdan ilginç olsa da, dedikodu sayılabilecek şeylerle, genelde doğrudan estetikle veya erdemle bağlantılı olmayan herhangi bir şeyle ilgilenmeleri mümkün değildi. Sosyete hayatıyla uzaktan yakından ilişkili olabilecek her şeye karşı dimağları o kadar ilgisizdi ki, akşam yemeğinde sohbet havai, hatta sadece somut, maddî konulara yöneldiğinde ve bu iki yaşlı hanım, kendi sevdikleri konuları açamadıklarında, geçici gereksizliğini anlamış olan işitme duyuları, bu konular konuşulurken alıcı organlarını rahat konumuna geçirir, gerçek bir atrofi başlangıcına maruz bırakırdı. Büyükbabam, o sırada iki kız kardeşin dikkatini çekmek istediği takdirde, ruh doktorlarının, hastalık derecesindeki dalgınlık vakalarında kullandıkları fiziksel uyarılara başvurmak zorunda kalırdı: bıçağın kenarıyla üst üste birkaç kez bir bardağa vurmak, aynı anda sertçe seslenip ısrarla bakmak, yani psikiyatrların, çoğu kez, belki meslek alışkanlığıyla, belki de herkesi biraz deli zannettiklerinden, sağlıklı insanlarla olan gündelik ilişkilerine de taşıdıkları, şiddet içeren yöntemler.
Swann, akşam yemeğine geleceği günden bir gün önce, özel olarak büyükteyzelerime bir kasa Asti şarabı gönderip de, aynı gün halam, Le Figaro’nun bir sayısında, Corot sergisinden bir tablonun isminin yanındaki “M. Charles Swann’ın koleksiyonundan” açıklamasını bize göstererek, “Gördünüz mü, Swann’ın adı Le Figaro’da çıkmış,” dediğinde, iki kız kardeş, daha çok ilgilendiler. “Zevk sahibi bir insan olduğunu hep söylemişimdir,” dedi büyükannem. “Gayet tabii, senin derdin, bizlerden farklı görüşte olmak,” diye cevap verdi Büyük halam, büyükannemin asla kendisiyle aynı fikirde olmadığını bilerek ve bizim her seferinde kendisine hak verdiğimizden emin olmadığı için, bizi, kendisiyle dayanışma halinde karşı koymaya zorladığı büyükannemin fikirlerini toplu halde mahkûm etmeye iterek. Fakat biz sessiz kalmayı tercih ettik. Büyükannemin iki kız kardeşi, Le Figaro’daki yazıdan Swann’a söz etmek niyetlerini belirttiklerinde, Büyük halam vazgeçmelerini öğütledi. Ne kadar önemsiz olursa olsun, kendisinin sahip olmadığı bir üstünlüğü bir başkasında gördüğünde, bunun bir üstünlük değil, bir dert olduğuna kendini inandırır ve o kişiye gıpta etmek durumunda kalmamak için, acırdı. “Bence bahsetmeniz hoşuna gitmez; eminim ben kendi adımı böyle apaçık gazetede görsem çok rahatsız olurdum, bundan söz edilmesi de gururumu okşamazdı doğrusu.” Büyükannemin kız kardeşlerini ikna etmek konusunda Büyük halam fazla da ısrarlı davranmadı aslında, çünkü büyükteyzelerim, bayağılaşma korkusuyla, kişisel imaları ustalıklı dolambaçlarla gizleme sanatında o kadar ileri giderlerdi ki, genellikle imanın yöneldiği kişi bile bunun farkına varamazdı. Anneme gelince, onun tek düşündüğü, Swann’a, karısından değil de, taparcasına sevdiği ve söylentilere bakılırsa evlenmesine sebep olan kızından bahsetmeye babamı razı etmekti. “Bir iki kelimeyle söz etmen, nasıl diye sorman yeterli. Böylesi ona kim bilir ne kadar acı veriyordur.” Ama babam kızardı: “Hiç olur mu canım! Ne saçma fikir. Gülünç olur.”
Yine de, Swann’ın gelişi, aramızdan sadece birisi için azap dolu bir endişenin kaynağıydı; o da bendim. Sebebi de, yabancı misafirlerin, hatta sadece M. Swann’ın olduğu akşamlar, annemin benim odama çıkmamasıydı. Ben akşam yemeğini herkesten önce yer, sonra, yukarı çıkmam gereken saat olan sekize kadar, sofrada otururdum. Annemin bana genellikle uykuya dalacağım sırada, yatağımda emanet ettiği değerli, kırılgan öpücüğü, böyle akşamlarda yemek odasından kendi odama kadar taşımam ve soyunurken, tatlı yumuşaklığını bozmadan, uçucu etkisinin dağılıp buharlaşmasına izin vermeden korumam gerekirdi. Üstelik tam da bu öpücüğü her zamankinden daha ihtiyatlı bir şekilde kabul etmem gereken bu akşamlarda, onu hızla, herkesin gözü önünde, adeta çalarcasına koparmam gerekir, ruh hastalarının, bir kapıyı kapatırken, marazî şüpheleri kendilerini yakaladığında, kapıyı kapadıkları ânın hatırası sayesinde başarıyla şüpheye karşı koyabilmek için başka hiçbir şey düşünmemeye gayret etmeleri gibi, yaptığım şeye özel bir dikkatle eğilmeye zamanım ve iznim bile olmazdı.
Zilin mütereddit, çifte çıngırtısı duyulduğunda, hepimiz bahçedeydik. Gelenin Swann olduğunu bilmemize rağmen, herkes merakla birbirine baktı ve büyükannem keşfe gönderildi. Büyükbabam, baldızlarına, “Gönderdiği şarap için anlaşılır şekilde teşekkür etmeyi unutmayın; biliyorsunuz şarap mükemmel, kasa da çok büyük,” diye tavsiyede bulundu. “Fısıldaşmaya başlamayın,” dedi Büyük halam. “Herkesin alçak sesle konuştuğu bir eve gelmek de pek hoş bir duygudur doğrusu!” – “Aa, işte M. Swann. Kendisine soralım bakalım, yarın hava güzel olacak mı?” dedi babam. Annem, kendisinin söyleyeceği bir tek sözün, Swann’ın, evliliğinden beri bizim aile yüzünden çektiği üzüntüyü tamamen sileceğini düşünüyordu. Bir ara, Swann’ı bir kenara çekme fırsatını yakaladı. Ama ben de peşlerinden gittim; az sonra, diğer akşamlardaki gibi beni öpmeye geleceği tesellisi olmadan, mecburen annemi yemek odasında bırakıp odama çıkacağımı düşünerek, ondan bir adım olsun uzaklaşmaya gönlüm razı olmuyordu.
“Monsieur Swann,” dedi annem, “bana kızınızdan söz etsenize biraz; eminim şimdiden babası gibi sanat eserlerine meraklıdır.” – “Hadi gelin de bizimle birlikte verandada oturun,” dedi büyükbabam yanımıza gelerek. Annem sözünü yarıda kesmek zorunda kaldı, ama en güzel mısralarını kafiye baskısı altında bulmaya mecbur olan büyük şairler gibi, bu sınırlamadan, bir incelikli düşünce daha çıkardı: “ikimiz baş başa kaldığımızda, tekrar ondan söz ederiz,” dedi Swann’a alçak sesle. “Hislerinizi ancak bir anne anlayabilir. Eminim kızınızın annesi de benimle aynı fikirdedir.” Hepimiz demir masanın etrafında yerlerimizi aldık. Akşam odamda uyuyamadan, tek başıma geçireceğim sıkıntılı saatleri düşünmek istemiyordum; ertesi sabah unutmuş olacağıma göre, bu saatlerin hiçbir önemi olmadığına kendimi ikna etmeye, bir köprü gibi, beni önümdeki korkunç uçurumun ötesine geçirebilecek, geleceğe ilişkin düşüncelere tutunmaya çalışıyordum. Ama duyduğum kaygıyla gerilmiş, anneme yönelttiğim bakışlar gibi dışa doğru dönmüş olan zihnim, dışarıdan hiçbir etkinin içine nüfuz etmesine izin vermiyordu. Düşünceler zihnime nüfuz edebiliyordu, ama ancak, beni duygulandıracak güzellik unsurlarının, hatta eğlendirecek gülünçlük unsurlarının tamamını dışarıda bırakmak kaydıyla. Tıpkı anestezi sayesinde geçirmekte olduğu ameliyatı hiçbir şey hissetmeden, tamamen bilinçli bir şekilde izleyen bir hasta gibi, sevdiğim mısraları katiyen duygulanmadan ezberimden okuyabiliyor, büyükbabamın Swann’a Audiffret-Pasquier Dükü’nden söz etmek için gösterdiği çabayı hiç neşelenmeden gözlemleyebiliyordum. Bu çabaların hepsi sonuçsuz kaldı. Büyükbabam Swann’a, bu hatip hakkında bir soru sorduğu anda, kulağı bu soruyu, derin ama yersiz ve nezaket icabı bozulması gereken bir sessizlik olarak algılayan büyük teyzelerimden biri, ötekine seslendi: “Biliyor musun Celine, genç bir İsveçli öğretmen hanımla tanıştım, bana İskandinav ülkelerindeki kooperatiflerle ilgili son derece ilginç şeyler anlattı. Kendisini bir akşam yemeğe davet etmeliyiz.” – “Bence de!” diye cevap verdi kız kardeşi Flora. “Ama benim de vaktim boşa harcanmış sayılmaz. M. Vinteuil’ün evinde, Maubant’ı yakından tanıyan yaşlı bir âlimle tanıştım; Maubant, sahnede canlandırdığı kişilikleri nasıl oluşturduğunu kendisine en ince ayrıntılarına kadar açıklamış. Gerçekten çok ilginç. M. Vinteuil’ün komşusuymuş, hiç bilmiyordum; çok da nazik bir beyefendi.” – “Nazik komşuları olan tek kişi M. Vinteuil değil,” diye haykırdı Celine Teyzem, utangaçlığından ötürü yüksek, önceden tasarlayarak konuştuğu için de yapay bir ses tonuyla; bir yandan da, Swann’a anlamlı diye tanımladığı bir bakış yöneltti. Celine’in bu cümleyle Asti şarabına teşekkür ettiğini anlayan Flora Teyzem de bu esnada Swann’a bakmaktaydı. Bakışlarında hem bir kutlama, hem de, belki sadece ablasının nüktesini vurgulamak istediğinden, belki bu nükteye ilham kaynağı olduğu için Swann’a gıpta ettiğinden, belki de Swann’ın köşeye sıkıştığını zannettiği için onunla alay etmekten kendini alamadığından, müstehzi bir ifade vardı. “Söz konusu beyefendinin akşam yemeği davetimizi kabul edeceğini sanıyorum,” diye devam etti Flora; “Maubant’dan veya Mme Materna’dan söz açıldığında, saatlerce hiç durmadan konuşuyor.” – “Çok hoş olmalı” dedi büyükbabam içini çekerek. Tabiat, tıpkı büyük teyzelerimin dimağlarına, Mole’nin ya da Paris Kontu’nun özel hayatına ilişkin bir hikâyeden tat alabilmek için insanın kendisinin eklemesi gereken bir tutam tuzu biberi koymayı unuttuğu gibi, maalesef büyükbabamın dimağına da, İsveç’teki kooperatiflere ya da Maubant’ın canlandırdığı kişilikleri oluşturuşuna tutkulu bir ilgi duyma ihtimalini katmayı ihmal etmişti. “Biliyor musunuz,” dedi Swann büyükbabama, “söyleyeceğim şey, sorunuzla ilgisiz gibi görünse de, değil aslında, çünkü bazı bakımlardan dünya pek de fazla değişmedi. Bu sabah Saint-Simon’u tekrar okurken, sizin hoşunuza gidecek bir şeye rastladım. İspanya büyükelçiliğiyle ilgili kitabındaydı. En iyi kitaplarından sayılmaz, bir günlük sadece, ama hiç değilse çok güzel yazılmış bir günlük. Bu da sabah akşam okumak zorunda olduğumuzu zannettiğimiz o sıkıcı gazetelerle karşılaştırılınca, önemli bir fark.”[2] “Ben size katılmıyorum, bazı günler gazete okumak benim çok hoşuma gidiyor… ” diye araya girdi Flora Teyzem, Le Figaro’da, Swann’ın Corot tablosuyla ilgili cümleyi okuduğunu belirtmek için. “Bizi ilgilendiren şeylerden ya da kişilerden söz ettiklerinde!” diye ekledi Celine Teyzem. “Buna bir itirazım yok,” dedi Swann şaşkınlık içinde. “Benim gazetelerde eleştirdiğim şey, her gün dikkatimizi önemsiz şeylere çekmeleri; oysa en önemli konuların işlendiği kitapları, hayatta üç veya dört kere okuyoruz. Madem her sabah gazetenin şeridini heyecanla koparıyoruz, demek ki bir değişiklik yapıp gazeteye, ne bileyim ben… Pascal’ın Düşüncelerim koymaları gerekir!” (Bu ismi, ukalalık gibi görünmesin diye, alaylı, tumturaklı bir tonda söylüyordu.) “Yunanistan Kraliçesi’nin Cannes’a gittiğini veya Leon Prensesinin bir maskeli balo düzenlediğini de,” dedi, kimi yüksek sosyete mensuplarının sosyete olaylarına karşı sergilediği küçümser tavırla, “ancak on yılda bir açtığımız, sayfa kenarları yaldızlı kitaplarda okurduk o zaman. Böylece doğru orantı sağlanmış olurdu.” Sonra, hafif bir tonda da olsa, ciddi konulardan söz ettiğine pişman olarak, “Sohbetimize diyecek yok,” dedi alayla, “bu ‘zirve’lere çıkmaya niye kalkışıyoruz bilmem.” Ardından büyükbabama döndü: “Saint-Simon, Maulevrier’nın, oğullarına elini uzatma cüretini gösterdiğini anlatıyor. Biliyorsunuz, ‘Bu kalın şişenin içinde, öfke, bayağılık ve aptallıktan başka şey göremedim asla,’ diye söz ettiği, bu Maulevrier’dir.” – “Kalın ya da ince, ben içinde çok farklı şeyler olan şişeler biliyorum,” diye atıldı Flora; Asti şarabı ikisine birden gönderildiği için, o da kendi adına Swann’a teşekkür etmek istiyordu. Celine gülmeye başladı. Afallayan Swann, sözüne devam etti: “Saint-Simon, ‘Cehaletten mi, madrabazlıktan mı bilmem, çocuklarımın elini sıkmak istedi. Neyse ki vaktinde fark edip engel oldum,’ diyor.” Büyükbabam, “cehaletten mi, madrabazlıktan mı”ya hayran olmuştu, ama Saint-Simon adının bir edip sıfatıyla işitme duyusunda tam anesteziye engel olduğu Mlle Celine, kızmaktaydı: “Nasıl olur! Bunu takdir mi ediyorsunuz? Bravo doğrusu! Peki, ne demek oluyor bu; insanlar eşit değil midir? Eğer bir insanın aklı ve yüreği varsa, dük olmuş, arabacı olmuş, ne fark eder? Sizin Saint-Simon, çocuklarına bütün namuslu insanların elini sıkmalarım söylememişse, pek güzel eğitmiş onları. Tek kelimeyle korkunç. Bir de örnek gösteriyorsunuz!” Büyükbabam, bu engel karşısında, Swann’a hoşuna gidebilecek hikâyeler anlattırmanın imkânsızlığını sezerek, üzgün üzgün anneme dönüp alçak sesle şöyle dedi: “Bana öğrettiğin, böyle zamanlarda beni rahatlatan bir mısra vardı hani… Tamam, hatırladım! “Ne faziletler var ki Tanrım, bizi nefret ettirdin!’ Ah! Ne kadar güzel!”
Gözlerimi annemden ayırmıyordum; sofraya geçildikten sonra, yemek bitinceye kadar kalmama izin verilmeyeceğini ve annemin, babam kızmasın diye, kendisini herkesin önünde, odamdaki gibi birçok kez üst üste öpmeme karşı çıkacağını biliyordum. Bu yüzden de kendi kendime, yemek odasına geçtiğimizde, onlar yemeye başladıktan sonra, gitme vaktinin yaklaştığını hissettiğim zaman, bu kısacık, kaçamak öpücükle ilgili olarak, tek başıma yapabileceğim her türlü hazırlığı önceden yapmayı kararlaştırmıştım. Annemin yanağının neresini öpeceğimi bakışlarımla saptayacak, tıpkı bir ressamın, poz verme seanslarının süresi kısıtlı olduğunda paletini hazırlaması, çok gerektiğinde model olmadan da yapabileceği şeyleri önceden, belleğine ve notlarına başvurarak tamamlaması gibi, zihnimi hazırlayacak, bu düşünsel öpücük başlangıcı sayesinde, annemin bana ayıracağı bir dakikanın tamamını, onun yanağını dudaklarımda hissetmeye hasredebilecektim. Ne var ki, daha yemek çanı çalmadan, büyükbabam bilinçsiz bir acımasızlıkla, “Çocuk yorgun görünüyor, gidip yatsa iyi olur. Zaten bu gece geç yiyeceğiz,” dedi. Anlaşma kurallarına büyükannem ve annem kadar titizlikle uymayan babam da, “Doğru, hadi git yat,” diye onayladı. Annemi öpmek istedim, ama tam o anda yemek çanı çaldı. “Yeter canım, bırak anneni
iyi geceler dilediniz ya birbirinize, bu kadar tezahürat da gülünç artık. Hadi çık yukarı!” Böylece yolluğumu almadan gitmek zorunda kaldım; merdivenin her basamağını gönülsüzce, gönlüme karşı koyarak, mecburen çıktım; gönlüm annemin yanma dönmek istiyordu, çünkü annem beni öperek peşimden gelme iznini kendisine vermemişti. Daima üzgün üzgün tırmandığım bu iğrenç merdivenden yayılan vernik kokusu, her gece yaşadığım bu belirli türdeki kederi bir şekilde emmiş, sabitleştirmişti ve belki de bu kederin, duyarlılığım üzerindeki etkisini daha da acımasızlaştırıyordu, çünkü zihnim, kokuya bürünmüş haldeki kederime karşı çaresiz kalıyordu. Uykuda, diş ağrısını, kurtarmak için üst üste iki yüz hamle yaptığımız, suya düşmüş bir genç kız veya Moliere’in durmadan tekrarladığımız bir mısraı olarak hissettiğimizde, uyanıp da zihnimizin diş ağrısı kavramını her tür kahramanca ya da ritmik kılık değişikliğinden arındırması, müthiş bir rahatlamadır. İşte odama çıkmanın kederi, bu merdivene özgü vernik kokusunun solunmasıyla, –manevi istiladan çok daha zehirli olan– son derece süratli, hem sinsi, hem de sert bir biçimde, neredeyse bir anda benliğime nüfuz ettiğinde yaşadığım şey, bu rahatlamanın tersiydi. Odama vardığımda, bütün çıkışları tıkamam, panjurları kapatmam, yatak örtüsünü açarak kendi mezarımı kazmam, gecelik biçimindeki kefenimi giymem gerekti. Ama yazın büyük yatağın fitilli dokumadan perdelerinin altında çok terlediğim için odaya konan ilave demir yatağa gömülmeden önce, içimde bir isyan hissi kabardı, bir idam mahkûmu hilesine başvurmak istedim. Anneme bir not yazıp, kendisine ancak yüz yüze söyleyebileceğim önemli bir şey için yukarı çıkmasını rica ettim. Tek korkum, halamın Combray’de olduğumuz zamanlar benimle ilgilenmekle görevli aşçısı Françoise’ın, notumu götürmeyi reddetmesiydi. Misafir varken anneme bir not götürmenin, ona, bir tiyatronun kapıcısının sahnedeki bir oyuncuya bir mektup götürmesi kadar imkânsız görüneceğinden şüpheleniyordum. Françoise’ın, yapılabilecek ve yapılamayacak şeyler konusunda, anlaşılmaz ya da anlamsız ayrımlara dayanan, zorlayıcı, kapsamlı, karmaşık ve taviz vermez (süt çocuklarını katletmek gibi kan dökücü buyrukların yanı sıra, abartılı bir incelikle oğlağı annesinin sütünde pişirmeyi, hayvanların but sinirlerini yemeyi yasaklayan eski yasaları andıran) yasaları vardı. Yapmasını istediğimiz kimi işlere karşı birden gösterdiği inatçı direnişe bakılırsa, bu yasalar, Françoise’ın çevresinin ve bir köy evindeki hizmetkârlığının katiyen esinlenmiş olamayacağı birtakım toplumsal karmaşıklıkları ve sosyete inceliklerini öngörmüş gibiydi; insan, tıpkı bir zamanlar orada bir saray hayatı yaşandığına tanıklık eden eski konakların bulunduğu ve kimyasal madde fabrikası işçilerinin, Aziz Theophilos mucizesini ya da Aynıon’un dört oğlunu temsil eden zarif heykellerin arasında çalıştığı sanayi siteleri gibi Françoise’ın da, çok eski, asil ve anlaşılamamış bir Fransız geçmişine sahip olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. Bu örnekte, Françoise’ın, M. Swann varken benim gibi önemsiz bir şahsiyet için, annemi rahatsız etmesinin, yangın çıkmadıkça pek küçük bir ihtimal olmasına yol açan yasa maddesi, Françoise’ın yalnızca ölülere, rahiplere ve krallara olduğu gibi ebeveyne değil, ayrıca ağırlanan misafire de duyduğu saygının ifadesiydi. Sadece bu saygı, bir kitapta karşıma çıksa, beni duygulandırırdı belki, ama bu saygıya değinen Françoise olunca, bu konudan söz ederken kullandığı ciddi ve şefkatli ses tonu yüzünden, sinirime dokunurdu; hele o akşam, yemek davetine atfettiği kutsallık, merasimi bölmeyi reddetmesine sebep olacağından, iyice canımı sıkıyordu. Ama ben, kendime bir şans tanımak isteyip hiç duraksamadan yalan söyleyerek, Françoise’a, anneme bu notu kendi isteğimle yazmadığımı, annemin, ben yanından ayrılırken, aramamı rica ettiği bir eşyayla ilgili olarak, ona bir cevap göndermeyi unutmamamı tembihlediğini bildirdim; bu not kendisine verilmezse, annemin mutlaka çok kızacağını da ekledim. Zannederim Françoise bana inanmadı. Çünkü tıpkı duyuları bizden daha güçlü olan ilk insanlar gibi, o da, kendisinden saklamak istediğimiz gerçekleri, bizim için kavranması mümkün olmayan işaretlerden, hemen anlayıverirdi. Sanki kâğıdın incelenmesi ve yazının görünüşü, notun içeriği ya da hangi yasa maddesine başvurması gerektiği hakkında kendisine bir bilgi verebilirmiş gibi, beş dakika boyunca zarfa baktı. Sonra, “Böyle evladı olan ana babanın vay haline!” anlamına gelebilecek bir tevekkül ifadesiyle odadan çıktı. Bir iki dakika sonra dönüp sofradakilerin henüz dondurmalarını bitirmediklerini, uşağın notu o sırada, herkesin önünde vermesinin imkânsız olduğunu, ama sıra ağızların çalkalanmasına geldiğinde, bir yolunu bulup notu anneme ileteceklerini söyledi. Kaygılarım o anda dağıldı. Artık, az önce olduğu gibi, annemden ertesi güne kadar ayrılmış sayılmazdım, çünkü yazdığım kısa not, şüphesiz annemi kızdıracak (üstelik bu numara beni Swann’ın nezdinde gülünç düşüreceği için iki misli kızdıracak), ama hiç değilse görünmez ve mutlu bir şekilde annemin bulunduğu odaya girmemi sağlayacak, annemin kulağına fısıltıyla benden söz edecekti. Çünkü daha bir iki dakika önce, “taneli” dondurmayla ağız çalkalama kaplarının bile, bana, annem bu hazları benden uzakta tattığı için, zararlı ve ölümcül derecede hüzünlü hazlar barındırıyormuş gibi geldiği o yasak, düşman yemek odasının kapılan beni kabul etmek üzere açılıyordu. Ve olgunlaşıp kabuğunu yırtan bir meyve misali, yazdığım satırları okuyan annemin dikkatini, benim coşkun kalbime doğru fırlatacaktı. Artık ondan ayrı değildim; engeller yıkılmıştı, harikulade bir bağ, bizi birleştirmekteydi. Üstelik bu kadarla da kalmıyordu: Annem mutlaka gelecekti!
Swann’ın, yazdığım notu okusa ve amacını tahmin etse, yaşadığım yürek daralmasıyla alay edeceğini düşünüyordum; oysa daha sonra öğrendim ki, aksine, benzer bir yürek daralması, uzun yıllar boyunca onun da içini kemirmişti ve belki de beni en iyi anlayabilecek kişi oydu; Swann, sevdiği kadının, kendisinin bulunmadığı, gidip onunla buluşamayacağı bir eğlence yerinde olduğunu sezmenin getirdiği yürek daralmasıyla, aşk aracılığıyla tanışmıştı; aşk, bir. Bakıma bu yürek daralmasının kaderidir, onu tekeline alır, özelleştirir; ne var ki, benim durumumda olduğu gibi, yürek daralması, içimize, aşk hayatımızda boy göstermeden önce yerleştiğinde, aşkın bekleyişi içinde, başıboş ve serbest dalgalanır, belirli bir duygunun tekelinde değildir, bir gün bir hissin, ertesi gün bir başkasının, kâh evlat sevgisinin, kâh dostluğun emrindedir. Swann, Françoise gelip de notumun iletileceğini haber verdiğinde benim ilk kez tanıştığım mutluluğu da çok iyi biliyordu; bu yalancı mutluluğu, sevdiğimiz kadının, onunla buluşmak üzere bir balonun veya davetin verildiği konağa ya da bir tiyatrodaki prömiyere gelen bir arkadaşı veya akrabası, bizi çaresizlik içinde, sevdiğimizle konuşmak için bir fırsat kollayarak dışarıda aylak aylak dolaşırken gördüğünde yaşarız. Söz konusu şahıs bizi tanır, teklifsizce yanımıza gelip orada ne işimiz olduğunu sorar. Biz akrabasına ya da arkadaşına acil bir mesaj iletmek zorunda olduğumuz yolunda bir yalan uydurduğumuzda da, meselenin kolaylıkla çözülebileceğini söyleyip bizi girişe alır, beş dakika içinde sevdiğimizi yanımıza göndereceğine dair söz verir. Düşmanca, ahlâksızca, harikulade girdapların sevdiğimiz kadını bizden uzaklara sürüklediğini, bize güldürdüğünü zannettiğimiz o garip, cehennemi daveti, bir tek cümlesiyle gözümüzde dayanılır, insani ve neredeyse olumlu kılan iyi niyetli aracıyı ne kadar da çok severiz! (İşte ben de Françoise’ı o anda o kadar çok seviyordum.) Yanımıza gelen ve davetin zalim sırlarına vâkıf olan akrabadan yola çıkarsak eğer, diğer davetlilerin de iblisçe bir yanı olmasa gerektir. Sevdiğimiz kadının bilinmez hazlar yaşayacağı o erişilmez, işkence dolu saatlere, biz de beklenmedik bir gedikten nüfuz etmekteyizdir. İşte, art arda dizilerek bu saatleri oluşturan anlardan birini, diğerleri kadar gerçek, hatta belki sevgilimiz de rol oynadığından, bizim için ötekilerden daha önemli bir ânı, kafamızda canlandırmakta, elimizde tutmakta, ona müdahale etmekteyizdir, hatta onu biz yaratmış bile sayılabiliriz: bizim orada, aşağıda olduğumuzun kendisine söyleneceği an. Davetin diğer anları da, özünde bundan çok farklı olmasa gerektir, daha olağanüstü, bize öylesine ıstırap çektirecek bir yanları yoktur herhalde ki, iyi niyetli dost, “Memnuniyetle iner aşağıya! Yukarıda sıkılmaktansa, sizinle sohbet etmeyi kesinlikle tercih edecektir” demiştir bize. Heyhat! Swann bu tecrübeyi yaşamıştı; sevmediği birinin bir davette bile peşini bırakmamasına sinirlenen bir kadının üzerinde, üçüncü şahısların iyi niyetlerinin hiçbir etkisi olmaz. Genellikle, iyi niyetli arkadaş aşağıya tek başına iner.
Annem gelmedi ve (bulup bulmadığımı bildirmemi rica ettiği eşyayla ilgili yalanımın ortaya çıkmamasına bağlı olan) izzetinefsime özen göstermeden, Françoise’la şu mesajı gönderdi: “Cevap yok.” Daha sonra bu cümlenin, lüks otellerin kapı görevlileri, kumarhane görevlileri tarafından, zavallı şaşkın genç kızlara söylendiğini çok işittim. “Nasıl olur, hiçbir şey demedi mi? Ama imkânsız! Notumu kendisine verdiniz, değil mi? Peki, ben biraz daha bekleyeyim.” Nasıl ki bu genç kızlar, kapı görevlisi kendileri için fazladan bir lamba yakmaya yeltendiğinde ışığa ihtiyaçları olmadığını söyleyip bir kenarda dururlarsa, görevlinin komiyle havadan sudan konuşmasını, sonra birden saatin farkına varıp bir müşterinin içkisini buzda soğutmak üzere komiyi göndermesini izlerlerse, ben de Françoise’ın bana bir bitki çayı yapma, yanımda oturma tekliflerini reddettim. O mutfağa gittikten sonra da, yatağıma yatıp bahçede kahve içen annemlerin seslerini duymamaya çalışarak gözlerimi kapattım. Ama birkaç saniye sonra, anneme o notu yazmakla, onu kızdırmayı göze alarak, kendisini tekrar görebileceğim ânı adeta ellerimle tuttuğumu hissedecek kadar ona yaklaşmakla, onu görmeden uyuyabilme ihtimalini ortadan kaldırmış olduğumu hissettim. Kalbimin çarpıntıları her an biraz daha sancılı hale geliyordu, çünkü kendi kendimi, bahtsızlığımı kabullenerek sakinleşmeye ikna etme çabası, çarpıntımı daha da artırıyordu. Birdenbire bütün sıkıntım dağıldı, tıpkı bir ilaç etkisini göstermeye başlayıp da ağrımızı dindirdiğinde olduğu gibi, içimi bir mutluluk kapladı: Annemi görmeden uyumamaya karar vermiştim; ne pahasına olursa olsun, onunla uzun süre boyunca küs kalacağımızdan emin de olsam, yatmak üzere yukarı çıktığında onu mutlaka öpecektim. Kaygılarımın sona ermesinin yarattığı huzur kadar, bekleyiş de, tehlike arzusu ve korkusu da, olağanüstü bir coşku veriyordu bana. Gürültü etmeden pencereyi açıp yatağımın ayakucuna oturdum; aşağıdan beni işitmesinler diye neredeyse kıpırdamıyordum. Dışarıda da her şey ay ışığını bulandırmamak için sessiz bir dikkat içinde donup kalmıştı adeta. Ay, bütün nesnelerin önüne yansıttığı, nesnenin kendisinden daha yoğun, daha somut bir akisle her birini ikizleştirip geriye itmiş, tıpkı daha önce katlanmış olan bir haritayı açar gibi, manzarayı aynı anda hem inceltmiş, hem de büyütmüştü. Kıpırdaması gereken şeyler, tek tük kestane yaprakları, kıpırdıyordu. Ama her yaprağın, en ufak ayrıntılarla, en ince ürpertilerle titizlikle tamamlanan, eksiksiz titreyişi, diğerlerine bulaşmadan, onlarla bütünleşmeden sınırlı kalıyordu. Hiçbir sesi yutmayan bu sessizliğin üzerine yayılan, en uzaklardan, muhtemelen kentin öbür ucundaki bahçelerden gelen sesler bile, öyle bir “mükemmeliyetle, en ince ayrıntılarına kadar algılanıyordu ki, uzaktan geliyormuş hissini vermeleri, sanki sadece pianissimo olmalarından kaynaklanıyordu. Konservatuvar orkestrasının kusursuz biçimde, sur dinlerle icra ettiği ezgiler de, tek nota bile kaçırılmadığı halde, konser salonunun çok uzağından geliyormuş izlenimini uyandırır ve bütün yaşlı dinleyiciler Swann biletlerini kendilerine verdiği zamanlar büyükannemin kız kardeşleri de henüz Trevise Sokağı’nı dönmemiş olan bir ordunun ilerleyişini uzaktan dinlercesine kulak kabartırlardı.
Kendi kendime yarattığım durumun, annemle babamın tepkileri açısından, benim için mümkün olan en ağır sonuçlara yol açabileceğini, bir yabancının tahmin edemeyeceği, ancak gerçekten yüz kızartıcı suçların sonucu olabileceğini düşündüğü türden ve o ciddiyette sonuçlar doğurabileceğini biliyordum.
Ne var ki, bana verilen eğitimde, kabahatlerin sıralaması, diğer çocukların eğitiminde olduğundan farklıydı; bana, (herhalde bu kadar özenle uzak tutulmam gereken bir başka kabahat olmadığından) özellikle kaçınmam gereken şeyin, ortak özelliklerini, yani sinirsel bir güdüye boyun eğmekten kaynaklandıklarını şimdi anladığım kabahatler olduğu öğretilmişti. Ama o sırada sinirsel kelimesi telaffuz edilmez, bana, yenik düşmemin bağışlanabilir, hatta karşı koymamın imkânsız olduğunu düşündürebilecek bu sebep, açıkça belirtilmezdi. Yine de ben bu kabahatleri, öncesinde yaşadığım yürek daralmasından ve ardından gelen cezadan, gayet iyi tanırdım; o anda işlediğim kabahatin de, daha önce sertçe cezalandırılmamla sonuçlanan başka kabahatlerle aynı cinsten, üstelik çok daha ağır olduğunu biliyordum. Annem, yatmak için yukarıya çıkarken yoluna dikildiğimde, benim kendisine koridorda tekrar iyi geceler dilemek üzere uyumayıp beklediğimi görünce, beni artık evde tutmayacaklar, ertesi gün yatılı okula vereceklerdi, bundan hiç kuşkum yoktu. Ne yapalım! Beş dakika sonra kendimi pencereden aşağı atmam gerekse de, umurumda değildi. O anda istediğim, annemdi, ona iyi geceler dilemekti; bu arzuyu gerçekleştirme yolunda, geri dönemeyecek kadar ilerlemiştim artık.
Swann’ı geçirmekte olan annemle babamın ayak seslerini işittim; kapının çıngırağı Swann’ın gittiğini haber verince, pencereye yaklaştım. Annem babama, ıstakozu beğenip beğenmediğini, M. Swann’ın kahveli ve şamfıstıklı dondurmadan biraz daha alıp almadığını soruyordu. “Ben dondurmayı pek yavan buldum,” dedi annem; “bir dahaki sefere başka bir çeşidini denesek iyi olacak galiba.” – “Swann’ı ne kadar değişmiş bulduğumu anlatamam,” dedi Büyük halam, “enikonu yaşlanmış!” Büyük halam Swann’ı hep bir yeniyetme olarak görmeye alıştığından, onu birdenbire kendisine yakıştırmaya devam ettiği yaştaki kadar genç bulmayınca şaşırmıştı. Zaten annemle babam da, Swann’ı, yarını olmayan günleri hep boş geçen, dakikalar sabahtan itibaren üst üste yığılıp çocuklara hasredilmediği için diğer insanlara oranla daha uzun günler geçiren, bütün bekârlar gibi, anormal, aşırı, utanç verici ve müstahak bir biçimde yaşlanmış bulmaya başlamışlardı. “Sanıyorum herkesin gözü önünde Monsieur de Charlus diye bir adamla birlikte yaşayan o rezil karısı Swann’ı çok üzüyor. Bütün Combray bunu konuşuyor.” Annem, buna rağmen Swann’ın bir süredir eskisi kadar kederli görünmediğini söyledi. “Babasından aynen aldığı o gözlerini ovuşturup eliyle alnını sıvazlama hareketini de daha seyrek yapıyor. Ben aslında o kadını artık sevmediğini düşünüyorum.” – “Tabii ki artık sevmiyor,” diye cevap yerdi büyükbabam. “Kendisinden uzun zaman önce bu konuda bir mektup aldım; söylediklerine katiyen katılmasam da, mektup, karısına ilişkin hisleri, en azından sevgisi konusunda şüpheye yer bırakmıyordu. Gördünüz mü, şarap için teşekkür etmediniz kendisine!” diye ekledi baldızlarına dönerek. “Nasıl teşekkür etmedik? Laf aramızda, bence oldukça incelikli bir biçimde teşekkürlerimi bildirdim,” diye cevap verdi Flora Teyzem. “Evet, çok güzel ifade ettin; seni çok takdir ettim,” dedi Celine Teyzem. “Sen de hiç fena sayılmazdın.” – “Evet, nazik komşulara ilişkin cümlemle epey gurur duydum.” – “Ne! Siz buna teşekkür etmek mi diyorsunuz?” diye haykırdı büyükbabam. “Söylediklerinizi duydum pekâlâ, ama Swann’dan bahsettiğiniz aklımdan geçtiyse kör olayım. Hiçbir şey anlamadığından emin olabilirsiniz.” – “Yok, canım, Swann aptal bir insan değil, takdirle karşıladığından eminim Kaç şişe gönderdiğini, şarabın fiyatını belirtemezdim ya!” Annemle babam yalnız kalınca biraz oturdular; sonra babam, “Eh, istersen yukarı çıkıp yatalım,” dedi. “Nasıl istersen canım, gerçi benim hiç mi hiç uykum yok; oysa kahveli dondurma uykumu kaçıramayacak kadar hafifti; neyse, mutfakta ışık yandığını fark ettim, zavallı Françoise beni beklediğine göre, sen soyunurken rica edeyim de korsemi çözsün.” Ardından annem, holü merdivenden ayıran kafesli kapıyı açtı. Az sonra, odasının penceresini kapatmak üzere yukarı çıktığını işittim. Sessizce koridora çıktım; kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki, adım atmakta güçlük çekiyordum, ama hiç değilse artık sıkıntıdan değil, korkudan ve
mutluluktan çarpıyordu. Merdiven boşluğunda, annemin elindeki mumdan yayılan ışığı gördüm. Sonra kendisini gördüm ve fırladım. İlk anda, ne olduğunu anlayamayarak şaşkınlık içinde baktı bana. Ardından, yüzünde bir öfke ifadesi belirdi; tek kelime olsun söylemiyordu, zaten bundan çok daha küçük kabahatler işlediğimde bile, günlerce benimle konuşulmazdı. Annem bir şey söylese, benimle konuşulabileceğini kabul etmiş olurdu; kaldı ki böyle bir şey, bana daha da korkunç gelir, benim için düşünülen cezanın ağırlığı yanında, suskunluğun, küslüğün çocukça kalacağını belirten bir işaret gibi algılardım sözlerini. Annemin söyleyeceği bir tek söz, kovulmasına karar verilmiş bir hizmetkârla konuşurken sergilenen sükûnete, askere gönderilen bir evlada, iki gün küs kalınacak olsa kendisinden esirgenecek bir öpücüğü vermeye benzerdi. Ama o sırada annem, babamın soyunmak üzere gittiği banyodan çıktığını duydu ve babamın azarından beni korumak için, öfkesinden kesik kesik konuşarak, “Kaç çabuk, koş, hiç değilse baban böyle deliler gibi beklediğini görmesin!” dedi. Ben hâlâ, “Gel bana iyi geceler dile,” diye tekrarlıyor, babamın elindeki mumun ışığının duvarda yükselmekte olduğunu görüp dehşete kapılıyor, ama bir yandan da, babamın yaklaşmasını bir tehdit olarak kullanıyor, annemin, reddetmeye devam ederse, babamın beni orada bulmasından korkarak, “Odana gir, geliyorum,” diyeceğini umuyordum. Ama artık çok geçti, babam karşımızda duruyordu. İstemeyerek, kimsenin duymadığı şu mırıltı çıktı ağzımdan: “Mahvoldum!”
Fakat öyle olmadı. Babam, “ilkelere aldırmadığı ve onun gözünde “insan hakları” diye bir şey olmadığı için, annemle büyükannem tarafından bahşedilen daha cömertçe anlaşmalarla bana verilmiş olan izinleri sürekli kaldırırdı. Sıradan bir sebeple, hatta sebepsiz yere, alışkanlık haline gelmiş, mahrum edilmemin artık ihanet sayılacağı bir gezintiyi son dakikada yasaklar veya o gece de yaptığı gibi, alışılmış saatten çok daha önce, “Hadi git yat, tartışma istemiyorum!” derdi. Ama aynı zamanda, (büyükannemin kullandığı anlamda) ilkeleri olmadığı için, açıkçası, taviz vermeyen bir insan da değildi. Bir an, şaşkın ve öfkeli bir ifadeyle bana baktı, sonra, annem çekinerek olanları kısaca anlatınca, hemen, “Canım, yanına gitsene çocuğun,” dedi; “zaten uykun olmadığını söylüyordun, biraz odasında oturursun, benim hiçbir şeye ihtiyacım yok.” – “Ama hayatım,” diye cevap verdi annem utana sıkıla, “uykum olup olmaması değil ki mesele, bu çocuğu böyle alıştırır sak… ” – “Alıştıracak değiliz canım,” dedi babam omuz silkerek, “görüyorsun çocuk üzülmüş, perişan görünüyor yavrucak; biz de işkenceci değiliz ya! Çocuk hastalansa daha mı iyi? Odasında iki yatak var nasılsa, Françoise’a söyle, sana büyük yatağı hazırlasın, bu gece onun yanında yat. Hadi iyi geceler, benim sinirlerim sizin kadar hassas değil, ben yatıyorum.”
Babama teşekkür edilemezdi; gülünç duyarlılıklar diye adlandırdığı bu tür davranışlar, sinirine dokunurdu. Kıpırdamaya cesaret edemeden olduğum yerde duruyordum; babam hâlâ iri cüssesiyle karşımızdaydı; beyaz geceliği ve baş ağrısı çekmeye başladığından beri geceleri kafasına doladığı morlu pembeli Hint kaşmiriyle, M. Swann’ın bana verdiği Benozzo Gozzoli gravüründe, Sara’ya, İshak’ın yanından ayrılması gerektiğini söyleyen Hz. İbrahim’i andırıyordu. Bu olayın üzerinden yıllar geçti. Babamın mumundan yayılan ışığın tırmanışını izlediğim merdiven duvarı uzun zamandır yok. Benim içimde de, daima var olacağını zannettiğim birçok şey yok oldu, onların yerini alan yenileri ise, o sırada tahmin edemeyeceğim yeni üzüntülere ve yeni mutluluklara yol açtılar; buna karşılık, eski üzüntülerimi ve mutluluklarımı da şimdi anlamakta güçlük çekiyorum. Babamın, anneme, “Çocuğun yanma git,” demesi de, uzun zamandır imkânsız. Böyle anları bir daha asla yaşayamayacağım. Ama kısa bir süredir, kulak kabarttığım takdirde, babamın karşısında bastırmayı başardığım ve ancak annemle yalnız kaldığımızda koy verdiğim hıçkırıkları gayet iyi duyabiliyorum yine. Aslında o hıçkırıklar hiç sona ermedi; şimdi etrafımda hayat daha suskun olduğu için onları tekrar duyar oldum; tıpkı gündüzleri şehrin gürültüsü tamamen bastırdığı için çalmadıklarını zannedebileceğimiz manastır çanlarının, gecenin sessizliğinde tekrar çalmaya koyulmaları gibi.
Annem o geceyi benim odamda geçirdi; evden ayrılmak zorunda bırakılmayı bekleyecek kadar ciddi bir kabahat işlediğim anda, annemle babam, o güne dek, güzel davranışlarıma karşılık verdikleri mükâfatlardan çok daha büyük bir lütuf bağışlıyorlardı bana. Böyle bir lütufta bulunurken bile, babamın bana davranışı, önceden tasarlanmış bir plandan ziyade, tesadüfi kararların sonucu olan, kendine özgü keyfî özelliğini koruyordu, kazanılmış bir hak değildi. Hatta belki babamın beni yatmaya gönderirken ki, sertlik adını verdiğim tavrı da, annemin veya büyükannemin tutumları kadar layık değildi bu adlandırmaya. Çünkü mizacı bazı bakımlardan, annemle büyükanneme oranla benimkinden çok daha farklı olan babam, onların çok iyi bildiği bir şeyi, her akşam ne kadar bedbaht olduğumu o güne kadar tahmin edememişti. Ne var ki, annemle büyükannem, beni çok sevdiklerinden ıstıraptan korumaya çalışmıyorlar, sinirsel hassasiyetimi azaltabilmem ve irademi güçlendirebilmem için, ıstırabımın üstesinden gelmeyi öğretmek istiyorlardı bana. Bana daha farklı türden bir şefkat besleyen babam buna cesaret edebilir miydi bilmem; kederimi bu sefer anlamış, o zaman da, anneme, “Git çocuğu avut,” demişti. Annem o gece benim odamda kaldı. Ve sanki bekleyebileceğimden çok farklı olan bu saatleri bir pişmanlıkla gölgelememek için, annemin benim yanımda oturduğunu, elimi tuttuğunu ve azarlamadan ağlamama izin verdiğini görüp olağandışı bir şeyler olduğunu anlayan Françoise, kendisine, “Hanımefendi, küçük beyin nesi var, niye böyle ağlıyor?” diye sorduğunda, “Kendi de bilmiyor ki Françoise, sinirleri bozuk; hadi bana büyük yatağı hazırlayıverin, sonra da yatmaya çıkın,” diye cevap verdi. Böylece, kederim ilk kez cezalandırılması gereken bir kabahat değil, resmen tanınan irade dışı bir rahatsızlık, benim sorumlu olmadığım sinirsel bir durum olarak görülüyordu; acı gözyaşlarımdan artık utanmamanın rahatlığını tadıyordum, vicdan azabı duymadan ağlayabilirdim. Annem odama çıkmayı reddedip uyumam gerektiğine dair küçümser bir cevap gönderdikten bir saat sonra, meselenin, Françoise nezdinde de bana yetişkin bir insan onuru bağışlayan ve beni aniden adeta bir keder buluğuna, gözyaşlarının rüştüne ulaştıran, insani bir boyuta kavuşmuş olmasından ötürü, epeyce gurur duyuyordum doğrusu. Mutlu olmam gerekirdi; değildim. Bana öyle geliyordu ki, annem, ilk kez, muhtemelen kendisini üzen bir taviz vermişti bana, benim için tasarladığı idealden ilk kez feragat etmişti ve bütün yürekliliğine rağmen yenildiğini kendine ilk kez itiraf ediyordu. Bana öyle geliyordu ki, eğer buna zafer kazanmak denebilirse, bu zaferi anneme karşı kazanmış, tıpkı bir hastalık gibi, üzüntü ya da yaşlılık gibi, annemin iradesini gevşetmeyi başarmış, zihnine boyun eğdirmiştim; bu gece, yeni bir dönemin başlangıcı olacak, acıklı bir tarih olarak kalacaktı. O anda cesaretim olsaydı, anneme, “Hayır istemiyorum, burada yatma,” derdim. Ama annemin mizacında, büyükannemden kendisine geçen hararetli idealizmi yumuşatan pratik, günümüzün ifadesiyle gerçekçi bilgeliği iyi tanıdığımdan, artık olan olduğuna göre, hiç değilse bu huzur verici zevki bana tattırmayı ve babamı rahatsız etmemeyi tercih edeceğini biliyordum. Şüphesiz, annemin güzel yüzü, şefkatle ellerimi tuttuğu, gözyaşlarımı dindirmeye çalıştığı o gece, hâlâ gençliğin ışıltısıyla parlıyordu. Ama ben böyle olmaması gerektiğini düşünüyordum, annem kızsa, öfkesi, çocukluğumda alışık olmadığım bu yeni şefkat kadar üzücü olmazdı benim için; inançsız elimle, annemin ruhuna gizlice ilk kırışıklığı, ilk beyaz saçı yerleştirmişim gibi geliyordu bana. Bunu düşününce hıçkırıklarım iyice arttı ve o zaman, karşımda asla acıma duygusuna kendini bırakmayan annemin, benim kederime ansızın yenildiğini, gözyaşlarını tutmaya çabaladığını gördüm. Benim bunu fark ettiğimi anlayınca, gülerek,
“Gördün mü minik civcivim, küçük kanaryam, böyle devam edersen anneni de kendin gibi aptala döndüreceksin. Hadi, madem ikimizin de uykusu yok, böyle üzülüp duracağımıza bir şey yapalım, senin şu kitaplarından birini okuyalım,” dedi. Ama yanımda hiç kitap yoktu. “Büyükannenin isim günün için sana aldığı kitapları şimdi çıkarmamı ister misin? İyi düşün, yarından sonra hediye almadım diye üzülmeyecek misin?” Aksine çok memnun olmuştum; annemin getirdiği, kâğıda sanlı paketteki kitapların sadece kısa ve geniş olduklarını tahmin edebiliyordum, ama bu bir anlık, örtülü ilk bakışta bile, yılbaşı hediyesi olan boya kutusuyla geçen yılki ipekböceklerini gölgede bırakacakları belliydi. Kitaplar, Şeytanlı Göl, Tarla Çocuğu François, Küçük Fadette ve Usta Gaydacılar’dı. Daha sonra öğrendiğime göre, büyükannem önce Musset’nin şiirlerini, Rousseau’nun bir kitabını ve Indiana’yı seçmiş. Değersiz kitapları, şeker ve pasta kadar sağlığa zararlı bulan büyükannem, deha ürünlerinin bir çocuğun zihni üzerindeki etkisinin, açık havayla deniz rüzgârının çocuğun bedeni üzerindeki etkisinden daha tehlikeli olacağını düşünmez, en az o kadar diriltici olacağına inanırdı. Ama babam, bana hangi kitapları hediye etmek istediğini öğrendiğinde büyükanneme neredeyse deli muamelesi yapınca, o da, hediyesiz kalmayayım diye, kalkıp tekrar Jouy-le-Vicomte’ taki kitapçıya gitmiş. (o gün hava çok sıcak olduğundan, döndüğünde o kadar perişanmış ki, doktor anneme, büyükannemin böyle yorulmasına izin vermemesini tembih etmiş) ve George Sand’ın dört köy romanıyla yetinmiş. “Yavrucuğum,” diyormuş anneme, “çocuğa kötü bir kitap hediye etmeye gönlüm razı olmadı.”
Aslında büyükannemin gönlü, zihinsel bir yarar sağlamayacak olan herhangi bir şeyi satın almaya asla razı olmazdı; özellikle de, rahatlığın ve gururun tatminlerinden başka şeylerden haz almayı öğreten güzel şeylerin sağladığı yarara değer verirdi. Birisine, faydalı denilen türde bir hediye, bir koltuk, bir sofra takımı, bir baston alması gerektiğinde bile, bunların “antika” olanını seçerdi; eşyaların eskimişliği, yararlı olma özelliklerini onun gözünde adeta siler, bizim ihtiyaçlarımızı karşılamaktan çok, eski zaman insanlarının hayatını bize aktarma işlevini yüklenirlerdi sanki. Benim odamda, en güzel sanat eserlerinin, manzaraların fotoğrafları olsun isterdi. Ama bunları satın almaya geldiğinde, fotoğrafta görülen şey estetik bir değere sahip olduğu halde, fotoğraf denilen mekanik tasvirde, bayağılığın ve faydanın hemen hâkimiyet kurduğu kanısına varırdı. Bu yüzden de kurnazlık etmeye çalışır, ticari bayağılığı tamamen ortadan kaldıramasa da, hiç değilse azaltmaya, onun yerine, sanat katkısını mümkün mertebe artırmaya, adeta çok sayıda sanat “katmanı eklemeye gayret ederdi. Chartres Katedrali’nin, Saint-Cloud Fıskiyelerinin, Vezüv’ün fotoğrafları yerine, büyük bir ressamın bunları resmedip etmediğini Swann’dan öğrenip, Corot’nun Chartres Katedrali, Hubert Robert’in Saint-Cloud Fıskiyeleri, Turner’ın Vezüv resimlerinin fotoğraflarını almayı tercih eder. Böylece sanat oranını artırırdı. Ne var ki, fotoğrafçı, sanat eserinin veya tabiatın tasvirinin dışında tutulup onun yerine büyük bir ressam konmuş olsa da, bu yorumun kopyasını çıkarmak, yine fotoğrafçıya düşüyordu. Bayağılıkla yüz yüze gelen büyükannem, dolan vadeyi uzatmaya çalışıyordu tekrar. Swann’a, eserin bir gravürünün bulunup bulunmadığını soruyor, mümkünse, eski ve kendinin dışında, ek bir yararı olabilecek, örneğin bir sanat eserini şimdi göremeyeceğimiz bir durumda betimleyen (Leonardo’nun Son Akşam Yemeği’nin zarar görmeden önceki halinin Morghen tarafından yapılmış gravürü gibi) gravürleri tercih ediyordu. Şunu belirtmem gerekir ki, hediye alma sanatının bu şekilde yorumlanması, her zaman parlak sonuçlar vermiyordu. Tiziano’nun, fonda lagünün yer aldığı bir deseninden edindiğim Venedik fikri, basit fotoğraflardan edineceğim izlenime kıyasla, gerçeğe çok daha uzaktı kuşkusuz. Büyük halam büyükannem aleyhinde bir iddianame tertip etmek istediğinde, büyükannemin genç nişanlılara ya da yaşlı çiftlere hediye ettiği, daha ilk kullanma teşebbüsünde, eşlerden birinin ağırlığı altında çöküveren koltukların hesabını tutamıyorduk artık. Ne var ki büyükannem, geçmişten bir çiçek çiğin, bir tebessümün, bazen güzel bir hayalin hâlâ görülebildiği bir ahşabın sağlamlığıyla ilgilenmeyi çapsızlık olarak değerlendirirdi. Eşyaların bir ihtiyacı karşılayan unsurlarını bile, bu işlevi artık alışık olmadığımız bir şekilde yerine getirmelerinden ötürü, tıpkı modern dilde, alışkanlığın aşındırdığı istiareleri fark edebildiğimiz eski ifadeler gibi, büyüleyici bulurdu. İşte isim günüm için bana hediye ettiği George Sand’ın köy romanları da, antika bir mobilya gibi, artık sadece köylerde karşımıza çıkan, kullanımdan kalkmış, tekrar eski renkliliklerine kavuşmuş ifadelerle doluydu. Büyükannem, bir mülkü, eğer gotik bir güvercinliği varsa veya insanın zihnini zamanda imkânsız yolculukların özlemiyle doldurarak üzerinde olumlu bir etki yaratan eski şeylerden bir başkasına sahipse kiralamaya daha hevesli olacağı gibi, bu kitapları da diğer seçeneklere tercih etmişti.
Annem yatağımın yanına oturdu; eline, kırmızımsı kapağı ve anlaşılmaz ismiyle gözümde belirgin bir şahsiyet ve esrarengiz bir cazibe kazanan Tarla Çocuğu François’yı almıştı. O güne kadar gerçek bir roman okumamıştım. George Sand’ın tipik bir romancı olduğunu duymuştum. Bu yüzden de, Tarla Çocuğu François’da. Tanımlanmaz, harikulade bir şeyler bulmaya şimdiden hazırdım. Biraz tahsilli bir okurun, birçok romanın ortak özellikleri olarak tanıyacağı, merak ya da merhamet uyandırmayı amaçlayan anlatım yöntemleri, endişe veya hüzün uyandıran kimi ifade biçimleri, yeni bir kitabı, birçok benzeri bulunan bir şey gibi değil, kendinden başka varoluş nedeni olmayan, benzersiz bir insan gibi algılayan bana, Tarla Çocuğu François’nın özünden damıtılmış, baş döndürücü bir koku gibi geliyordu. O gündelik olayların, sıradan nesnelerin, alışılmış kelimelerin altında, adeta tuhaf bir tonlama, vurgulama seziyordum. Olay gelişmeye başladığında, o sıralar kitap okurken bazen sayfalar boyunca bambaşka hayaller kurmaya daldığımdan, iyice anlaşılmaz geldi bana. Benim dalgınlığımın olayın akışında açtığı boşluklara, kitabı annem yüksek sesle okuduğunda, bir de onun bütün aşk sahnelerini atlaması ekleniyordu. Bu yüzden de, değirmencinin karısıyla çocuğun birbirlerine karşı tutumlarında ortaya çıkan ve ancak doğmakta olan aşktaki gelişmelerle açıklanabilen garip değişiklikler, bana müthiş esrarengiz geliyor, bu esrarın kaynağının, tanımladığı çocuğu, nedenini anlayamadığım bir şekilde, canlı, kızıl, büyüleyici rengiyle sarmalayan, o anlaşılmaz, tatlı “Tarla Çocuğu” sıfatında bulunduğuna hükmediyordum. Annem sadık bir okuyucu değildi, ama öte yandan da, içinde gerçek duygular bulduğu eserleri okurken, saygılı ve sade vurgularıyla, o güzel, yumuşak sesiyle, harika bir okuyucuydu. Hayatta, kendisinde böyle bir merhameti ya da takdiri, sanat eserleri değil de, insanlar uyandırdığında bile, sesinde, davranışında, sözlerinde, bir zamanlar çocuğunu kaybetmiş bir anneyi üzebilecek bir neşe tezahürü, bir ihtiyara, yaşını düşündürebilecek bir doğum günü, yıldönümü anıştırması, genç bir bilgine can sıkıcı gelebilecek ev işleri konularını bulundurmamaya nasıl bir saygıyla özen gösterdiğini görmek, insanı duygulandırırdı. Aynı şekilde, George Sand’ın, annemin hayatta her şeyin üstünde tutmayı büyükannemden öğrendiği ve benim neden sonra, kendisine, kitaplarda da her şeyin üstünde tutmamayı öğreteceğim o iyi yüreklilikle, manevi asaletle dolu olan romanlarını okurken de, annem, o güçlü akışı bozabilecek her türlü bayağılığı, yapmacıklığı sesinden uzak tutmaya dikkat ederek, adeta onun sesi için yazılmış olan ve sanki bir bütün olarak duyarlılığının kapsamı içinde yer alan cümlelere, gerektirdikleri bütün doğal sevecenliği, sınırsız yumuşaklığı katardı. Cümleleri gereken tonda seslendirmek için, onlardan önce var olan ve onları esinleyen, ama kelimelerin belirtmediği samimi vurguyu bulurdu. Bu vurgu sayesinde, fiil zamanlarındaki çiğlikleri yumuşatıverir, hikâye bileşik zamanına ve -di’li geçmişe iyi yürekliliğin yumuşaklığını, şefkatin hüznünü katar, bitmekte olan cümleyi, başlayacak olan cümleye doğru yönlendirir, sayılan farklı olsa da,
heceleri düzenli bir ritme sokmak için hızım kâh artırır, kâh düşürür. O sıradan metne, adeta duygusal ve kesintisiz bir canlılık verirdi.
Vicdan azabım yatışmıştı, annemin yanımda olduğu o gecenin tatlı akışına bırakmıştım kendimi. Böyle bir gecenin bir daha tekrarlanamayacağını, hayattaki en büyük arzumun, yani gecenin hüzünlü saatlerinde annemi odamda tutmanın, hayatın zorunluluklarına ve herkesin isteğine zıt olduğunu ve bu yüzden de, bu arzumun o gece gerçekleşmesine izin verilmesinin, suni ve istisnai bir durum teşkil ettiğini biliyordum. Ertesi gün yüreğim yine daralacak, annem yanımda kalmayacaktı. Ne var ki sıkıntılarım hafiflediğinde, onları anlamaz oluyordum; üstelik ertesi akşam henüz çok uzaktaydı; sıkıntılarım benim irademden bağımsız ve sadece onları benden şimdilik ayıran zaman yüzünden önlenebilirmiş gibi gelen şeylerden kaynaklandığına göre, aradaki süre içinde fazladan bir güç kazanamayacağım halde, hazırlık yapmaya vaktim olacağını düşünüyordum.
İşte, uzun zaman boyunca, geceleri uyanıp tekrar tekrar Combray’yi hatırladığımda, sadece, belirsiz bir karanlığın ortasında, bir havai fişeğin ya da projektörün, geri kalanı karanlığa gömülmüş olan bir binada aydınlattığı kesitleri andıran, ışıklı bir yüzey görürdüm hep: küçük salon, yemek odası, kederlerimin habersiz sorumlusu M. Swann’ın içinden geçip geleceği karanlık ağaçlı yolun başı ve holden oluşan, oldukça geniş bir taban, holü geçip ilk basamağına ulaştığım, çıkması bir işkence olan ve tek başına, bu eğri büğrü piramidin son derece dar gövdesini oluşturan merdiven; piramidin tepesinde de, annemin geçtiği, camlı kapılı küçük koridorla benim yatak odam; özetle, soyunma dramımın, hep aynı saatte görülen, etrafındaki her şeyden tecrit edilmiş, karanlıkta tek başına beliren (eski piyeslerin en başında, taşra gösterileri için tarif edilen dekoru andıran), vazgeçilmez dekoru; adeta Combray, dar bir merdivenle birbirine bağlanan iki kattan oluşmuş ve saat hep akşamın yedisiymiş gibi. Aslında sorulacak olsa, Combray’de başka şeyler de bulunduğunu, Combray’nin başka saatlerde de var olduğunu söylerdim. Ama bunlardan hatırlayacaklarımı bana sadece iradi hafıza, zihinsel hafıza sağlayacağı ve onun geçmişe ait bilgileri, geçmişten hiçbir şey barındırmadığı için, Combray’nin geri kalanını düşünmeyi canım hiçbir zaman istemezdi. Onların hepsi, aslında benim için ölmüş sayılırdı.
Sonsuza dek ölmüşler miydi? Mümkündür.
Bütün bu meselelerde tesadüfün büyük rolü vardır ve ikinci bir tesadüf olan ölümümüz de, ilk tesadüfün lütuflarını uzun müddet beklememize izin vermez.
Kaybettiğimiz kişilerin ruhlarının, daha ilkel bir varlığın, bir hayvanın, bitkinin veya cansız nesnenin içinde tutsak olduğu yolundaki Kelt inancını çok makul bulurum; bu ruhları gerçekten de kaybetmişizdir, ta ki, birçokları için hiç yaşanmayan bir gün, ruhun hapsolduğu ağacın yanından geçinceye, ruhu barındıran nesneyi tesadüfen ele geçirinceye kadar. O zaman ruh irkilip ürperir, bizi çağırır ve onu tanıdığımız anda, büyü bozulur. Bizim tarafımızdan kurtarılan ruh ölümü yener ve bizimle birlikte yaşamaya başlar tekrar.
Geçmişimiz için de aynı şey geçerlidir. Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır.
Uzun yıllardır, akşamları yatışımın tiyatrosu, dramı dışında Combray’ye ait her şey benim için yok olmuşken, bir kış günü eve döndüğümde, üşümüş olduğumu gören annem, alışkın olmadığım halde, biraz çay içmemi önerdi. Önce istemedim, sonra, bilmem neden, fikir değiştirdim. Annem, birini gönderip, Küçük Madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çenetleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre bile sahip olmadığım, soyutlanmış, harikulade bir haz, benliğimi sarmıştı. Bir anda, hayatın dertlerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izleyerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu, bu öz, benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi. Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık. Bu yoğun mutluluk nereden gelmiş olabilirdi bana? Çayın ve kekin tadıyla bir bağlantısı olduğunu, ama onu kat kat aştığını, farklı bir niteliği olması gerektiğini seziyordum. Nereden geliyordu? Anlamı neydi? Nerede yakalanabilirdi? İkinci bir yudum alıyorum, ilk yudumdan fazlasını bulamıyorum, üçüncü yudumda, ikincide bulduğum kadarı da yok. İçmeye son vermem gerek, iksirin etkisi azalıyor sanki. Aradığım gerçeğin onda değil, bende olduğu belli. İksir onu benim içimde uyandırdı, ama onu tanımıyor, yapabileceği tek şey, benim yorumlayamadığım bu tanıklığı, giderek azalan bir şiddette tekrarlayıp durmak; daha sonra, kesin bir açıklama elde etmek üzere, en azından bu tanıklığı tekrar, bozulmamış haliyle emrimde bulmak istiyorum. Fincanı elimden bırakıp dikkatimi zihnime çeviriyorum. Gerçeği bulmak ona düşüyor. Ama nasıl? Zihnin kendi kendini aştığı, hem araştırıcı, hem de arayacağı karanlık diyarın tamamı olduğu ve bilgi dağarcığının hiçbir işine yaramayacağı durumlarda hep hissedilen o muazzam belirsizlik. Mesele yalnız aramak da değil, yaratmak. Henüz var olmayan ve sadece kendisinin gerçekleştirebileceği, sonra da ışığıyla aydınlatabileceği bir şeyle karşı karşıya zihnim.
Verdiği mutluluğa ve diğer ruh hallerini silen gerçekliğine mantıklı herhangi bir kanıt sunmayan, ama bu mutluluğu ve gerçekliği apaçık ortaya koyan bu bilinmez ruh halinin ne olabileceğini kendi kendime sormaya koyuluyorum yine. Onu tekrar ortaya çıkarmak istiyorum. Zihnimde, çaydan ilk yudumu aldığım âna geri dönüyorum. Aynı ruh halini, yeni bir aydınlanma olmadan buluyorum. Zihnimden bir gayret daha göstermesini, kaçan duyguyu geri getirmesini istiyorum. Zihnimin bu duyguyu yakalamak için yapacağı hamleyi hiçbir şey kesmesin diye, bütün engelleri, ilgisiz düşünceleri bir kenara itiyor, kulaklarımı ve dikkatimi, yan odadan gelen seslere tıkıyorum. Ama zihnimin yorulup başarısız olduğunu hissedince, tam tersine, az önce yasakladığım şeyi bu sefer teşvik ediyor, onu dağılmaya, başka şeyler düşünmeye, son bir denemeden önce kendini toparlamaya zorluyorum. Sonra bir daha önünü tamamen boşaltıyor, karşısına o ilk yudumun henüz tazeliğini koruyan tadını koyuyorum tekrar ve içimde, çok derinlerde bir şeyin, zincirlerinden kurtulurcasına yerinden oynadığını, yukarı çıkmak istediğini seziyorum; ne olduğunu bilmiyorum ama yavaş yavaş yükseliyor; aştığı mesafelerin mukavemetini hissediyor, uğultusunu işitiyorum.
Benliğimin derinliklerinde böyle çırpman şey, bu tada bağlı olan, onun peşinden bana gelmeye çalışan bir görüntü, görsel bir hatıra olmalı. Ama çok uzak ve karmakarışık bir çırpınma içinde. Çalkalanan renklerin ele geçmez girdabının karıştığı belli belirsiz yansımayı ancak sezer gibi oluyorum; ama şeklini seçemiyor, bu tek tercümandan, akranı, yanından hiç ayrılmadığı yoldaşı olan tadın tanıklığını bana tercüme etmesini isteyemiyor, ona hangi özel durumun, geçmişin hangi döneminin söz konusu olduğunu soramıyorum.
Bu hatıra, özdeş bir ânın çekiminin, ta uzaklardan gelip benliğimin derinliklerinde kışkırttığı, coşturduğu, deştiği o geçmişteki an, bilincimin aydınlık yüzeyine ulaşacak mı? Bilmiyorum. Artık hiçbir şey hissetmiyorum, o durdu, belki tekrar aşağı indi; kim bilir bir daha karanlığının içinden yukarı çıkacak mı? Tekrar baştan başlayıp on kere ona eğilmem gerekiyor. Her defasında da, bizi bütün zor görevlerden, önemli işlerden caydıran tembellik, bu çabadan vazgeçmemi, çayımı içip sadece o günkü dertlerimi, ertesi günün zorlanmadan tekrarlanabilen isteklerini düşünmemi öğütledi.
Sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu tat, Combray’de pazar sabahları (pazarları Missa saatinden önce evden çıkmadığımdan), Leonie Halamın, günaydın demeye odasına gittiğimde, çayına ya da ıhlamuruna batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadıydı. Madlenin görüntüsü, tatmadan önce bana hiçbir şey hatırlatmamıştı. Belki o zamandan beri pastane raflarında sık sık madlenler görüp yemediğimden, görüntüsü Combray günlerinden ayrılıp daha yakın geçmişteki günlere bağlandığı için. Belki de bunca zaman hafızanın dışında terk edilmiş olan hatıralardan geriye hiçbir şey kalmadığı, her şey dağıldığı için, şekiller ağırbaşlı, sofu kıvrımlarının altında müthiş bir şehvet gizleyen küçük pastane midyesinin şekli de ortadan kalkmış, ya da uyuşukluktan, bilince ulaşmalarını sağlayacak genişleme gücünü bulamamışlardı. Ne var ki, uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kırılgan, ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapışını taşımaya devam ederler.
Halamın ıhlamura batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadını tanır tanımaz (bu hatıranın beni niçin bu kadar mutlu ettiğini henüz bilmediğim ve bunu keşfetmeyi çok daha sonraya erteleyeceğim halde), Leonie Halamın odasının bulunduğu, sokağa bakan eski gri ev, bir tiyatro dekoru gibi gelip annemler için yapılmış olan, arkadaki bahçeye bakan küçük eve (o âna kadar gördüğüm tek kesite) eklendi. Evle birlikte, sabahtan akşama, her mevsimde kent, öğle yemeğinden önce beni gönderdikleri Meydan, alışveriş yaptığım sokaklar ve hava güzel olduğunda yürüdüğümüz yollar da görüntüde yerlerini aldılar. Ve tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kâseye attıkları silik kâğıt parçalarının, suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki, hem M. Swann’ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne Nehri’nin nilüferleri; köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı. Bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.
II
Paskalyadan önceki son hafta Combray’ye gittiğimizde, uzaktan, çepeçevre kırk kilometrelik bir mesafeden, trenden gördüğümüz haliyle Combray, kentin tamamını özetleyen, temsil eden, ufka onun adına, onun sözünü eden bir kiliseden ibaretti. Yaklaştığımızda da, kilisenin, kırların ortasında, rüzgâra karşı, koyunlarını etrafına toplamış bir çoban misali, ortaçağdan kalma sur kalıntılarının yer yer primitiflerin tablolarındaki küçük kasabalar gibi kusursuz bir çemberle kuşattığı evlerin yünsü, gri sırtlarını, koyu renkli uzun harmanisinin etrafında sımsıkı bir araya toplamış olduğunu görürdük. Yörenin boz taşından yapılmış, önü merdivenli, kalkan duvarlarının gölgelediği evlerin sıralandığı sokaklar, güneş alçalmaya başlar başlamaz “salon” perdelerinin açılmasını gerektirecek kadar karanlık olduğundan, Combray’de yaşamak biraz kasvetliydi; ağırbaşlı aziz isimleri taşıyan sokaklardı bunlar (çoğu, Combray’nin ilk senyörlerinin tarihçesiyle ilgiliydi): Saint-Hilaire Sokağı, halamın evinin bulunduğu Saint-Jacques Sokağı, parmaklıkların önünden geçen Sainte-Hildegarde Sokağı ve bahçenin küçük yan kapısının açıldığı Saint-Esprit Sokağı; Combray’nin bu sokakları, hafızamın o kadar ücra, benim gözümde şu andaki dünyanın renklerinden öyle farklı renklere boyanmış bir bölgesinde bulunuyorlar ki, aslında hem onlara hâkim Meydan’daki kiliseyi, hem de sokakların hepsini, sihirli fenerin görüntülerinden daha gerçekdışı buluyorum; öyle anlar oluyor ki, şimdi Saint-Hilaire Sokağı’ndan geçmek, L’oiseau Sokağı’nda –hava deliklerinden çıkan mutfak kokusu hâlâ ara sıra içimde aynı sıcaklıkta, aynı şekilde kesik kesik yükselen eski L’oiseau Flesche otelinde– bir oda tutmak, Öbür Dünya’yla, Golo’yla tanışıp Brabant’lı Genoveva’yla sohbet etmekten çok daha harikulade, tabiatüstü bir temas olurmuş gibi geliyor bana. Büyükbabamın, evinde kaldığımız kuzininin –büyük halamın– kızı olan Leonie Halam, kocası Octave Eniştenin ölümünden sonra, ilk başlarda Combray’den, sonra Combray’deki evinden, ardından odasından, en sonunda da yatağından çıkmaz olmuştu; artık hiç “aşağı inmiyor”, sürekli olarak, belirsiz bir keder, zafiyet, hastalık, sabit fikir ve ibadet hali içinde yatıyordu. Özel dairesi, çok daha ileride Grand-Pire’ye bağlanan Saint-Jacques Sokağı’na bakardı (buna karşılık, üç sokağın arasındaki Petit-Pre, kentin ortasında bir yeşil alandı). Hemen hemen her kapının önünde kumtaşından üç yüksek basamağın bulunduğu bu monoton, boz renkli Saint-Jacques Sokağı, gotik tasvirler yontan birinin, İsa’nın doğumunun veya çarmıha gerilişinin heykelini yapabileceği taşa doğrudan oymuş olduğu bir geçit alayı gibiydi. Aslında halam artık, evinin sadece birbirine bitişik iki odasında yaşıyor, öğleden sonraları, odalardan biri havalandırılırken, ötekine geçiyordu. Bunlar, tıpkı bazı yerlerde, havanın ya da denizin geniş alanlarında, bizim göremediğimiz sayısız tekhücreli hayvanın bir ışık, bir koku yayması gibi havada asılı duran faziletin, bilgeliğin, alışkanlıkların ve gizli, görünmez, dolu dolu, ahlâklı bir hayatın yaydığı binbir kokuyla bizi büyüleyen taşra odalarındandılar. Şüphesiz doğal kokulardı bunlar ve tıpkı yakındaki kırlar gibi mevsimin rengini taşırlardı, ama evcilleşmiş, insani ve içeriye ait, meyve bahçesinden dolaba giren yılın bütün meyvelerinden ustalıkla damıtılmış, harikulade, duru bir karışım oluştururlardı, mevsimlerle değişirlerdi. Ama birer mobilya gibi eve yerleşirler, kırağının keskinliğini, sıcak ekmeğin hoşluğuyla yumuşatırlardı. Bir köy saati gibi aylak ve dakik, işsiz güçsüz ve düzenli, tasasız ve ihtiyatlıydılar, çamaşır kokusu, sabah vaktinin kokusu, ibadetin kokusuydular, kaygıyı artırmaktan başka işe yaramayan bir huzurda ve içinde yaşamadan geçip gidenler için sınırsız bir şiir kaynağı olan bir yavanlıkta mutluluğu bulmuşlardı. Bu odaların havası, öylesine besleyici, öylesine leziz, süzülmüş bir sessizlikle dolup taşardı ki, ben, özellikle Paskalya haftasının hâlâ soğuk olan ilk sabahlarında, Combray’ye yeni geldiğim için tadına daha çok vardığım bu havanın içinde, adeta bir oburlukla yürürdüm. Halama günaydın demek üzere odasına girmeden önce, beni birkaç dakika ilk odada bekletirlerdi. Bu odada, kıştan kalma bir güneş, şöminenin önüne, ısınmaya gelmiş olur. İki tuğlanın arasında, erkenden yakılmış olan ateş, bütün odaya bir is kokusu yayar, odayı köylerdeki geniş “ocak önlerine veya insanın altında durup dışarıda yağmurun, karın yağmasını, hatta içeri kapanmanın rahatlığına, gemilerin kışın limanlarda barınmalarının şiirselliği de eklensin diye, bir sel felaketinin baş göstermesini istediği, şatolardaki dev davlumbazlara
benzetirdi. Dua iskemlesiyle, baş dayayacak yerlerinde daima tığ işi örtüler bulunan desenli kadife koltuklar arasında gidip gelirdim. Sabahın nemli ve güneşli serinliğiyle mayalanıp “kabarmış” olan ve odanın havasını adeta pıhtılaştıran iştah açıcı kokuları ateş bir hamur gibi yaprak yaprak pişirir, kızartır, şişirir, görünmez ama elle tutulur bir köy pastası, dev bir “ponçik” haline getirirdi. Bu kokuların arasında, gömme dolabın, konsolun, dallı çiçekli duvar kâğıdının daha gevrek, daha ince, daha revaçtaki, ama aynı zamanda daha kuru olan aramalarını tadar tatmaz, daima, itiraf edilmeyen bir açgözlülükle, dönüp çiçekli yatak örtüsünün ortalama, yapışkan, yavan, ağır, meyveli kokusuna gömülürdüm.
Yan odada halamın alçak sesle kendi kendine konuştuğunu duyardım. Her zaman epeyce alçak sesle konuşurdu, çünkü kafasının içinde, fazla yüksek sesle konuşursa yerinden oynatacağı, kırılmış, yüzergezer bir şey bulunduğunu zannederdi, ama tek başınayken bile, uzun müddet hiç konuşmadan da durmazdı. Çünkü konuşmanın boğazına iyi geldiği, kanın boğazında durup kalmasını önlerse, çektiği nefes daralmalarıyla iç sıkıntılarının azalacağı kanısındaydı; ayrıca, içinde yaşadığı mutlak atalet halinde, en ufak duyumlarına bile, olağanüstü önem verirdi. Bu duyumlarına atfettiği hareketlilik, onları kendine saklamasını güçleştirir, aktaracak bir sırdaş bulamadığı takdirde de, kendine duyururdu; bu aralıksız monolog, tek faaliyetiydi. Ne yazık ki, yüksek sesle düşünmeyi alışkanlık haline getirdiğinden, yan odada birinin bulunup bulunmadığına her zaman dikkat etmezdi; kendi kendine şöyle konuştuğunu sık sık işitirdim: “Uyumadığımı kendime mutlaka hatırlatmalıyım.” (Çünkü en büyük iddiası, asla uyumamaktı ve bu iddianın izleri, bu iddiaya gösterilen saygı, hepimizin lisanına damgasını vurmuştu. Françoise sabahları onu “uyandırmaya” gitmez, odasına girerdi. Halam gündüz vakti bir şekerleme yapmak istediğinde, “düşünmek” ya da “dinlenmek” istediği söylenirdi. Sohbet ederken kendini kaybedip, “beni uyandıran ses” veya “rüyamda gördüğüm” dediğinde ise, yüzü kızarır, hemen toparlanırdı.)
Birkaç dakika sonra, içeri girip halamı öperdim; Françoise çayını hazırlar, halam kendini huzursuz hissediyorsa, çay yerine ıhlamur isterdi; kaynar suya atılacak olan ıhlamuru eczane torbasından bir tabağa boşaltmak benim görevimdi. Kuruyunca bükülen sapların oluşturduğu değişken kafesin girift bezemeleri arasında solgun çiçekler, bir ressam tarafından düzenlenip en estetik şekilde yerleştirilmişçesine açılırlardı. Görünüşleri değişmiş olan yapraklar, son derece ilgisiz şeyleri, saydam bir sinek kanadını, bir etiketin yazısız arka yüzünü, bir gül yaprağını andırır, ama tıpkı bir kuş yuvası yapar gibi istiflenmiş, ufalanmış ya da örülmüş olurlardı. Suni bir düzenlemede yer almayacak binbir gereksiz ayrıntı –eczacının hoş bir savurganlığı– tıpkı bir kitapta, tanıdık bir isme rastladığımızda şaşırmamız gibi, bunların La Gare Caddesi’nde gördüğüm gerçek ıhlamur sapları olduğunu, işte bu yüzden, yapay değil, hakiki oldukları ve kurudukları için değiştiklerini anlamanın hazzını yaşatırdı bana. Her yeni kişilik, mutlaka eski bir kişiliğin başkalaşımı olduğu için de, minik gri toplara bakıp açmamış yeşil tomurcukları tanırdım. Ama özellikle ufacık altın” gülleri andıran çiçekleri, asılı oldukları narin sap ormanında ortaya çıkaran, pembe bir ay ışığına benzer tatlı parıltı, bir duvarda, silinmiş bir freskin yerini meydana çıkaran ışıltı gibi, ağacın “renklenmiş” kısımlarıyla renklenmemiş kısımları arasındaki farkın işareti bu taçyaprakların, eczane torbasını süslemeden önce, bahar akşamlarını rayihalarıyla dolduran çiçeklere ait olduklarını gösterirdi bana. Renkleri hâlâ o mum ışığı pembesiydi, ama çiçeklerin günbatımı denebilecek bu şimdiki güdük hayatlarında, yan yana sönmüş, küllenmişti. Az sonra, halam, ölü yaprak veya solgun çiçek lezzetini sevdiği ıhlamuruna küçük bir madlen batırır, yeterince yumuşayınca da, bir parçasını bana uzatırdı.
Yatağının bir tarafında, limon ağacından iri, sarı bir konsolla, hem eczane, hem de ana altar işlevi gören, bir Meryem Ana heykelciğiyle bir Vichy-Celestins şişesinin altında dua kitaplarıyla ilaç reçetelerinin, kısacası, halamın yattığı yerden ibadetini de, perhizini de sürdürmesi, ne pepsin, ne de akşam duası saatlerini kaçırmaması için gerekli her şeyin bulunduğu bir komodin dururdu. Yatağın öteki tarafı pencereye bitişikti; halam, oyalanmak için, sabahtan akşama kadar gözünün önünde uzanan sokağa bakıp İranlı prensler gibi Combray’nin gündelik ve ezelî tarihçesini takip eder, sonra da Françoise’la birlikte yorumlardı.
Halamın yanında daha beş dakika oturmamışken, kendisini yorarım korkusuyla beni dışarı çıkartırdı. Sabahın bu erken saatinde henüz peruğunu takmadığından açık olan, kemiklerin, dikenli bir tacın sivri uçları veya bir tespihin taneleri gibi göründüğü solgun, donuk alnını dudaklarıma uzatır, “Hadi yavrucuğum, git artık, git ayin için hazırlan. Aşağıda Françoise’a rastlarsan, söyle ona sizinle fazla oyalanmasın, birazdan yanıma çıkıp bir ihtiyacım var mı diye yoklasın,” derdi.
Yıllardır halamın hizmetinde olan ve bir gün tamamen bizim hizmetimize gireceğini o sıralar aklından bile geçirmeyen Françoise, gerçekten de bizim Combray’de olduğumuz birkaç ay boyunca halamı biraz ihmal ederdi. Çocukluğumda, biz henüz Combray’ye gitmezken, Leonie Halam kış mevsimini Paris’te, annesinin evinde geçirdiği sıralar, Françoise’ı o kadar az tanırdım ki, yılbaşında büyük halamın evine girmeden önce, annem elime bir beş frank sıkıştırır ve “Sakın yanlış kişiye verme. Ben, ‘Günaydın Françoise,’ der, o sırada senin koluna da hafifçe dokunurum, o zaman verirsin,” derdi. Halamın loş sofasına girer girmez, karanlığın içinde, şeker elyafından yapılmışçasına dimdik ve kırılgan, göz kamaştırıcı bir başlığın kıvrımlarının altında, peşinen takınılmış bir minnet tebessümünün, iç içe yayılan halkalarını görürdük. Koridorun küçük kapısının eşiğinde, bir nişin içindeki azize heykelciği gibi kıpırtısız, ayakta duran Françoise’a ait olurdu bu tebessüm. Bu kilise karanlığına gözler biraz alışınca, Françoise’ın çehresinde, çıkar gözetmeyen bir insanlık aşkı, yılbaşı armağanı umudunun kalbinin asil köşelerinde yoğunlaştırdığı, yüksek sınıflara yönelik sevecen bir saygı okunurdu. Annem sertçe kolumu çimdikler, gür bir sesle, “Günaydın Françoise,” derdi. Bu işaret üzerine parmaklarım açılır, avucumdaki para, kararsız da olsa uzatılmış olan bir ele düşerdi. Ama Combray’ye gitmeye başladığımızdan beri, Françoise en iyi tanıdığım insan olmuştu. Biz onun gözdeleriydik; en azından ilk yıllarda, bize hem halama gösterdiği saygıyı gösterir, hem de daha coşkulu bir sevgi beslerdi, çünkü ailenin bir parçası olmamızın sağladığı itibara, (Françoise, bir ailenin fertleri arasındaki görünmez kan bağına, Yunanlı trajedi yazarları kadar saygı duyardı), her zamanki efendileri olmayışımızın cazibesi eklenirdi. Bu yüzden de, Paskalya arifesinde Combray’ye vardığımız zaman, annem Françoise’a kızının, yeğenlerinin hatırını, torununun sevimli olup olmadığını, büyüyünce ne olacağını, büyükannesine benzeyip benzemediğini sorduğunda, bizi müthiş bir sevinçle karşılar, genellikle o günlerde Combray’de buz gibi bir rüzgâr estiğinden, havaların henüz ısınmamış olmasına bizim adımıza hayıflanırdı.
Françoise’ın, annesiyle babasının yıllar önceki ölümüne hâlâ ağladığını bilen annem, ikisi baş başa kaldıklarında tatlı tatlı onlardan söz eder, hayatları hakkında binbir ayrıntı sorardı.
Annem, Françoise’ın damadından hoşlanmadığını ve damadının varlığının, kızıyla sohbetini engellediğini, kızıyla birlikte olmaktan aldığı zevki kaçırdığını sezmişti. Bu yüzden de, Françoise Combray’ye birkaç kilometre mesafedeki evlerine ziyarete gideceği zaman, annem gülümseyerek, “Françoise, ya Julien’in işi çıkmışsa, evde yoksa bütün günü Marguerite’le baş başa geçirmek zorunda