Hayatta hiçbir gayesi kalmayan insanın durumu, otopsiye girmeyi bekleyen bir cesedin durumundan farksızdır. Astronomi öğrencisi dört genç, eski rasathaneyi görmek için katıldıkları Harran gezisinde terk edilmiş bir evle karşılaşır. Yıllardır saklı kalan bir dizi mektup ve esrarengiz bir günlük bu evde gün yüzüne çıkacakları günü beklemektedir. Bulduklarını hevesle, biraz da korkuyla kurcalamaya başlayan gençler, kendilerini geçmişteki bir dizi esrarengiz olayı aydınlatmaya çalışırken bulurlar. Bu kâbustan kurtulmanın tek yoluysa geçmişle yüzleşmektir, ancak bunun için önce sadece geceleri ortaya çıkan lanetli Kefensizler Mezarlığı’nın içinden geçecek ve mezarlığın sakinleriyle tanışacaklardır. Kayahan Demir’den kültürel tarihin uzay bilimiyle buluştuğu, gerilim ve maceranın ustalıkla bir araya geldiği sürükleyici bir roman… “Elinizde bir roman ve siz bu romanın yazarını kıskanıyorsunuz. Yumuşacık gri-beyaz renkli bir kil çamuruna sessizce çok güzel şekil veren bir heykeltıraş gibi yazan bir yazarı… Matematik-Astronomi eğitimi alıp edebiyatı şekillendiren bir yazarı kıskanıyorsunuz! Okuyun ve kıskanın!” Talât Saygaç, İstanbul Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü Profesörü
1.BÖLÜM
“Hayatta hiçbir gayesi kalmayan insanın durumu, otopsiye
girmeyi bekleyen bir cesedin durumundan farksızdır.”
Mete, İstanbul’un tam kalbinde yer edinmiş, tarihî dokularla bezeli İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’ne girer girmez üç senedir okuduğu bölüm binasına hızlı adımlarla ilerledi. Geçtiği yerlerde yaklaşık iki ay evvel yeşermeye başlamış ağaçlar, çimenlere uzanıp birbirlerini çekiştiren üniversiteli gençlere adeta güneşli havalarda sığınabilecekleri bir korunak olmuştu. Tam anlamıyla bir bahar havası vardı. Mayıs ayının gelmesiyle her sene üniversite bünyesinde organize edilen festival döneminin başlaması, derslere girmek istemeyen öğrencilerin bahanesi olmuştu. Konserler, spor ve kulüp etkinlikleri, geziler bu kaçamak için başlıca sebeplerdendi. Nihayet bilim tarihinin en eski temel bilimlerinden biri olan “Astronomi ve Uzay Bilimleri” başlıklı tabelanın yer aldığı binaya gelebilmişti. Çevresine göz gezdirdikten sonra tanıdık birini göremeyince bölüm binasına girdi. Geniş hole adım attığında bölüme henüz yeni atanmış araştırma görevlisi Erkan’la karşılaştı. Kırklı yaşlarda olmasına rağmen olduğundan daha genç görünüyordu. Suratına minik bir tebessüm iliştirip, “Ne haber Mete?” diye sordu. “Urfa gezisinin sonuçları açıklanmış, bir bak istersen.” Mete duyduğu haber karşısında o kadar heyecanlanmıştı ki hocasına selam dahi vermeyi unutmuştu. Öyle ki heyecanı ses tellerine kadar sirayet ediyordu. “Öyle mi hocam? Sonuçlar nerede asılı?” Erkan Hoca, karşısındaki delikanlının heyecanını normal karşıladı. Tebessümünü koruyarak panoyu işaret etti. Mete, hocasının gösterdiği yere bakınca önce yüzünü ekşitti ve hemen akabinde gülmeye başladı.
“Hocam kusura bakmayın, bu yeni binaya hâlâ alışamadım.” “Fark ettim,” dedi araştırma görevlisi Erkan. “Artık tüm dersler burada olacak, alışırsın zamanla.” Erkan Hoca haklıydı. Bir buçuk sene evvel yıkılan bölüm binalarının yenilenme süreci yeni tamamlanmıştı. Bölüm binaları genişletildiğinden öğrencilerin uyum sağlaması vakit alacaktı. Mete, hocasını selamladıktan sonra panoların bulunduğu yere giderken uzun, siyah ve dalgalı saçlarını sağ eliyle arkaya taradı. Heyecanını dizginlemeye çalıştı. Gerek heyecanından gerekse ısınmaya başlayan havalardan alnından ter damlıyordu. Cam panoya asılmış sayfada “Urfa Gözlem Gezisine Katılmaya Hak Kazanmış Öğrenci Listesi” yazılıydı. Yaklaşık yirmi ismin yer aldığı listede gözüne ilişen bir isim onu rahatlatmıştı. “G. Mete Yıldız” İsmini bir kâğıtta görmek Mete’yi hiç bu kadar heyecanlandırmamıştı. Bölümün en başarılı öğrencilerinden olmasına rağmen bu geziye kabul edilmeyeceği düşüncesi hep aklındaydı. Ancak bu sefer emekleri boşa gitmemiş, derslerinde elde ettiği başarı ona bu gözlem gezisini armağan etmişti. “Vay kardeşim, ismin en üstte, tebrikler!” Mete aniden irkildi. Gelen, en yakın arkadaşı Mustafa’ydı. Olur olmadık yerlerden aniden çıkıp insanları korkutmayı çok severdi. Mete muzip bir şekilde tebessüm ederek, “Senin ismin de en altta!” dedi. “Yani bir gezide daha…” “Birlikteyiz!” dedi Mustafa, Mete’nin sözünü keserek. Heyecanla arkadaşının üzerine atladı. Mete’ye göre oldukça iriydi. Mustafa ona sarılırken kaburgalarının kırılacağını düşünmeden edemedi. Mete, “Biraz daha sıkarsan birlikte olamayacağız,” dedi nefes nefese. “Sayende kaburgalarımla ciğerlerim iç içe geçti, biraz yavaş!” Mustafa, bu uyarıdan sonra Mete’yi bırakıp, “Kusura bakma,” dedi. “Ekipte başka kimler var?”
“Sen de olduğuna göre sınıfın çoğu var diyebilirim.” Mustafa kıkırdadı. Dersleri genel anlamda pek iyi sayılmazdı. Çoğu zaman Mete sayesinde sınavlardan geçer not alırdı. “O zaman desene macera başlıyor!” “Bu biraz da sana bağlı.” Mustafa merakla Mete’ye baktı. “Ne demek şimdi bu?” diye sordu. Mete ketumluğunu koruyarak sinsice tebessüm etti. Kolunu Mustafa’nın omzuna atarak, “Gel yemekhaneye gidelim, karnım zil çalıyor. Sabahtan beri dersteyim, her an beynim patlayabilir,” dedi. “Olur kardeşim, ben de aynı şekildeyim. Acaba bugünkü menüde ne var?” İkili yemekhaneye giderken Mustafa macera konusunu çoktan unutmuştu bile.
Gezi günü geldiğinde, tarihî Güneş teleskobunun yer aldığı gözlemevinin önünde mütevazı bir kalabalık göze çarpıyordu. Gözlem gezisine gitmeye hak kazanmış öğrenciler, kendilerine göz kulak olmak için görevlendirilmiş üç araştırma görevlisiyle bölüm bahçesinde sohbet ediyor, Urfa’ya gidecek özel üniversite otobüsünü bekliyorlardı. 1933’te İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi bünyesinde kurulan tarihî sayılabilecek gözlemevi yenilenmiş haliyle bahçedeki kalabalığın sohbetlerine şahit oluyordu. Gözlemevi, yenilenme çalışmaları sırasında yıkılmayan tek yapı olmuştu. Tarihî yapı sayıldığından Kültür Bakanlığı, bölüm binasının özellikle bu kısmının yıkılmasına razı olmamıştı. Orada yüz yıla yakın bir tarih yatıyordu. Yerli yabancı birçok bilim insanı burada araştırmalar yapmış, bilimin aydınlık yüzünü ülkemizle tanıştırmıştı. Prof. Dr. Nüzhet Gökdoğan ve Prof. Dr. Kâmuran Avcıoğlu burada çalışmış yakın dönem kadın âlimlerden bazılarıydı.
Bölüm bahçesinde öğrenciler kendi aralarında sohbet ederken kampüs görevlileri Urfa’ya gidecek teleskopları hazırlıyordu. Bunların yanı sıra çok sayıda Gök Atlası da gidecekler arasındaydı. Özellikle gece gözlemlerinde çıplak gözle yapılacak takımyıldızı tayini için olmazsa olmazdı. Bunlara bir nevi modern usturlap da denebilirdi. Bahçeye üzerinde üniversitenin logosunun bulunduğu ihtişamlı bir otobüs yanaştı. Aracı gören öğrenciler ve araştırma görevlileri, ellerindeki eşyalardan bir an evvel kurtulmak istiyorlardı. Önce teleskop ve diğer gözlem materyalleri bagaja yerleştirildi. Gezi iki gece üç gün sürecekti. Dolayısıyla öğrenciler eşya, yiyecek ve çadır da getirmişti. Eşyalar yerleştirildikten sonra herkes otobüse geçti. Mete’yle Mustafa yan yana oturdu. Günay ve Mehtap’sa hemen önlerindeki koltuklardaydı. Özellikle Günay başına buyruk bir kızdı. Kısa kesilmiş mor renk saçlarının bir kısmı kazıtılmıştı. Hem tarzıyla hem kıyafetleriyle görünüşü alışılmışın dışındaydı. Diz kısımları yırtık siyah pantolonlarını, kuru kafa motifli iri küpelerini üzerinden hiç eksik etmezdi.
Abartılı makyajıysa gotik havasını tamamlıyordu. Mehtap’sa onun tam tersi özelliklere sahipti. Bakımlı, uzun, siyaha dönük düz saçlarıyla klasik bir tarzı vardı. Ses tonu bir çocuğunkine benziyordu, ilgi çekici olduğu kadar dinlendiriciydi. Arkadaşları ona defalarca seslendirme yaparak meşhur olabileceğini söylemesine rağmen o, hayatını bilime adamak istiyordu. İleride Nüzhet Gökdoğan, Paris Pişmiş gibi başarılı bir bilim kadını olmak istiyordu. Otobüs hareket ettiği anda kulaklığını takan Günay, dinlediği şarkıyla kendinden geçmişti. Mehtap’sa Tübitak’ın bilim kitaplarını kurcalamakla meşguldü. Bu esnada Mete’yle Mustafa da Urfa’yla ilgili planlarını yapmaya başlamıştı.
Yaklaşık on sekiz saatlik yolculuğun ardından üniversite otobüsü Urfa’ya vardı. Yolculuk sırasında öğrenciler yer yer şarkılar söylemiş, yer yer kendi içlerine çekilip kitap okumuş, telefonda oyun oynamış ya da uyumuşlardı. Yolculuk bittiğindeyse tek hissettikleri yorgunluktu. Akşam olmuş, hava kararmıştı. Çadırlar kurulduktan sonra iki üç saatlik dinlenmenin ardından gece gözlemi yapacaklardı. Havanın kararmasıyla ortaya çıkan yıldızlar, buraya ilk kez gelenleri hayrete düşürüyordu. Derslerde duymaya alışık oldukları berrak gökyüzüyle iç içeydiler. Yaptıkları ilk iş, temiz Urfa havasını ciğerlerine doldurmak oldu. Yıldızların, hatta samanyolunun bu derece net görülebildiği böyle bir yerde keyifli gözlemler yapılacağı kesindi. Otobüs Urfa’nın bir kasabasına girdikten sonra araştırma görevlisi, kasabalı, orta yaşlı bir adama çadır kurmaya müsait bir alan olup olmadığını sordu. Yaklaşık yarım saat içinde kasabalının söylediği yere vardılar. Büyük sayılabilecek bir alandı. Biraz ıssız olmasına rağmen on beş dakika ileride bir kasabanın olduğunu bilmek herkesi rahatlatıyordu.
Yaklaşık yirmi beş kişilik bir kafilede yalnızlıktan söz edilemezdi kuşkusuz. Otobüsten indikten sonra herkes kendi çadırını kurmaya başladı. Bir saatte çadırlar kurulmuş, teleskoplar gözleme hazır hale getirilmişti. Üç saatlik dinlenmenin ardından herkes çadırından çıkıp ciğerci kedisi misali teleskopların etrafında toplanmaya başlamıştı. Bir yandan teleskopların açılarını ayarlarken bir yandan da sandviçlerini yemeye çalışıyorlardı. Bu esnada çadırlarından hâlâ çıkmamış olan Mete’yle Mustafa’ysa bir yandan atıştırırken bir yandan sohbet ediyorlardı. Mustafa’nın canının sıkıldığı her halinden belliydi.
“Maceraya bak, çay demle!” diye söylendi. Mete, “Keşke,” dedi gülümseyip gülümsemediği belli olmayan bir ifadeyle. “Şimdi demli bir çay demleyenimiz olsa güzel olurdu doğrusu.” Latifeyi duymazdan gelen Mustafa gülmemişti bile. “Sırf çadırda yemek yiyip gözlem yaparak mı geçireceğiz üç günü? Ben okuldan kaçmak isterken açık havalı okulun içine düştüm resmen!” İkisi de güldü. Mustafa’nın sinirinden güldüğü belliydi. Kısa süreli bir sessizlikten sonra Mete, Mustafa’ya kaçamak bir bakış attı. “İstersen…” dedi ve hemen ardından sustu. Mustafa sabırsızlıkla, “İstersen ne?” diye sordu. “İstersen buradan kurtulabiliriz. Bildiğim bir yer var.”
Mustafa, önce arkadaşının yine şaka yaptığını düşündü. Ancak Mete’nin yüzündeki ifadeyi görünce ciddi olduğunu anladı. “Yani kaçalım mı diyorsun?” Mete omuz silkerek, “İstersen,” dedi. “Canının sıkıldığını söyleyen sensin, yoksa benim için hava hoş.” Mustafa bir süre konuşmadan sandviçini yedi. “Peki o bildiğin yer… Tam olarak nerede?” Mete arkadaşının sorusu üzerine başını sağa sola salladı. “Soru yok kardeşim, icraat var! Benimle var mısın, yok musun?” Mustafa aniden fırlayıp ayağa kalktı. Coşkuyla, “Varım be!” diye haykırdı. “Hatta bunu Günay’la Mehtap’a da teklif edebiliriz.” Mete yüzünü buruşturdu. Düşünceli bir ifadeyle, “Mehtap’tan pek emin değilim ama Günay’dan şüphem yok. Olur, onları da çağıralım öyleyse,” dedi. Mustafa, bir anda bir şey hatırlamışçasına eğilip arkadaşına sokuldu. “Gerçi ben o Günay’dan biraz çekiniyorum dostum. Biraz tuhaf biliyorsun.” “Sadece biraz ilginç diyelim,” diye söylendi Mete. “İlginç biraz hafif kalır. Aralarda kendi kendine konuşurken görüyorum onu, görünmeyen varlıklarla iletişimi var gibi.
Sen hiç fark etmedin mi?” Mete bir anda gülerek ortamdaki kasveti dağıttı. “Saçmalama Mustafa, belli ki bu kız seni çok korkutmuş. Asıl beni Mehtap düşündürüyor. Bizimle geleceğinden emin misin?” “Onu ikna etmekte ne var! Gideceğimiz yerde gece gözlemi yapmak için şartlarımız daha iyi olacak dedik mi, tamamdır. Biliyorsun, ona bilimin ‘b’sini söylemek yetiyor.” Mustafa biraz durakladıktan sonra sessizce, “Ne zaman gideceğiz peki? Şimdi gitsek anlaşılır mı?” diye sordu.
“Şimdi olmaz. Yarın hava kararmak üzereyken gideceğiz. Biliyorsun, daha kızları da ikna edeceğiz. Ayrıca hiçbir şeyin anlaşılmaması için yarın akşamı beklememiz şart,” dedi Mete buyurgan bir sesle. “Doğru söylüyorsun,” diyerek onayladı Mustafa. “Hem yarın Harran Üniversitesi’ne gidecektik, yokluğumuz hemen fark edilir. Söylediğin gibi yapalım. Ama gideceğimiz yer hakkında ipucu versen…” Mete başını olumsuz manada salladıktan sonra, “Olmaz dostum, sürpriz,” dedi. “Sadece şunu söyleyebilirim ki, buraya göre çok daha ihtişamlı ve gizemli bir yer.” “İhtişamlı” kelimesi Mustafa’yı umutlandırdıysa da “gizemli” kelimesi için aynı şeyi söyleyemezdi. Bu kelimede onu rahatsız eden bir şeyler vardı.
* * *
Gece yarısına kadar süren gözlemlerin sonunda yorgun düşen öğrenciler, yol yorgunluğunu da bahane ederek bir sonraki günün öğle saatlerine kadar çadırlarından çıkmamışlardı. Öğleye doğru çadırlardan sesler yavaş yavaş yükselmeye başladı. Urfa’nın kavurucu sıcağı insanı rahatsız ediyordu. Öğrenci kafilesi kahvaltı ettikten sonra Harran Üniversitesi’ne doğru yola çıktı. 1992’de kurulan Harran Üniversitesi, çok sayıda öğrenciyi ihtiva ediyordu. Birçok alanda fakültesi bulunan üniversite, artık ülkenin her köşesinden gelen öğrencilerin ve akademisyenlerin bulunduğu kapsamlı bir eğitim kurumuydu. Özellikle üniversitenin Fizik bölümündeki akademisyenlerden Astrofizik alanında çalışmalar yapan dahi bulunuyordu.
Gerek gözlem etkinliğine gelen gençlere farklı bir üniversiteyi tanıtmak gerekse Fizik bölümündeki akademisyenlerini tanımalarına vesile olmak için üniversiteye de gezi düzenlemeye kararı vermişlerdi. Öğrenciler okula ayak bastıklarında çok şaşırdılar. Bu kadar gelişmiş bir kampüs beklemiyorlardı. Üniversite kampüsü en az İstanbul’daki köklü üniversitelerin kampüsü kadar büyük ve görkemliydi. Öğrencisinden akademisyenine, işçisinden temizlik görevlilerine kadar herkesin sürekli hareket halinde olduğu aktif bir ortamın ortasına düşmüşlerdi. Öğrenciler kampüsü gezip akademisyenlerle tanışırken zaman hızla akıp geçmişti. Akşama doğru kafile kampüsten ayrılmış, çadırların olduğu yere doğru yola çıkmışlardı. Bu gece de öğrenciler bir süre dinlendikten sonra gece gözlemi için toplanacaktı ama bu bu sefer dört eksikle…
* * *
“Nereye gittiğimizi hâlâ söylemeyecek misin Mete?” diye sordu Mehtap. Yarım saattir aralıksız yürümekten yorulmuştu. Mete duraklayıp, “Az kaldı, biraz daha sabredin,” dedi. Tahmin ettikleri gibi Günay’ı ikna etmeleri zor olmamıştı. Mehtap’sa önce epey nazlanmış, kafileden ayrılmaya cesaretinin olmadığını söylemişti. Ancak içindeki bilim aşkı yüzünden, Mete’yle Mustafa’nın anlattıklarına yenik düşmüş, onlarla maceraya atılmayı kabul etmişti. Görünen oydu ki, Mehtap verdiği bu karar yüzünden şimdiden pişmandı. Sırtındaki çantanın gereğinden ağır olduğunu fark eden Mustafa, kızlara sezdirmeden Mete’nin yanına gidip, “Benim çanta… Yine niye gerektiğinden daha ağır?” diye sordu.
“Bunda senin payın var mı dostum?” Mete muzipçe tebessüm ederek, “Belki birkaç parça şey koymuş olabilirim, bu seferlik de idare et kardeşim,” dedi. Mustafa, “Nedense senin ‘seferlerin’ bir türlü bitmiyor, ama neyse bu seferlik de öyle olsun bakalım!” dedi. Sonrasında iki arkadaş birbirlerini duyabilecek şekilde güldü. Biraz ilerlemişlerdi ki, Mete’nin ani duruşuyla herkes donup kaldı. Mete, parmağıyla üç katlı virane bir evi işaret ederek, “İşte geldik millet!” diye haykırdı. Mete haricinde gruptaki kimsenin yüzü gülmüyordu. Havanın kararmasıyla birlikte oldukça ürkütücü görünen kadim bina onlara kasvetten başka bir şey sunmuyordu.
…