Kelebekler Gamsız Uçar

Ahmed Günbay Yıldız, Modern Türk edebiyatı geleneğinin en üretken kalemlerinden biri şüphesiz. 46. kitabı olan Kelebekler Gamsız Uçar, bu üretkenliğin ve olgunluğun dışa vurumu. Evlatlarına karşı sorumluluklarını yerine getirmekten kaçınan bir anne ve bir baba… Ebveynin boşluğunu dedesinin yanında doldurmaya çalışan bir çocuk… Çocukları ile bağlarının gittikçe zayıfladığını fark eden anne baba, bu durumdan, haksız yere dedeyi sorumlu tutar ve dede ile torunu acımasızca ayırmaya çalışırlar. Ancak araya mesafelerin girmesi, dede ile torunu birbirine daha çok bağlayacak, gönüllerini daha da yakınlaştıracaktır. Yetişme çağında, bağlı olduğu tek kişiden de uzak düşen Haluk, kendisine örnek alacak kimseyi bulamayınca müthiş bir boşluğun içinde bocalamaya başlar. Efkarlı ve düşünceli günler biribirini kovalarken, tehlikeli hadiselerle burun buruna gelen Haluk, bu zorlukları aşabilecek mi? Düştüğü karanlıklardan tek başına aydınlığa çıkabilecek mi? İnancının ilkelerini dedesinin hayat anlayışıyla ören Haluk, “Kelebekler Gamsız Uçar” sözü misali her şeyi kapıp koyverip değerlerinden vaz mı geçecek, yoksa onlara sıkıya sarılıp erdemli bir hayatı mı seçecek?.. Ahmed Günbay Yıldız, gençler ve aileler için yazmaya devam ediyor… Ebeveynin sorumlulukları nelerdir, bir evlat için model olmak nedir, gençlik dönemlerinde doğru ellere tutunmak, bütün bir hayat için ne ifade eder? Kelebekler Gamsız Uçar, bir ilkgençlik okuması; salim bir bilinç ve erdemli bir hayat için…

Sana ufuklar, “Gel!” diye bağırır,
Ellerinde çiçek, haykırarak.
Seni gür sesiyle hayat çağırır,
Beni de çiğneyip geçtiğin toprak.

Gecenin hasret dokuduğu anlarda, nakışlar hüzün renginde işlenir. Geceler, ozanları andırır; ozanlarsa gecenin hazin esintilerinden çaldıkları sevda şiirlerini mırıldanır.

Hülyalar, yalnızlığın efkârını demlerken; zaman, en derin soluklu tecessüslerin kollarında, aşkın mahmur tazeliğini yaşar. İşte tam da o anlarda gönüller, firar eden nahif ve içli duyguların ziynetini dizelere giydirerek geceyi taçlandırır. Geceler, gamlıdır ozanlar kadar. Hele ki dolunay ve yıldızlar, bulut örtüsünü üzerlerine çekmişse, ozanlarla gece, kaynaşıverir gam çevrili karanlıkla.

Herkes uykudaydı. Derin bir sessizliğin ürpertileri sarmıştı Haluk’un ruhunu. Yalnızlığın kucağında inleyen odada, vesveseler teslim almıştı düşüncelerini. Az önce uzandığı yatağından, tedirgin bir kıpırdanışla kalktı, lambayı yakmak için, el yordamıyla bulduğu elektrik anahtarına dokundu. Aşamadığı sıkıntıların cenderesinde sıkışıp tutsak kalan hisleri, bulunduğu odadan bir an önce ayrılmasını salık veriyordu ona. Bitkindi. Yorgun bir hareketle balkonun kapısını açtı. Boğazında düğümlenen ukdeleri çözebilmek umuduyla derin bir nefes indirdi ciğerlerine. Sokağa ve gecenin kuşatmasındaki semaya doğru, efkâr tüten gözleriyle içli bir seyir tutturdu. Dışarısı ıssızdı, kimsecikler yoktu etrafta. Kaldırımların bile hissedilen, gamlı bir manzarası vardı. Anlaşılan yalnızlık, onların da celladı olma hevesindeydi.

Henüz on altı yaşındaydı Haluk. Hassas bir çiçek gibi tedirgindi ve yaşadığı şehre karşı alıngandı. Duygulan yine kâşifliğe soyunmuştu. Yüreğinde bulamadığı her şeye karşı yoğun ilgi duymaya başlamıştı. Yeni karşılaştığı her tavra, ilk kez duyduğu her kelimeye, hayata dair farklı duruşları olan kimselere ilgisi derin ve ilginçti son günlerde. Buluğ fırtınası yaşıyordu beyni. Her şeye eleştirel bakıyor, bu da hırçınlığını daha da artırıyordu. Arkadaşlarına nazaran daha talihsiz buluyordu kendini. Arkadaşları, Haluk’a göre daha özgür, daha rahat yaşıyorlardı. Ders bitiminde, okuldan çıkar çıkmaz, evlerine dönmek yerine, gruplar halinde gezip eğlenmeyi seçiyorlardı. Haluk ise arkadaşlarına katılmıyor, evin yolunu tutuyordu genelde. Zira buna, ne imkânı ne de ailesinin müsaadesi vardı. Arkadaşları ile arasındaki farkı hissettikçe, inanılmaz buhranlara giriyordu. Başında kavak yelleri esiyordu. Zeki bir delikanlıydı ve aslında her şeyin bilincindeydi. Yaşadığı maddi manevi güçlükler ve hürriyetinin kısıtlanması daha da bunaltıyordu onu. Geleceğe dair, kaygı dolu bir his vardı içinde. Ruhunda tufanlar oluşturan ve adını henüz netleştireme-diği duygularının çalkantısını yaşıyordu son günlerde.

Evleri, İstanbul’da, Anadolu Yakası’ndaydı. Oturdukları daire, on bir katlı bir binanın dokuzuncu katında, tren yolunun hemen kenarındaydı. Marmara Denizi’ne bakan pencereden, gecenin hüznüne ortak oluyordu yine. Gelip geçen trenler, gecenin erken saatlerinde olsun, şafak sökmeden hemen önce olsun, mutlaka bölerdi onun uykusunu. Trenin geliş gidiş vakitlerine alışmıştı artık. Rayların üzerinde vagonların kıvrılarak akışı, ninni gibi geliyordu kulaklarına. Ankara istikametinden gelen trenlerden çok, Ankara’ya giden trenler Haluk’un dikkatini daha fazla çekiyordu, çünkü Haluk, yüreğini oralarda bırakmıştı.

Saat 23.45’ti. Haluk, perdesini kenara sıyırdığı pencereden, rayların üzerine perçinlemişti gözlerini. Onun beklediği tren, her akşam 23.30’da Haydarpaşa Garı’ndan hareket ederdi ve Ankara’ya doğru akıp giderdi. Vagonlarına duygularını yüklediği bu treni, her gece aynı saatlerde, aynı merakla bekler, gamlı bir seyir ve derin bir iç çekişle uğurlardı. Zira hayatının kahramanı, yanı başında büyüdüğü ve kendisine tartışılmaz örnek olarak seçtiği insan, orada, Fatih Ekspresi’nin gittiği şehirde yaşıyordu.

***

İki kardeşlerdi. Annesi ve babası çalışıyordu. Bu yüzden, kız kardeşini İstanbul’da, Avrupa Yakası’nda yaşayan anneanne ve dedesinin yanma bırakmışlardı. Haluk ise hayatının azımsanmayacak kadar uzun bir dönemini babaannesinin ve dedesinin yanında geçirmişti. Haluk’un babaannesi ve dedesi öğretmen emeklisiydi. Haluk, anne ve babasından ziyade, yanında büyüdüğü bu insanlara alışmış, dünyasını adeta onlarla bütünleştirmişti. Ne var ki iki yıldır zor durumdaydı Haluk. Benliğini dipsiz karanlıklara, kaosa sürükleyen, inanılması zor bir hasretle yaşıyordu. Kendisini ifade edemiyor, duygularını ailesine dökemiyordu. Yüreğindeki özlemin, hasret acısının susuzluğu tavırlarına yansıyordu.

Babası, hatırı sayılır bir şirketin pazarlama müdürüydü. Annesi ise banka müfettişiydi. Dışarıdan bakıldığı vakit, bölünmüş bir aile görünümü veriyorlardı. Kız kardeşi Füsun, anneanne ve dedesinin yanında kaldığı için aynı semtte bulunan bir lisede okuyordu. Ailesiyle, sadece hafta sonu tatillerinde görüşebiliyordu. Füsun, Haluk’a göre daha rahat bir hayat sürüyordu, çünkü onun her hizmeti görülüyor, en azından okuldan eve döndüğünde, hazır bir sofra buluyordu. Haluk’sa bu şansı yitireli hayli zaman olmuştu.

Babaannesi öldüğünde, annesi ve babası Haluk’u yanlarına almıştı. Bu sebeple el bebek gül bebek çağlarını çoktan geride bırakmıştı Haluk. Okul dönüşlerinde sofrasını kendisi hazırlamak zorunda kalıyordu. Çoğu zaman, evde ne bulursa onunla yetinmek mecburiyetinde kalıyordu; peynir, ekmek, sahanda yumurta…

Babası ve annesi, sabah kahvaltılarını bile iş yerlerinde yapıyorlardı. Evde birlikte bulundukları akşamlarda ise kolay hazırlanan, kahvaltı türü yiyecekler, ailenin değişmeyen mönüsü haline gelmişti. Ayrıca ailesi, Haluk’a harçlık konusunda oldukça cimri davranıyordu. Tüm bunlar birikmiş, uzun zamandır bastırdığı duygulan, Haluk’u patlamaya hazır bir bomba haline getirmişti.

Baba, kendini zenginlik hırsına kaptırmış, yoğun bir çalışma hayatının akışına girmişti. Sabahlan erkenden çıktığı evine, geç vakitlerde dönüyordu. Anne ise eğlence müptelası bir kadındı. Komşularıyla bir araya gelip eğlence geceleri düzenliyor, annelik sorumluluğunu bir kenara bırakıyordu. Beklediği ve hakkı olan ilgiyi, yaşadığı yuvada bulamıyor oluşu, bitmek tükenmek bilmeyen aşırı ilgisizlik, Haluk’u her geçen gün biraz daha hırçınlaştırıyor, sıkıntılarını daha da artırıyordu. Babasına ve annesine tepkiliydi bu sebeple. Annesini, babasına şikâyet ediyor, onun eğlence müptelası, annelikten uzak bir kadın olduğunu yüzüne karşı haykırmaktan endişe duymuyordu. Anne ise oğlunun verdiği tepkilere karşılık olarak, ona olan şefkatinin üzerini duyarsızca çiziyordu. Ancak birgün, Haluk’un bu tavrına, oldukça yüksek perdeden karşılık verdi. Annenin çehresi, nefret çizgileriyle örülmüştü, oğlunun gözlerinin içine bakarken alev saçıyordu adeta:

–    Söyler misin Haluk, bu tutumunla ne yapmak istiyorsun? Şikâyetlerinden dolayı babanla aramızın açılması hoşuna mı gidiyor?

Haluk, umursamaz ve oldukça sakindi annesinin gözlerine bakarken. Annesini daha da inciten, hırpalayan bir cevap verdi ve bu cevabı verirken gözlerinde alay ifadesi seziliyordu:

–    Kendine çeki düzen vermeni istiyorum!

Salonun perdeleri adeta titriyordu annenin azarından:

–    İnanamıyorum, sen nasıl bir evlatsın ha? Ne gibi bir bozukluğum varmış benim, söyler misin? Hangi davranışım bozukmuş da düzeltecekmişim?

Haluk’un bakışlarında anneyi kışkırtmaya yeten anlamlar yüklüydü:

–    Haksızlar, hep senin gibi yüksek perdeden konuşurlar anne. Neden bağırıyorsun ki? Yoksa korkup susacağımı mı sandın? Öyle bir düşüncen varsa yanılıyorsun.

Aynı tondaydı annenin feryadı:

–    Küstah! Tabii, sen korkar mısın hiç? Arkanda kale gibi duran bir umudun var, öyle değil mi!

Annesinin gözlerinin içinde delici pırıltılarla beklerken, Haluk’un yüzünde isyanlar beliriyordu:

–    Onu bu işe karıştırmamaksın anne.

–    Neden, öfkelendirir mi seni bu?

–    Evet, öfkelenirim.

–    O yetiştirdi seni. Hayattaki en büyük yanılgımız, seni dedenin yanma bırakmakmış meğer.

Delikanlının hırçınlığını artırmıştı annenin sözleri:

–    Kendi rahatlığınız adına yaptınız bunu. Bir de kalkıp onları suçlamayın. Babaannem ve dedem, o yaşlarına rağmen emek verdiler bana. Ya siz anne, çocuklarınıza karşı hangi görevinizi itina ile yapabildiniz, söyler misin? Hangi gün bir sıcak çorba pişirdin bu evde? Peynir, zeytin, yumurta… Onları da kendim hazırlıyorum. İçki, kumar, eğlence! Düzgün, bize örnek olacak bir hayatınız mı var?

Haluk, hırçınlığının derecesini artırmıştı:

–    Sence bir annenin hayattaki duruş biçimi bu mudur anne?

Daha çok bir çığlığı andırıyordu annenin tepkisi:

–    Deden olacak adam mı öğretiyor sana bunları?

–    Onu karıştırma diyorum sana.

Annenin sesinin tonu oldukça düşmüş, efkârına hüzün de eklenince, gözleri buhurdan gibi kaynamaya başlamıştı. Arkasındaki koltuğa bırakmıştı kendini. Dilinde sitem vardı, sesi ağlamaklıydı:

–    Ukala! Utanıyorum senden. Babana ve annene karşı saygısızlığın artık haddini aştı. Senin için her fedakârlığa katlanıyoruz. Özel okulda okuyorsun, her imkânın var. Bu ne nankörlük söyler misin?

Haluk’un da sesi düşmüştü, ancak gergin bir yüz ifadesi vardı:

–    Ben utanılacak hiçbir şey yapmıyorum anne. Hiçbir kötü alışkanlığım yok. Sizler gibi sorumsuz yaşamıyorum.

Dişlerini sıkıyordu anne. Sesinde öfkenin kahreden rengi vardı:

–    Henüz buluğ sıkıntılarını bile atlatamamış, toy, tecrübesiz bir çocuktan mı öğreneceğim ben hayatı?

Buruk bir alay vardı Haluk’un bakışlarında:

–    Doğruları yaşayabilmek sadece yaşla orantılı olsaydı, dünya huzur içinde olurdu anne.

–    Bırak şimdi lafı saptırmayı. Hayatta kendine bir örnek arıyorsan baban var, ben varım. Adam gibi düşün, adam gibi yaşa. Her şeyden önce, kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğren. Harçlığın var, evde yiyip içecek her şey var. Tüm bunların yanında özel okulda okuyorsun, neyin eksik, söyler misin? Dedem dediğin adamın arkasına atıp umursamadığın kişiler, senin annen ve baban. Bizleri örnek al kendine, çağdaş, hayatı seven ve anlayan, mücadeleci biri ol.

Sesi hassastı artık. Anne, duygusallığı seçmişti oğlunun gözlerinin içine bakarken:

–    Babanı da beni de hiçe sayıyor oluşun, anlamsız bir tutku yüzünden. Bu tepkilerin bizler için çekilir sıkıntı değil. Anla biraz. Her konunun içinde, söylediğin her sözde deden var. Adeta her şeyi onun ağzıyla konuşuyorsun. Fikirsiz, kişiliksiz bir insan görüntüsü veriyorsun karşındakilere. Dedem bu konuda şöyle düşünürdü… Dedem olsaydı şöyle yapardı… Dedem, dedem, dedem… Kendine ait herhangi bir fikrin yok mu senin?

İçli, derin bir soluk almıştı Haluk:

–    Sizin bütün sıkıntınız dedem mi anne?

–    Evet, deden. Yanlış bir örnek o senin için. Babanı ve beni tam anlamıyla sildin. Çocuğumuzun nezdinde arka planda kalmak git gide daha zor geliyor bize.

Haluk, kahırlı bir seyir tutturmuştu. Annesinin gözlerine bakıp.

–    O halde anlaştık. Sizleri örnek alacağım bundan böyle, ama sakın bu yeni halimden şikâyetçi olmaya kalkışmayın anne.

Annenin suratında ferahlatıcı bir rüzgâr esmişti. Gözlerinin içi gülüyordu oğlunu incelerken:

–    Nerede o günler!

O günden sonra çok şey değişti Haluk’un hayatında. Dedesinin hayata duruşunu örnek alıp yaşamaya çalışan düşüncesi bambaşka bir şekle bürünmüştü. Eskisiyle benzeşmeyen, fırtınalı günler yaşıyordu Haluk. Saçlarını uzatmış, kulaklarını deldirip küpe taktırmıştı. Okuldan döner dönmez, diz kısmını özellikle yırttığı kot pantolonunu giyiyor, odasına kapanıp müzik setinin sesini sonuna kadar açıp ortalığı velveleye veren, çılgın pop parçalarla binayı ayağa kaldırıyor, kat komşularını bile çileden çıkaran hareketlerde bulunuyordu. Bütün bunları anne ve babasının evde oldukları saatlerde, bilinçli olarak yapıyordu. Komşulardan gelen sert tepkiler, usançlı şikâyetler, şaşırtıyordu anne ve babayı… Okulundan ve yaşadıkları mahallenin sakinlerinden kimseler yol kesip Haluk’tan yakmıyorlardı. Haluk, kavgacı, hırçın, serseri biri olup çıkmıştı son günlerde.

Anne ve baba, Haluk’a söz dinletemeyince, kendilerine göre tedbirlere başvuruyorlardı. Aldıkları ilk tedbir, dedesiyle iletişimini sağlayan ev telefonunu şehirlerarası görüşmelere kapatmak olmuştu. Kan kocada, bir inanç haline gelmişti bu; onlara göre, dedesi akıl veriyordu Haluk’a. Maddi ve manevi beslendiği tek kaynak oydu. Telefon faturaları abartılı meblağlara ulaşmıştı son aylarda, daha doğrusu onlar kendilerini buna inandırmışlardı. Haluk, dedesinden akıl alıyor, tepkilerini bile ona sorarak gösteriyordu. Telefonun şehirlerarası aramalara kapatılmasının hemen ardından, zaten yeterli olmadığını sık sık dile getirdiği harçlıklarına da kısıtlama geldi. Hak etmediğine inandığı bu davranışlar, Haluk’u çileden çıkarıyordu. Hırçınlığının dozunu biraz daha artırmıştı bu sebeple. Bir hafta sonu tatilinde, oğluyla baş başa kalan anne, Haluk’un davranışları karşısında çıldırmamak için direniyordu adeta. Tedbirlerin aksi tesirleri, yeni arayışlara sevk etmişti Haluk’u. Ilık bir havası vardı bakışlarının. Anne oğul, kahvaltılarını birlikte yapmışlardı. Anne, oğlunu müşfik bir tavırla karşısına almıştı:

–    Bak oğlum, bizleri haksız yere üzdüğünün farkına varmalısın artık. Bizler, seni her yürekten daha çok sakınır ve herkesten çok severiz. Bundan hiçbir şekilde endişen olmasın.

Haluk, annesinin gözlerinde anlamlı bir seyir tutturmuştu ve fark edilir bir anlayışla cevaplamıştı annesini:

–    Ben de sizleri seviyorum anne, bundan da sizin şüpheniz olmasın.

Hassas, içli, hatta yalvarmaklaydı annenin sesi:

–    İyi de evladım, insan sevdiklerini bu kadar üzer mi? Konuşmalarınla verdiğin tepkiler arasında sence çelişki yok mu?

–    Ben hiç çelişki göremiyorum anne. Bu çelişkilerin neler olduğunu bana izah eder misin?

–    Bak oğlum, sana bizim gibi yaşa dediysek, pantolonunun dizlerini parçala, kulaklarına küpeler tak, saçlarını düzensiz bir şekilde uzat, okuldaki ve mahalledeki arkadaşlarınla kavga et ve komşuları rahatsız edip bize şikâyetler getir demek istemedik. Bizler gibi çağdaş yaşa, kendi hayat tarzını kendin belirle demek istedik. Senin yaptıklarına baktığımızdaysa, bariz bir bunalımın dışa vurumlannı görüyoruz.

–    Evin telefonunu şehirlerarası görüşmelere kapamak, cep telefonuma el koymak, zaten yeterli bulmadığım harçlığımı biraz daha kısıtlamak da bunların içinde mi anne?

Sorular, anneyi zor durumda bırakmış gibi görünse de kolay bir cevabı vardı:

–    Telefon faturasının hangi meblağlara ulaştığını, babanın telefonu ile benim telefonumu gizlice alıp kendine kontör gönderdiğini de hatırlamaya çalışır mısın lütfen? Sen de biliyorsun ki sıraladığım bu hususlarda normal sınırlan fazlasıyla aştın.

–    Anne, sen öncelikle kumar masalarında kaybettiğin paraların israf edildiğine kendini inandırmalısın.

Aysun Hanım, Haluk’un konuşmasının devamını beklemeye bile sabredememiş, sesini birden yükseltmişti, hırçınlığı son kerteye ulaşmıştı:

–    Ben kendi kazandığımı harcıyorum, peki ya sen Haluk?

–    Anne, baba ve çocuklar, ailedeki her şeye ortaktır diyen sen değil miydin anne? Üstelik bu, geleneğin de bir kanunu. Anne ve babalarınızın sizlere verdiği emekleri, sizler de çocuklarınıza vermek için varsınız. Unutmayın ki o hizmetleri çocuklarınıza geri vermek için ödünç almıştınız onlardan.

–    Bunlara akim eriyor da nedense o akıl, anneni babanı üzme-meye yetmiyor. Özel okula, özel servisle gidiyorsun. İhtiyaçlarını yeterince karşılıyorsun, peki daha ne istiyorsun bizden?

–    Bana şefkatinizi verin anne! Sizden sadece biraz şefkat istiyorum.

Bu sözleri duyan anne, kabından iyice taşmıştı:

–    Ah! O deden yok mu senin!

Bu ses, bu öfke, Haluk’u çileden çıkarmaya yetmişti:

–    Anneee!

Benzer İçerikler

Sesini Duyur 2 | M. Rise

yakutlu

Akıl Irade Hurriyet & Son Donem Osmanlı Dini Dusuncesinde Irade Meselesi

yakutlu

Çernobil’den Sesler – Svetlana Aleksiyeviç – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy