Ke(n)di(n)den Utanmak | Ayşenur Yazıcı


Üç şey geri dönmez:

Yay’dan çıkan ok,
Ağızdan çıkan söz,
Geçen zaman…

150 km hızla yol alan hayatlarda herkes zamana kızgın! Birçok kadının aynı erkekle yolları bir yerlerde kesişiyor. Kalp, kalbe sürterek bileniyor, sivri yerleri yuvarlanıyor, acıyor!

Gurur sınavı kirli bir aşk hikâyesini bir “hayvanın” ağzından okuyacaksınız. “Nankör” kelimesinin ısrarla âdemoğlunun sıfatı olduğunu söylüyor.

Bilge bir kedi, insanların beş duyusunun nasıl sıradanlaştığını anlatıyor.

Evet, bir kedi anlattı, Ayşenur Yazıcı yazdı. Hepsi hayal ürünü ama romanın içinde kendi gerçeklerinizi keşfederseniz, sizin içinizdeki hayvan da evcilleşmek için bin türlü sebep bulacaktır.Sabrı, aşkı, hoşgörüyü felsefeyle harmanlayan bir “kedi”nin, telaş içindeki insanlara bakışı…

İnsana haddini bildiren pişmanlıkları, tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır. Ama ağızlarını açtıklarında ikisi de çirkinim diye bağırır.

***

Anlaşılabilmenin tek yolu konuşmak veya yazmak değil. İnsanların, bitki ve hayvanların ortak bir dili vardır.

Ne kadar konuşursanız “hisler” aracılığıyla iletişim kurmanız da o kadar eksilir. İşte bu yüzden biz hayvanlar, sizden çok daha fazla duygu algılarız.

Bu günlüğü şu an evinde yaşadığım sahibim Ali’nin geçici kız arkadaşı Hale’nin aracılığıyla yazıyorum. O, romanı kendi uydurdu sanıyor. Oysa salondaki kanepede, yatak odasında, her uyukladığında hayatımı ona zihnen aktardım, o da uyanınca kâğıda döktü.

Bu yüzden romanın yazarı “kendi” değil, kedi! Yani benim!

Adım Meko. Kırçıllı, şişko, şirin, sıradan ve yıllardır ayağını toprağa basmamış bir ev kedisiyim. Kedigözümle, Ali’yle beraber yaşadığımız yılları, bu evde olan biten her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatacağım. Çıplaklığıyla diyorum çünkü insanlar bastırılmış duygularla konuşurlar ama ben ‘akıllarından geçirdikleri’ rezillikleri de duyarım.

Velhasıl kelâm, kısacık ömrümde rastlaştığım “içi başka dışı başka” insanları önünüzde çırılçıplak soyacağım.

Birde kedilere nankör derler! Bir insandan daha büyük nankör yok bu evrende. Ke(n)di(n)izden utanacaksınız! Olsun! Hayvan olan benim. Siz âdemoğlusunuz…

Meko
Ekim 2011

**

Yazan: Meko
İnsan diline çeviren: Ayşenur Yazıcı

ÇIRILÇIPLAK HAYAT GERÇEĞİ

Yaşamamız tamamen tesadüflere bağlı olduğundan Tanrı bize dokuz can vermiş. Yani dokuz kez tehlikelerden yırtma hakkımız var. Ve sanırım bu gece ben ilk hakkımı kullanıyorum.

Gök gürültüsü, dev cam bulutun kırılmasını andıran korkunç bir sesle sokağa dağıldı. Yol üzerine park etmiş araçların hepsi yerinden oynadı. Ben yavru bir kediyim. Sığındığım, soğuk metal yığını bir arabanın altında yerimden zıpladım. Biraz daha küçüldüm sanki.

Ardından gözleri kör eden bir ışık ıslak şoseyi aydınlattı, söndü. Gözlerimi kapadım, titriyordum. Henüz doğalı birkaç hafta olmuş bir kedi yavrusu için böyle bir havadan sonra hayatta kalabilmek çok büyük şanstı. Neden mi? Birincisi: Çünkü yenebilecek her şey kapaklı, demir çöp bidonlarının içindeydi. Mideme atabileceğim en yakın yiyecek, apartmanların zemin katlarından ara sıra sokağa çıkan böcekler! Onlar da aralıksız yağan yağmur yüzünden sıcak odalarından başlarını sokağa iki gündür çıkarmadılar.

İkincisi: İnşaatına uzun zaman önce yarım yamalak beton atılmış otopark iskeletinin içinde yaşayan onlarca aç sokak köpeği! Beni yemek için beklediklerini sanmıyorum ama en az benim kadar midesi boş olan bu köpek sürüsünün sinir sistemine aykırı bir kokum olduğunu biliyorum ve birinin beni boynumdan silkeleyip yere atmasıyla belim kırılacak, kısacık ömrüm sona erecek.

Dayanabildiğim kadar, yağmur kesilene kadar, sokağa birkaç insan ayağı değene kadar bu arabanın altına sığınmaya devam etmeliyim. Birazdan sabah olacak. Güneş şehri ısıtmaya başlarken yandaki fırından ekmekler, simitler çıkacak. Durakta bekleşecek olan öğrencilerden birine sevimli görünürsem, elindeki sandviçten bir lokma koparabilirim. Böyle yaşamak da çekilir iş değil! Özgürlüğün simgesi bir hayvan iken insanların seni sevimli bulmasını, merhamet etmesini, okşamasını hatta şanslıysan alıp evine götürmesini bekleyen bir hayat amacın oluyor ister istemez…

Bu şehre dağılmış, kimi sokaklarda, kimi parklarda, kimi terk edilmiş harabelerin içinde yaşamaya çalışan yüz binlerce hemcinsim var. Zaten babamız yok bizim. Annemiz de bir ay süt verdikten sonra kendi ayaklarımız üstünde durmamız yahut bir araba tekerleği altında can vermemiz için bizi bırakıp gidiyor.

Birkaç gün önce kardeşlerimle beraber kıpraşmaya başladığımız loş merdiven altında, burnumu azıcık dışarı uzatmamla başladı her şey. Dizkapakları yara izleriyle dolu bir çocuk elindeki sakız kâğıdını buruşturarak önüme attı. Güzel kokulu renkli kâğıda patimle dokundum. Keşfedilmesi dayanılmaz tizlikte bir hışırtı çıktı. Başımı biraz daha sokağa doğru çıkardım ve çocuk boynumdan beni yakaladığı gibi bağırdı:

“Hey bakın ne buldum minicik bir kedi yavrusu, oynayalııım gelin!”

Sarsıntıdan midem bulanmaya başladı. Düşmemek için tırnaklarımı çocuğun kazağına geçirdim. Bir yandan da cılız sesimle bağırıyordum. Ama ben bağırdıkça çocuk beni kazağından kopartmak için çekiyor, tırnaklarım acıdıkça ben daha acı miyavlıyordum.

Nihayet birkaç çocuğun çalı çırpı yakmaya çalıştığı çamurlu arsada durduk. Herkes bir kere beni kucağına aldı ve sevdi. Beraber oyun oynadık. Hava kararmaya başlarken çocuklardan biri beni kucaklayıp evine götürdü.

Zemin katında, yanık metal tozlarının genzimi yaktığı bir demirci atölyesi olan iki katlı bir evin balkonuna koydu. Annesi beni istemiyordu. Çocuğa bağırdı, çocuk ağladı…

“Pire dolu bu hayvanları eve taşıma diye kaç kere söyledim ben sana. Yürü banyoya. Baban gelsin görürsün.”

Balkon soğuktu ama önüme eski bir yoğurt kabı içinde bıraktıkları ekmek doğranmış sütün nasıl iyi geldiğini anlatamam.

Uzaklarda bir yerde annemin beni aradığını hissediyordum. Cevap veriyordum, duymuyordu. 39 numara lastik terliğin üzerine kıvrılıp uyuyordum ki balkon kapısı açıldı, kıllı bir erkek eli uzandı üzerime, beni karton bir kutuya koyup çocuğun kucağına verdi. Anne arkamızdan dırdırlanıyordu… Arabaya bindik, şehrin diğer yakasında yeni evlerin yapıldığı bir mahalleye geldik.

Çocuğun gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Durmadan burnunu çekiyordu.

“Halan ona iyi bakacak emin ol.”

* * *

Maviye boyanmış demir bahçe kapısını itti. Kapının iki yanında da duran teneke saksılardaki, sonbahara direnen üç beş bahçe çiçeğinin arasından geçip evin kapısına vardık.

Yol boyunca sallanmaktan ve karton kutunun duvarlarına çarpmaktan vücudum allak bullak olmuştu. Gidecek yerim olmadığından tuvaletimi de kutunun içine yapmıştım. Hem bu pis kokudan kurtulmak hem de biraz çimen çiğnemek için ayaklarımı toprağa basmalıydım ama minik bir çift el, boğazımdan bastırarak karnımı kutunun tabanında eziyordu.

Halası beni sevmedi. Kırçıllı kedi uğursuzluk getirirmiş. Yine de bahçede büyüyene kadar beni tutabileceğini söyledi yarım ağızla. Ama önce beni temizlemeliydiler.

“Aman sakın soğuk suyla değil!” dedim.

“Kedi yıkanmaz ama neyse,” dedi hala.

“Yıkanmayı seviyorum ama ben istediğim zaman ve soğuk suyla değil,” dedim.

“Acıkmış bak miyavlıyor. Önce temizleyelim sonra yemek veririz gel,” dedi.

Küçük çocuk, boğazımı sıkarak beni zapt etmeye çalıştığı karton kutuyla banyoya gitti. İçine gazete kâğıtları serilmiş lavabonun içinde beni kolonyalı mendillerle sildiler.

Avaz avaz bağırdım.

Alkol istemem, sürmeyin bana bu şeyleri! Gözüm, popom, midem yanıyor! Ben dilimle temizlerim hepsini, bırakın beni. Burnum donmuş gibiydi, koku alamıyordum.

Hala bağırmalarımı çocuğa tercüme ediyordu:

“Bak teşekkür ediyor!”

“Hadi be oradan,” dedim halaya

“Canııım,” diye cevap verdi hala. “Şimdi patilerini yıkayalım.”

Onunla anlaşmamız mümkün değildi. Olamayacaktı da… Hele şu kimyasal işkence bitsin, ben bahçeden bir kaçış yolu bulacaktım illa ki! Banyo temizlik faslı bittikten sonra halası, çocuğun eline bir toz bezi vererek kaloriferin üstünde beni kurulamasını söyledi.

“Sakın sakın!” diye bağırdım.

“Tamam, tamam şimdi yemeğini vereceğiz,” dedi.

“La havle vela!”

Çocuk tam bir saat beni kaloriferin üzerinde bir bezle ezip mıncıklarken nefes alamıyor, yanıyordum. Hala ile baba, çocuğu canlı oyuncağıyla bırakmış, kahve içip sohbet ediyorlardı.

“Ah Hilmiciğim, o kadında merhamet olsa altı çocuğuna karşı olurdu. Hepsi bir deri bir kemik, sabahtan akşama kadar sokaktalar. Böyle çocuk mu büyütülür?”

“Tamam abla yahu. Yaptık bir hata, on yıl oldu. Ne yani bu saatten sonra karımı mı boşayayım?”

“Boşa tabi. Sana kadın mı yok!”

Hilmi sustu. Merakla dinliyordum ‘insan’ denilen yaratık merhametten bahsederken bir kedi yavrusuna acıyıp, altı insan yavrusunu nasıl bu kadar kolay sokağa atabiliyordu?

“Geç olmasın gidelim artık. Sen bahçede idare edersin kediyi. Ara sıra gelince sever çocuk da…”

Hala, Hilmi ve çocuğu evden ayrılır ayrılmaz, beni eski bir sandığın içine koyup bahçenin kuytu bir yerine bıraktı. Sabah ilk işim buradan kaçmak olacaktı. Dokuz canımdan birini burada riske etmek aptalcaydı. Hele hele hayatın başındayken!

* * *

Gün, yolları yavaş yavaş aydınlatmaya başladığında, büyük bir çaba sarf ederek sandıktan kurtulmayı başardım. Nerde olduğumu bilmeden ışığa doğru yürümeye başladım. Sonradan adının ‘güneş’ olduğunu öğreneceğim bu ışığın, aslında içimdeki saatin ana kumandası olduğunu, onun gökyüzünde belirmesiyle her şeyin güvende olduğunu bilecektim.

Annem ve kardeşlerim kim bilir şehrin neresindeler? Artık onları göremeyeceğim. Üzüldüğüm filan yok. Sadece endişeliyim. Daha hayata dair doğru dürüst bir eğitim alamadan annemin yanından uzağa düştüm. Tek hazinem içimdeki biyoritm döngüsü ve ana hafızama kayıtlı zaruri bilgiler. Zaten yaradılışımda aile ve ciddiyet kavramları yok. Biz kediler, insanlar kadar akıllı olamadığımız için medeniyet filan da kuramamışız! Ulus, sınır, cins kavramımız da yok. Bu yüzden zaten ekonomisi, borsası, yazılmış şanlı/şansız tarihi, fetihleri ve yıkılmışlıkları olmayan biz kedilerin; yandaki ülkeye göz dikmişliği, savaş çıkarmışlığı, soykırım yapmışlığı da yoktur! Kediler engizisyon mahkemeleri kurmamış, kediler yüzyıllarca esir ticareti yapmamış, tüylerinin rengi farklı diye hemcinsini dışlamamış, pusulayı bulmamış, barutu icat etmemiş, atom parçacığının orasını burasını mıncıklamamış, siz âdemoğullarından çok eksik yaratıklardır!

İnsanın yaşamına evcil olarak girişimiz 5000 yıl öncesine kadar uzansa da, atalarımdan bazılarının iki milyon yıl öncesine ait fosillerinin bulunduğunu da burada belirtmem gerek. Yani biz kediler iki milyon yıldır bir kere olsun vukuat çıkarıp, diğer canlıların hayatını tehlikeye atacak iş yapmamışız! Evrim dedikleri şey, gelişerek mükemmele uyumla yaklaşmaksa, insan denilen zavallının evrim geçirirken birçok yönden gitgide eriyerek yok oluşuna şahit oluyoruz. Darwin çok büyük bir hata yaparak hayvanı küçümsemiş, gelişimi tersten okumuş! Çernobil denilen yerde, önümüzdeki 900 yıl boyunca herhangi bir canlının yaşayamayacak olması nasıl bir hatanın sonucudur kediler bilemezler! İnsanlar bilir.

Dünya tarihinde bugüne kadar bir kedinin sebep olduğu bir nükleer facia yaşanmadı ki! Ozon tabakasını kediler delmemişler… Kediler gemi devirmemiş, beton dökmemiş, nifak tohumu ekmemişlerdir. Kediler hemcinslerini onlar gibi düşünmediği ve davranmadığı için öldürmemişlerdir ki… Düşünsenize benim diğer kedilere, “siz benimle aynı bölgede ihtiyacınızı kuma yapacaksanız, benim gibi çömeleceksiniz” dediğimi! Hatta “doğada şey etme saatleri 11.00-15.00 arasıdır” dediğimi. İsteyen istediği yere istediği zaman ihtiyacını yapar! Bahçeler, yollar, ırmaklar, ağaç dipleri hepimizindir.

Tabii ki insan olmadığım için hayıflandığım durumlar da olur bazen. Mesela doğada avlanmak yerine, yiyeceklerini market raflarında dizili kutularda, hazır bulmalarına çok özeniyorum. Önceleri, başka insanlar diğerleri için yiyecek paketleyip rafa bırakıyorlar sanıyordum. Sonra anladım ki, kutulanmış hazır yiyecek isteyenler, adına “para” dedikleri bir kâğıt veriyorlar. Bir nevi takas. Bu kâğıtlardan edinmek için herkes sabah erkenden kalkıp, güneş batana kadar sekiz saat söylene söylene bir masa başında oturuyor. Her gün! Oysa sabahtan avlanmaya gidip tüm gün uyuyabilirler. Zor iş!

Ben henüz yetişkin bir kedi değilim, palazlanmadım. İç saatim bana “kedi atalarımdan” ne biriktirdiyse onu kullanarak yaşamımı sürdüreceğim. Bunun için doğduğumdan beri annem bana bahsetmese de, göstermese de kımıldayan her şeye sabitleniyorum. Pusuya yatarken karnımı yere yapıştırıp bir taş kadar sessiz oluyor, kımıldamıyorum… Şimdi bana düşen, içimde doğuştan var olan yeteneklerimi, içgüdülerimi ve antenlerimi kullanarak hayatta kalmaya yardım edecek güvenli ortamı bulmak.

Yol kenarından yürümenin pek güvenli olmadığını anlamam uzun sürmedi. Kırların içini yararak ilerleyen otoyol boyunca birçok kedi, karga, köpek, kirpi, kaplumbağa, fare ölüsü gördüm. Kimi yolun kenarında, kimi orta yerinde serilivermişti… Geniş yeşilliklerin ortalarına dev apartmanlar dikilmiş, apartmanların balkonlarına saksılar içine hapsedilmiş “minik yeşillikler” konulmuştu! Uzunca seyrettim. Anlam veremedim. İnsan dedikleri yaratık ne istediğini gerçekten bilmiyor.

Çocuk seslerinin geldiği bir bahçeye yöneldim. Birkaç bisküvi kırıntısı, atılmış yarım bir hamburgerle mide gurultumu bastırdım. Elindeki dondurmayı yere düşüren bir çocuk saatlerce ağladı. Annesiyle yenisini almaya gittiklerinde, büyük bir keyifle kaldırımda erimekte olan dondurmayı yaladım. Sevinçten bayılmak üzereydim. O çocuğun beni bu kadar sevindiren olaya ağlaması ne tuhaf! Onların dünyasında birine acı veren şey, bir diğerinin sevinmesine sebep oluyor! Oysa biz tüm kediler aynı şeye sevinir aynı şeylere üzülürüz. Bundan dolayı “kedi” denilince ortaya karışık bir karakter çıkmaz. Hepimiz aynıyızdır.

Köşeye çekilip patilerimi ve ağzımı temizledim. Çocuk bahçesinin kum havuzunda kendime uygun bir köşe bulup tuvaletimi yaptım.

Banktaki annelerden biri yerinden fırlayıp üzerime yürüdü.

“Aaa kışt kışt, pis hayvan! Orada çocuklar oynuyor, Allah belanı vermesin.”

Canımı zor kurtarırken bağırdım:

“Siz de tuvaletlere yapıyor, sifonu çekiyor hepsini çocuklarınızın kumdan kaleler yaptığı sahillerinize yolluyorsunuz. Ben direkt yapıyorum. Üstelik siz bir de o suyun içinde yıkanıyorsunuz!”

Arkamdan bir taş fırlattı ve çocuğunu kum havuzundan alıp, çekiştire çekiştire yola çıktı. İnsanlar garip yaratıklar. Yavrularının kuma ihtiyaçlarını yapmalarına izin vermiyorlar. Altlarına bir bez bağlayıp içine doldurmalarını bekliyor, çocuk huysuzlaşıp ağlayınca, çıkarıp bezi çöpe atıyorlar. Konteynerlerde biriktirdikleri bu bezleri ve diğer çöpleri demir kamyonlarla toplayıp şehir dışındaki arazilere yığıyorlar… Bu yığınların üzerinde başka çocuklar yiyecek, giyecek, işe yarar eşyalar arayıp topluyorlar. Yağmur yağıyor çöpler ıslanıp tüm sularını toprağa bırakıyor. Toprak altından bu pis sular derelere karışıyor. Oradan balık tutup çocuklarına yediriyorlar. Bu çöp yığınlarının etrafında dev köpek ve kedi sürüleri de dolanıyor. Hepsinin umudu o günlük nevaleyi çıkarmak.

Biz kedilerin pis-temiz kavramımız yok. İçgüdülerimiz “bunu yeme” emrini verirse, eminizdir ki o şey ya zehirli ya da bedenen baş edemeyeceğimiz bir şeydir. Beyin merkezimizde “Sakın yeme emrinin olduğu, atalarımızdan kalan bir sürü kayıt vardır. Mesela mavi ve siyah renkli yiyecekleri atalarımızdan bu yana hepimiz reddetmeyi öğrendik. Niye mavi derseniz, içinde mavi olan her besin küf demektir bizim için! Yüz binlerce yıldır bunu yiyip ölen kedi atalarımın ortak hafızasında “mavi = zehir” olarak kaydolmuştur. Eh, bu da kedi atalarımın dokuz canından birini nerde harcandığını göstermiş oluyor! Siyah renkte olan besinler için de aynı korku kayıtlarımız var! Mantarlar, zehirli siyah tohumlar…

Benzer İçerikler

Kuma – Şehnaz Gülşen – Online Kitap Oku

yakutlu

Zehir – S. J. Bolton – Online Kitap Oku

yakutlu

Atam Oğuz

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy