Genç bir kadın, bir sabah kendisini salonunun ortasında, sandalyeye yarıçıplak bağlanmış halde buldu. Korkmuştu ve şaşkındı, ne ona zarar verilmiş ne de paraları çalınmıştı.
Evine giren adamın giderken düşürdüğü notla bir bilmecenin içine doğru yol almaya başladı. Önce şehir kütüphanesinin ıssız raflarında bir kitabı aramaya başladı. Ardından kendini eski uygarlıklara dalmış buldu.
Karanlık bir cezaevine, korkunç bir cinayete, Yahudi geleneklerine ve doğduğu eve kadar uzayan serüvenin içinde hayatını keşfetti.
Bir sabah vakti küçük bir evin salonunun ortasında başlayan bilmece, kendi doğduğu köyün orta yerindeki bir harabede, bir mucize ile son buldu.
Her olay bir rastlantı, bir bağ ve bir kesişme haline geldi, hayatının anahtarını bulabilecek miydi…
Hayatta gerçekten tesadüf var mı…
Messece kayıp bir kitaptı. Yazıldı ve raftaki yerini aldı.
Peki; sizin Messece’niz nerede?
***
Olmadı. O kadar anlattım, adeta yalvardım ama olmadı. İstediğim sadece biraz daha zamandı. Fakat artık beni dinlemiyordu bile… Önümdeki tomar tomar evrakları kontrol ederken, akşam beni evde soru dolu gözlerle karşılayacak olmasından başka bir şey düşünemiyordum. Birkaç saat sonra eve gittiğimde, kendime bir kahve alıp balkona çıkmışken kapı açılacak, kocam içeri girecek ve çantasını vestiyere koyduktan sonra, süratle banyoya geçecekti. Elini yüzünü bilmem kaç kez sabunladıktan sonra esansını da suratına boca edecek ve aynada saçları ile uğraşırken, aklına ben düşünce yanıma gelecekti. Bir akşam da eve geldiğimde O’nu evde bulmayı, köşedeki köfteciden ekmek arası köfte yemiş ve sigarasını yakıp salondaki koltuğa kurulmuş olarak bulmayı o kadar isterdim ki… Erkek gibi yani. Bu doğru mu bilmiyorum ama hissettiğim buydu. Oysa O’na sorarsanız, dünyadaki en beğenilesi kocaydı. Evine zamanında gelen, temiz ve ağırbaşlı bir erkekti. Bir kez de çıldırıp, hiç olmazsa trafikte küfür et be adam!
Balkona geldi, dönüp bakmadım bile. Esansının çiçek çiçek kokusu burnuma yapıştı.
“Nasılsın?”
“İyiyim.”
Balkonun korkuluklarına dayanıp etrafa baktı. Akşam oluyor, insanlar birer birer evlerine dönüyorlardı. Parkta hala birkaç çocuk vardı ve çimleri sulayan fıskiyelerle oynuyorlardı.
“Düşündün mü?”
Zaten ondan da başka türlü bir şey beklemezdim. Hiç olmazsa bir sandalye çek, otur tam karşıma ve şu yorgun ayaklarımı ellerine alıp, birazcık ovuştur… Sonra sor ne soracaksan. Tekrarladı.
“Düşündün mü?”
Hızla kalktım ve içeri geçtim. Peşimden geldi. Dolabı açıp yiyecek birkaç şey çıkardım. Masaya koyarken, aklıma ilk tanıştığımız günler geldi. Ondaki bakımlı, titiz hale hayrandım bir zamanlar. Giyiminde, konuşmasında, hareketlerinin tamamında bir uyum, ahenk vardı. Kız arkadaşlarımın hemen hepsi beğenirlerdi bu hallerini. İlk buluşmamızdaki sözleri, utangaç tavırları nasıl da hoşuma gitmişti. O kadar baş döndürücü bir hızla gerçekleşti ki her şey; bir an evliliğimizin ikinci yılını bitirmek üzere olduğumuzu hatırladığımda, neredeyse elimdeki tabak düşüyordu.
İsteksiz bir akşam yemeğiydi ve tek kelime konuşmuyorduk. Acaba nerede hata yapıyordum? O karşımda çatalı ayrı bıçağı ayrı tuttukça, her lokma sonrası üşenmeden peçetesi ile dudaklarına dokunup, sonra tekrar katlayarak masaya koydukça sinir oluyordum. Oysa o hep böyleydi. Ben mi değişmiştim? Yoksa ona haksızlık mı ediyordum?
Masayı öylece bırakıp yatak odasına geçtim, üzerimi değiştirdim. Ilık bir duş alasım vardı. Fakat gıcıklık bu ya; vazgeçtim. Ne de olsa birazdan yanıma sokulacak, bir iki kibar öpücükten sonra söylenmeye başlayacaktı. Yok, neden duş almamışım, ter kokuyormuşum, bütün gün sigara, is, pas içerisinde çalışıyormuşum, yazık değil miymiş ipek saçlarıma… Beni kokla o halde! Benim tenime sokul, bilmem ne marka sabuna, kokuya değil. Beni sev…
Hiç ama hiç anlamazdı bunu. Herhalde ona, acaba beş sene bir cezaevinde yatmayı mı, yoksa benimle üç gün ve gece boyu yatağımızdan hiç çıkmadan uyumayı mı seçersin desem, cezaevini tercih ederdi. Balayımızdan hemen sonra biraz üşütüp, iki gün yataktan kalkamamıştım da, görmüştüm gerçek yüzünü. Bir tas çorba yapıp da yatağıma getirememiş ve hemen annesini, teyzelerini ayaklandırıp yardıma çağırmıştı.
Salona geçip televizyonu açtım.
Yanıma geldi ve gayet sakin bir şekilde kumandayı aldı, televizyonu kapattı.
“Aslı, düşündün mü?”
Anlaşılan kurtulamayacaktım. Bütün cesaretimle birlikte kızgınlığımı da suratıma taktım.
“Evet, düşündüm!”
“O halde seni dinliyorum.”
“Olmaz… Hazır değilim.”
Derin bir nefes aldı. Önce arkasına yaslandı, kanepenin yastıklarından birini eline alıp kabarttı. Kırışıklıklarını düzeltti. İnanamıyordum. Şu haldeyken bile nelerle uğraşıyordu.
“Peki, ne zaman hazır olacaksın?”
“Bilmiyorum.”
Sahiden bilmiyordum bunu… Neden bütün herkes üstüme geliyordu böyle? Neden iş yerinde arkadaşlar, evde akrabalar, ara sıra komşular ve son zamanlarda da her akşam bu adam, üstüme üstüme geliyordu ki?
Balkona çıkıp sigaramı yaktım, ne kadar yalnızdım Tanrım! Gökte binlerce yıldız, uzaklarda sönüp sönüp yanan ışıklar ve ardımda yanan mutfak lambasının benden alıp yere vurduğu gölgem… Neden kimse ama hiç kimse beni uyarmamıştı? Niçin kimse karşıma geçip beni ikaz etmemiş, durdurmamıştı?
Banyoya geçtim ve aynaya baktım; gözlerimin altı halka halka olmuştu. Bundan nefret ediyordum. Ilık bir duş aldım. Kendi şampuanımı ve sabunumu, kocamın envai çeşit kozmetikleri arasında zar zor buldum. Ama olsun, duş iyi geldi. Havluma sarınıp çıktım. Ertesi günün uğurlu günüm salı olduğunu düşünerek, biraz daha rahatlamış halde, salona geçtim.
Az evvel birlikte oturduğumuz kanepenin yastıkları düzeltilmiş, sehpanın üzerindeki çantam vestiyere asılmış, dergiler ve gazeteler özenle sıraya dizilip sehpanın altına yerleştirilmişti. Yetmezmiş gibi perdeler de sımsıkı çekilmiş ve güzelim halılarımın üzerine düşen ay ışığının önüne, beton gibi perdeler set olmuştu.
Annesiyle mağaza mağaza gezip nereden buldularsa, bu tuhaf perdeleri getirip takmışlardı gelin evime. Filmlerdeki eski çağ zamanlarından kalma desenleri ve gülkurusu rengi ile eve cenaze evi havası veren bu perdeler yüzünden çok bozulmuştum. Fakat intikamımı halılarımla almıştım. Hewsej ipliğinden, desenleri ve sihri tamamen benim icadım olan halılarım, gündüz gözü ile baktığınızda sıradan, hatta basit görünebilirdi. Ancak karanlıkta üzerine düşen ay ışığı ile birdenbire değişen desenleri ve sanki dans edercesine renk değiştirip bir maviden bir turkuaza dönen, üzerinde yürüdüğünüzde size yakamozlarla dolu bir denizin üzerindeymişsiniz hissi veren halılardı. Ismarlama süreci ve aklımdakini dünyanın diğer bir ucundaki halı ustasına İspanyolca olarak tarif etmem o denli güç olmuştu ki; bir an ben bile evime ne getireceklerinden şüphe etmiştim. Ama emeğime ve beklediğime değmişti. Ve kocam ise her akşam karanlık çöktüğünde sıkı sıkı perdeleri çeker ve beni birkaç saatlik özgürlük hissimden mahrum bırakıyor olduğunu, hiç ama hiç anlamazdı. Ona göre amacı; karşı apartmanlardaki yabancı gözlerden kaçınmak ve perdeleri çekip sarı sarı ışıklar altında güvenle oturmaktı.
Acaba kaç gece daha benden önce yatağa gidip kitap okumaya başlamasına ve ben yatağa girene kadar elli defa beni çağırıp çağırıp durmasına tahammül edecektim? Biraz süt ısıttım ve kupama koyup kanepeye oturdum. Derken içeriden ilk davet de gecikmedi.
“Aslı, haydi uyuyalım artık.”
Bir gece de kendini bir İngiliz lordu falan değil, alelade bir koca olarak görse ne vardı sanki? İçinden apansız bir kurt adam çıksa, yataktan hışımla fırlayıp salona gelse, korkunç güçlü kolları ve kocaman elleri ile beni tuttuğu gibi şu halıların üzerine yatırsa… Öpüyor mu yoksa ısırıyor mu diyeceğim bir saldırganlık ve müthiş bir vahşilikle içime alsam onu. Tanrım… O vakit cevabım evet olurdu belki… Evet, hazırım. Evet; bir çocuğumuz olmasına hazırım.
“Aslı, duymuyor musun, haydi uyuyalım artık.” Sütü içemeyip sehpaya bıraktım. Sabah kalktığımızda, bu süt ne arıyor burada diye soracağını bile bile yatak odasına geçtim. Yatağın bana ait tarafından pikenin altına girdim. Ve suçlu bir çocuk gibi sessizce uykuya daldım.
Sabah son zamanlarda sıklıkla olduğu gibi, sanki gece boyu sopa yemişçesine, vücudumun her yanında ağrılarla uyandım. Kocam çoktan uyanmış ve duşa girmişti. İki yıldır her sabah nasıl oluyor da bu kadar sessizce yataktan kalkıyordu, hiç anlamadım. Bir kez bile sırasını bozmadan, her sabah uyanır ve banyoya girer, duşunu alır, banyoda doğal olarak meydana getirdiği ıslaklığı kurular, üşenmeden aynadaki buğuyu bile siler ve banyoyu sanki evi satacak olan bir emlakçı gibi bana teslim ederdi. Kendisine itirazım yoktu. Ancak benden de aynı şeyi bekliyor olmasına öfkeleniyordum.
Dolapta peynirden başka bir şey kalmamıştı. Kahvaltılık bir şeyler almamız lazımdı. Bana biraz peynir ve ekmek yeterdi. Lakin kocam için mutlaka reçel, tereyağı, hafta en az iki kez haşlanmış yumurta ve çay olmalıydı. Başlarda bunları dizi dizi hazırlamak eğlenceliydi. Ben bir parça peynir ile karnımı doyururken, O’nun karşımda okula gidecek bir talebe gibi, bir ondan bir bundan yiyerek kahvaltı etmesi hoşuma gidiyordu. Ne var ki; sonradan sonraya bunun değişmez bir tören gibi tekrarlanması, canımı sıkmaya başladı. Bir keresinde değişiklik olsun diye, sabah sabah çorba yapmıştım. Belki biraz salçası fazla olmuştu ama daha ilk kaşığında, “Ben bunu yemem” diye tabağı itmesi kalbimi o kadar kırmıştı ki… Kötü de olsa ben pişirmiştim, yemeliydi.
İçinden söylene söylene ekmeğinin arasına biraz peynir koyup yemeye başladı. Bense günümün ilk kahvesini çoktan içiyordum.
“Bu akşam annelere gidelim mi?”
Bu hazırlıklı ziyaretin asıl amacının; çocuk yapma fikrini ortaya getirerek üzerimde bir baskı yaratmak olduğunu biliyordum. Son günlerdeki beklenmedik akraba telefonları, ortak arkadaşlarımızla yapılan hafta sonu piknikleri ve daha pek çok şey, dönüp dolaşıp çocuktan bahsetmek, anne olmam fikrini dile getirmek ve beni razı edene kadar kırk yerden kırk misal vermekti.
“Akşama doğru haberleşiriz.”
“Peki.”
Ayakkabılarını özel bezi ile parlatıp giydi ve işe gitmek üzere çıktı.
Hazırlanmak için bir saat kadar vaktim vardı. Önce bütün perdeleri açtım ve pencereyi araladım. Ev taze sabah havası ile şenlenirken radyoyu çevirdim. Aynamın karşısına geçip saçlarımı topladım, hafif bir makyaj yaptım. Geceliğimi çıkarıp yatağın üzerine attım ve dolabın aynasından vücuduma baktım. Kendimi seviyordum. Dik göğüslerim, ince belim, toplu kalçam, narin omuzlarım…
Mutlu oldum hala güzel olduğum için. Sonra, bir anda, yavaş yavaş büyüyen karnım belirdi aynadaki yansımamda. Çatlayan karnım, büyüyen göbek deliğim, koca koca birer ağırlık gibi sarkan göğüslerim ve sütle dolup koyulaşan meme uçlarım. Bir de bunun aş ermeleri, mide bulantıları ve şu küçücük yerden bir canlının çıkagelmesi!
Aman Allah’ım…
İçeriden bir ses geldi, dikkat kesildim; galiba pencere çarpmıştı… Radyoda neşeli bir parça çalıyordu. Gardolabımdan siyah eteğimi ve gömleğimi çıkarıp yatağın üzerine bıraktım. Çekmeceyi açıp ince çoraplarımdan birini seçerken, arkamdan bir şey kafama o kadar sert bir şekilde vurdu ki; hatırladığım son şey: Sağ tarafıma düştüğüm ve yere boylu boyunca uzandığımdı.
Gözlerimi açtığımda başım müthiş ağrıyordu. Birkaç saniye etrafımı net bir şekilde göremedim. Salonun ortasında bir sandalyede bağlıydım. Avazım çıktığı kadar bağırmaya çalıştım, fakat başaramadım. Ağzıma kocaman bir şey tıkılmıştı. Ellerim arkamdan, ayaklarımsa bileklerimden sandalyeye bağlıydı. Biraz kıpırdanmaya uğraştım. Olmadı. Durdum. Başımı sağa sola çevirip etrafa baktım ve sonra da duvardaki saate… Hemen hemen bir saattir salonda olduğumu anladım. Çok korkmuştum, ama yine de evimde olmak iyiydi. Önce bir hırsız olduğunu düşündüm. Herhalde yatak odasındaki çekmecede duran birkaç mücevheri alıp kaçmıştı. Fazla sürmeyip birazdan işyerindeki arkadaşlarımın bana ulaşamayınca kocamı arayacaklarını ve kocamın da eve gelip beni kurtaracağını hesap ettim.
İki-üç dakika kadar bekleyip, sessizliği dinledim. Salonun perdesi hafif esintiyle inip kalkıyordu. Başımın arkasındaki sıcaklıktan, ince ince kanıyor olduğunu anladım. Bir an sandalyeyi zorlayarak devrilmeyi ve telefona kadar ulaşmayı da düşündüm. Fakat bunun yararsız bir uğraş olduğunu anlamam gecikmedi. Derken, içerideki kapılardan biri açıldı ve gürültüyle kapandı. Birinin koridora çıktığını duydum. Koridordan geçip salona girdi ve göz göze gelmemizle birlikte, sesim çıktığı kadar bağırarak olduğum yerde tepinmeye başladım. Geldi, geldi ve karşımda eğildi. Yüzüme kadar yaklaşıp, parmağını dudaklarına götürdü ve ‘Sus’ işareti yaptı. Sustum çünkü başka çarem yoktu. Çok ama çok korkmuştum. Sonra ayağa kalktı, ceketini çıkarıp kanepeye fırlattı. Uzun boylu, yapılı, hafif sakallı biriydi. Siyah bir gömlek ve siyah pantolon giymişti. Bir hırsıza benzemiyordu. Yanıma yaklaşıp arkama geçti, saçlarımı avuçlayıp açtı. Vurduğu yere parmaklarını gezdirerek yokladı. Sonra sandalyelerden birini çekti ve tam karşıma oturdu. Saate bakıyordum. Birinin araması, birinin gelmesi için dua ediyordum… Çıplak bacaklarıma dokundu, sonra da göğüslerime. Omuzlarımı kavradıktan sonra eliyle çenemi tuttu ve başımı sertçe kaldırdı. Göz göze geldik… Tuhaftı, ama gözlerinde bir sevecenlik ve çekicilik vardı. Sonra geri çekildi.
“Şimdi ağzını açacağım, ama bağırmayacaksın, tamam mı?”
Başımı bir aşağı bir yukarı yaptım.
“Söz mü?”
Bu kez gözlerimi de hızlı hızlı kırparak başımı salladım. Ağzımı çözdü… Yutkundum, çenem uyuşmuştu.
“Kimsin?”
Gülümsedi… Başını hafifçe yana eğdi.
“Çok güzelmişsin, biliyor muydun?”
Anlaşılan bir deliydi. Aklıma korkunç şeyler geldi. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Filmlerde gördüğüm o şeyler, şimdi benim başıma gelecekti.
“Korkma… Yaran için üzgünüm ama fazla kanamamış, meraklanma.”
Saat mi dönmüyordu yoksa bana mı öyle geliyordu, anlayamıyordum.
“Gidip sana su getireyim.”
Sandalyesinden kalktı, mutfağa gitti. Acaba bas bas bağırsam bir faydası olur mu diye düşündüm. Belki birileri sesimi duyardı.
Fakat gittiği gibi gelip kafama bir darbe daha vurmasından ya da boğazıma sarılıp beni boğmasından korktum. Zaten ben hala düşünürken, elinde bir bardak su ile geldi. Bardağı dudaklarıma uzattı, birkaç yudum içtim. Kalanını içemedim ve bardağı geri çekerek dudaklarına götürdü. Kalan suyun tamamını içti. Tekrar karşıma oturdu.
“Aslı… Aslı biliyor musun; çok güzel bir kadınmışsın.”
Yutkundum. Dayanamayıp konuştum.
“Adımı nereden biliyorsun, benden ne istiyorsun?”
Başını sağ tarafa eğdi, cevap vermedi. Sonra ayağa kalktı, ceketine uzandı. Ceketinin cebinden bir bıçak çıkardı. Arkama geçti. Tam bağıracak gibi olmuştum ki; hemen eliyle ağzımı kapattı.
“Sakin ol, korkma!..”
Diğer eli ile bıçağı avuçlarıma tutturdu. Ben sıkı sıkı elime alınca da bıraktı. Tekrar karşıma geçti.
“Ben şimdi çıkıyorum. Sen biraz uğraşacaksın, ama iplerini kesebilirsin.”
Ceketini aldı ve son kez karşıma eğilip tam gözlerime baktı. Sonra hiçbir şey demeden çıktı ve gitti.