Kinyas ve Kayra

“Hiç uykum yok. Hiç uyuyamıyorum. Domuz gibi içiyorum. Ama gözlerimi kapalı bile tutamıyorum. Sabaha beş saat var. Annemi düşünüyorum. Nerededir şimdi? Aynada kendime bakıyorum bazen. Ve tek kelime etmesem bile vücudum yaşadıklarımı, hayattan ne anladığımı anlatmaya yetiyor. Sağ omzuma kendi çizdiğim kelebek, beğenmediğim için üzerine attığım çarpı işareti ve altında aynı kelebeğin bir Japon tarafından çok daha iyi işlenmişi. Sol dirseğimin iki parmak yukarısındaki kurşun yarası. Bileklerimdeki otuz dört dikiş. Medeniyeti bir aralar, herkes gibi yaladığımı kanıtlayan apandist ameliyatımın izi. Ve sırtımı çok, hızlı yaşlandım! Ancak hayattayım.
Kayra, bir gün bana ‘Mutsuzluğuna hiçbir çare aramıyorsun’ demişti.”

Asansör dördüncü katta durdu. Kapısında 17 yazan daireye girdik. Tahmin ettiğim gibi evde çok az mobilya vardı. Salonun duvarları fotoğraflarla ve afişlerle kaplanmıştı. Ortada, eskiciden alınmış izlenimi veren ceviz yemek masası, ucuz barlarda çıkması muhtemel kavgalarda hasan önlemek amacıyla yere çakılmışcasına duruyordu. Ve dört adet çelik sandalye tarafından kuşatılmıştı. Yerlerde yüzlerce içki şişesi parkeyi bir halı gibi kaplıyordu. Kapalı perdelerden, pencerelerin çok uzun zamandır açılmadığı anlaşılıyordu. Zaten havaya hâkim olan keskin alkol ve tütün kokusu da bunu gösteriyordu. Masanın üstündeki boş ve dağınık kâğıtlar, cesetler gibi, birileri tarafından toplanmayı bekliyordu. Ve salondaki en değerli eşya, kâğıtların yanında duran, üç ayrı köşedeki abajurun ışığıyla hayat bulan, olduğu yere kendini hiç de ait hissetmeyen ve benim çok eskilerden hatırladığını altın kaplamalı dolmakalemdi. Hareketsiz, bir süre ayakta kaldıktan sonra oturmamı işaret etti. Çelik sandalye parkede, yıllar önce üstünde birbirimize hayatı anlattığımız salıncağınkine benzer bir ses çıkardı. O da karşıma oturdu. Arabadan beri hiç konuşmamıştık ve hâlâ sabahın dördünün, o insana kendinden başka kimseyi dinletmeyen sessizliği evi işgal ediyordu. Ayağının yanında duran bir votka şişesini alıp masaya koydu. Gülümsedi. İkimizin de Absolut’le ilgili hikâyeleri vardı. Ve o an, birbirimizi ne kadar uzun zamandır tanıdığımızı düşündüm. Yaptıklarımızı, yolculuklarımızı, kavgalarımızı, her şeyi… Sol elini beline doğru götürdü. Ceketinin arkasında kaybolan eli sandalyelerle aynı parlaklıkta olan bir cisimle geri döndü. Dirseği masada, bana doğrulttuğu bu çelik, içinde 38 kalibrelik yaralama ve Ölümler besleyen, Smith ve Wesson ismindeki adamları fazlasıyla zengin etmiş, kısa namlulu bir altıpatlardı. Tabancanın topunda sarı sarı tebessüm eden kurşunları görebiliyordum. Zaten sarıyı hep ölüme yakıştırmışımdır. Öldüren ishalin, sıtma sıcağının, Azrail’in dişlerinin sarısı… Aklımdan geçenler bunlardı, ancak şaşırmam gereken bir durum vardı karşımda. Yirmi yıldan fazla bir süredir tanıdığım biri alnıma doğru silah uzatmış ve ölümümün doğal yollarla olmamasını sağlamaya çalışıyordu. O da, ben de yıllardır hiçbir şeye şaşırmadığımız için herhangi iki insanın ter banyoları içinde yaşayabilecekleri bir sahneyi, ağlarını bininci kez tamir eden balıkçıların sakinliğiyle oynuyorduk. Masadaki votka şişesini kendime çektim. Kalbimin attığı yer olarak hesapladığım bölgenin önüne getirdim. Çünkü yorulan kolu ve dolayısıyla silahın namlusu alnımdan kalbime inmişti. Ve ben, acaba Absolut şişesinin patlama sesini duyabilecek kadar zamanım olur mu, diye düşünüyordum. Aklımızdan geçenler birbirimiz İçin çoktan birer broşür haline geldiğinden, ufak oyunumu anladı ve kendine has sırıtışıyla namluyu tekrar alnımın hizasına getirdi. Suratımdaki bıkkın ifadeyle ben de koca bir yudum almak için şişeyi ağzıma dayadım.
Bir zamanlar, Absolut şişelerinin değişik modellerinin toplandığı bir katalog görmüştüm. Ve dünyada kendine böylesi gereksiz işler yaratabilen insanlar varken neden bu denli işsizlik var, diye düşünmüştüm. Çünkü bir şişe ister kadın, ister kova şeklinde olsun, muhakkak bir deliğe sahip olması gerekiyordu… Ve biliyordum ki, gerçekte işe yarayan tek kısmı da oydu…
Şişenin dibinden şekilsizlesin iş komik yüzünü seyredip tekrar votkayla yıkadım boğazımı. Gözbebeklerimi bulmaya çalışıyordu. Ama siyah gözlerim buna hiçbir zaman izin vermemişti. Sağ elini masanın ortasına bıraktığım şişeye uzattı ama sonra aklına birden kötü bir hikâye gelmiş gibi geri çekti. Saatin sabahı kovaladığı ve yakalamasına çok az kaldığı bu zamanda içinde bulunduğumuz durum için bir açıklama beklemem gerekirdi. Ama beklemiyordum. Hayatımın Öyle bir dönemini yaşıyordum ki, hiçbir şeyi beklemiyor ve merak etmiyordum. Ama yine de, normalde sinir bozması gereken pozisyonun anlamını öğrenmek istercesine, yüzüme bilgiye aç bir çocuk ifadesi yapıştırdım…
Yutkundu ve konuşmaya başladı. Sesi sıcak, geceyi üzmeyecek kadar kısık ve beni üzmeyecek kadar da dürüst çıkıyordu.
“Yaz… Bizi yaz. Her şeyin sonuna geldiğimizin kanıtı olan kitabı yaz.
O kadar yavaş söylüyordu ki kelimeleri, sanki her harfi çok uzaklardan bulup bin bir zorlukla getiriyormuş gibiydi. Bu söylediğini elindeki silahtan ötürü bir emir gibi algılamam gerekirken, ben daha çok bir yalvarış olarak misafir etmiştim zihnime. Yanıt vermediğimi görünce devam etti:
“Bak Kayra, biz herkes olduk. Kendimize en büyük acıları ve zevkleri tattırdık. Ve artık ölüyoruz. Bunu fark etmiyor musun? En yukarıdan aşağı düşüyoruz. Ve yeri öpmemize çok az kaldı. Başladığımız yere dönmeden, yani sermayemizde ve hafızamızda sadece ismimiz kalmadan hatırladıklarımızı yazacaksın. Hayatın suyunu içtikten sonra bir gün işememiz gerekecekti. Ve zihinlerimiz ölmeden önce bunu yapacağız, insanlığımızı, ahlakımızı, dünyayı çok uzun zaman önce yok ettik… Hissediyorum. Şimdi sıra anılarımızda ve hayallerimizde. Kafatasımızın içini süsleyen bütün bildiklerimizde. Her geçen saniye eksiliyorlar. Çok geç olmadan yazmalısın!”
Duyduklarımla kendimi sarhoş ediyordum- Bitirdiğini ağzını kapattığı zaman anladım. Daha Önce de konuşmuştuk yazma işini. Ve ikimiz de bunun bizim için çok yorucu olacağını ve kimsenin hikâyelerimizden bir anlam çıkaramayacağını, çünkü kelimelerin yaşadıklanmızın ve düşündüklerimizin yanında altı aylık bebekler gibi kalacağını anlamıştık. Ama şimdi karşımda bunu yapmak isteyen ve işbirliğine girmediğim takdirde kendi hayatı kadar değeri olmayan canımı almaya kararlı eski dostum oturuyordu…
O an çok yorgun olduğumu hissettim. Kurduğu cümleler beni eskilere götürmüş ve verdiğim mücadeleleri aklıma getirmişti. Sadece bunları yeniden düşünmek bile kendimi ölüm döşeğinde yatan bir yaşlı gibi hissetmeme yetmişti. Ben yazmak istemiyordum. Hiçbir şey istemiyordum. Dünya üzerinde yapılacak işlerim bitmişti. Düşündüğüm her şeyi denemiştim. Şimdiyse sakin bir şekilde ölümü beklemek istiyordum. Zihin yolculuğumun son aşamasındaydım. Dünyanın en güzel sanat eserini yaratıp on dakika seyrettikten sonra yakan bir ressam gibi ben de keşfettiğim düşünce cennetimi tasfiye ediyordum, iki aydır bunu yapmaya çalışıyordum ve bitmesine çok az kalmıştı. En azından ben öyle düşünüyordum. Sona erdiğinde ise beş yaşnıdaki bir çocuğa dönüşecektim. Ve bu zaten çok büyük bir çaba gerektiriyordu. Cehalete geri dönüşün cehaletten çıkmaktan çok daha zor olduğunu, hafızamın rahatsız eden darbeleriyle anlamıştım… Hatta belki yaratacağım yeni ve bomboş aklım sayesinde mutlu bile olabilirdim…
Mutluluk. Gözlerim ile beynimin arasından geçirdiğim son kavram o kadar saçma geldi ki, bir tebessüm oturdu suratımın tam ortasına. Ve şimdi Kinyas gelmiş, bana yeniden yükselmemi söylüyordu. Paraşütünü açmış bir adamdan uçağa dönmesini beklemek gibi. Bütün bunları kendime tekrarladıktan soma terk etmeye çalıştığım bana çok uygun bir yanıt verdim. Düşündüklerimin tam tersini yapmakta ve söylemekte gerçek bir usta olduğumu kendime tekrar kanıtladım. Zaten acıya ve yalana ne kadar dayanabileceğimi hep merak etmişimdir. Aslında sadece birkaç yıl merak ettim çünkü bir gece aynaya baktığımda, kıpkırmızı gözlerim bana bütün dünyayı ve iğrençliklerini hazmedebileceğini söylemişti.
“Tamam. Yazacağım. Ama bil ki, kan kaybeder gibi kelime kaybettim. Son yazdığım kitabın üzerine yıllar bindi. Ve bugünlerde, sokakta ateş istemek için bile iki kelimelik konuşmayı kafamda derleyip toparlamam gerekiyor. Provasız adımı bile söyleyemiyorum. Unutma ki ölmekte olan bü zihni yeniden hayata çağırıyorsun. Unutma ki Kayra’yı uyandırıyorsun!”
Artık votkadan rahatça içebilirdi. Boynundan süzülen alkolün bir bölümünü midesine indirdi. Silahı masaya koydu. Kalemi alıp sağ elinin serçe parmağına bir “K” harfi çizdi. Ve diğer parmaklarını da harflerle doldurdu. Son iki harf için de, kalemi sağ eline geçirip her gerçek solak gibi neredeyse felçli sayılacak kadar hâkim olamadığı hareketlerle, sol elinin işaret ve orta parmağını kullandı. Yaptığı şey on beş yıl öncesine dayanan aramızdaki eski bir şakaydı. Kalemi önüme doğru bıraktı. Ellerini sıkarak yan yana masanın üzerine koydu. Parmaklarına isminin harflerini yazmıştı: “KİNYAS”
Yirmi dokuz yaşındayım ve hatırladıklarımın hepsini yazıyorum.
Nedenini bugün bile anlayamadığım bir değişim içindeydim. Müzik zevkim orta çizgiden uçlara kaymıştı. On dört yaşımdaydım ve üç yıldır en gürültülüsünden şarkılar dinliyordum. Ve o zamanlar bile müzik dinlemek benim için bir boş zaman değerlendirmesi değil gerçek bir uğraştı. Genellikle bulunduğum yerin karanlık olmasını sağlardım. Müzik dinlerken bütün ruhumu notalara ve sözlere verebilmem için gözlerimi kapatmam şarttı. Dik-katü dinlemek için göz kapatmaya, körlerin bizden daha iyi duyduklarını öğrendiğim zaman başlamıştım. Ve o günlerden sonra hayatımın bütün karanlık koridorlarından geçerken de gözlerimi kapalı tuttum. Daha iyi dinlemek, daha iyi koklamak için…
Dinlediğim müzik abartılı olmanın yanında uzun yıllar içinde oluşmuş bir felsefe ve hayat tarzı da içeriyordu. Zaten bu, bütün azınlık müziklerinin de iddiası olmuştur. Toplumda bir konuya ilgi duyanların sayısı azsa, derhal parçalanmaz bir kabuğun içine çekilip söz konusu kişiler çeteleşmeye başlar. Sokaklarda birbirleıini tanıyıp bir sigara isteyebilmeleri için kollarına, bacaklarına belirleyici aksesuvarlar takarlar. Hep böyle olmuştur. Parkalardan latekse kadar… Ve dahil olduğum müzikal sınıf da, hayatı diğer insanlardan farklı algüadığını düşünerek, geriye kalan bütün müzik tarzlarım aşağılamaktaydı. Müzikal militanlar olarak konserlere gitmek, şarkı sözleri hakkında sabahlara kadar tartışmak bana büyük zevk veriyordu. Bu tartışmalar daha sonra sahip olacağını ikna yeteneğimin oluşmasında büyük bir etken oldu. Tahmin edileceği gibi, sevgililerimi de bu cemaatten seçiyordum. Futbol takımı taraftarbğından farksız o günlerde ölümü, intiharı, seksi, varoluş nedenlerimizi şarla sözlerinin beni içine ittiği havuzlarda düşünmeye başlamıştım. Elbette ki bütün bahsettiğim kavramlar, on dört yaşımda sadece kendimi tahriş etmeye yarıyordu. Hiçbir sonuca varamıyor, kendi doğrularımı yaratamıyordum. Sadece düşünüyordum.
Hatta vücudumu sadece belli bir duruş şekline getirdiğim zaman en verimli biçimde yoğunlaşabildiğimi fark etmiştim. Odamda boş olan tek duvarıma dönük bir şekilde yere oturuyor, beş dakika kadar hareketsiz kalıyordum. Daha sonra sırtımı yere bırakıyordum. Bacaklarımı duvara yaslayıp doksan derece açıyla, duvar ve zeminin birleştiği köşeye bedenimi yapıştırıyordum. Önceleri bacaklarım havaya doğru dik durduğundan daima hantal olan etim bazı ağrılar çekmişti, düşünme hareketi yaparken. Son pozisyon ise duvara yaslanmış olan bacaklarımla bağdaş kurmak oluyordu. Böylece gözlerimi açtığımda, beyaz badanalı tavanı ve uzun bir süre bakıldığında ansiklopedilerdeki gezegen fotoğraflarına benzeyen boya kabartılarını görüyordum. Bir saate yakın aynı şekilde duruyor ve kendimi, hayatı düşünüyordum. Yoğunlaşma bazı sorularla başlıyordu. Yaradılışımı, geleceğimi, çevremi, insanların farklılığını, duygularımın çeşitliliğini sorguluyordum. Kendimi dinlemeyi öğrenmekti bu yaptığım. Çünkü duyulabilecek kadar yüksek bir ses vardı içimde. Bunu fark edince, dünya üzerindeki bütün insanlar birden yok olsalar dahi yalnız kalmayacağımı anladım. Çünkü ağzımdan çıkan, başkalarının duyabildiği bir sesin yanında içimde yankılanan ve kimsenin varlığından bile haberdar olamayacağı başka bir ses daha vardı. Demek ki kendimle diyalog kurabilir, aynı konu hakkında yüksek sesle bir söz söylerken, içimden de bambaşka bir cümle kurabilirdim. Dünyayla aramdaki köprüyü ve kendime açılan kapıyı böylece keşfettim.
Tabiî bu aynı zamanda on dört yaşında bir çocuğun yalanı da keşfiydi. Daha doğrusu hiçbir yalandan acı çekmemeyi öğrenmesiydi. Yüksek sesle inanmadığım her şeyi anlatabilir, içimden de ‘inanmayın bana. Sakın inanmayın. Hepsi yalan! Ağzımdan çıkanı duymanız kolay. Ama yapabiliyorsanız, bunu da duyun!” diyebilirdim.
Ve günde en az iki kez gerçekleştirdiğim kendimi dinleme searışlarımın bir çeşit meditasyon olduğunu sonradan öğrendim. Belki de o günler ve o yoğunlaşmaların yüzünden kitaplardan
hep nefret ettim. Her şeyi kendim keşfedebiliyordum. Kimsenin yol göstermesine ve hayal gücüne ihtiyacım yoktu. Romanları, edebiyattaki bütün eserleri bir dolandırıcılık sektörünün parçaları olarak görmeye başlamıştım. Fikir satmak, herkesin oturup düşündüğü takdirde erişebileceği kavranılan şekillendirip, ambalajlayıp pazarlamak, herhangi bir sahtekarlıktan farksızdı benim için. Dolayısıyla matbaadan çıkan kayda değer tek ürünün ansiklopedi olduğuna inandım, ihtiyacım olan salt bilgiydi. Ve o bilgiyi aldıktan sonra ne yapacağım sadece beni ilgilendirirdi. Bir de gidip o bügi karşısında X yazarın ne hissettiğini bilmem gerekmiyordu. Ben yeterince hissediyordum. Hatta bütün dünyaya yetecek kadar!..
Ve okumaya başladım. Sözlükler, ansiklopediler… Düzenli olarak bunu iki yıl boyunca yaptım. Ama o döneme sonra değineceğim. Şimdilik, gelelim müziğin ruhuma ve kendime giden yolda bana nasıl kılavuzluk ettiğine. Öncelikle, dinlediğim ve ilgilendiğim tarzın piyasada o yıllarda yeterince bulunmayan albümlerde saklı olduğunu düşünürsek, hayli araştırma yapmak zorunda kaldığımı söyleyebilirim. Özel arşivler, küçük kulüpler, eskiciler… Kısacası, on dört yaşında bir insanın girmesi zor olan yerlerin hepsinde aradığım albümler beni bekliyordu. Çabalarım bana bir hayat, sunarken, son derece normal ve başarılı olan gündelik sosyal hayatımı da öldürüyordu. Zamanımı şehir delileri arasında geçirerek harcadığımdan ailemi ve şartların bana hediye ettiği arkadaşlarımı ihmal ediyordum. O zamanlar yaşadığım ülkeden ayrılana kadar düşündüm, dinledim, okudum ve konuşmadım.
Kimliğini taşıdığım ülkenin başkentine yerleşip herhangi bir okuluna devam etmeye başladığımda durum farklılaşmaya başladı. Şartlar bana çok sayıda insan tanıştırdı. Ve ben bunu engellemek için hiçbir mücadele belirtisi göstermedim. Farklı olmak için mi farklıydım, yoksa Öyle mi doğmuştum ki konuyu genlerin Tanrı olduğuna inanan biyokimyagerlere bırakıyorum- bilmiyorum; ancak emin olduğum nokta, tanıştığım kişilerle aynı durumlar karşısında aynı duygulan hissetmiyor oluşumdu. Farklı olmanın ne anlama geldiğini sayıca az bir kitlenin dinlediği ve hayvanat bahçesine benzeyen şehirlerin en değerli türlerinin tükettiği bir müzik tarzını benimsediğini dönemlerde öğrenmiştim. Ve söz konusu farklılığın dışa vurulduğu, gözle görülür, kulakla duyulur hale geldiği takdirde ne kadar acı verebileceğini de görmüştüm. Çünkü ilk gelecek linç girişimindeki yumruğu yemeden önce kendimi anlatacak ya da insanları kandıracak kadar zamanımın asla olmayacağını biliyordum. Ve içimdeki haykıran sesi daha da güçlendirerek onun benim tek ruhsal denge kurucum olduğunu düşünmeye başladım. İnsanlara yalan söylemek için açtığım ağzımdan dökülen pisliği içimdeki ses temizliyordu. Birbirlerine gün ve gece kadar zıt olan iki sesin de aynı dudaklann arasından çıkıyor olmasından rahatsız değildim. Düşüncelerime ve beynimden geçenlere en yakın -en yakın diyorum çünkü hiçbir zaman tam anlamıyla düşüncelerimizi söylememize yetecek kelimelerin yeryüzündeki lisanlarda bulunmadığını uzun zaman önce anladım- cümlelerin ağzımdan çıktığı gün öldürülmüş olacağımı ya da yavaş yavaş yok olmamı sağlayacak şartlann sözleşmiş gibi çevremde buluşacaklarını düşünüyordum. Ve nefes alıp vermemi durduracak fiziksel bir hareket yapamayacağımı, yani kendi dışımda herkesi rahatlıkla öldürebilecekken intihar edemeyeceğimi anladığım gün, başkalarının ya da hayatın bunu yapmasını isteyeceğim ana kadar düşündüklerimi geldikleri yere geri yollamaya ve orada depolamaya karar verdim. Ama bir atada durmalarının beynimde bir iltihap yaratacağını bilemezdim.
Ve sonuçta gerçek “Kayra” sadece ölümü için ortaya çıkacaktı. O gün gelene kadar da kendini dünyanın en iyi yalancısı olarak yetiştirmeye çalışan, basit zevklerden çok, rahatsız edilmemek uğruna sahte olmuş bir “Kayra” gibi yaşayacaktım…
On beş yaşımdaydım ve her şeyi yapabileceğime inanıyordum. Hayallerimin bana bir ömür boyu yetebileceğini ve bu arada bedenimin ağzımdan çıkan sözlerin etrafında bir kalkan oluşturarak zarar görmemi engelleyeceğini düşünüyordum. Sadece, gittikçe tehlikeli hale gelen bir oyun oynuyordum. Ama ben oyunları hep ciddiye aldım. Sahte ilişkiler ve dünya üzerindeki her kavramı içme arzusu hayatımın on beşinci yılında başımı döndürmeye yetiyordu.-.
Bunlar o güne kadar zihnimden geçenlerdi. Şimdi de bedenimin ve beş duyumun yarımdan geçenlere bakalım…
Hafızamın bugüne kadar sırtında taşıyıp getirdiği görüntülerin en eskisi ve paslanmışı yedi yaşıma dayanır. Bir çocuk suratı hatırlıyorum. Gözlerinin rengini çözemediğim, gülerken hiç görmediğim bir çocuk. Sonra o çocuğu birçok kez gördüm. Yılda bir kez karşılaştığımızı ve hiç de iyi anlaşamadığımızı hatırlıyorum. İnsanlara dayanamayan iki cüce birbirlerinden ne kadar zevk alabilirlerdi ki zaten ? Hele hayatı anlatmaya yetecek kelimeleri kafalarımızın barındırmadığını düşünürsek… Birbirimiz için, sevmediğimiz ya da sevemediğimiz fazladan bir insandık. Hepsi bu… Seyrek görüşmelerimiz susmalarla, kavgalarla geçerken yavaş yavaş yaşımızın ilerlemesiyle konuşmayı keşfettik. Ben yalan söyleme denemelerimi onun üzerinde uyguluyordum. Ancak onda da benim sahip olmadığım bir rahatlık vardı. Yaşamaktan, hayatta olmaktan utanmıyordu. Yalan söylemeye ihtiyaç duymuyordu. Kıskandığım bir doğallık, hareketlerinden ve sözlerinden akıp çevresine yayılıyordu, Bir insanın bu kadar kanaatkar olması beni sinirlendiriyordu.
On üç yaşlarındayken görüştüğümüz tatil kasabasındaki son gecemizde birbirimize mutsuzluğumuzu ve adını koyamadığımız acılarımızı itiraf ettik, ilk mektubu ben yazdım. Yazmayı seviyordum. Cümleler kurmayı, kelime oyunları yapmayı, karmaşık konuları anlatmayı… Ve yanıtlar gelmeye başladı. Anadilini, kısa ömrünün çoğunu ülkesinin dışında geçirmiş olduğundan iyi yazamıyor ama yine de o keskin doğallığı sayesinde benini ancak kurşun kadar ağır bir paragrafta anlatabileceğimi o bir cümlede yüzüme fırlatabiliyordu. Çok mektup gitti geldi aramızda Sahip olduğumuz bilgileri, yeni deneyimlerimizi paylaşıyorduk. Zamanla birbirimiz için yaşamaya başlamıştık. Yani mektuplarımıza yazabilmek için çoğu insana garip gelebilecek işler yapıyorduk. Ailem şehir dışındayken kendimi odama kapatıp günlerce çıkmıyor…

Benzer İçerikler

Ekinler Yeşerdikçe

yakutlu

Şano | M. Sadık Aslankara

yakutlu

Ayaz | Işın Beril Tetik

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy