BİR
“Seniha! Seniha Hanım!”
Seniha üçüncü kattaki odasında, aynalı dolabın gözlerinde bir şey ararken çağrıldığını duydu. Ses tatlı, biraz oynak, belki biraz da yapmacıklıydı. En aşağıdan geliyordu. Seniha dışarı çıktı, merdivenin tırabzanlarından eğilerek, “Ne var?” diye sordu.
“Gel Allah aşkına!”
“Daha işim bitmedi. Birazdan inerim.”
Ağabeyinin taze karısı Mükerrem’in tatlı, biraz oynak ve yapmacıklı sesi, şimdi daha yakınlaşmış olarak şikâyet etti: “Senin zaten hiç işin biter mi? Allah rızası için in. Halit gideli iki saat oldu, sıkıntıdan çatlayacağım. Hem sana güzel bir sürprizim var.”
“Bari bir dakika müsaade et. Geliyorum.”
“Gelmeyeceksin. Yalan söylüyorsun!”
“Geleceğim canım!”
Aynalı dolabın yan gözünden bazı şeyler çıkartmıştı. Bunları Mükerrem’in eski adamı olan Şerife’nin görüp karıştırmasını istemediği için tekrar eski yerlerine koydu, dolabı da kilitledikten sonra, ağır ağır aşağı indi. Aynı zamanda yemek odası ve salon hizmetini gören, sokak üstündeki büyük odaya girdi. Mükerrem orada idi. Dün gece eve gelen İstanbul gazetelerini okuyordu. Karadeniz’de birkaç gündür süren ve birçok zayiata sebebiyet verdiği söylenen şiddetli bir fırtına yüzünden vapurlar Ereğli limanına sığınmış, Zonguldak’a gelememişlerdi. Bundan dolayı da herkes gazetesiz, havadissiz kalmıştı. Ancak, kardeşinin elinde dün gece gördüğü bu gazeteleri Seniha şimdi, hatta birazdan okuyabilecekti. Bu evde gazete okumak için bile gözetilen bir sıra ve teşrifat vardı ve Seniha’nın sırası bunda bile Halit Beyefendi ile haremlerinden sonra geliyordu:
Geçkin kızı karşısında görünce, Mükerrem gazetesini elinden bırakmaksızın ona doğru uzattı. Hem hiddetli, hem mahzun bir eda ile, “Darülbedayi Musahipzade Celâl Bey’in yeni bir piyesini oynamış! Kimbilir seyirciler gülmekten yine nasıl kırılmışlardır!” diye söylendi.
İstanbul varken Zonguldak’ta yaşamayı o, bilhassa böyle havalarda pek acı buluyordu. Bu acılığı da en çok oradan gelen gazetelere her göz gezdirişinde duyar, balolar, konserler, ecnebi truplarının uğraması, Darülbedayi’nin programıyla büyük sinemalarda değişen filmler, hatta havanın güzelliğine, fenalığına dair haberler ruhundaki hasret ve hicranı büyütür, kendisini talihine karşı âdeta isyana götürürdü…
İstanbul’da bulunsa gidip seyretmeye ihtimal ki üşeneceği bu yeni piyes için Mükerrem böyle ah çekip dert yanmaya başlayınca, onun son zamanlarda ve velev ki başka sebeplerle olsun Zonguldak’a pek ısındığını çok iyi bilen Seniha sözünü kesti, “Üzülme yavrum!” dedi. “Safa sinemasında gelecek hafta film değiştiği zaman biz de oraya gideriz. Biliyorsun ya, şimdi seanslarda bir kemanla bir piyano, yani konser de var.”
Görümcesinin alaycı sesi ve sözleri Mükerrem’in öfkesini arttırmıştı. Genç kadın âdeta bağırdı: “Konserlerini alsınlar da başlarına çalsınlar! Hem kuzum, bu yağmur hiç dinmeyecek mi?”
Seniha’nın ince ve renksiz dudaklarında şimdi manalı bir tebessüm belirmişti. Dedi ki: “Bunu sormak için mi beni aşağıya indirdin?”
“Yağmurun dinmesi ile sen de alakadar değil misin? Ta Soğuksu’ya kadar ıslana ıslana gitmeyi hoş buluyorsan ona diyeceğim yok!”
“Vallahi ben kendi hesabıma bu havada sokağa çıkacaklardan değilim.”
Mükerrem’in açık kestane rengi ve biraz çekik gözlerinde hoşnutsuzluk ışığı bir an parladı söndü: “Tek başıma ben nasıl giderim! Şerife hasta. Ahçı kadın kıyâmet kopsa mutfaktan ayrılamaz. Oyun bozmak yok, abla!”
“Bu sonradan görme mahalle kadınının davetlerine bu kadar memnuniyetle koşmanın sebebini anlayamadım gitti. Kendisi adi, misafirleri kendinden manasız… Ya o şımarık, o ne oldum delisi oğlan! Onun sohbetine nasıl tahammmül ediyorsun, şaşıyorum! Bugün gitsen, nazeninim milyoner olduklarını mutlaka yine bir münasibine getirip söyler. Milyonerliği iyi güzel amma edilen ikram ya fazla koyu ya fazla açık bir çayla berbat pastalar! Beş seferdir gidiyoruz, bir defasında olsun midemin bozulmadığını bilmiyorum. Hava güzel olsa, eh bir gezintidir, zaten gidecek neresi var diyelim. Fakat böyle şakır şakır yağmur da yağarken!”
Seniha bütün bu sözleri yavaş yavaş, hiçbir noktayı ihmale razı olmayan bir eda ile söylemiş, söylerken gözlerini Mükerrem’den ayırmamıştı. Cevap verirken, genç kadın kendisini müdafaa ediyor gibiydi.
“Ne yaparsın kardeş! Ortalığın günlük güneşlik olmasını bekleyeceksek vay halimize! Bak, tam dört gündür yarım saat için olsun dışarı çıkamadık. İnsan havasızlıktan hasta olacak!”
İkisi de bir dakika sustular. Seniha geniş sedire oturmuş, oraya bırakılan gazetelerden birinin resimlerine bakıyordu. Gömüldüğü koltuğu biraz iterek Mükerrem ayağa kalktı, odanın ortasındaki büyük yuvarlak masaya gitti. Koyu nefti kadife örtünün üstünde, ipleri kesilmiş bir paket duruyordu.
Mükerrem, “Sana sürprizi göstereyim” dedi.
Ötekinin yüzü şimdi hafifçe kızarmış bulunuyordu. Zaten, “sana bir sürprizim var!” diye genç kadın aşağıdan haykırdığı zaman, kendisine verilecek bir hediye olduğunu anlamıştı. Ona böyle, arada bir, hediyeler verilirdi. Ve bu hediyelerin her birinde, evlerinin kâhya kadınlığını sadakatle yaptığı için beyle hanımca müştereken münasip görülmüş bir mükâfat, hatta zavallılığına acınılarak verilmiş bir sadaka çeşnisi olurdu. Hiçbir şey söylemedi. Hem anlamamış gibi duruyordu. Mükerrem, paket kâğıdını açıp al krepdamurdan bir kumaş çıkardı.
Bunu uzatarak dedi ki: “Halit ikimiz için İstanbul’dan getirtmiş. İstersen bir örnek yaptıralım.”
Seniha’nın gayet düz, pek ince ve renksiz dudaklarına acı ve biraz fena bir tebessüm geldi. Sonra, dudaklarında hep o tebessüm kalarak cevap verdi: “Seninle bir örnek, al renkte bir elbise öyle mi? Yavrum, kendimi elâleme gülünç etmeye hiç niyetim yok!”
Mükerrem, kendisine mukabeleye değmeyen bir söz söylenmiş insan edası ile omuzlarını silkti, paketi yine eski yerine koydu, bir şey demeden tekrar koltuğa oturdu. Yine gazetelere göz gezdirmeye başladı. Ancak Seniha’nın düşüncesi ve sözleri hiç de haksız ve manasız sayılamazdı. Mademki genç değil, hele hiç güzel değildi, mademki çirkindi: Bu al kumaştan yaptıracağı elbise kendisine elbette yaraşmayacaktı. Hele Mükerrem daima cicisi bicisi fazla modeller seçtiği için, onunla eş de yaptırınca muhakkak daha gülünç olurdu. Otuz dokuzunu bitirdiği halde hâlâ bir kısmeti çıkarak kocaya gitmemiş olan Seniha, yüreğinde acı ve kinli bir hisle, “Acaba bu rengi ağabeyim beni herkesin karşısında maskara etmek için mahsus mu seçti? Mükerremin aynı biçimde yapmamızı teklif edişi de yine bu maksatla olacak! Hem maksatları bu değilse bile biraz gözlerini açsınlar. Söylediklerini yapsam gülünç olacağımı, kendimi gülünç etmeyecek kadar da aklım olduğunu niçin takdir etmiyorlar?” diye uzun uzun düşündü. Kaç gündür gelmemiş gazetelerin üzerine her ikisinin de başları eğili, epey bir müddet konuşmadılar.
Sonra Seniha elindeki gazeteyi bıraktı, başını pencereye çevirdi. Evin bu alt kattan bile şehre hâkim bir nezareti vardl. Dün hele akşama doğru âdeta düzelmiş olan hava yine berbatlaşmıştı. Yağmur yağıyor, kumsala biteviye dalgalar gelip yayılıyor ve bütün limanda, ufuklara kadar tekmil Karadeniz’de yine hiçbir vapur, hiçbir gemi görülmüyordu. Sicim gibi yağan yağmurdan, karşı sırtta Soğuksu mahallesi uzak ve müphem kalmış, tepenin tam üzerindeki şehir hastanesinin büyük beyaz yapısı sis ve dumana bürünüp tamamen gizlenmişti.
Nuriye’nin çayına gitmeye Mükerrem’in ne kadar istekli olduğunda Seniha’nın hiç şüphesi yoktu. Biraz evvelki münakaşayı yeniden açarsa kendisini tazip edeceğinden emin, mahsus sordu: “Gidelim diyorsun ama yağmur da gittikçe artıyor. Bilmem ki nasıl gideceğiz?“
“Empermeabl giydikten sonra yağmurun ne ehemmiyeti var?”
“Sen hep gitmek fikrinde misin?”
“Ne yapalım, bir kere söz verdik.”
“Evet fakat söz verdiğimiz zaman böyle tufan olacağını bilmiyorduk ki! Bu havada gidersek, Nuriye Hanım eminim ki şaşacaktır. Hem bilmem, her gün buluşulan ahbaplara karşı her verilen sözü mutlaka tutmak mecburi midir? Maşallah Nuriye Hanım’la ahbaplığımız o kadar ilerledi ki, bugün kendisine karşı sözümüzde pekâlâ durmayabiliriz!”
Artık gizleyemediği bir sıkıntı ile genç kadın duvardaki saate baktı: “İkiyi henüz yirmi dakika geçiyor. Dört buçuktan sonra giyinip gidecek değil miyiz? Gidip gitmemeyi o vakte kadar yağmur hiç azalmazsa, hep bu halde devam ederse düşünürüz.”
“Öyle ise o vakit bana bir seslen, olur mu? İşimi bıraktım, artık yukarı çıkayım.”
Bu sözlerin kendilerinde değilse bile söylenişlerinde, beraber gelmeyi şimdiden ve kayıtsız kabul eden bir mana, bir eda vardı. Tecrübesiz ve ihtiyatsız Mükerrem görümcesinin zayıf, esmer ve şakaklarına doğru siyah ve sertçe tüylerle kirli yanağına bir teşekkür busesi bıraktı. Seniha buna mukabele etmedi. Lakin ufak, esmer ve burnu az çarpık yüzünün tek güzelliği olan iri ve siyah denecek kadar koyu lacivert gözleri ile Mükerrem’in açık kestane renginde ve biraz çekik gözlerinin ta içlerine bakarak, “Nuriye Hanım’ın evine bugün de gitmeyi demek ki bu kadar istiyordun!” dedi.
Birdenbire kızardığını anlayan genç ve güzel kadın, bir cevap veremeyerek başını çevirdi.
Tahta, biraz dik ve fazla dar merdivenlerden yukarı çıkarken, Seniha kendisini pek mesut buluyordu. Odasına girip kapıyı kapadığı zaman, “Oğlana müthiş tutkun! Artık halini hiç gizleyemiyor da!” diye mırıldandı.
Fakat, al kumaştan bir örnek elbise yapmak teklifinin yüreğinde uyandırdığı acı ve fena his de geçmemişti. Bu his unutulmamıştı ve duruyordu. Belki günlerce duracaktı.
İKİ
Oğlan, evine gidecekleri Nuriye’nin Nüzhet adlı oğluydu. O kadar haylaz ve tembeldi ki, bütün iltimaslara rağmen ve yirmisini sürdüğü halde hâlâ orta mektepten bir şahadetname alamamıştı. Doğru dürüst gazete okumaktan, üç cümle tutacak meramını düzgün bir imla ve zararsız bir ifade ile kâğıda geçirmekten âcizdi. Fakat, yüksek tahsil gördükten sonra hayata giren ve hayatlarını iyi kötü değil, zararsız kazanan birçok adamlara bile yüksekten muamele eder, hocalarına gösterdiği riyakâr nezaketten ise onlara karşı ileride takınacağı müteazzım ve mütecaviz tavırlar pekâlâ sezilirdi. Kendisini muhitte çok şımartmıştı. İstanbul’a her gidişine ait türlü aşk muvaffakıyetleri göklere çıkarılıyor, yeni bir kostümü, yeni bir kundurası, gömlek veya kravatı hakkında mübahaseler oluyor, hele mağrur ve hâkim bakışlar ile etrafını süzerek çarşıda yahut dalgakırana giden deniz yolunda hemen daima bir iki dalkavukla beraber yürüyüşü âdeta bir hadise şeklini alıyordu.
Bununla beraber, Nuriye Hanımefendi’nin orta mektebi bitirebilmesi için hiçbir hatır ve iltimasın bir tesir edemediği bu şımarık ve terbiyesiz oğlu, kadın cemiyetlerindeki itibarını babasından ve hele annesinden avuç avuç para almasına pek de borçlu değildi. Çünkü güzel, hem de çok güzeldi.
Mükerrem ve Seniha beşe doğru, kâh dinip kâh azar azar düşen bir yağmur altında Soğuksu semtinde çağırılmış bulundukları evin büyük misafir salonuna girdikleri zaman, her ikisi de, ilk önce onu, Seniha’nın iki üç saat evvel kendi kendine mırıldanmış olduğu tabirle “oğlanı” gördüler.
Şezlonga yatar gibi yerleşen annesinin ayağı önünde alçak bir tabureye oturmuş, başını onun dizlerine koymuş ve uzun, pek gümrah ve simsiyah saçları kadının mor renkteki tuvaleti üzerine yayılmıştı. Nüzhet epeydir bu vaziyette idi.
Nuriye’nin bir çok kıymetli yüzükle donanmış fakat belki de vaktiyle en hakir ev işleri görmüş kalın ve kütçe parmakları, haylazlığına lakayt ve güzelliği ile pek müftehir oldüğü oğlunun beyaz ve biraz sivrice çenesini okşarken, çocuk da karşılarında oturan iki taze misafirin yüzüne gözlerini dikinişti. Ve bu gözlere, âdeta iğreti sayılacak derecede uzun kirpikli bu iri siyah gözlere rica da, ihtiras da gelmiş değildi. Bu harikulade gözler, iki misafir kadına sadece, “Şayet sizin dizlerinize de bu kusursuz başımı koyarak ipek saçlarımı yayarsam, bu ipek saçları saatlerce bir cariye gibi okşar ve kendinizi bununla bahtiyar sayarsınız!” demek istiyor gibiydiler.
Mükerrem’le Seniha içeri girince. Nüzhet başını annesinin dizinden kaldırdı, sıçrayarak hemen ayağa kalktı. Bozuk havalarda sızılarla dolan vücuduna çevik bir eda vermeye gayret ederek Nuriye de doğruldu, olduğu yerde yükseldi fakat ayağa kalkmadı. Ve kalın, biraz kısık ve biraz çatlak sesini berrak ve oynak yapmaya çalışarak, “Ne kadar mahzun olmuştuk güzelim. Teşrif edeceğinizi artık hiç ummuyorduk. Neden böyle geciktiniz?” dedi.
Bu soruşa sonra yine kendi cevap vererek ilave etti: “Ama bu sitemim pek yerinde değil: Hava o kadar fena ki! Allah kahretsin, bu Zonguldak’ın yağmuru da bir başladı mı bitmek bilmiyor!”
Seniha, “Görüyorsun ya, kadın böyle şakır şakır yağmur yağıp dururken gelişimize hayrette!” manasını taşıyan bir nazarla Mükerrem’in yüzüne baktı. Soğuksu mahallesinin dik yokuşunu muhakkak ki heyecanla çıkmış olmaktan, genç kadının yüzü fazla pembeleşmişti. Çizgi ve inhinaları hakikaten kusursuz, lakin biraz büyük göğsü, hızlı hızlı inip çıkıyordu. Nuriye’nin yine yarı uzandığı şezlongun yanındaki koltuğa oturmuştu. Nüzhet anasının ayaklarının önündeki tabureye tekrar döndü fakat başını artık onun kucağına koymadı. İstediği anda kollarına düşeceklerinden emin bulunduğu kadınlar şimdi üçleşmişlerdi. Hatta dört olmuşlardı. Çünkü, en uzak bir yer seçen ve annesinin topaca benzeyen küçük beyaz köpeği Kontes Hanım’la oynamaya koyulan çirkin ve geçkin kızın da kendisine hayranlığından Nüzhet’in şüphesi yoktu. Ve hareketsiz, gözleri biraz dalgın, lafa karışmaya hiç lüzum görmeyerek oturdu. Gençliği ve güzelliği ile her iradeyi yeneceğinden o kadar emindi ki, türlü şaklabanlıklarla hoşa gitmeye çalışan erkekleri taklit etmeyi o bir zillet sayar, buna asla tenezzül etmezdi.
Mükerrem’le Seniha geldikleri zaman Nuriye’nin salonunda buldukları iki misafir, maden mühendis mektebindeki bir hocanın haremiyle defterdarın baldızı idi. Birkaç dakika sonra da Kozlu’daki İtalyan Şirketi mühendislerinden bir tatlısu frenginin kendisine Ermeni denen karısı ile onun kızkardeşi geldiler. Ve bir müddet, bu yedi kadın, hep bir bahisten öbür bahse geçerek, şimdi Zonguldak ve şimdi İstanbul’dan bahsederek, şimdi hergün gördükleri ve şimdi hayli zamandır görmedikleri birtakım kimseleri kâh açıkça ve kâh ustalıkla zem, pek nadiren de methederek konuştular.
İri yanaklı, acemi ve ahmağa benziyen, beyaz ve kenarları dantelalı, fazla da uzun önlüğü ile hareketlerini pek şaşırmış bir hizmetçi kız, konuşmaların en hararetli bir sırasında, iki eliyle büyük ve gümüş taklidi tepsiler taşıyarak iki kere içeri girmiş, bu tepsilerde bir defasında çaydanlıkla çay fincanlarını, öbür seferinde de pasta ve şekerleme tabaklarını getirmişti. Fakat daima misafirleri ağırlayan Ruyidil gibi çayı bütün fincanlara koymamış, sonra da hanımefendilerin bir emirleri olur diye kapının yanında iki diz üstü düşüp oturarak beklememişti.
Onun yokluğunu hemen farkeden Seniha: “Kalfa nerede efendim? diye sordu.
Ruyidil, eski devirlerde terbiye görmüş ve ellisine kadar bütün ömrü şehzade ve Sultan saraylarında geçmiş bir kakavan Çerkes’ti. Nuriye’ye gelmeden de bir Mısırlı prensesin dairesinde hizmet etmişti. Ve başından hâlâ çıkarmadığı hotozu ve uzun etekli entarisi ile ortada dolaşıp iş görmesi ve sözlerini “Efeem!” diye bitirip “Kadınım!” diye hitap edişleri, sekiz on sene evvele kadar bütün kumanda zevklerini on bir on iki yaşındaki sümüklü ahretliklerle tatmin eden Nuriye’ye büyük iftiharlar verirdi. Herhangi sebeple Ruyidil yanından ayrıldıysa, bunu söylemekten kadının pek müteessir olacağına Seniha emindi. Onun için kasden sormuştu. Lakin, gönlünün istediği cevabı alamadı.
“Biraz hasta zavallı… İki gündür yatıyor. Bu sabah Hasan Lem’i Bey’i getirttim. Ehemmiyetsiz bir mide bozukluğundan ibaretmiş. Ama dün epey ateşi vardı. Aksi gibi beş altı gün evvel de Makbule iki hafta izinle memleketine, Sinob’a gitti. Biz de tamamen bu aptalın eline kaldık. Efendim bir senedir hizmetimizde ama, kızda bir şey öğrenmeye istidat yok. Odun gibi bir mahluk. Bereket ki bugün biz bizeyiz. Yoksa ne haltlar ederdi bilmem!”
Öteki hizmetçinin, şişman ve güler yüzlü Makbule’nin de meydanda olmadığını Seniha o zaman farketti. Şu halde, çayları demek ki bu ahmak kız hazırlamıştı. Fakat nasılsa pek güzel pişirmiş, Ruyidil gibi fazla açık yahut fazla koyu yapmamıştı: Seniha üstüste iki fincan içti. Lakin pastalara, bisküvilere el sürmedi. Bisküvilerin bayat olduğu belliydi ve çarşıdan gelen pastaların yağları hakikaten bozuk, tatları da burucu, bir tuhaftı.
Artık dışarıda yağmur dinmiş fakat ortalık pek kararmıştı… Beş on dakika geçince Nuriye doğrularak zile uzandı, ancak bir iki dakika sonra içeri giren kıza, “Elektriği yaksana! Takımları da götür!” diye azarlamaya benzeyen bir eda ile emir verdi.
Üzeri fincan ve tabakla dolu ve hakikaten büyük tepsileri getirişindeki tereddüt ve endişelerle hizmetçi daha yeni götürmüştü ki, Seniha birdenbire ayağa kalkarak, “Mükerrem Hanım, gidelim artık. Pek geç oldu” dedi.
Mükerrem belki istemeye istemeye yerinde doğruluyor, kalkmaya hazırlanıyordu. Nuriye müdahale etti: “Vallahi erken. Hava fena da ondan böyle karanlık oldu. Yoksa yemek vaktine daha dünya kadar zaman var. Hiç olmazsa biraz gramofon çalalım. Yeni plaklarımız geldi.”
Ve kalın ve kanlı bileğinin etleri arasına gömülen incecik, etrafı elmaslarla süslü saatine bakarak ilave etti: “Saat yedi bile değil!”
Mükerrem teklifi kabul edip tekrar oturmaya razı gibi görünüyordu. Belki plakları dinlemekten ziyade Nüzhet’in kollarında dönmeye hevesi vardı ve yeni plakların buna imkân temin edeceğini düşünerek kalmaya rağbet ediyordu.
Fakat hep ayakta, Seniha gülümseyerek mırıldandı: “Hakikaten geç efendim.”
Nuriye zaten kalkık olan fazla geniş omuzlarını biraz daha kaldırmıştı: “Bir de geç olmuş, bu da telaş edilecek şey mi? Sokaklarda kadınlara sataşma âdeti hamdolsun artık kalmadı!“
Ve bu sözleri Seniha derhal şu şekilde tefsir etti: “Biçare mahluk, insan senin kadar sakil olduktan sonra hangi saatte olursa olsun, hem de şehirde değil, dağ başlarında bile dolaşsa kılına hata gelmez. Beyhude, pek beyhude korkuyorsun, güzelim!” Nuriye’nin böyle demek istediğinden katiyen emin bulunmakla beraber, geçkin kızın yüzü yine aynı sükûnet ve lakaytlığı muhafaza ediyordu. En tatlı tebessümü ile cevap verdi: “Hakkınız var, Hanımefendi. Ancak ben güneş battıktan sonra dışarıda bulunmaya, sokakta gezmeye bir türlü alışamıyorum. Kadınların evlerine ikindi ezanı bile okunmadan dönmeye mecbur oldukları zamana yetiştim de zahir bundan. O devirleri hiç hatırlayamayacak kadar genç olanlar bu hissi anlamazlar!”
Halbuki Nuriye kendisi bile otuz dokuzu kabul ediyor, iki kere Avrupa’ya giderek ameliyatlar sayesinde yüz ile boynunun derilerini gerdiği de iddia olunuyordu. Ve bütün bu gayret ve itinalarına rağmen ferah ferah kırk beşinde göstermekte idi. O sıkı kaçgöç zamanlarını hiç hatırlayamaması için ise yirmi beşinde filan olması icap edecekti. Fakat, Seniha’nın sözlerindeki açık alayı hiç de farketmiş görünmedi. Lakin acaba farketmiş miydi? Anlamamış bulunması mümkün olduğu gibi, dikkat bile etmemiş olması da kabildi. Seniha bir başkasının evinde, velev ki bu ev kardeşinin evi olsun, mürüvveten oturtulan bir kimse değil miydi? Böyle bir kimsenin her sözünü Madenci Hayrettin Beyefendi’nin haremleri Nuriye Hanımefendi elbette ki dikkatle dinleyemezdi.
Belki Mükerrem gibi istemeye istemeye, bütün misafirler artık kalkmışlardı. Hep gidiyorlardı. Taşlıkta Nüzhet Mükerrem’e yaklaştı ve onun uzattığı el elinde, eğilmeden, gözleri ile genç kadının gözlerinin ta içlerine bakarak sordu: “Ne zaman buluşacağız?”
Bu sözlerinin muhatabını ötekiler yanında müşkül bir vaziyete düşüreceğini düşünmeye lüzum görmüyordu. Ve sonra, âdeta bir müjde veriyormuş gibi, o kadar küstah, ilave etti: “Yarın akşam Şirket’in sineması var. Ben bermutat oradayım. Teşrif buyurun da gevezelik edelim.”
ÜÇ
Bu şirket, Zonguldak etrafındaki kömür ocaklarının en büyük kısmına sahip bulunan Fransız şirketiydi. Fransız mühendislerine ve biri mesul müdür ve ötekisi baştercüman olan iki Türk müstesna, bütün ecnebi memurlarına mahsus evlerle dolu dağ üzerinde bir de tek katlı büyük bina vardı. Bu binanın bir kısmı bekâr memurlar için lokanta vazifesini görüyor, bir kısmında Fransa’dan muvakkaten gelen veya henüz evi hazırlanmayan mühendislere mahsus bir iki yatak odası ile memur ve mühendislere kitap dağıtan fakat içinde tek Türkçe kitap olmayan bir kütüphane bulunuyordu. İşte burada bir büyük salon da sinemaya ayrılmıştı. Haftada, bazan da on beş günde bir, Perşembe akşamları, şirketin birinci sınıf mühendis ve memurları ile hatırlı davetlilerine, ertesi akşam, yani Cuma akşamı da öteki memurlarla onların tanıdıklarına bu büyük salonda sinema gösterilirdi. İskelenin yanındaki kahveden bozma sinema pek berbat bir şeydi. Gösterdiği filmler sade en kötü neviden kovboy ve polis filmleri olduğu gibi en pahalı birkaç sırası elli kuruştu ve yirmi beşi gözden çıkaran amele ve hamallarla her gece hıncahınç dolardı. Bu sebeple, şirketin sinemasına Perşembe akşamı davetli sıfatı ile gitmek pek istenen bir şeydi, herkes tarafından istendiği için de, gidebilmek içtimai bir mevkii olmanın delili sayılmakta idi.
Davetlilerin davetlisi sıfatı ile gidenler bile konu komşularına, “Dün akşam pek geç yattık. Şirket’in sinemasına davetli idik de!” diye övünürler, birçok kadınlar ise, “Bu sinema için hâlâ sana davetiye göndermiyorlar, bey! Ele güne karşı küçük düşüyoruz” diye söylenir, sitem ve hatta kavga ederlerdi. Nuriye’nin kocası Hayrettin vaktiyle taşralarda dolaşan ehemmiyetsiz bir gümrük memuru iken sonra her nasılsa dünya harbinin dalavereli ticaret işlerine karışarak epey para kazanmış, daha sonra da bir kolayına getirip Zonguldak’ın ta göbeğinde bulunan küçük, lakin pek zengin ve kömürünün çıkarılması gayetle zahmetsiz bir ocağı ele geçirmiş, hiç yoktan çok mühim bir şahsiyet olmuştu. Bundan dolayı, kendisine davetiye gelenlerin en başlarında idi. Halit’e gelince, yarıdan fazla sermayesi İsviçreli’lere ait olup ocakları Zonguldak civarında Kilimli’de bulunan küçük bir kömür şirketinin başmühendisi idi, ilk oyuna mahsus davetiyelerden alacak kimseler arasında onun da ileri bir mevkii vardı. Her yeni film gösterilişinde iki aile hemen daima hazır bulunurlardı.
O gün gökyüzü mavi kalmış, hava âdeta sıcak olmuştu. Şirket evlerine giden dolambaçlı tepe yolunu Halit solunda karısı ve onun yanında kızkardeşi bulunduğu halde çıkarken, bir iki kere mırıldandı: “Bari uykusuzluğumuza değse! Son filmler o kadar berbat şeylerdi ki!”
Yaşı artık kırkı hayli geçen ve saçları seyrekleşen başmühendis, gece uykusuna bir türlü doyamıyordu. Mükerrem’le arasında yirmi bir yaş vardı.
Sinema salonundan içeri girince, yerlerin bir kısmını boş buldular. Vakıa filmin başlamasına da daha vakit vardı. Hatta bunun içindir ki, yolda Mükerrem’in kendisine yokuşu hızlı hızlı çıkartmasına Halit itiraz etmiş, “Ne koşuyorsun canım! Sonra orada boşuna bekleyeceğiz” demişti.
Sinema salonu epey büyüktü. On tarafta tıpkı bir mektep sıraları gibi sıralar, daha geride iskemleler, beyaz perdenin altında da paltoları, mantoları, şapka, baston ve şemsiyeleri koymaya tahsis olunmuş eski bir bilardo masası vardı. Bu daha şerefli sayıldığı için, hemen herkes mutlaka en gerilerde yer bulmaya çalışırdı. En sonra gelmenin kibarlık icaplarından olduğunu bildiği halde bu sefer nedense erken gelen ve kibarlar gerilerde oturduklarından tabii en gerilerde bulunan Nuriye, kendilerini uzaktan tanımış, mebzul el işaretleri ile yanına çağırıyordu. Kocası ile beraberdi. Lakin Nüzhet görünmüyordu.
Mükerrem derhal Nuriye’nin tarafına yürümüştü. Ve karısının arkasından istemeye istemeye ilerlerken, Halit Seniha’ya ve yalnız Mükerrem’den şikâyet ederken sesinde ona karşı peyda olan bir samimiyetle dedi ki: “Bu kadından sen de hazzediyor musun Allah aşkına?”
Bir kaç kere daha böyle sormuştu. İçi büyük bir hazla dolan Seniha bir şey söylemedi. Sade belirsiz bir surette başını sallayıp gülümseyerek ağabeyinin yüzüne baktı ve Halit bu gülümsemedeki istihzanın kendisi için olduğunu hiç hatırına getirmedi.
Nuriye onları bir laf tufanı ile karşılamıştı.
“Acaba gelmeyecekler mi diyordum. Biz belki iyi yerler tutulur diye her zamandan evvel geldik. Pek güzel bir filmmiş, değil mi Bey? Bey İstanbul’da vaktiyle görmüş de öyle iken yine geldi. Nüzhet de mutlaka gelecekti amma bilmem ki nerde kaldı! Hain oğlan, bu gece bizi yalnız bıraktı, arkadaşları ile Şaban Usta’nın dükkânında yemek yemeye gitti. Şaban Usta’nın dükkânında yemeğe de gidilir mi imiş!’ dedim amma dinletemedim. Sonradan öğrendim ki, meğer Şaban Usta olacak herif İstanbul’dan güzelce bir kız garson getirmiş. Bu kızın Hacer ve Bedia diye iki tane de adı varmış. Bu iki adlı kız geleli üç gün olmuş, bu üç gündür aşçı dükkânı dolup dolup boşalıyormuş!”
Hanımefendinin eski gümrük kâtibi şimdi de mühim bir madenci olan kocası, cesim göbeğini oynata oynata güldü: “İnşallah yarın akşam da biz beyefendi ile beraber gideriz!” dedi.
Halit mukabele etmedi. O bu aileyi hiç sevmiyor, karı koca ve oğul bütün azasına karşı nefrete çok benzeyen bir his duyuyordu. Hele oğulları, güzelliğine tekmil kadınların tapmasını ve parasına herkesin tekâpusunu bekleyen bu uzun saçlı ve küstah bakışlı oğlan, müthiş surette sinirlerine dokunuyordu.
Karısıyla onun arasında başlayan hoşlanma ve istek oyununu hiç mi hiç sezmemiş olmakla beraber, Nüzhet’e karşı âdeta bir kini vardı. On dört, on beş yaşındaki çocuklarla bir sınıfta okuyuşundan hiç sıkılmayan, dönmediği yıllarda bile mutlaka ikmale kalan, sokakta hocalarına rastgelişinde bunu lütuf sayar bir eda ile kendilerine selam veren, sonra da bütün cahilliğine ve terbiyesizliğine rağmen cemiyet içinde kendisine şimdiden bir mevki verilen bu çocuğu birçok defalar tahkir etmek ihtiyacını duymuştu. Hatta bir gün, bulundukları bir yerde ve ayağı ayağının üzerinde, o hem sigarasını tellendirir hem de yeni bir Fransız operetinin ilk defa olarak dinlenilen plaklarına dair hükümler yürütürken, hâlâ orta mektebe gittiğini hatırlatarak böyle eda ve çalımlara hakkı olmadığını yüzüne vurmak maksadı ile sormuştu: “Dersler nasıl, yürüyor mu?”
Elindeki sigaranın yarı külünü tablaya yarısını da yere dökerek Nüzhet, “Şöyle böyle, fakat niçin sordunuz?” demişti.
“Uzun seneler talebelik, bir müddet de hocalık etmiş olmanın tesiri. Ee, bu sene son sınıftasınız değil mi?”
Bunun üzerine, iri siyah gözlerinde mütecaviz bir ışıkla Halit’i süzerek Nüzhet demişti ki: “Bu âdeta bir istintaka benziyor. Evet, bu son senem. Kısmet olursa bu yaz mektebi bitireceğim. Ama yine siz ihtiyat edip bu hususta kimse ile bahse filan girmeyin!”
“Geçen yaz mektebi bitirmeyişiniz yazık oldu. Eğer şimdi elinizde şahadetnameniz bulunsaydı, yeni bir imtihanla maden mektebine girebilirdiniz. Halbuki, gelecek seneden itibaren, alınmak için liseyi bitirmiş olmayı şart koyacaklar.”
Fakat bütün bu sözler esnasında Nüzhet asla bozulmamış ve sonra, gözlerindeki o mütecaviz ışık büsbütün artarak, kızıl ve biraz kalın dudaklarında karşısındakini küçük gören bir tebesssümle cevap vermişti:
“Orta mektepten sonra ne bir liseye girmeyi düşünüyorum, ne de maden mektebine girmeyi. Bu tahsil benim için tamamen kâfi. Babamın madenini bizzat idare etmekliğim icap ettiği zamanda ise, istediğim gibi ve istediğim kadar mühendis bulabilirim. Hem o vakte kadar maden mektebi lise mezunlarından birçok mühendis yetiştirir de bu sayede ben de bu beylere babamdan yahut başka yerlerden şimdi alabildikleri paranın yarısını bile vermem!”
O zaman Halit küstah oğlana bir tokat aşketmek arzusunu güçlükle yenmişti.
Filmin ikinci kısmı başlarken Mükerrem birdenbire Nüzhet’in sesini duydu. Yavaşça, “Affedersiniz, geciktim” diyordu. “Arkadaşlar bir türlü bırakmadılar. Ellerinden kurtuluncaya kadar akla karayı seçtim.”
Mükerrem’in Halit’le arasında Seniha olduğu için belki Halit duymamıştı. Fakat evvelden buluşmak kararını apaçık gösteren bu sözleri başkaları işitmez miydi?
Mükerrem cevap vermedi. Nüzhet’in ağzı çok fena içki kokuyordu.
Sinemada çalgı yoktu. Bunun için, film gösterilirken yüksek sesle konuşmakta ve her türlü gürültüden çekinmemekte Nuriye kendisini tamamen hür sayıyordu. Fakat çalgı olsa da herhalde yine konuşacaktı. Avrupa’ya sık sık giden bazı hanımefendilerden, operalarda bile başrollerin şarkı söyledikleri en heyecanlı ve mühim yerlerde put gibi durulduğunu fakat, buna mukabil, ehemmiyetleri ikinci ve üçüncü derecedeki meclislerde konuşulup gülüşüldüğünü ve böyle yapmanın kibarlık gerekliği olduğunu daima duymuştu. Hatta yaptığı Avrupa seyahatinde de, bu derecesini fark edememişse bile şahsen böyle hareket etmiş ve ihtarlar karşısında kalışı kanaatini değiştirememişti…
Uzun, kısık ve kalın kahkahasıyla gülerek oğluna dedi ki, “Bilsen ben neler haber aldım! Şaban Usta’nın dükkânına gitmen sebepsiz değilmiş. Orada gayet güzel bir kız varmış. Baban bile yarın gece gitmeye hazırlanıyor!”
Nuriye’nin kendisi için hazırladığı ve kendisinin büyük bir ustalıkla Mükerrem’in tam yanına çekip soktuğu iskemleye oturmuş, Nüzhet de gülüyor, “Anneciğim, bir akşam da ben seni götürürüm” diyordu.
Mükerrem hiçbir şey söylemiyor ve filmle pek alakalanmış göründüğünden emin bulunuyordu. Bu, eski bir filmdi. Nuriye’nin kocası herhalde yıllarca evvel görmüş olacaktı. Artık gittikçe modası geçen ve yerini yeni yıldızlara bırakan İtalyan artisti Franceska Bertini bunu belli ki gençliğinin ve şöhretinin şaşaalı bir çağında çevirmişti. Filmin başında, kendi gibi fakir bir delikanlıya nişanlı olan küçük bir işçi kızı şeklinde görünüyor, sonra pek zengin ve biraz yaşlı bir kont tarafından sevilince birden başı dönerek nişanlısını bırakıyor ve konta varmayı kabul ediyordu. Bir kere vardıktan sonra ise, kocasının krallara saray olmaya layık şatolarının bütün ihtişamına rağmen bahtiyar olamıyor, öldürdüğünü sandığı aşkının ateşleri içinde yanmaya başlıyordu. Fakat o kadar istediği halde Mükerrem kendini filmin vaka ve manzaralarına veremiyor, perdeye âdeta görmeyen gözlerle bakıyordu. Nüzhet’in bir dakika evvelki itizarını duymamış gibi yapmıştı. Bir lokantamsı meyhanede, bir kasabanın lokantamsı meyhanesinde sarhoşlara hizmet eden ve kimbilir ne kadar adi olan bir kız, demek ki ona saati unutturmuştu. Demek ki, hem kendisine söz vermişken, sırf garson kızı biraz daha fazla görmek için sinemaya geç gelmişti. Acaba kız cidden güzel mi idi? Adına hem Hacer hem Bedia denilen bu mahluku âdeta kıskandığını Mükerrem hissediyor, bundan dolayı da kendi kendine öfkeleniyor, kendi kendinden utanıyordu.
Nuriye de hâlâ Şaban Usta’nın dükkânının lakırdısını ediyor, bir gece oraya gidip yemek yemenin pek eğlenceli olacağını söylüyordu. İstanbul’da en şık ve kibar aileler şimdi sık sık lokantalara gitmiyorlar mı idi? Gerçi hemen her sokağa çıkışta önünden geçtikleri bu yer muhakkak ki adi ve basık bir aşçı dükkânından başka bir şey değildi. Lakin bekâr memurlarla birkaç günlük bir iş için Zonguldak’a uğramış tüccarlara orası yine en münasip yer olarak tavsiye ediliyordu. Nuriye ihtimal ki pırlantalar, yakutlar ve zümrütler takıp giderek bu aşçı dükkânında uyandıracağı hayranlık ve hürmetin lezzetini şimdiden tadar ve tadarak lafını uzatırken, Halit de bir şekerleme yapmayı tercih etmiş, gözlerini kapamıştı. Halbuki yarın Cuma olduğu için erken kalkmaya mecburiyeti yoktu. Kadının sözlerini dinliyormuş gibi yapabilir yahut da filmi seyredebilirdi. Kendinden geçtikten sonra, karısına fazla abanmaya başlamıştı. Mükerrem kolunu çekti.
Lakin genç kadın Nüzhet’ten de uzaklaşıyor, ne kolunun ne de bacağının onun vücuduna en küçük bir dokunmasına imkân bırakmıyordu. Ve çocuğun o büyük siyah gözlerine bir kere bakmayı çok istediği halde, isteğini yenerek başını perdeden çevirmiyordu. Aydınlık olduktan sonra da ona karşı tamamıyla lakayt görünmeye karar vermişti. Nuriye’nin sorduğu bir şeye cevap vermek üzere başını çevirdi. Fakat, başını çevirince, anasının değil Nüzhet’in yüzüne baktı: Oğlanın gözleri kendi gözlerini birden çekmişti. Ve iri ve simsiyah gözlerde Mükerrem hırslı, acıkmış, âdeta asi bir parıltı gördü. Şaban Usta’nın dükkânında bu orta mektep talebesi biraz fazla rakı veya şarap içmiş olacaktı.
Son kısımda, Franceska Bertini kontesliği ve milyonları bırakarak fakir gencin karısı olduktan sonra bu sefer de kontesliğinin ve teptiği milyonlarının hasreti ile yanarken, Halit de artık âdeta horlamaya başlamıştı. Hatta, film bittikten sonra uykusundan uyanması küçücük gülüşmeleri mucip oldu. Grupları daha bir iki ahbapla beraber sinemadan ayrılmıştı. Nuriye’nin kocası Hayreddin’le Halit en önden yürüyorlar, ötekiler arkadan geliyorlardı. Fakat sonra, bunun nasıl olduğunu kendileri de farketmeden, dolambaçlı tepe yolunun başında Nüzhet’le Mükerrem en geride bulunduklarını görüverdiler. Karadeniz’i seyreden bu dolambaçlı yolu bütün ötekilerin arkasından ineceklerdi.
Her ikisi de şimdi susuyorlardı. Şakaklarının vurduğunu Mükerrem duyuyor, yüreği göğsünde biraz fazla çarpıyordu. Hava kuru ve soğuktu. Geçen hafta o bağırıp köpüren ve haykıra haykıra kıyılara çarpan Karadeniz, sessiz, uyuyordu. Genç kadın, limandaki birkaç geminin sanki açılıp kapanan gözlere benzeyen ışıklarına bir müddet baktı.
Mükerrem öndekilere, “Hızlı yürüyorsunuz. Bizi geride bıraktınız!” diye tam seslenmeye hazırlanırken, elini birden Nüzhet’in elinde hissetti. Oğlan onu kendine doğru çekmek ve belki de yüzünden öpmek istemişti.
Elini kurtaramamakla beraber geri çekilerek, kısık bir sesle, “Ne yapıyorsunuz, görecekler!” dedi.
Bu, red değildi, sadece ihtiyata davet etmekti. O vakte kadar, gözlerin ve ellerin bütün bildirimlerine rağmen, aralarındaki vaziyeti söyleyip açığa vuran ilk sözler bunlar oluyordu. Bembeyaz dişlerini karanlıkta daha da beyaz ve daha da parlak gösteren bir tebessümle Nüzhet bu yeni zaferine gülümsedi. Fakat genç kadını kollarına almak, hatta bir kere öpmek için artık ısrar etmedi. Esasen yolun bir kıvrımı dönülmüş ve öndekiler meydana çıkmıştı.
Yavaşça, “Yarın için tasavvurlarınız?” diye sordu:
“Şimdilik hiçbir tasavvurum yok.”
“Benim var, yarın mutlaka sizi görmeliyim. Buluşmalıyız. Bu vaziyet artık bu şekilde devam edemez.”
Ve bir dakika bekleyip cevap almadıktan sonra, Nüzhet yine söyledi: “Yarın dört buçuktan beşe kadar Şekerci Tahsin’de sizi bekleyeceğim. Herhalde beşten evvel gelmenizi rica ederim.”
Mükerrem, “Geleceğimi hiç zannetmiyorum” diye mırıldandı.
“Kat’iyyen geleceksiniz, Mükerrem Hanım. Ciddi söylüyorum, bu vaziyet artık bu şekilde devam edemez.”
Bu sözleri söyledikten sonra da, daha fazla ısrarı kendisine yakıştırmayarak Nüzhet anasına seslendi: “Ne konuşuyorsunuz, anne?”
Nuriye durmuş, başını çevirmişti. Aralarındaki mesafe azalınca dedi ki: “Karının sersemliğini konuşuyoruz. O sarayları, o parkları, o debdebeyi hiç insan bırakır mı? Körolasıca alık! Sonra yandı yandı ama kaç para eder!”
“Canım şimdi Franceska Bertini’yi kendi haline bırakın da sizi Şaban Usta’ya, supeye götüreyim. Hem dans da ederiz.”
Nuriye’nin yanında upuzun ve iskeletler gibi kuru bir kadın vardı. Kasabadaki büyük eczane sahibinin karısıydı. Vaktiyle bilinmez ne gibi bir münasebetle yirmi gün kadar Peşte’de bulunmuş olduğu için pek alafrangalık taslar ve yüz bulamamakla beraber hep Nüzhet’in etrafında dolaşır, ağzına girmeye çalışırdı.
Şaban Usta’nın dükkânında supe ve dans teklifini çok zarif bularak kendisi kadar uzun ve kuru bir kahkahaya başladı. Ve onun vücudu kadar kuru ve uzun kahkahası bir türlü bitemezken, asıl adının Hacer mi yoksa Bedia mı olduğu kestirilemeyen ve güzelliği söylenen lokanta kızını Mükerrem yeniden, kalbinde âdeta ıstırap ve hiddetle düşündü. Aşağıdan, Üzülmez ocaklarında çıkan kömürleri sabaha kadar hiç durup dinlenmeden taşıyacak vagonların gürültüsü, gittikçe yakınlaşarak geliyordu.
Eve döndükleri zaman, daima çok erken yatan hizmetçi Şerife’yi tabii meydanda bulmadılar. Seniha, “Madem ki Nüzhet Bey’in supesini kabul etmediniz. Bari size ben bir çay pişireyim” dedi.
Halit doğru merdivene yürümüştü: “Hemen yatacağım. Çay may istemem” diye homurdandı.
Mükerrem dedi ki: “Zahmet etme abla. Bu vakit çay uykumuzu kaçırır.”
İki kadın, merdivenleri yanyana, kolkola çıkıyorlardı. Sofada ayrılacakları zaman, Seniha dikkatle Mükerrem’in yüzüne baktı. Belki de, böyle dikkat sayesinde, bu yüzde Nüzhet’in dudaklarının izini bulacağını, göreceğini sanmıştı.