Kitap Evi | Enis Batur


Hayatım kitapların arasında, ortasında geçti.

Birkaçını yazdım, birçoğunu yaptım, daha çoğunu okudum, okumak için edindim, edinmek için elledim, sayfalarını karıştırdım, evimin duvarlarını kaplamalarından zamanla bir tür güvence duygusu yonttum. Neredeyse bütün düşüncelerimin, duyularımı harekete geçiren kıvılcımların kaynağında, kökünde, kuyusunda yeraldı kitaplar. Korktumsa, en çok onlardandır; şüpheler içinde kendi kendimi ve başkalarını kemirdiysem, onlardan.

*
Veda yemeğini Saraybosna çarşısının ortasındaki bir lokantada düzenlemişti kültür merkezinin yöneticisi. Öğle vakti, şehre biraz uzakta kalan otelden bir minibüs son katılımcıları da getirdiğinde sofraya henüz oturmamıştık. Köşedeki iskemlelerden birini seçtim, olabildiğince yabanî bir ifade yükledim yüzüme, pek az yedim, pek az konuştum, bir şişe yerli şarabı tek başıma hakladım o arada, kahve faslına geçildiğinde bir bardak su eşliğinde iki Xanax’ı yutarken, pörtlek gözlerini bana dikmiş sanki açıklama bekleyen İspanyol yazarına “uçuş hazırlıkları” dedim. Sanırım anlamadı, ben nasıl insanların uçak yolculuğundan korkmadıklarını anlayamıyorsam, onlar da benim korkumu bana yakıştıramama sevdasından vazgeçemiyorlar. Oysa öyle inatçı bir duygudur ki bu, mantığı hiçe saydığı yetmiyormuş gibi, durmadan artmanın, katlanmanın yollarını bulmayı bilir: Havaalanına varıp gümrükten geçtikten hemen sonra, aramızdaki kötü haber verme tutkunu yanıma geldi: Belirsiz bir gecikme sözkonusuydu; ne ne olduğu belliydi, ne ne zamana ertelendiği kalkış saatının. Bereket yeni açıldığı her halinden belli bir bar vardı küçük terminal salonunun ucunda, bir tabureye tünedim, üstüste sigara ve sek viski, bulutlu kalmayı başardım.

Uçak pistin sonuna gelmezden önce iyice hızını kestiğinde korkudan eser kalmaması tuhafıma gidiyor aslında. Hiç değilse bir süreliğine izini bırakmalıydı diye düşünüyorsam eksikliğini duyduğumdan değil elbette, bunca dolgun bir korkunun bunca uçucu olabilmesine şaşırıyorum bir tek, belli ki işin içinde mantığın yerinin olmadığını unutuyorum. Saatıma baktım o arada, ofise yetişebileceğimi gördüm, her yolculuk dönüşü böyle yaparım, bir saatlığına da olsa uğrar, yokluğumda birikenleri gözden geçirir, sonraki günleri boğacak taşkın yükün hesabını çıkarmaya çalışırım.

Kafam tabiî kazan gibiydi. Adrenalin salgılayarak idare ediyordum durumu, toplanan kimyanın o geceki uykumu cehenneme çevireceğini biliyordum. Yardımcım, yüzünde ironik bir gülümseme, altalta dizdiği isimlerden oluşan sonsuz listeyi okumak üzere masama yöneldi ve birçoğunu “geç” işaretiyle, birkaçını “ne istiyormuş?” sorusuyla, birikisini gözlerim ışıldayarak karşıladığım insanları bir duvarın dibine dizer gibi saydı, en sonunda tasnif dışı kalan bir duruma geldi: “Bir de avukat Rıza bey aradı, kendisini tanımazmışsınız, çok önemli ve acil bir miras konusu hakkında sizinle görüşmek için randevu istiyor.” Şaşkınlıkla “miras mı?” diye tekrarladım: “Biri bana servetini mi bırakmış?” cümlesiyle işi espriye vurdum sonra da. Ertesi gün cumaydı, araya haftasonunun girmesi biraz kendime gelmemi sağlardı nasıl olsa, “avukat için pazartesi akşamüstü uygunsa, öyle yapalım, ötekilere artık yarın bakarız” diyerek noktayı koydum.

Uyumakta zorlandım gece. İlâç, alkol, yay gibi gerilen ve boşalan sinir sistemi hemen doğal akışa geçişi engelliyor. Bir ara dilim damağım kurumuş, uyandım, karanlıkta mutfağa gidip bir büyük bardak soğuk su içtim ve yatağa döndüm, bir-den “beş dakika ara” öncesi izlediğim filimden kalma bir kesit belleğimin kıvrımları arasından çıktı: İçi kalın bir sünger tabakasıyla kaplı koskoca, çelik bir kutunun içindeydim, dayanılması olanaksız bir sıcaklığın ortasında bir o yana bir bu yana devriliyordu kutu ve yanık kokusu gitgide ağırlığını duyuruyordu, sonrasını bilmiyorum, yorgunluk alıp götürdü beni dibe doğru, sabah aynı başağrısıyla uyandım.

*
Yolculuk sonrası işyerinde hep böyle olur: Haftanın son gününü peşpeşe toplantılar, görüşmelerle tamamladım, haftanın ilk gününde durum değişmedi. 17.30’da odama girdi Rıza bey, yerimden kalkarak elini sıktım, hemen “ne içersiniz?” diye sordum. “Bir bardak su alırım efendim” dedi: “Şeker var bende, ne yesem ne içsem dokunuyor, dikkatli yaşamayı öğrendik.” Giyimi kuşamı, hali tavrı ile hiç yabancı gelmedi bana – Rıza bey: İşini ciddi biçimde yapan, dürüst ve sağlam, besbelli muhafazakâr biriydi. Gene de, benim gibi ilk izlenimlerinde yanılmakla nâm salmış bir bozuk gözlemcinin saptamalarına güven olmazdı. Uzatmadan söze girdim:

— Kestirmeden gittiğim için kusura bakmayın, beni aradığınızda bir toplantıdaydım yurtdışında, döndüğümde yardımcım söyledi, nedir kuzum bu acil ve önemli miras meselesi?

— Efendim, müvekkilim iki hafta önce vefat etti. Yaklaşık dört aydır hastanede tedavi görmekteydi. Yıllardır beyefendinin bütün işlerine bizim büro bakar, hem hukukî açıdan, hem muhasebeye bağlı konularda bize güven duyardı rahmetli, en son da, bir buçuk ay kadar önceydi, vasiyetine kesin şekli verdiydik hastane odasında, sonra da 14. noteri getirip işlemleri tamamlamıştık. Sizi bundan rahatsız ettim.

— Estağfurullah. Ama önce merakımı çelen biriki soruyu aydınlatabilir miyiz – öncelikle, beyefendi kimdi, nereden tanışıyormuşuz?

— Efendim, benim açımdan da zor bir durum bu, sizi tatmin edecek açıklamaları yapabilecek imkân yok elimde, beyefendinin kim olduğunu size söyleyemem meselâ.

— Olur mu öyle şey! Nasıl iş bu? Neden söyleyemezmişsiniz?

— Vasiyetin tanzim ediliş biçimi böyle efendim, ne ben çiğneyebilirim konmuş kaideleri, ne de bir başkası. Vasiyete saygı göstermek zorundayız.

— Bakın, benim başıma böyle işler gelmiyor her gün, sizin göreviniz bu olabilir, böyle davranmayı gerektirebilir, ama hukukî olarak beni de zorlayamazsınız herhalde, bu türden bir yasa yok değil mi, tanımadığım birinin, kim olduğunu bile bilmediğim birinin vasiyeti beni neden bağlasın?

— Elbette efendim, redd-i miras hakkınız mevcut. Sizi kimse tersini yapmaya zorlayamaz. Ne var ki, bizim içinde bulunduğumuz şartlar başka, bir hukuk bürosu başka türlü davranamaz, müvekkilimizin isteklerini harfiyen yerine getirmekle yükümlüyüz.

— Sorması ayıp, rahmetlinin nedir tam olarak bıraktığı?

— Size bir kütüphane bıraktı efendim.

— Kütüphane mi, aman yapmayın, ben kendi kütüphanemle başedemiyorum evde, olsa olsa bir kurumun kitaplığına devredilmesini sağlayabilirim o kitapların.

— Sahiden de bana rahatsızlık veriyor bu durum, efendim. Birincisi, vasiyet gereği kütüphanenin sorumluluğunu yaşadığınız sürece devredemezsiniz; tabiî, demin de dediğim gibi reddi miras hakkınız bâkî. İkincisi, kütüphane dedimse, çıplak halde kitaplar mevzu bahis değil burada, beyefendi onu “Kitap Evi” olarak anardı, vasiyet metninde de öyle yeralıyor zaten.

Benzer İçerikler

Agatha Christie – Doğu Ekspresinde Cinayet (Roman Özeti)

yakutlu

https://www.birazoku.com/teori-aydin-hanif-kozalak-yayinevi

yakutlu

Osmanlı Mirasından Cumhuriyet Türkiye’sine İlber Ortaylı ile Konuşmalar

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy