Bu roman farklı cinsel hayata sahip olanların hikayesidir. Gay, Lezbiyen ve Fetişistlerin sevinçleri, sohbetleri, esprileri; acıları, dışlanmışlıkları akıcı bir dille anlatılıyor.
Hayata ve cinselliğe bakış açıları onları farklılaştırıyor ve İstanbulun kaotik ortamında tehlikeye açık hale getiriyor. Dayak, gasp, sırlarının deşifre edilebilmesi, şantaj, tecavüz maruz kaldıkları veya kalma ihtimalinin yüksek olduğu başlıca tehlikeler… Odayı saran kahve kokusunu içine çekerek sigaraya uzandı. Sana nikotin serumu takmak lazım. Damla damla aksın… Murat yorgun bir ifadeyle gülümsedi. Sigarasını yakarken Haklısın! dedi. Ciğerlerini kömürlüğe çevirdiğinin farkındaydı ama dertler gözünün önüne geldikçe ölüm çok da korkulası durmuyor, bazen yumuşak bir yastık gibi görünüyordu.
***
–1–KISIM
1
Yağmur, rüzgâr ve soğuğun etkisiyle İstiklal Caddesi bilindik kalabalığından uzaktı. Gamze, internette tanıştığı, kendisi gibi cinsel kimliği ile kıyıda kalmış iki arkadaşıyla buluşmak üzere sözleştikleri cafeye doğru seri adımlarla yürümeye başladı. Hava gittikçe sertleşiyordu. Tramvay yolunun ikiye böldüğü caddede elleri ceplerinde koşuşturan insanlar, rüzgârın hışmından korunmak için acele ediyorlardı. Vitrinlerden yansıyan ışıklar güneşin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışıyor, karanlıkla amansız bir mücadeleye giriyordu.
Kirli sakallı, açık yakalı bir bar fedaisi, Gamze’ye dik dik bakıyor ve önünden geçerken yere tükürüyordu. Herifin tavrından gizli bir haz duyan Gamze, adımlarını hızlandırıyor ve aralarına su dolan parke taşlara dikkatsizce basarak ayaklarını ıslatıyordu.
Soğuğa rağmen şuh kıyafetlerinde ısrar eden seks işçilerini, üşüdükçe elindeki bez parçasını burnuna yanaştıran tinercileri, ağızlarına sigara sabitlenmiş, kirli dişli, ipsiz sapsız takımını, yeşil parkalarına sarılmış Marksist öğrencileri, devriye atan polis arabasını ve tüm caddeyi geride bıraktı.
Nihayet gelmişti. Sebepsizce ürperdi. Bir an önce cafenin sıcak kollarına atılması gerekirken sessizce durakladı. İçeriyi süzdü. İstanbul’un kirli havasına karışıp gelen yağmur, camlarda leke bırakmıştı. Masalar hınca hınç doluydu. Hararetle sohbet edenler, ellerinden düşürmedikleri sigaralarıyla kahkaha atanlar, sakalını sıvazlayarak deruni bakışlarla dışarıyı süzen gizemli entel tipler… Ocakçıya gözü ilişti. Genelde; cafe çalışanları kolyeleri, bileklikleri ve sakal biçimleriyle ilginç tipler olurlardı. Bu ocakçı mahkeme duvarı suratlı, gür bıyıklı ve etrafa küfür dolu bakışlar atan bir tipti.
Bakışları dikkat çekmeye başlayınca içeri girmeye karar verdi. Zaten epeyce üşümüştü. Mavimsi dumanla kaplı mekâna adım attı. Sigaranın kokusunu içine çekti. Yaklaşık bir saattir içmediğini anımsadı ve elini cebine attı. Sigarasını yakarken, garson yüzündeki ilgisiz ifadeyle yaklaştı. Güzel bir kız oldu mu “hoşgeldiniiiiz” ile başlayıp, yılışık bir ifadeyle kırım kırım söylenen cümleler, Gamze’ye gayet düz ve işin gereği olarak aktarıldı. Garson, biri duvar dibinde diğeri ise kapıya yakın olan iki boş masayı işaret ederek, “Hangisini istersiniz?” diye sordu.
İşte bu cevaplamaktan hoşlanmadığı bir soruydu. Masalardan birini seçemezdi. Ona otur denilirdi. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda atacağı her adım önceden planlanmış ve bildirilmişti. Ne zaman yemek yiyeceği, kahvaltı saati, oyun saatleri ve hangi oyunların oynanacağı, banyo günleri, ışıkların ne zaman söneceği, hangi elbiseleri giyeceği… Devlet parasız yatılıyı kazanmca aynı baskı ve yönlendirmenin eğitim içerikli olanıyla karşılaştı. Etüd saatleri, okul üniforması, tabldot yemekler, kantinde izlenen diziler… Her şey belirlenmişti. Anne bu gün filanca yemeği yap, diyememişti. Çocuk Esirgeme Kurumunda veya Devlet Parasız Yatılıda o gün ne yemek çıkmışsa onu yemişti. Buz mavisi bir kot, kareli bir gömlek gibi en basit kıyafet tercihleri bile olmamıştı. Hayırseverler neyi getirdiyse ya da devlet ne verdiyse onu giymişti. 26 yaşındaydı ve iş hayatına atılıp göreli bir özgürlük kazansa da geçmişin derin izlerini silememişti. Silmek istediğinden de emin değildi. Eskiden, yaşadığı baskıları kabullenemese de artık örümcek ağına düşen kurbanın bir süre sonra çabalamaktan vazgeçip kaderine teslim olması gibi bu durumu benimsemiş, hatta tuhaf bir zevk duymaya başlamıştı. Rüzgâra açmıştı yelkenlerini. Nereden eserse essin kabulüydü artık. Ama mutlaka esmeliydi rüzgâr.
Herhangi birini seçmek istemese de cafenin kapısı her açıldığında içeri hücum eden soğuk havanın yaratacağı ürpertileri ve somurtmaları hayal ederek özellikle arkadaşları rahatsız olmasın diye duvar dibindeki masaya yöneldi. Montunu açıp yan koltuğa gelişi güzel bıraktıktan sonra oturdu.
Aklı başka tarafta olan garson, “Ne alırsınız?” diye sordu. Gamze yüzünü ekşitti.
“Ne istersen getir!”
Adisyona ‘bir çay’ yazıp, göz göze geldiği kıza bakmayı sürdürerek kâğıdı masaya bırakmak üzere adım attı. Bu minyon tipli, esmer ve çirkin kızla daha fazla ilgilenmek istemiyordu.
Birden ürperdi Gamze. Ayağından başlayan acı, saç tellerine kadar bir zevk fırtınasına dönüşerek her yanını sardı. Göğüs uçları dikleşirken, titreyen ellerinden sigaranın külü masaya düştü.
Garson mahcubiyetle “Affedersiniz!” dedi. Aval aval bakınırken ayağına basmıştı. Çayı getirmek üzere hızla uzaklaştı.
Sigaradan derin bir nefes çekip saatine baktı. Buluşma zamanına epeyce vardı. Beklemekten nefret ederdi ama yine de hep erken gelirdi. Sinirlendi.
Otobüs Taksim durağına yaklaşırken sohbetin son demleri yaşanıyor, Murat biraz sonra ineceklerini düşünerek sözlerini toparlıyordu.
“Valla ne diyeyim İlker! İnternetten tanıştığın insanlarla ev tutmak büyük bir risk! Umarım sıkıntı olmaz.”
İlker derin bir nefes alıp “İnşallah!” dedi.
Otobüs, keskin manevralarla, yolcuları sallayarak durağa yanaştı ve sert bir frenle durdu. Şoför mahalline bakan yolcular söylenerek inmeye başladılar. İlker, kucağındaki montu koltuğunun altına sıkıştırıp sıcaklığın verdiği gevşemeyle aheste biçimde doğruldu. Demirlere tutunarak yavaşça çıkışa yöneldi. Kalabalık içerisinde geriye dönüp Murat’a baktığında hemen ardında olduğunu gördü. Yağmurla birlikte ilk ‘merhaba’ rüzgârdan geldi. Göğsünden içeri dolan soğuk hava otobüsün verdiği mahmurluğu bir anda dağıttı. Montunu giyinip fermuarı çekti. Havaya karışan rakı beyazı nefesiyle, “Ne kadar da soğuk!” dedi.
Boynuna atkısını dolayan Murat kafasını sallayarak onayladı.
“Ben hemen eve gidiyorum, istersen sen de işin bitince…”
İlker gülümseyerek “Gelmek isterdim ama senin ‘bey’ bizden pek haz etmiyor!” dedi. Murat’ın gay sevgilisi ile yıldızları pek barışık değildi.
“Amaaaan! O da iyice garipleşti. Ev alalım diye tutturdu bu günlerde. Çıldırtıyor beni.”
İlker, maddi durumlarındaki yetersizliği bildiği için şaşırdı.
“Neyle alacakmış? öpücük mü verecek?”
“Borç bul, kredi çek diye her gün kafamın etini yiyor.”
“Allah Allah!”
“Sorma canım! Bu ara derdi çekilir gibi değil. Bir gün uzun uzun anlatırım.”
Soğuğun etkisiyle kısa tuttukları bir vedalaşmanın ardından ayrıldılar.
Randevuya daha vardı. Bu zamanı Öykü’ye doğum günü hediyesi almak için değerlendirmek keyifli olabilirdi. Öykü’nün yeşil gözlerini düşününce içinin ısındığını hissetti. Çalıştığı dergide staj yapan bu yeni mezun yirmi bir yaşındaki dünya güzeli kız son yıllarda yüreğini en fazla titreten kişiydi. Ondan on bir yaş büyük olması sebebiyle kendini engellemeye çalışsa da içinde günden güne büyüyen bir yangın vardı. Bir ayakkabı mağazası bulabilmek için sağa sola bakarak yürümeye başladı. Hava kararıyordu.
Vitrinde yüksek topuklu çizmeler parıldıyordu. İlker’in içini tatlı bir sıcaklık kapladı. Yavaşça vitrine yaklaştı. Çizmelere hayranlıkla bakarken içeride iki bayanın olduğunu fark etti. Mağazanın orta yaşlı satış görevlisi gülümseyerek yanına yaklaştı.
“Hoş geldiniz efendim.”
“Hoş bulduk, arkadaşıma doğum günü için bir şeyler bakıyorum da!”
“Tabii efendim. Ayakkabı, çizme, ne tür bir şey düşünürsünüz?”
“Ben bir bakayım, yardıma ihtiyacım olursa…” Satış görevlisini savuşturdu ve kızları göz takibine alarak çizmeleri incelemeye başladı. Mağaza çok sıcaktı. Montunu çıkarıp bileğine katladı.
Hayranlıkla izliyordu. Yüksek topuklu, ucu çelik, siyah bir çizmeye odaklandı. Vitrinin güçlü ışıkları altında alev alev yanan derisi gözünü aldı. Yavaşça yanına yaklaştı. Elleri titriyordu. Gözlerini kapatıp, Öykü’nün ayaklarında düşündü, deri sutyeni ve elinde kırbacıyla… Derin bir nefes alıp, toparlanmaya çalıştı. Ellerini uzattı ve çizmenin birini korkarcasına aldı. Tüyleri diken diken olmuştu. Derisini okşamaya başladı. Birden irkildi.
“Efendim, o özel bir üründür. Hakiki deri. Topukları ise Milano tasarımı, lütfen şu kavislere bakınız. Bu yılın trendi.”
İlgileniyormuş gibi göründü.
“Ne kadar bu?”
“377 Euro artı KDV. Siz beğenin 12 aya kadar taksit yaparız.”
Hassiktir dedi içinden.
“Tabi bir bakayım da!”
‘Tabi efendim.”
Bir gözü kızlardaydı. Sanki biri çizmeyle ilgileniyordu. Eline aldığını ve koltuğa yöneldiğini gördü. Adrenalini yükseliyordu. Çizmenin topuğuna dokunup, çeliğin ürpertici soğuğunu iliklerine kadar hissederek kızı izlemeye başladı.
Uzun boyu, sarı saçları ve düzgün hatlarıyla göze hitap eden kız, koltuğa oturdu. Hızla ayakkabısını çıkardı. İlker’in kalbi duracaktı. Beyaz çiçekli bir çorap göründü. Yazın ayaklar çıplakken, daha büyük keyif alıyordu ama çorapları görmekte farklı bir fanteziydi. Havayı hızla içine çekti. Kokuyu hissedebiliyordu. Ne harikulade bir manzaraydı! Zorlanarak çizmeyi giyen kız ayağa kalktı. Sağını solunu inceliyor ve arkadaşına gösteriyordu. İlker donmuş kalmıştı. Çizme kızın ayaklarında hayat bulmuştu. İlker’e davetler gönderiyor gel beni öp, yala diyordu. Başı dönüyordu. Sarhoş olmuştu. Elindeki çizmeyi okşamaya başladı.
“Abi ne oluyor ya?”
“Ne bileyim! Hasta mıdır, manyak mıdır?”
Satış görevlisi ile mağaza sorumlusu arasındaki bu diyalogdan sonra satış görevlisi hızla İlker’in yanına yaklaştı.
“Beyefendi bir sorun mu var?”
Ses biraz önceki itaat ve hoşgörüden yoksundu. İlker nefesini düzenleyemiyordu. Terlemişti. Güçlükle kendini toparlayarak satıcıya döndü.
“Hayır!”
Tezgahtar şüpheci bakışlarını İlker’in üzerinden ayırmayarak, “Yardımcı olabilir miyim?” dedi.
“Yok… Ben… Kız arkadaşım…”
Tezgâhtar birkaç adım geriye çekildi ve ellerini göğsünde bağlayarak beklemeye başladı. “Buyurun siz bakın!” dedi sert bir ifadeyle.
Her şeyin tadı kaçmıştı. Kızlar da meraklı gözlerle bakıyorlardı. Çizmeyi bırakarak satış sorumlusunun takibi altında kapıya yöneldi. Kasada oturan mağaza sorumlusuyla göz göze gelmemeye çalışarak dışarı çıktı. Anlamışlar mıydı acaba? Hızla yürüyüp yeterince arayı açtıktan sonra hem nefeslenmek hem de montunu giymek için durdu.
Ayak fetişisti olduğunu yeni yeni hissettiği ve çok utanıp, sorunlu biri olduğunu düşündüğü çocukluk günlerini hatırladı. Artık kendisiyle barışmıştı ama eski günlerdeki gibi ruhunun daraldığı anlar oluyordu. İçten içe fetişizmi ve kendisini sorguluyordu. İşte bu da o anlardan biriydi.
Hatıraları canlandı… Okuduğu ilkokul, fakiri ve zenginiyle karışık bir yerdi. Sıra arkadaşı iki kızı hatırlıyordu. Biri yamalı önlüğü, yarı dolu, yarı boş beslenme çantasıyla fakirliğin resmiydi. Diğeri ise beyaz eşya satıcısı bir esnafın kızıydı ve her haliyle zenginliğini yansıtıyordu. Çok güzel çizmeler alırdı ailesi bu kıza. Bir kış günüydü. Okulun bahçesinde koşturuyor ve kartopu oynuyorlardı. Fakir kızın ayağı kaydı ve yere düştü. Güzel çizmeli zengin kız da kıkırdayarak onun sırtına bastı. Parlak çizmenin fakir kızı ezen o görüntüsü gözlerinin önünden gitmiyordu. İlkokula dair hatırladığı belki de tek kayda değer andı bu anı. Acaba fetişist olmasının temelinde beynine kazman bu görüntünün de payı var mıydı? Kendinden nefret ettiği eski günleri düşündü. Arkadaşları kızların kalçalarından, göğüslerinden, vajinasından ağızlarının suyu akarak bahsederken o hiç heyecan duymuyordu. Neyden hoşlandığını tam olarak algılayamıyordu. Ayaklar mıydı hoşlandığı şey? Hayır! Olamaz. Kimse böyle bir şeyden bahsetmiyordu ki? Kimse ‘Şu kızın ayaklarına bitiyorum abi!’ falan demiyordu. Kızlarla ilgili konuşulan üç nokta vardı. Göğüs, popo ve hiç görmemiş olsalar da vajina. Varsa yoksa bu üç şey. Bir kişi de ayak demiyordu. Ayaklardan hoşlanmadığını, hatta nefret ettiğini düşünmeye çalışıyordu. Kendi kendini kandırmak istiyordu. Bu süreç bir okul maçına kadar sürdü. Futbol takımının başarılı sol kanat oyuncusuydu. Bir başka okulla yapılan ve izlemeye öğretmenlerin de geldiği bir maçta topu hızla sürüyordu. Rakip takımm iri savunma oyuncusunun attığı omuz darbesiyle yere düştü. Gözlerini açtığı o an artık cinsel eğilimine karşı koyamayacağını fark ettiği tarihi bir andı. Maçı izlemeye gelen müzik öğretmeninin bordo ojeli narin ayakları tam burnunun uçundaydı. Hafta sonu olan maçı izlemeye gelen öğretmenler biraz daha serbest giyinmişlerdi ve yeni göreve başlamış genç müzik öğretmeni de sandalet tarzında açık bir ayakkabı giymişti. Ojenin kokusunu alabiliyordu. Gelmeden hemen önce sürmüş olmalıydı. Birkaç saniyelik o görüntü akımı başından almıştı. Okul takımının koçu hemen üstüne kapaklanmış, toparlanmasına yardımcı olmuştu. Keşke o an her şey donsaydı ve o ayaklara birkaç saniye değil, birkaç saat bakabilseydi!
Gideceği cafe uzakta değildi. Ada Kitabevi’nin önünde durdu. İçeriden gelen müziğe kulak kabarttı. Sting’den ‘Shape of My Heart’ çalıyordu. Şarkıya eşlik ederek içeri girdi. Üniversite yıllarındaki yabancı müzik tutkusu geçen her yılla birlikte şiddetini yitirse de hala sürüyordu. Doğum günü hediyesi olarak kitap almaya karar verdi. Son çıkanlardan üstün körü üç kitap seçip, hediye paketi yaptırdı. Ücreti ödedi ve kitaplara bakınarak çıktı.
Yağmur hüzünlü bir ağlayışın gözyaşları gibi sızıntı halinde damla damla düşmeye devam ederken ıslanmaya aldırmadan yürümeye başladı. İskele kurulmuş ve çadır brandayla örtülmüş büyük bir binanın altına tünemiş darbuka çalan ve önündeki sakız kutusunda birkaç tane bozukluk olan çocuk temposunu yavaşlatmıştı ve tam çalmayı bırakıp nefesiyle ellerini ısıtacaktı ki İlker’i görünce belki para verir umuduyla morarmış ellerini hızlandırdı. Çocuğun aklıdan geçenleri hissetmişçesine cebindeki elli kuruşu gülümseyerek kutuya atan İlker yoluna devam etti. Çocuk parayı aldığı için duyduğu sorumluluktan dolayı mı yoksa utandığı için mi nedendir bilinmez, İlker uzaklaşana kadar çalmayı sürdürdü.
İlker seri adımlarla cafeye doğru yürümeye başladı. Daha fazla gezmenin bir anlamı yoktu. Soğuğun üstüne bir kahve iyi gelirdi.
Taksinin buğulanmış camı ardındaki heykel, bir siluet halinde belirdi. Eliyle camı sildi. Taksim Meydanı’na gelmişti.
“Burada kalayım!” dedi buyurgan bir ses tonuyla. Avcı yeleği giymiş, orta yaşlı, kasketli taksici trafiğin yoğunluğundan faydalanarak geriye döndü. Yılışıkça sırıttı.
“Abla lambaları geçince bırakayım mı? Kırmızıya yakalanmayayım.”
Bilge, derin bir nefes çekerek koltuğa iyice yaslandı. Gözlerini kısıp hafifçe başını sallayarak tane tane vurguladı:
“Peki, izin veriyorum!”
Binbir çeşit hadise yaşamış taksici, böyle bir müsaade biçimiyle ilk kez karşılaşıyordu. “Mübarek, paşa kızı herhalde!” diye düşündü. Işıkları geçtikten sonra sağa çekti. Kinayeli bir ses tonuyla, “Buyursunlar hanımefendi!” dedi.
Bilge, ücreti ödeyerek taksinin nispeten sıcak havasından keskin soğuğa adım attı. Heykelin yanından ne zaman geçse üç beş saniye durmadan edemezdi. Atatürk ve ardındaki kişilere baktı. İsmet Paşa, Fevzi Çakmak… İlgisini en çok çeken de iki Sovyet generaliydi. Kızıl Ordu’nun kurucularından General Frunze ve Mareşal Voroşilov. Bildiği kadarıyla, Sovyetler Birliği bu iki seçkin generali Kuvayi Milliye’yi desteklemek için göndermişti. Tarih, Bilge için büyük bir gizemdi. Geri dönebilse, grafikerlik yerine tarih okumayı tercih ederdi. Ailesinin, düşündükçe lanetler yağdırdığı bilinçsiz yönlendirmesiyle meslek lisesi grafik tasarım bölümüne girmiş ve üniversite sınavında da katsayı gerekçesiyle grafik dışında pek bir tercih yapamadığı için Kırklareli Üniversitesi Lüleburgaz Meslek Yüksek Okulu Grafik Bölümü’nü okumuştu. Mezun olalı altı yıl oluyordu ve bölümü sayesinde iyi kötü geçimini sağlıyordu ama içindeki uhde de günden güne büyüyordu.
Buluşma yerine yürürken saatine baktı. Sözleştikleri zamana beş dakika kalmıştı. Yürüyüşünü yavaşlattı. Temposunun düşmesi üşüme hissini arttırıyordu. Yavaş yürümek bu soğukta akıllıca bir vakit geçirme yöntemi değildi. Bir mağazaya girip oyalanmaya karar verdi. Buluşmaya 15-20 dakika kadar geç gitmeliydi. O, bekleyen değil, bekleten olmalıydı.