Kocan Kadar Konuş | Şebnem Burcuoğlu


kocan-kadar-konus-sebnemburcuoglu-dex-kitap“Türkiye’de kadınların DNA’larına kodlanmış olan evlenme saplantısı, ne yazık ki bizim ailede daha yoğun. Millete ailesinden genetik miras olarak mavi göz kalır, bize bu evlenme saplantısı kalmış. ‘Sinek kadar eri olanın dağ kadar feri olurmuş’ atasözü, anneannem Peyker’in lafıdır. Yani o sözü söyleyen ata, bizzat benim anneannem.

Sözün özü, kocan varsa varsın, yoksa da geçmiş olsun. Hele ki bir de 30’una gelip de bekâr kaldıysan bu dünyada yatacak yerin yok!”

Evli misin?

Ya nişanlı?

Sevgilin var mı?

O da mı yok!

Yaş kaç?

Hmm. Anlaşıldı.

Sen en iyisi bu kitabı bir oku. Yalnız değilsin Türk kızı! Senden çok var -ay bunu da yanlış anlayıp trip atarsın sen şimdi. Yok, öyle demek istemedik. Ailen, çevren, eşin-dostun-arkadaşınkankan, hepsi evlilik lafı ediyor değil mi? Ama zor iş.

Koca bulmak ÇOK zor iş arkadaş…

***

Bilge ve Aydın Burcuoğluna

KOCAN VARSA VARSIN. YOKSA GEÇMİŞ OLSUN.

“Saadetimi fark etmiyor musun a sersem?”

“Ayy kocaman bir ahtapot çıkmış üç bacağıyla! Bak, fincanın tam ucunda, görüyon mu?”

“Üç bacaklı ahtapot mu olur Aysel Teyze?”

“Üç kişi ağız ağıza vermiş, arkandan konuşuyo. Bu aralar sakın herkese her şeyini anlatma.”

“İş yerinden mi bunlar?”

“Kesin, Hele içlerinden biri fesatm önde gideni. Böyle sarışın, köpek başlı, yılan kuyruklu biri.” “Mitolojik bir kişilik yani.”

“Onu bilmem. Ama içini ferah tut. Ak saçlı ve ak sakallı bir dede var arkanda.”

“Gandalf?”

“O ne kız?”

“Boş ver. Eee, adam ne yapıyor arkamda?” “Başına çok hayırlı bir olay gelcek iki vakte. Onu müjdeliyo.”

“Niye arkamdan müjdeliyor? Yüzüme söyleyeydi. İki vakit derken?”

“İki gün, iki hafta, iki ay…”

“Hep net bir insan oldun Aysel Teyze.”

“Bi de yakın zamanda yüreğin kabaracak. 1.80 boylarında, kumral, hoş bir çocuk var. Takım elbiseli. Yurt dışında eğitim görmüş. Arkasında kısmetiyle geliyor. Vallahi yumurta gibi çocuk. Çöpsüz üzüm. Anası yok, kız kardeşi yok.”

“Öksüz yani.”

“Kız onu demiyom, dert almican yani başına. Kaynanayla, görümceyle uğraşmican.”

“E belki severdim görümcemi?”

“Hangi görümce sevilmiş bugüne kadar? Elti eltiden kaçar, görümceler bayrak açar. Çok yakın zamana geliyo bu çocuk. Dizlerinin üzerine çökmüş. Elinde nah bu kadar bir yüzük. Bak bak, görüyo musun, şurada tam. Anaaamm, hem tam tur hem de üç taş çıkmış. Ben sana diyim, bu işin sonu evlilik. Önümüzdeki seneye kalmadan hem de. Başınızın üzerinde beyaz güvercinler uçuyo.”

“Ben evlenmeyi düşünmüyorum. Son derece bekarım.”

“Kız! Deli deli konuşma. Erken kalkan yol alır, er evlenen döl alır.”

“Aysel Teyze bu muhabbet çok iğrenç mecralara yol alıyor.”

“Böyle adında A var, B var, R var…” “Abdurrahman?”

“Anahtar da görüyom. Dur, tabağına da bakiim, bi dilek tut.”

“Tuttum.”

“Oh oh, tez zamanda gerçekleşiyo. Hanenize de ay doğmuş. Sizin eve böyle haftada bir gelen kim var?” “Sen geliyorsun Aysel Teyze.”

“Hakkat senden adam olmaz. Haydi git yıka şu fincanını. Bulaşık makinesine koyma sakın, elde yıka! Sen böyle her şeye çat çat cevap ver, bok bulursun kocayı.”

“E demin buluyorsun dedin?”

“Gönül, al şu çivi dilli kızını başımdan Allasen.” Elimde kahve fincanıyla mutfağın yolunu tutuyorum. Bordrolu elemanımızmış gibi haftada bir evimize gelen Aysel Teyze’ye fal baktırmam için evdeki tüm kadınlar seferber oldu. Annem, anneannem, iki kız kardeşim, teyzem ve onun iki kızı yıllardır fal baktırayım diye vır vır vır söylenir. Bu kötü huylu kitle artık rahata ermiştir umarım. Hiçbir tedaviye cevap vermiyorlar. E şimdi fal baktırdım da ne oldu? Başıma neler geleceğini elin Aysel Teyze’si nereden bilir?

Anneannem mutfakta çay demliyor. Ocağın yanındaki lavabonun önüne geçip musluğu açıp kahve fincanıyla tabağını yıkamaya başlıyorum.

“Kızım ne zaman mürüvvetini göreceğim ben senin?”

“Anneanneciğim başımın etini yiyordunuz fal baksın Aysel Teyzen diye. Al baktırdım, kısa zamanda evleniyormuşum, gözümüz aydın.”

“Dalganı geç sen. Aç gözünü de çevrene iyice bak alıcı gözle. Bulamayacaksın birini yoksa.”

“Niye bulamam anneanne? Çapsız mıyım ben?” “Yok kızım da… Sevimsizsin. Çok iğneli dilin. Erkekler böyle kızları sevmez. Elinden bir şey yapmak

da gelmiyor. Yemek yapamıyorsun, çay bile demleye-miyorsun.”

“Ayaküstü hakaret ediyorsun ama anneanne!” “Yirmi dört saat elinde kitap var. Oku oku, üç gram aklın da allak bullak oldu. Kaldır şu kitapları. Bak gör, okumayınca daha mutlu olacaksın. Başın bacadan çıktı artık. Armudun sapı, üzümün çöpü diye diye yılların geçti.”

“Ve ben 58 yaşıma geldim?”

“Kızım 30’una geldin. Resmi olarak evde kaldın.” “Neye göre resmi ya?”

“Ciddiye al dediklerimi. Kadınsı davran biraz. İşveli, cilveli ol. Erkek çocuk gibi altında aynı kot, spor ayakkabılar, öyle dolanıyorsun ortalıkta. Biraz makyaj yap, dudağına bir ruj sür bari. Şu ailede İzmirli olmayan tek İzmirli sensin.”

“Anneanne şimdi konuşturma beni, siz çok iyi evlilikler yaptınız sanki.”

“Edepsizleşme, attırma benim asfalyalarımı. Lafımı dinle. Ölmeden birinizin mürüvvetini göreyim bari. Böyle kısıkta dursun ateş. Bardakları da tepsiye diz. Ağzına kadar da doldurma çayı, döküyorsun getirirken her seferinde. Ben içeriye geçiyorum.” Ölmeden evlendiğimi görecekmiş… Ay ve güneşe rakip ‘Çaput’ isimli, ışık kaynağı bir gezegen daha ortaya çıkacakmış. Aman ölmeden onu da gör!

Demliğin kuş gagası gibi ağzından dumanlar çıkmaya başlayınca çayları ince belli bardaklara koyup tepsiye diziyorum. Ne var, demledik işte çayı. Müte-vazi evimizin mütevazi salonuna geçiyorum ve çayları servis etmeye başlıyorum. İnce bellilerin devir teslim töreni bitince, annemin bir türlü vazgeçemediği, iskeleti ruhundan ayrılmış, ben diyeyim on, siz deyin on beş kere kumaşı değiştirilmiş, an itibariyle koyu yeşil kadifelere bürünmüş koltuk takımımızın tekli koltuğunda sopa gibi dimdik bir şekilde yerimi alıyorum.

Karşımdaki üçlü koltukta kız kardeşlerim Ceren ve Tuğçe, kuzenlerim Merve ve Alara ile birlikte bitişik nizam sıkışmış, pis pis sırıtarak bana bakıyorlar, Ailenin ayrık otu bendeniz bunca yıl fal baktırmaya karşıydım ya, kalem yıkıldığı için hepsi halinden pek memnun.

Tam yanımdaki tekli koltukta Aysel Teyze var. Kendi teninin renginden üç ton koyu ten rengi çorabını tamamlayan kırmızı Ceyo terlikleriyle stilini konuşturuyor. Aysel Teyze’nin bıyıkları da var fakat bu konuya gerçekten girmek istemiyorum şu anda.

insanda “Madem bu koltuk takımını yeşil kadife kaplattın, o ikili koltuk için neden pembe-mor çiçekli bir kumaş seçtin?” diye bir soru sorma isteği, uyandıran diğer koltukta oturan annem Gönül ve anneannem Peyker kırmızı rujlu dudaklarını büzüştürerek bakışlarını bana sabitlemişler.

Hepsinin aklından aynı şey geçiyor: Bu kız evlenebilecek mi? Ne yapsam değiştiremiyorum gündemi. Hayır, evlenmek için yanıp tutuşan bir tip olsam neyse. Evliliğin yakınından bile geçmiyorum. Fakat serde Izmirlilik var ya, ille de bir gün aile kurmamız gerekiyor. Bir aile kurup her akşam ot yiyeceğiz, kahküle kırpma, çekirdeğe çiğdem, çamaşır suyuna klorak diyeceğiz. İdeal resim bu.

İzmir’de işler sarpa sardığı için yıllar önce İstanbul’a taşınmışız. Gelin görün ki evde hâlâ

İstanbul’un dünyanın en sevimsiz, İzmir’in de dünyanın en güzel şehri olduğu (çünkü dünyadaki bütün metropolleri ailecek gezdik gördük ya!), İstanbulluların kaypaklıkları, İzmirlilerin dost canlısı halleri konuşulur.

Türk kadınlarının doğdukları andan itibaren DNA’larına kodlanmış olan ‘evlenme saplantısı’ ne yazık ki bizde daha yoğun yaşanıyor. Millete ailesinden genetik miras olarak mavi göz kalır, bize de bu evlenme saplantısı kalmış. “Sinek kadar eri olanın dağ kadar feri olurmuş” atasözü, anneannem Peyker’in lafıdır, yani o sözü söyleyen ata, bizzat benim anneannem. Yani kocan varsa varsın, yoksa da geçmiş olsun. Kocan kadar konuş kızıaamü

Hele ki bir de 30’una gelip de bekar kaldıysan bu dünyada yatacak yerin yok.

Ben bekar halimden memnun olamaz mıyım? Belki gerçekten seviyorum yalnızlığı? Sadece iyi bir kısmet bulmak için mi yaşamam gerek?

Bu mudur yani ideal tablo: Eğitimim sırasında özellikle mühendislik bölümünde okuyan ve gelecek vaat eden burslulara konsantre oluyorum. Ne de olsa okulun en güzel kızı ve en yakışıklı erkeğinden ileride bir cacık olmayacak, burslular en üst kademelerde yöneticilik yapacaklar, değil mi? Okul bittikten sonra koca bulmak için işe giriyorum. Kazandığım tüm parayı kendime yatırım yapmak adı altında henüz hayatıma girmemiş kocam için harcıyorum. Koca bulabilmek için makyaj yapıyorum, saçıma her gün fön çektiriyorum, yemek kursuna gidiyorum, aman kocamın eli sıkı bir popoya değsin diye manyak gibi spor yapıyorum.

Haydi kocayı buldum diyelim, geçmişime beyaz bir perde gibi çekeceğim dapdaracık straplez gelinliğimin içinde nefes alamadığım, dünyalar prensesi bir geline dönüşüyorum. Düğünü takiben, yurt dışında egzotik bir adaya tatile gidiyoruz. Tatil esnasında Fa-cebook, Twitter ve Instagram’a yeterli sayıda egzotik ada, ananaslı kokteyl ve denizin önündeki şezlongda uzanırken sadece ayaklarımızın göründüğü fotoğrafları yüklüyorum. E tabii, maksat o fotoğrafları evlenen-evlenemeyen kız arkadaşlarımın, eski sevgililerimin, eski sevgililerimin sevgililerinin ve benim hoşlandığım ama bana yüz vermeyen TÜM adamların görmesi. Hem zaten kimsenin gözüne sokmayacaksam neden evlendim ki?

İlişkimizdeki heyecanı korumak adına işten gelen kocamı aydınlık bir gülümsemeyle bir gün hemşire, bir gün tavşan kız olarak kapıda karşılıyorum. Çok zengin bir koca bulduğum için sadece avokadoyla beslenerek, hamileliğim öncesinde, sırasında ve sonrasında kiloma ve bakımıma dikkat ediyorum.

Ay yeter, insaf!

Beyin bir hobi değil, bir organdır. Fırsatlarla, sürprizlerle ve heyecanlarla dolu şu koca dünyada isteyecek başka şeyim, kuracak hayalim yok mu benim? Bilmem fark ettiniz mi, bahsettiğim senaryoda evlendiğim adamla ortak olan tek özelliğimiz, aynı gün evlenmiş olmamız.

Peki bu evlilik saplantısının temel çalışmaları ne zaman atılıyor? Bu sorudan kastım, Türk kızının geçmişinin daha da derinlerine inmek gerektiğini düşünmemdendir.

Gerçek şu ki, Türk kızının altındaki bezi atıp, lazımlığa oturmaya başladığı an ile çevresindeki tüm kadın akrabaların onun adına iyi bir kısmet dilemeye başladığı an aynıdır. Türk kızının yaşı büyüyüp serpildikçe evlilik dilekleri de kendi içerisinde bir evrim geçirir. Mesela, tutuştururlar eline boya kalemlerini, “Kalp çiziyom, içini boyuyom” diye farkında olmadan ilk Hıdırellez’ini kutlar Türk kızı. Unutmayalım ki çok tekrarlanan olaylar, beraberinde gizli bir bağımlılık yaratır. Üzerinden yıllar geçer, kızımız bir de bakar ki her Mayıs başında kafasının içinde niye çaldığını anlamadığı bir alarm biplemeye başlamış. Hıdırellez alarmıdır bu. Bu sefer, kendini deli gibi dergilerden gelinle damat keserken bulur. O gelinle damadı denize atarken de bir damla yaş süzülür gözünden.

Evlenemediyse Telli Baba’ya, halâ evlenemediyse Aya Yorgi’ye, hiçbir umut yoksa Eyüp Sultan’a götürülür. Baktılar ki tık yok, bu demektir ki biri bu kıza büyü yapmıştır. Evlenene kadar kulağında nereden geldiğini bilmediği bir uğultu dolanır. Bu uğultuyu ilk başta orta kulak iltihabı sansa da uğultunun “İste kızım iste. Allah istedikçe verir” uğultusu olduğunun farkına geç varır.

E bunca yıl, bu gazla hayatının bir köşesine evlilik idealini yerleştirmeyip de ne yapacak bu Türk kızı?

Türk kızının en moderninin annesi bile gün gelir kızının mürüvvetini görmek ister. Şahsen ben, “Kızım evlenmesen de olur, çocuk istiyorsan ya evlatlık alırsın ya da sperm bankasına başvurursun” diyen bir Türk anne tanımadım. Bir de ismine anneanne ve babaanne dediğimiz, sizin evlendiğinizi görmeden ölmek istemediğini söyleyip, her ortamda ağlayabil-me yetisine sahip, Oscar’lık bir grup insan yaşar.

Zor dostum zor…

Sırf kocası çalışan kadın seviyor diye işe girip çalışmaya başlayan kız tanıyorum ben. Zift gibi esmerken adam istiyor diye sarışın olanlar, kocasının adını orasına burasına dövme yaptıranlar, biriyle çıkmaya başlayınca bir gün evleniriz umuduyla ileriye yatırım amaçlı olarak kendini dünyadan soyutlayıp eşini, dostunu bir kalemde silip atanlar…

Daha manyağı da var: kız kardeşim Tuğçe’nin bir arkadaşı zengin bir çocukla evlenecekti. Kız çok pahalı bir gelinlik beğenmiş. Çocuk demiş ki “Gelinlik köpeğin olsun aşkım, al hemen.” Nedense hep de o en pahalı gelinlik beğenilir tabii. Neyse… Düğün bitti, Tuğçe de bana fotoğrafları gösteriyor. Kızın gelinliğine bakıyorum, önü kısa arkası kabarık, abuk sabuk bir şey. Kız gelinliğin içinde dolmalık biber gibi duruyor. “Bu muymuş pahalı gelinlik?” diye sordum. “Yok, o ilk baktığını almadı, kendi mahallesindeki Zıttırık Butik’ten aldı gelinliğini” dedi Tuğçe. “Niye Zıttırık Butik?” diye sordum. Niyeymiş biliyor musunuz? Kız aynen şunu demiş: “Ben şimdiden çok harcayıp da onun gözünde müsrif bir kız imajı çizmek istemem. Benim karım en pahalısını alabilecekken azla yetinmeyi bilir demeli kocam. Sonra zaten çıkarırım acısını.”

Pes. Ruh ve sinir hastalıklarında gelinen son noktadır bu.

Neden 30 yaşma gelmiş, işi gücü yerinde, eli yüzü düzgün her Türk erkeği, kadınlar için potansiyel koca olduğunu düşünür? Adamların burnu niçin Kaf Dağı’nda? Neden seçip, karar verip, eyleme geçen biz olmuyoruz da kırık yumurtadan kafasını az önce çıkartmış civciv gibi, erkeklerin onlarla evlenmek isteyeceği anın gelmesini bekliyor Türk kızı? Çünkü kafa kodlanmış bir kere evliliğe. Kız konsantre olamıyor ki bu hayatta gerçekten ne istediğine! Bu Türk erkeklerinin kıçını bu kadar kaldıranlar yine Türk kadınlarıdır. Bir “höt” deyin arkadaşlar. Ağırlığınızla davranın. Adamların ağzının içine düşmeyin bu kadar. O kadar “meleklerle yaşama”, “evrene doğru mesaj verme” ve bilumum benzeri kurslara gidiyorsunuz, bunlarla ilgili kitaplar okuyorsunuz da siz gelişirken adamlar halen Neandertal evrede. Siz daha o çakraları açmaya çalışın.

Bizimkiler de evlilik konusunda beni zehirlemeye çalışıyor. Otuzuma girdiğimden beri ailede bir olağanüstü hal durumu hakim.

Ama yemezler.

Benim önceliğim, evlenme olayının ötesinde sağlıklı bir ilişki kurabilmek. Sağlıklı ilişki derken, beni evden ambulansla alsın, ayağımızda galoşlarla dolaşıp sabah akşam tentürdiyot içelim demiyorum. Bir erkeğin varlıklı, yakışıklı ve popüler olması değil, kafa yapısı önemlidir benim için. Kısacası yanında olduğum gibi davranabileceğim birini arıyorum. Çünkü bir ilişkideki en önemli şey şeffaflıktır.

Eğri oturup doğru konuşayım. Ben, nasıl desem, öyle “vay anasını” dedirten güzellikte bir kız değilim. Kız kardeşlerim Tuğçe ve Ceren maşallah birer sarışın bomba. Annem de çok güzel. Açık konuşayım, anneannemle yan yana sokakta yürüsek bana değil, ona kayar gözler. Bu kadınların hiçbiri manikürü, pedikürü, fönü es geçmezler. Bense ruj bile sürmem.

Kumral saçlarım ve 1.60’lık boyumla şansım onların yanında epey az. Kendi anneannem bile sevimsiz olduğumu söylüyor, daha ne diyeyim?

Ah az kalsın unutuyordum, ailemizin iki efsane üyesi daha var: anneannemin kardeşleri Üresin ve Türesin. Şaka yapmıyorum, bunlar gerçek isimleri. Çocuğunuza bu isimleri kat karşılığı mı koydunuz arkadaş? Yazık be… Her neyse, anneannemin annesi Nebahat, ikizlere talip olan hiçbir damat adayını yeterli kalifikasyonda bulmadığı için Üresinle Türesin evde kalmış. Şimdi ikisinde birden hafıza kaybı başladı. İsim ve adres kartları hazırlayıp, sutyenlerine diktik. El ele dolanıyorlar sokaklarda.

Bizimkiler bu kadar “iyi kısmet” delisi ama kendileri de süper evlilikler yapmışlar diyemem. Anneannem Peyker, sokaklarda beş parasız gezen Mücahit dedeme âşık olmuş. Dedemi geçtiğimiz yıl kaybettik. Annem de tren kazaları davalarına bakan babama vurulup evleneceğim diye tutturmuş. Annemler evlendikten 9 ay sonra da ben doğmuşum. Ne demişler? Aşk sözle başlar, dudak ile beslenir, dokuz ay sonra “baba” diye seslenir. Gerçekten de ağzımdan çıkan ilk kelime “baba” olmuş.

Teyzem Nur, aklından zoru olan bir ressamla evden kaçmış. Beş yıl evli kalmışlar. Bir gün teyzem, aldatıldığını öğrenmiş. Adamdan boşanana kadar canı çıktı. İki kızı var, kuzenlerim 21 yaşındaki Ala-ra ve 23 yaşındaki Merve. Merve 13 yaşına kadar altını ıslattı. Bu yüzden ona Sidikli deriz. Bebek gibi konuşur, tokası, kazağı, çorabı, ayakkabısı, çantası bir örnek gezer. 23 yaşına geldi, bir gram gelişme yok zekasında. Ama o bile benden önce evlenecek, demedi

demeyin. Evlilik müessesesine o kadar uzağım yani.

Hepimiz aynı apartmanda yaşıyoruz. Dördüncü katta biz, karşımızda Nur teyzemler, alt katımızda muhteşem ikizler Üresinle Türesin, giriş katta da anneannem. Karabasan Sokak, Fırtına Apartmanı, Numara 13. Adrese gel…

Bu arada “Yavrum senin baban nerede?” diye soranlara, “Şu anda annemler için mutfakta dizi çizelgesi hazırlıyor” desem erkek figürünün ailemiz içindeki önemini anlarsınız sanırım. Çifte kavrulmuş anaerkil bir aileyiz.

Çok konuşuyorum. Bunun tek sebebi çok okumam ve çok düşünmem. Bir insan şu hayatta kendine en uygun mesleği şıp diye bulabilir mi? Ne şanslıyım ki ben buldum. Kitap avcısıyım ben. Meslek olarak diyorum, kitap yaymcısıyım. Çok satacağını düşündüğüm kitapların kokusunu alıp, peşinden gidiyorum yayın haklarını alabilmek için, insanlarla uğraşacağıma kitaplarla uğraşırım daha iyi. Anneanneme sorsanız hostes olmalıydım çünkü erkekler hostesleri severmiş…

Başucu kitabım, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı. Bir kadınla bir adamın aşk hikâyesini anlatır Sabahattin Ali. Başrolde Raif Bey ve Maria Puder. Bu kitabın insanı çarpan yanı, aşkı en sade ve sakin haliyle tarif etmesi. Nasıl diyeyim, bu hikâye su gibi, kusursuz bir tablo gibi… Yapmacıksız, derinden, saf bir sevgiyle karşısındakini sevmeye özendiriyor insanı.

Kimilerinin dediğine göre Maria Puder, Sabahattin Ali’nin gerçek hayattaki aşkıymış. Bilemeyiz tabii ne kadar doğru. Her koşulda, Sabahattin Ali aşkı bu kadar derinden yaşayan biri olmasaydı, bu kitabı yazamazdı. Kendisi benim hem idolüm hem de hayali arkadaşım. Diyeceksiniz ki “Sen şizofren misin, ölmüş adamla arkadaşlık mı yapıyorsun?” Akli dengem yerinde şükürler olsun ama baktım ki kafama göre birini bulamıyorum ben de Sabahattin Ali’ye sığınmaya karar verdim, insanlar para ve statü uğruna bir başkasına hayatını adarken benim Sabahattin Ali’yle arkadaşlık etmem çok saçma bir şey olmasa gerek.

Gün içinde Sabahattin Ali’yle hayali olarak konuşsam da konuşmasam da bu kitabın diyalogları hep aklımda dolanır. Başıma gelen her olaya cuk oturan bir Kürk Mantolu Madonnasözü bulurum mutlaka. Bu kitap, bana gerçek aşkın bir gün yaşanabileceğiyle ilgili umut verir. Zaten iyi ki kitaplarda aşkın varlığını anlatıyorlar, yoksa gerçek hayatta kendisine ulaşmak bir hayli meşakkatli…

Size adımı söylemedim henüz.

Adımızı başka birileri koymuş olsa da, zaman içinde o adın anlamının karakterlerle bütünleştiğini düşünürüm hep. Adlarıyla barışık olmayanlarsa hayatla barışık değil gibi gelir. Adım, “büyü” anlamına geliyor. Sihir anlamında değil de büyümek anlamında yorumluyorum ismimi. Sanki biraz daha büyümeye ihtiyacım var.

Merhaba, ben Efsun…

Benzer İçerikler

Dostoyevski – Kumarbaz (Roman Özeti)

yakutlu

Dünyanın Bütün Fıstıkları | Başar Başarır

yakutlu

Yatakta Keramet Var – Güler Kazmacı – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy