Lusin, Marmara Denizi’nin derinliklerinde yatan Labirent’te bilinmez bir geleceğe ve yüzleşmek zorunda olduğu bir geçmişe doğru yol alırken, Ran, Rudabe ve Hakan, İstanbul’un farklı çağlarına yaptıkları yolculuklardan yepyeni cevaplarla dönüyor. Halkını kurtarmaya çalışan Arietis, beklenmedik bir sırrın bekçiliğini üstleniyor. Galata sokaklarında gerginlik artarken, Soy ve Konsey arasındaki savaş son dönemece giriyor. İpuçları bizi her şeyin başlangıcına, kökenlere götürdüğünde ise, sırlar bir olup aynı soruyu aydınlatıyor: Yoksa her şey bir Masal mı?Tarihi ve bugünü fantastik kurgularla buluşturan Delal Arya’nın gizemlerle örülü dizisi “Pera Günlükleri” beşinci kitapla sona eriyor. Okurlarda araştırma ve tarih merakını körükleyen dizinin son kitabı, insanın en çok zarar verdiği şeyin yine kendi öyküsü olduğunu hatırlatıyor.
İçindekiler
Karakterler …………………………………………………………………… 12
İpuçları………………………………………………………………………….14
Sorular ………………………………………………………………………….15
Prolog …………………………………………………………………………… 17
Konstantinopolis Prensesi……………………………………………..22
Labirent ………………………………………………………………………..35
Bizans’ta Yolculuk………………………………………………………… 49
Harem’de Bir Yıl…………………………………………………………….59
Yetimhanede Gece Yarısı ………………………………………………. 75
Baharı Getiren Çocuklar………………………………………………. 88
Yeraltındaki Saray………………………………………………………..102
Çöl Kütüphanesi……………………………………………………………116
Firavun’un Kızı Apamea……………………………………………….143
Galata’nın Sarmal Merdivenleri…………………………………… 152
Saraydan Ejderha Kaçırmak…………………………………………168
İstanbul’un Kütüphanesi …………………………………………….. 178
Kara Vapur …………………………………………………………………..185
Siyannas Parna…………………………………………………………… 202
Hayat Ağacı…………………………………………………………………. 218
Ve Çok Yakında Geri Gelecek Olan………………………………. 230
Epilog: İstanbul’a Masal Derler …………………………………….238
Pera Günlükleri Gizem Dosyası ……………………………………255
Teşekkür ……………………………………………………………………..267
Eflatunun Cahide ve Menekşe tonlarına…
“Tuti-i mu’cize-guyem ne desem laf değil
Çerh ile söyleşemem ayinesi saf değil.”
Nef ’i
(Ben mucizeler söyleyen bir
papağanım, ne desem laf değil,
Dünya ile söyleşemem, aynası saf değil.)
İpuçları
Marmara Denizi’nin altında bir labirent
Üstü serafimlerle süslü bir zırh eldiveni
Obsidyenden yapılma siyah yüzeyli bir ayna
Kara Vapur adında esrarengiz bir gemi
Sorular
Kaynak neydi? Masal’la ne alakası vardı?
İstanbul’un ilk kütüphanesi neredeydi?
Marmara Denizi’nde kimsenin bilmediği bir ada daha
var mıydı?
Çok yakında geri gelecek olan şey neydi?
Prolog
“Hayatta kalmanın sırrını biliyor musun?” diye sordu yaşlı Arap. Ardından, eksik dişlerini göstererek bir kahkaha patlattı. Hafız Bin-Halit yaşlı bir çöl göçebesiydi. Bu göçebeler kendilerine Bedevi derler ve Bin Bir Gece Masalları’nın halkı olduklarını söylerlerdi. Şimdiyse, bu eksik dişli, masalsı yaratık, şehrin daracık sokaklarından birindeki mağarayı andıran kahvehanede az sulu ve çok sert bir kahve içiyordu. Kapının olması gereken yerde dalgalanan resim dokumalı kumaşın altından ışık ve kum giriyordu içeri.
Yaşlı Bedevi, engerek yılanını andıran bakışlarını karşısındaki açık tenli adama dikti. “Hayatta kalmanın sırrı, bunu kimseye söylememektir,” diye cevap verdi adam, gözlerini önündeki su bardağından ayırmadan. Bedevinin karşısındaki adam onun tam tersiydi. Sarı saçları, ince ve uzun bir yüzü vardı. Karşısındakine genelde gözlerini kısarak bakardı. Yüzü asık ve kasvetli olmasına rağmen, dudaklarının ve gözlerinin etrafındaki kırışıklıkların nedeni çölde gezen Bedevilerinki gibi güneş ve kumlar değil, hayatını gülerek geçirmesi, karanlık kütüphanelerde derin düşüncelere dalması, sırlarla dolu gece yürüyüşlerine çıkmasıydı. Önündeki sürahinin üstündeki dantel örtüyü kaldırıp kendine bir bardak su doldurdu. Başını masaya doğru eğmiş, mütemadiyen terliyordu.
Bugün öğrendiği bir şey varsa, o da sırların onu bir çöl rüzgârı gibi bu kadim şehrin dar ve tozlu sokaklarına kadar getirip hapsettiğiydi. Yemen’in devasa San’a şehri karşısında, bildiği her şeyin ufalanmış kumlar misali ellerinden akıp gittiğini hissediyordu. Bu şehir onu canlı canlı kemiriyordu. Alnındaki terleri silip bakışlarını masadan kaldırdı. Yosunları andıran, yeşermiş su rengi gözleri çölde yakalandığı bir hastalık yüzünden odaklanmakta güçlük çekse de, karşısındaki göçebenin kum rengi bakışlarında duvarların ötesini, sokakların ve etrafı sisle kaplı kulelerin arkasında yatanları görebiliyordu. Hafız Bin-Halit, kollarını uzatmış bir ahtapot gibi tüm şehri hücrelerine vakumluyordu. Onun sesinde taşlar fısıldıyor, rüzgâr sokaklarda bir yılan gibi kıvrılıyor, ayaklarının altındaki zemin sanki canlı bir hayvanmışçasına titreşiyor ve şehrin her tarafından çölün kumları geliyordu. Hafız Bin-Halit uzun zamandır aradığı kişiydi.
Fakat ser verip sır vermiyordu. “Sana bildiğin bütün sırları unutturacak bir sır verebilirim,” dedi yaşlı Bedevi sırıtmaya devam ederek. Uzaktaki yağmurun kokusunu alan burun delikleri titreşti. Belki de karşısındaki, derisi kumlardan yanmış adamın hastalığının kokusunu almıştı. Sırlar hastalık yayıyordu. Ali Eltanin bunu anlamıştı. Sırlar bulaşıcıydı, zehirliydi ve panzehri yoktu. Üstelik konu bir Eltanin olduğunda, sırları unutmak kendini unutmak demekti. Yıllar boyunca bir hazine avcısı gibi toplayıp sakladığı tüm o kıymetli bilgiler, onu Ali Eltanin yapan yegâne şeydi. Fakat kurtarması gereken bir sır vardı. Bu sır karşılığında elindeki bütün sırları feda edebilirdi. “Bana sırlarımı neden unutturmak istiyorsun?” “Böylece hayat daha kolay olur,” diye cevap verdi Bedevi, ellerini iki yana açarak. “Amacın bu çölü geçmek değil mi? Yol almak istemiyor musun? Görüyorum ki sırlar seni bu çöle mıhlamış. Ağırlıklarını yere bırakmalısın artık.” “Bunun karşılığında ne istiyorsun?” “Onları bana vermeni. Bugüne kadar topladığın tüm sırları hem de. Çünkü bende de bir sır var, çölü geçmene yardım edecek bir sır. İçindeki çölü…” Yaşlı Bedevi işaret parmağını uzatıp Ali Eltanin’in kalbinin olduğu yere dokundu. “Öğrenmek ister misin?” “Evet,” diye cevap verdi Ali Eltanin heyecanlanarak. Sırların içindeki sır. Aradığı şey buydu. Bir çekirdek. “Çölün kraliçesinin sarayını göstereceğim sana sırlar yolcusu. Gelmiş geçmiş tüm bilgilerin kadınına götüreceğim seni. Ama onu sana gösteremem. Görmek için tüm sırlarından arınmalısın. Hepsini bana vermelisin.”
Konstantinopolis Prensesi
Ran Eltanin’in on iki yıllık hayatı boyunca kesinlikle emin olduğu bir şey varsa, o da bugün tamı tamına on üçüncü yaşına gireceğiydi. Fakat şaibeli bir durum söz konusuydu. Çünkü Ran zamanda yedi yüz yirmi beş yıl geriye gitmişti. O an biri çıkıp Ran’a sorsa, evinde doğum gününü kutlamak yerine burada, içerisi gece göğündeki yıldızları andıran mumlarla dolu kilisede olmayı bin kere tercih edeceğini söylerdi. Onun gözünde, dört melek tasviri üstünde yükselen uçsuz bucaksız kubbesiyle ortaçağ Aya Sofya’sı meyankökü, zencefil, yabanmersini ve tarçınlatatlandırılmış; lezzetine çölden gelen tütsülerin karıştığı, karanlık, buruk, esrarengiz, insanın başını döndüren tılsımlı bir pastaydı. Üstelik her şey bir zaman oyununun parçasıydı. Elini hafifçe yukarı kaldırıp parmağındaki yüzüğe baktı. Üstünde bir ahtapot arması olan yüzük Kehanet Tahtası adlı oyunun üç piyonundan biriydi. Kural basitti:
Oyuncular zar atıyor, sordukları soruların cevaplarının olduğu yere ve zamana gidebiliyorlardı. Ran zarları atarken Firavun’un yerini öğrenmek istemiş, böylece uzun bir zaman yolculuğuna çıkmıştı. Zamanda tam yedi yüz yirmi beş yıl geriye gitmesini sağlayan, parmağındaki bu piyondu işte. Biraz ötesinden geçen iki keşişin üstündeki kıyafetlerden ve eski Yunan dilinde konuşmalarından, on üçüncü yüzyılda olduğunu anlamıştı. Kafasında bir hesap yaptı: “Dünya üstünde eksi yedi yüz bilmem kaç yaşına basan tek insan benim herhalde.” Derken Ran bir ses duydu. Derin bir ilahi. Yeraltının bükülmüş sicimler gibi birbirine dolanmış koridorlarından çıkıp kilisenin merkezine doğru ellerinde mumlarla yürüyen din adamlarının gölgeleri, karanlık bir bahçeyi andıran kutsal yapının içini doldurdu. Bin senedir aynı noktada yükselen ve üç defa yanıp yeniden yapılan devasa Aya Sofya, gözlerinin önünde usul usul titreşiyordu. Yeraltı mazgallarının altındaki sarnıçların ışıkları aşağıdan yukarı doğru kutsal bir ışık yayıyordu. Ran kilisenin, çok uzun zaman önce yitirilmiş bir rüyanın hayali olduğunu düşündü. Çölde görülen bir serap gibi. Sonra, “Ne diyorum ben,” dedi kendi kendine. Venedik’teki Dandolo Koleji’nde Bizans İstanbul’u hakkında yüklü bir ders almıştı. ‘On üçüncü yüzyılda aşağıdan ve yukarıdan aydınlanan, bu yüzden de bir serabı andıran Aya Sofya aslında tüm dünyanın merkeziydi,’ diye düşündü.
Derken, ilahi söyleyerek gelip kilisenin ortasında duran gri pelerinli rahiplerin huşu içinde iç geçirdiklerini duydu. Kilisenin ana girişi olan İmparator Kapısı açılmıştı. İçeri dolan rüzgârla mumların alevleri kırpıştı. Ran güney galerideki sütunun arkasından başını uzatıp önünde uzanan kiliseye baktı. İçeri on kişilik bir askeri birlik girmişti. Her birinin üstünde vernikli deri şeritlerden zırhlar vardı. Kılıçları eğimli ve inceydi. Deri çizmeleri büyük mabedin mermer zemininde gacırdıyordu. Gözlerini önlerindeki bir noktadan ayırmadan adımlarını aynı düzende atmaya devam etseler de, girdikleri ortamın onlara sıkıntı verdiği anlaşılıyordu. ‘Bunlar savaşçı,’ diye düşündü Ran. Üstelik kimsenin bilmediği bir diyardan çıkıp gelmiş savaşçılardı. Ellerinde tuttukları meşaleler yüzlerini aydınlatıyor ve çıkık elmacık kemiklerinin üzerindeki çekik gözlerini ele veriyordu. Bizans askeri olmadıkları kuşku götürmez bir gerçekti.
Doğu’daki uzak topraklardan gelmiş olmalıydılar. Sivri şapkaları, kısa ama sağlam endamlarıyla, Aya Sofya’ya daha evvel adım atmamış bir ırktandılar. Birileri telaş içinde kapıya doğru koşup, içeri girenlerin önünde eğildi. İşte o zaman Ran sessiz kafilenin ortasındaki genç kızı fark etti. Kahverengi kapüşonlu bir harmani giymişti. Tedirgin olmalıydı, çünkü bu silahlı adamların arasında bir hükümlü gibi tek başına yürüyordu. Aynı zamanda kutsal bir görevi de olmalıydı. Kimse ona yaklaşamıyor, doğrudan bir şey söyleyemiyor, gözlerinin içine dahi bakamıyordu. Harmanisinin kapüşonunu indirdiğinde, Ran onun çok etkileyici bir kız olduğunu da gördü. Siyah saçları bir nehir gibi omuzlarına yayılıyordu. ‘Bir prenses,’ diye düşünmekten kendini alamadı Ran. Kilise görevlilerinin anlaşılmaz sözler fısıldayarak önünde eğildikleri kişi, egzotik kıyafetli askerler değil, bu genç kızdı. Kız harmanisinin üst kısmının ipini çözüp kafileden uzaklaştı ve kilisenin yarımay şeklindeki uç kısmına gidip İsa heykelinin önünde diz çöktü. Duası kısa ve sessizdi.
Tam bu sırada, “Çok güzel, öyle değil mi?” diye fısıldadı dağılan peksimeti andıran, kıtır kıtır bir ses. “Evet, hem de nasıl,” diye cevap verdi Ran, büyülenmişçesine. Bir an için sesin, kafasının içinden geldiğini zannetmişti. Fakat hemen ardından bu hışırtılı sesin hiç de iç sesine benzemediğini fark etti. İrkilerek arkasına dönüp sırtını sütuna dayadı. Karanlığın içinde ona bakan bir çift göz vardı. Kargalarınki kadar siyah ve deliciydi bakışları. “Sen de kimsin?” Gözlerin sahibi bir adım daha yaklaşıp zifiri karanlıktan çıktı. Ran’la aynı yaşlarda bir oğlandı. Geniş, kare bir yüzü ve alaycı bir gülümseyişi vardı. Elini sallaya sallaya konuştu: “Bana Marco derler. Asıl sen kimsin? Bu saatte Aya Sofya’nın içinde olduğuna göre bir keşiş olmalısın. Hımm, gene de kıyafetlerin…” oğlan baştan aşağı Ran’ı süzdü, “… daha çok kuzeyden gelen bir denizciyi andırıyor. Veyahut… Dur, sakın söyleme! Yoksa sen de Moğolları görmek için mi geldin?” “Moğollar mı?” Marco kilisenin ortasında durup genç kızın duasını bitirmesini bekleyen askerleri işaret etti. Sonra da heyecanlı heyecanlı anlatmaya başladı:
“Evet. Ay başından beri Konstantinopolis’teler. İmparator VIII. Mihail’in gayrimeşru kızı Prenses Maria Palaiologina’yı almaya geldiler. Prensesi büyük Moğol Hanı Hülagu’ya eş olarak götürecekler. Bu gece, sabaha karşı yola çıkacaklarını duydum. Maria son kez Aya Sofya’da dua etmek istediği için ona eşlik ediyorlar. Şimdi bütün şehir Hülagu’nun genç prensesi İran’da beklediğini konuşuyor.” “Cengiz Han’ın torunu olan Hülagu,” dedi Ran kendi kendine, babasının tarih kitaplarında Moğollarla ilgili okuduklarını hatırlamaya çalışarak. Dönüp yeniden kilisenin ortasındaki savaşçı birliğe ve prensese baktı. “Bağdat’ı kuşatan ve Şam’a giren Moğol Hanı. Bizans, Maria Palaiologina’yı Hülagu’yla evlendirerek Moğol imparatorluğuyla bir ittifak kuruyor.” Sonra bu ittifakın kime karşı kurulduğunu düşündü. “Türkler,” diye hatırladı sonunda. Okulda da her zaman tarihten tam not alırdı.
…