Kontrgerilla Öğretileri-Uğur Mumcu

Uğur Mumcu, ailesi Ankaralı olmasına karşın, 22 Ağustos I942’de, babasının görevi nedeniyle bulundukları Kırşehir’de doğdu. Babası Ankara’ya atanınca, Ulus’ta Devrim ilkokulunda başladığı ilköğrenimini Bahçelievler’deki Ulubatlı Hasan ilkokulunda tamamladı, Cumhuriyet Ortaokulu ve Deneme Lisesini bitirdikten sonra (1961), Ankara Hukuk Fakültesine girdi.
Uğur Mumcu, öğrencilik yıllarında “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamayacağı”nı kavramış, etkin, coşkulu, çok okuyan, araştıran ve sorgulayan bir gençti. Onun öncülüğünde yapılan toplantılara zamanın politikacıları, bilim ve sanat insanları çağrılıyor, “münaza-ra’lardaki başarılarıyla dikkati çekiyordu. Daha 20 yaşındayken “Türk Sosyalizmi” başlıklı yazısıyla Yunus Nadi Makale Yarışmasını kazandı. Hukuk Fakültesini bitirince (1965), bir süre avukatlık yaptı. Sonra dil öğrenmek için ingiltere’ye gitti, dönüşünde Hukuk Fakültesinin idare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta’nın asistanı oldu. 12 Martın aydınlara yönelik baskıcı tutumundan o da payına düşeni aldı; askerliğini yapmak için hazırlanırken tutuklandı, sonrasında “Sakıncalı Piyade” sayıldı. Askerlik dönüşü gazetecilikte karar kıldı, üniversiteden ayrıldı. Yön, Kim, Devrim, Türk Solu, Ortam, Akşam, Milliyet ve Yeni Ortam’dan sonra uzun süre Cumhuriyet’te yazdı. Ölümünden önce 25; ölümünden sonra yazılarının toplandığı 4O’ı aşkın kitabı yayımlandı.
Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi, demokrat bir Türkiye’nin yılmaz savunucusu; devrimci, hep emekten yana olan, hep araştıran ve sorgulayan gazeteci Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 günü otomobiline konan bir bomba ile inandığı değerler uğruna öldürüldü.
Eşi Güldal Mumcu, çocukları Özgür ile Özge; Uğur Mumcu’nun, ilkelerinden ödün vermeyen kişiliğini gelecek kuşaklara aktarmak; kütüphanesini, arşivini ve tüm yazılarını tarihsel sırasıyla, düzenli olarak araştırmacıların kullanımına sunmak, gazeteciliğe hevesli gençleri, araştırmacılık alışkanlığıyla mesleğe kazandırmaya çalışmak gibi amaçlarla, Ekim 1994’te Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vak-fi’nı kurdular. Vakıf, Aralık 1995’te amacı doğrultusunda etkinliklerini yaşama geçirmeye başladı. Şimdi genç gazetecileri araştırmacılığa yöneltmek, insanların düşündüklerini yazıya doğru aktarmalarını sağlamak için yazma seminerleri düzenliyor, başkentlileri sanatsal, bilimsel etkinliklerde buluşturan toplantıların yanı sıra kitaplar yayımlıyor.
Uğur Mumcu’nun gazete ve dergilerde beş bini aşkın köşe yazısıyla, dizi yazıları söyleşileri yayımlanmış, um:ag Yayın Bölümü bunların hepsini “Bütün Yapıtları” ve “Bütün Yazılan” dizilerinde kitaplaş-tırmıştır. Yapıtların yeni baskılarına, ilk baskılarda gözden kaçan yazılar da eklenerek, Mumcu’nun tek satırının eksik kalmamasına özen gösterilmiştir. Çünkü onun canına mal olan bir savaşımla yaptığı araştırmalar, yazdığı yazılar, geride bıraktığı en değerli kalıttır. Ölümünden bu yana geçen sürede bu yazıların hâlâ güncel olması ise, bu kalıtın önemini anlatmaktadır.
Bu görkemli dizinin oluşmasında büyük emeği geçen, ilk yayın yönetmenimiz Ali Tartanoğiu’na, TBMM Kütüphane Müdürü Ali Rıza Cihan, H.İlkay Balember ve çalışma arkadaşları ile Mesut Seven, Fatih Alpertan, Avni Kalkan, Bekir Tekkaya, Serkan Uzun, Şebnem Kocabıyık, Neş’e Tartanoğlu, Murat Kaya, Emrah Yücel, Gökhan Bozkurt, Hakan Yaman ve DUMAT Matbaası emekçilerine içtenlikle teşekkür ederiz. Sağ olsunlar…
Bilimin ve sanatın aydınlattığı bir dünyada, demokrasinin yaşama biçimi ve adaletin herkes için olması, bir kişinin bile hak ve özgürlüklerinden yoksun kalmaması için savaşım veren Uğur Mumcu gibi aydınlar, düşündükleri için öldürüldüler. Daha aydınlık bir dünyanın Mumcu gibi aydınların çoğalmasıyla kurulacağına inanıyor ve bu inancı aydınlanmacılarla paylaşmanın verdiği güçle Mumcu’nun düşüncelerinin gelecek kuşakları da aydınlatacağını biliyoruz.
Düşünenlerin öldürülmemesi, öldürülenlerin hiç unutulmaması dileğiyle…

İŞLER KIZIŞIYOR

Millet Meclisindeki Lockheed tartışmaları bir gerçeği gün ışığı gibi ortaya çıkarmıştır. Adalet Bakanı ismail Müftüoğlu, ABD ile imzalanan sözleşme gereğince, Lockheed’le ilgili belge ve bilgilerin ancak “adli mercilere” verilebileceğini, bu nedenle, önce, kamu kesimindeki alımları araştırmakla görevli komisyona bilgi ve belge vermediğini, fakat Başbakan Demirel’in ısrarı üzerine, komisyona bilgi ve belge vermek zorunda kaldığını açıklamıştır.
DP Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli, hafta başında düzenlediği basın toplantısında, Amerika ile imzalanan sözleşmenin, Lockheed konusunun Parlamentoda araştırılıp soruşturulmasını önlediğini, bu belge ve bilgilerin bu komisyona verilmesi halinde, ABD Adalet Bakanlığının, bu bilgi ve belgeleri Türkiye’ye yollamayacağını belirtmişti.
Adalet Bakanı Millet Meclisinde yaptığı konuşmada, Bozbeyli’nin bu gözlemini ve kuşkusunu doğrulamıştır. Müftüoğlu demek istiyor ki; “ABD ile imzaladığımız sözleşmeye göre, biz bu belgeleri ve bilgileri, ancak ‘adli makamlara’ verebiliriz. Eğer, biz bu gizliliğe uymazsak, ABD’nin bu bilgi ve belgeleri Türkiye’ye vermeme hakkı doğar.”
Adalet Bakanı bunları anlattıktan sonra bu belge ve bilgilerin gönderilmesinde “tıkanıklık” olduğunu açıklamaktadır. Yani ne olmuştur?
Olan açıkça şudur. Adalet Bakanı, Başbakan Demirel’in ısrarı üzerine Parlamentoda kurulan komisyona bilgi ve belge vermiştir. Savcılık ya da mahkeme dışında, herhangi bir resmi kuruluşa bilgi ve belge vermek sözleşmeye aykırıdır. Sözleşme hükümlerine göre, savcılık ve mahkeme dışındaki resmi kuru-
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
luşlara belge ve bilgi verildiği için, ABD Türkiye’ye Lockheed yolsuzluğu ile ilgili belge ve bilgi göndermekten vazgeçmiştir.
Buna Demirel yol açmıştır.
Bu bir sonuçtur. Bu sonucun bir tek nedeni vardır. O neden de, Demirel’in, Adalet Bakanını sözleşmeye aykırı olarak, komisyona bilgi ve belge vermeye zorlamasıdır.
Yani Demirel açıkça, Lockheed yolsuzluğu ile ilgili komisyona bilgi ve belge vermemiş olsa, konu sözleşme gereğince, sadece “adli merciler” içinde kalacak ve olay bu yolla sonuçlandırılmış olacaktı.
Sözleşme hiçbir yorum gerektirmeyecek kadar açıktır. Eğer Amerika’dan yollanan bu belge ve bilgiler, “adli merciler” dışındaki resmi yerlere bildirilirse, ABD, Lockheed yolsuzluğu konusundaki yardımını kesecektir. Buna rağmen Başbakan Demirel, Adalet Bakanı Müftüoğlu, sözleşmenin bu hükmünü çiğneyerek, belge ve bilgilerin gönderilmemesine yol açmışlardır.
Bu sonuç bilinerek mi yaratılmıştır yoksa, bazı rastlantıların sonucu mudur? Bunu bileme/iz. Şu anda bilebildiğimiz, ortaya böyle bir sonucun çıkmış olmasıdır. Bunun baş sorumlusu da Başbakandır.
Demirel, önceki gün AP Millet Meclisi grubunda yaptığı konuşmada, bu konuda şunları söylüyor:
– Amerika bu belgeleri, ancak gizliliğe riayet ve adli makamlar için dağıtma şartıyla vermiştir. “Aksi halde bu belgeleri vermem” diyor. Biz bu şartları kabul etmeyerek belgesiz kalmaya mecburduk. Bunun başka izahı yoktur.
Bunun başka “izahı” vardır. Antlaşmanın böyle olduğunu çok iyi bilen Demirel, Adalet Bakanı, sözleşmeye aykırı olarak Lockheed belgesini Meclisteki komisyona vermeye zorlamış ve böylece ABD’nin Lockheed şirketinden rüşvet alanların adlarını Türkiye’ye bildirilmesine engel olmuştur.
Bu “izaha” ne buyurulur?
(Cumhuriyet, I Ocak 1977)
12
LOCKHEED OLAYI SAPTIRILIYOR
Lockheed konusunda herkes birbirini suçlamaya başladı. Ortalık birden karıştı. AP milletvekilleri uçak alımının Ecevit’in Başbakanlığı dönemine rastladığını ileri sürerek, soruşturma açılmasını istiyorlar.
CHP milletvekilleri ise, ikinci parti uçak alımının Demirel’in Başbakanlığı döneminde yapıldığını belirterek, Demirel hakkında soruşturma açılması gerektiğini ileri sürüyorlar.
işte bu çatışma, işin özünü unutturmakta, sorunu gerçek yörüngesinden saptırmaktadır.
Orada, ABD ile imzaladığımız bir anlaşma vardır. Bu anlaşma uyarınca, Lockheed olayı ile ilgili belge ve bilgiler, ABD Adalet Bakanlığı’nca Türkiye’ye yollanacaktır. Eğer Türk hükümeti, bu belge ve bilgileri, mahkemeler dışında resmi mercilere verirse, Amerika bu bilgi ve belgeleri göndermeyecektir.
Kamu kesimindeki alımları incelemekle görevli Parlamento Komisyonu Lockheed olayına da elatmıştır. Anlaşmaya göre, bu komisyonun, Lockheed olayını incelemeye yetkisi yoktur. Demirel, ABD ile bir anlaşma imzalayarak, önce Lockheed konusunda yapılması gereken Parlamento denetimini ortadan kaldırmıştır. Demirel diyor ki:
– Ne yapalım, Amerika ancak bu koşulla belge yolluyordu, Bu nedenle anlaşmayı imzaladık.
Ama Demirel hükümetince ABD ile imzalanan sözleşme, yine Demirel’in emriyle bozulmuştur. Şöyle ki:
Komisyon, Adalet Bakanlığından Lockheed olayı ile ilgili belge ve bilgi istemiştir. Adalet Bakanı Müftüoğlu, ABD ile imzalanan anlaşma gereğince, bu belge ve bilgilerin ancak mahkemelere açıklanacağını belirterek, bilgi ve belge vermekten kaçınmıştır.
Başbakan Demirel, Adalet Bakanından, bu bilgi ve belgelerin komisyona verilmesini istemiştir. Adalet Bakanı Müftüoğlu, yine bilgi ve belgeleri vermek istememiştir. Demirel, ikinci kez Adalet Bakanlığına bir yazı yazarak, bu bilgi ve belgelerin komisyona verilmesinde diretmiştir. Müftüoğlu da bu emir üzerine, bilgi ve belgeleri Parlamento komisyonuna vermiştir.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
13
ABD Adalet Bakanlığı, sözleşme hükümlerini hatırlatarak, Türk hükümetinin sözleşmenin temel koşulu olan gizliliği bozduğunu, bu nedenle belge ve bilgi veremeyeceğini bildirmiştir.
Amerika ile bir sözleşme yaparak, Lockheed konusunda Parlamento denetimini ortadan kaldıran kim? Demirel. Sözleşmede, Lockheed ile ilgili belge ve bilgilerin ancak mahkemelere verileceğini kabul eden kim? Yine Demirel. Bu gizliliğe uyulmaması halinde, Amerikan Adalet Bakanlığının bilgi ve belge yollamayacağını öngören sözleşme maddesini imzalayan kim? Yine Demirel. Bu gizliliği bile bile, bilgi ve belgelerin Parlamento komisyonuna gönderilmesini isteyen kim? Evet, evet, yine Demirel.
Eğer Amerika Bileşik Devletleri Adalet Bakanlığı, Lockheed konusunda Türkiye’ye göndermek zorunda olduğu bilgi ve belgeleri göndermiyorsa, buna doğrudan doğruya Demirel’in tutumu yol açmıştır.
Lockheed belgelerinin Adalet Bakanlığına ulaşması konusu bir başka sorundur. Bu konuda,Dışişleri Bakanlığı ile Adalet Bakanının açıklamaları birbirini tutmamaktadır. Adalet Bakanının açıklamasından anlaşıldığına göre, Amerika’dan yollanan belge ve bilgilerin bazıları eksiktir. Neden, neden acaba?
Bu nasıl devlet yönetimidir ki, böyle bir konuda ABD ile Parlamentonun yetkilerini kısan anlaşmalar yapılır. Bu ne biçim yönetimdir ki, hükümetlerin imzaladığı sözleşmeler hükümet başkanlarının emriyle bozulur. Bu ne biçim yönetimdir ki, aynı konuda iki bakanın açıklamaları birbiriyle çelişir, hatta birbirini suçlar.
Lockheed dosyası şimdi Genelkurmay Savcısı Albay ilhan Şenel’in önündedir. Eğer Albay Şenel, elindeki belgelere göre, örneğin, belli kişiler hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verirse, eksik belgelere göre karar oluşturacak demektir.
Bu konuda Parlamento denetimini de, yargı denetimini de kısıtlayan Başbakan Demirel’in tutumudur. Önce bu konu açıklığa kavuşmalıdır.
(Cumhuriyet, 3 Ocak 1977)
TARİH KİTABI
Türkiye Cumhuriyeti ne zaman kurulmuş ve cumhuriyet dönemi ne zaman başlamıştır? Bu soruyu okuyunca şaşıracak, belki de kızacaksınız. Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923 tarihinde kurulmuştur ve cumhuriyet dönemi de bu tarihte başlamıştır. Bunun sorulmasına ne gerek vardır, diye düşüneceksiniz. Nedeni şu.
AP Konya eski milletvekili Yılmaz Öztuna lise son sınıflar için bir tarih kitabı yazmıştır. Bu kitap, Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulunca lise son sınıflarda tarih kitabı olarak okutulmaktadır. Kitabın 310. sayfasından şu satırlara göz atalım:
–  Saltanatın düşmesi ile Türkiye tarihinin ikinci devresi kapanır ve  içinde  bulunduğumuz  üçüncü   devre,   cumhuriyet devri başlar.
Yazar, aynı sayfanın bir başka satırında, “Bu arada 29 Ekim 1923’te, yeni rejime ad konularak cumhuriyet ilan edilmişti” diyor amma, cumhuriyetin kuruluşu ile halifeliğin kaldırılışı arasındaki dönemi “cumhuriyet” saymıyor.
Yazara göre, önemli olan “hilafef’tir. Aynı sayfada Osmanlı ve Selçuklu imparatorluklarının “büyük ve şerefli” bir tarih parçası yarattığı belirtiliyor, fakat cumhuriyet tarihimizin dünü ve bugünü hakkında tek kelime edilmiyor. Sadece Selçuklu ve Osmanlı tarihine bakıp cumhuriyet döneminin “istikbali hakkında çok iyimser düşünmek ümidinde olunduğu” anlatılıyor.
Kurtuluş Savaşımız sonunda kurulan cumhuriyetimizin “şerefli ve büyük” bir tarih parçası sayılıp sayılmayacağı konusunda tek satır yok. Bu AP eski milletvekili, cumhuriyetin geleceğinden ümitli olduğunu, lütfen, açıklıyor.
Yılmaz Öztuna’nın tarih kitabında, şu satırlar ders konusu olarak işlenmektedir:
–  Milletlerarası sol, bütün dünyada klasik değerlen düşürmek için büyük çaba harcamış, bu uğurda milyonlarca dolarlık dış yatırımlar yapmış, işine yarar her mihraka para dağıtmıştır. Klasik resim yerine dejenere resim, klasik müzik yerine dejenere musiki, klasik şiir yerine vezinsiz kafiyesiz laf yığınları ortaya çıkarmıştır.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
IS
Kan, şiddet ve şehvet edebiyatını işlemiş ve teşvik etmiştir. Dini ve ahlaki değerleri küçük düşürmeye çalışmıştır, Milli kahramanları aşağılamak, milli tarihi küçümsemek ve tahrif ederek yeni nesillere öğretmek için bütün kalemşorlarını seferber etmiştir.
Hasılı bundan böyle tarih kitaplarında klasik savaşlarda hangi tarafın hangi tarafı yendiği değil, kültür savaşında hangi tarafın galip ve mağlup olduğu anlatılacaktır desek, gerçeklere tercüman oluruz.
Bu satırlar, bu tür kitapların ne amaçla yayımlandığını da açıklamaktadır. Sol, klasik resim yerine “dejenere” resim, klasik müzik yerine “dejenere musiki” yaratıyormuş.
Adama, “Peki, nasıl” diye sormazlar mı? Şu “dejenere musiki” denilen müzik, acaba, alafranga “Beatles müziği” mi? Öyleyse bunlar, klasik müzik yerine, “dejenere musiki” yaptıkları için birer komünist mi sayılacaklardır? Ne yeri var, bu düşüncelerin tarih kitaplarında?
AP eski milletvekili Yılmaz Öztuna, milletlerarası solu, “milli kahramanları aşağılıyor” gerekçesiyle suçladıktan sonra, bakınız milli kahraman saydığı Abdülhamit’i nasıl övüyor?
– Politikada müstesna bir deha.
Abdülhamit’i kitabın 210. sayfasında şöyle tanımlıyor:
–  Abdülhamit’in cenaze töreni muhteşem oldu. Artık kendisini takdir etmeye ve anlamaya başlayan ittihatçı liderlerinin katıldığı gibi, halk, harbin en acı günlerinde, devrinde huzur, refah ve sulh içinde yaşadığı eski hükümdarlarının ardından samimi gözyaşları döktü. 10 yılda ortam bu derece değişmişti.
Bu bir gerici tarih anlayışıdır. Türkiye’de bu görüşlere inanan insanlar vardır. Fakat eğer, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet döneminde yaşıyorsak, bu satırların amacı bellidir: Gerici ve çağdışı bir kuşak yetiştirmek.
Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde, gericiliğe bugün olduğu gibi boyun eğmiş değildir.
(Cumhuriyet, 6 Ocak 1977)
TRT VE MSP
Şaban Karataş, en sonunda MSP’nin de sabrını taşırdı. TRT’den yakınanlar arasına, CHP ve DP’den sonra, MSP de katıldı. CHP ve DP muhalefet partileri, MSP ise, hükümet partilerinden biridir. Bu bakımdan MSP’nin tepkisi, CHP ve DP’nin gösterdiği tepkilerden başka türlü olmalıdır.
Öyle ama, bu tepki nasıl olmalıdır?
Erbakan, bütçenin hazırlandığı günlerde, Demirel’i iyice köşeye sıkıştırmış, Demirel’den ne isterse almış, Maliye Bakanlığının bir kısım yetkilerini MSP’Iİ Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına devretmişti. Demek ki, Erbakan’ın, gücü kuvveti yerinde, kopardığını alıyor. Demirel, Erbakan’dan korkuyor. Bu belli oluyor.
Fakat, Erbakan’ın bazı işlere gücü yetiyor, bazılarına da yetmiyor. Örneğin, koalisyon protokolünde yer almasına rağmen, Basın-Yayın Genel Müdürlüğü, bugüne kadar MSP’Iİ Devlet Bakanı Hasan Aksay’a bağlanmış değildir.
Neden?
Çünkü, hükümeti de aşan bazı güçler, Basın-Yayın Genel Müdürlüğünün AP’Iİ bakanlara bağlı olmasını istiyor.
Aksay da Erbakan da bu konuda çaresiz kalıyor. Böylece Basın-Yayın Genel Müdürlüğü, Demirel’in demeçlerini basan bir “teksir makinesi” gibi, AP güdümünde basın ve yayınını sürdürüyor.
Seçimler yakile Adalet Bakanının açıklamaları birbirini tutmamaktadır. Adalet Bakanının açıklamasından anlaşıldığına göre, Amerika’dan yollanan belge ve bilgilerin bazıları eksiktir. Neden, neden acaba?
Bu nasıl devlet yönetimidir ki, böyle bir konuda ABD ile Parlamentonun yetkilerini kısan anlaşmalar yapılır. Bu ne biçim yönetimdir ki, hükümetlerin imzaladığı sözleşmeler hükümet başkanlarının emriyle bozulur. Bu ne biçim yönetimdir ki, aynı konuda iki bakanın açıklamaları birbiriyle çelişir, hatta birbirini suçlar.
Lockheed dosyası şimdi Genelkurmay Savcısı Albay ilhan Şenel’in önündedir. Eğer Albay Şenel, elindeki belgelere göre, örneğin, belli kişiler hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verirse, eksik belgelere göre karar oluşturacak demektir.
Bu konuda Parlamento denetimini de, yargı denetimini de kısıtlayan Başbakan Demirel’in tutumudur. Önce bu konu açıklığa kavuşmalıdır.
(Cumhuriyet, 3 Ocak 1977)
TARİH KİTABI
Türkiye Cumhuriyeti ne zaman kurulmuş ve cumhuriyet dönemi ne zaman başlamıştır? Bu soruyu okuyunca şaşıracak, belki de kızacaksınız. Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923 tarihinde kurulmuştur ve cumhuriyet dönemi de bu tarihte başlamıştır. Bunun sorulmasına ne gerek vardır, diye düşüneceksiniz. Nedeni şu.
AP Konya eski milletvekili Yılmaz Öztuna lise son sınıflar için bir tarih kitabı yazmıştır. Bu kitap, Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulunca lise son sınıflarda tarih kitabı olarak okutulmaktadır. Kitabın 310. sayfasından şu satırlara göz atalım:
–  Saltanatın düşmesi ile Türkiye tarihinin ikinci devresi kapanır ve  içinde  bulunduğumuz  üçüncü   devre,   cumhuriyet devri başlar.
Yazar, aynı sayfanın bir başka satırında, “Bu arada 29 Ekim 1923’te, yeni rejime ad konularak cumhuriyet ilan edilmişti” diyor amma, cumhuriyetin kuruluşu ile halifeliğin kaldırılışı arasındaki dönemi “cumhuriyet” saymıyor.
Yazara göre, önemli olan “hilafef’tir. Aynı sayfada Osmanlı ve Selçuklu imparatorluklarının “büyük ve şerefli” bir tarih parçası yarattığı belirtiliyor, fakat cumhuriyet tarihimizin dünü ve bugünü hakkında tek kelime edilmiyor. Sadece Selçuklu ve Osmanlı tarihine bakıp cumhuriyet döneminin “istikbali hakkında çok iyimser düşünmek ümidinde olunduğu” anlatılıyor.
Kurtuluş Savaşımız sonunda kurulan cumhuriyetimizin “şerefli ve büyük” bir tarih parçası sayılıp sayılmayacağı konusunda tek satır yok. Bu AP eski milletvekili, cumhuriyetin geleceğinden ümitli olduğunu, lütfen, açıklıyor.
Yılmaz Öztuna’nın tarih kitabında, şu satırlar ders konusu olarak işlenmektedir:
–  Milletlerarası sol, bütün dünyada klasik değerlen düşürmek için büyük çaba harcamış, bu uğurda milyonlarca dolarlık dış yatırımlar yapmış, işine yarar her mihraka para dağıtmıştır. Klasik resim yerine dejenere resim, klasik müzik yerine dejenere musiki, klasik şiir yerine vezinsiz kafiyesiz laf yığınları ortaya çıkarmıştır.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
IS
Kan, şiddet ve şehvet edebiyatını işlemiş ve teşvik etmiştir. Dini ve ahlaki değerleri küçük düşürmeye çalışmıştır, Milli kahramanları aşağılamak, milli tarihi küçümsemek ve tahrif ederek yeni nesillere öğretmek için bütün kalemşorlarını seferber etmiştir.
Hasılı bundan böyle tarih kitaplarında klasik savaşlarda hangi tarafın hangi tarafı yendiği değil, kültür savaşında hangi tarafın galip ve mağlup olduğu anlatılacaktır desek, gerçeklere tercüman oluruz.
Bu satırlar, bu tür kitapların ne amaçla yayımlandığını da açıklamaktadır. Sol, klasik resim yerine “dejenere” resim, klasik müzik yerine “dejenere musiki” yaratıyormuş.
Adama, “Peki, nasıl” diye sormazlar mı? Şu “dejenere musiki” denilen müzik, acaba, alafranga “Beatles müziği” mi? Öyleyse bunlar, klasik müzik yerine, “dejenere musiki” yaptıkları için birer komünist mi sayılacaklardır? Ne yeri var, bu düşüncelerin tarih kitaplarında?
AP eski milletvekili Yılmaz Öztuna, milletlerarası solu, “milli kahramanları aşağılıyor” gerekçesiyle suçladıktan sonra, bakınız milli kahraman saydığı Abdülhamit’i nasıl övüyor?
– Politikada müstesna bir deha.
Abdülhamit’i kitabın 210. sayfasında şöyle tanımlıyor:
–  Abdülhamit’in cenaze töreni muhteşem oldu. Artık kendisini takdir etmeye ve anlamaya başlayan ittihatçı liderlerinin katıldığı gibi, halk, harbin en acı günlerinde, devrinde huzur, refah ve sulh içinde yaşadığı eski hükümdarlarının ardından samimi gözyaşları döktü. 10 yılda ortam bu derece değişmişti.
Bu bir gerici tarih anlayışıdır. Türkiye’de bu görüşlere inanan insanlar vardır. Fakat eğer, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet döneminde yaşıyorsak, bu satırların amacı bellidir: Gerici ve çağdışı bir kuşak yetiştirmek.
Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde, gericiliğe bugün olduğu gibi boyun eğmiş değildir.
(Cumhuriyet, 6 Ocak 1977)
TRT VE MSP
Şaban Karataş, en sonunda MSP’nin de sabrını taşırdı. TRT’den yakınanlar arasına, CHP ve DP’den sonra, MSP de katıldı. CHP ve DP muhalefet partileri, MSP ise, hükümet partilerinden biridir. Bu bakımdan MSP’nin tepkisi, CHP ve DP’nin gösterdiği tepkilerden başka türlü olmalıdır.
Öyle ama, bu tepki nasıl olmalıdır?
Erbakan, bütçenin hazırlandığı günlerde, Demirel’i iyice köşeye sıkıştırmış, Demirel’den ne isterse almış, Maliye Bakanlığının bir kısım yetkilerini MSP’Iİ Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına devretmişti. Demek ki, Erbakan’ın, gücü kuvveti yerinde, kopardığını alıyor. Demirel, Erbakan’dan korkuyor. Bu belli oluyor.
Fakat, Erbakan’ın bazı işlere gücü yetiyor, bazılarına da yetmiyor. Örneğin, koalisyon protokolünde yer almasına rağmen, Basın-Yayın Genel Müdürlüğü, bugüne kadar MSP’Iİ Devlet Bakanı Hasan Aksay’a bağlanmış değildir.
Neden?
Çünkü, hükümeti de aşan bazı güçler, Basın-Yayın Genel Müdürlüğünün AP’Iİ bakanlara bağlı olmasını istiyor.
Aksay da Erbakan da bu konuda çaresiz kalıyor. Böylece Basın-Yayın Genel Müdürlüğü, Demirel’in demeçlerini basan bir “teksir makinesi” gibi, AP güdümünde basın ve yayınını sürdürüyor.Seçimler yaklaştığı için TRT’nin önemi büsbütün artıyor. Artık iyice anlaşılmıştır ki, TRT, seçim döneminde, sadece Demirel ve Türkeş’in propaganda aracı olacaktır. Haberler, röportajlar, açıkoturumlar hep bu amaçla düzenlenecektir. Erbakan bu tehlikeyi anlamışa benzemektedir. Bu konuda, muhalefet partisi olmakla, hükümet partilerinden biri olmak arasında hiçbir fark yok mudur?
Maliye Bakanının yetkilerini bir çırpıda elinden alan Erbakan, Demirel’i sıkıştığı köşede tir tir titreten Erbakan, hükümet ortağı olarak, şu Karataş’ın hakkından gelemiyor mu?
Karataş’ı, zorla gelip bağdaş kurduğu koltuktan atmak çok güç olmasa gerek, çünkü, Danıştay, Karataş’ı TRT Genel Müdürlüğüne getiren kararnameyi iptal etmiştir. Hukuk açısından, Karataş’ın TRT ile ilgisi ancak bir televizyon izleyicisi kadardır. Eğer, bundan öteye bir ilgisi varsa, bu ilginin karşılığı-
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
17
nı, Ceza Yasası, ölçüp biçip yaptırıma bağlamıştır. Karataş’ın boynuna şimdiden, memuriyeti gasp suçundan Anayasayı ihlale kadar uzanan bir sürü suç asılıp durmuştur.
Bir hükümet değişikliğinde, Karataş’ın yolu, Erzurum Atatürk Üniversitesinden çok, Ağır Ceza Mahkemesi salonlarıdır. Kendisine yakışan sandalye de, TRT Genel Müdürlüğü odasında değil, Ağır Ceza Mahkemesi salonlarında bulunmaktadır.
Eğer Erbakan, gerçekten Karataş’ın genel müdürlüğünden yakınıyorsa, “işte Halep, işte arşın.”; bir emirle koltuğundan söküp alınır. Sorun, bu buyruğu verebilmekte, iş, Demirel’i bu konuda da yenmekte, Yoksa, muhalefet partileri gibi yakınıp dövünmekle, Karataş yerinden alınmaz.
Cumalıoğlu bas bas bağırıyor:
– TRT, AP Genel Merkezinden yönetiliyor.
Evet öyledir; öyledir ama, Karataş’ı o koltuğa ne Ecevit o-turttu, ne de Bozbeyli. Karataş, TRT Genel Müdürlüğüne hükümet kararnamesiyle oturtuldu. Karataş’ı, TRT Genel Müdürlüğüne getiren güç, eğer istenirse, aynı Karataş’ı o koltuktan kaldırabilir.
MSP’liler. Buyurun, alın Karataş’ı görevden. Güç sorunu derseniz, o güç var. Baksanıza, bütçede her istenen alındı. Gerekçe mi diyorsunuz, alın Danıştay kararını, hepsi orada yazıyor.
Bunları yapmıyorsanız, kamuoyuna yakınmanın anlamı ne?
(Cumhuriyet, 7 Ocak 1977)
KİMİN ARKADAŞI?
Bilmem dikkat ediyor musunuz? Şu Lockheed olayı, zaman zaman alevleniyor, sonra da, herkes bu konuyu unutuveriyor. Arkasından da gelsin dedikodu, anlamlı anlamsız yorumlar, Bu iş nedir, ne değildir, bugüne kadar, sağlam kanıtlarla ortaya çıkarılmıyor bir türlü. Üstelik birçok kimse, bilerek ya da bilmeyerek, Lockheed olayının saptırılması için çalışıyor.
Lockheed sorununu en açık seçik ortaya koyan, Demokratik Parti Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli’dir. Eğri oturup doğru konuşalım.
iş oldukça basit aslını sorarsanız. Hükümet ABD ile bir sözleşme imzalamıştır. Bu sözleşmeye göre, belgeler Türkiye’ye, gizliliğe uyulması koşuluyla verilmektedir. Bu belgeler, “adli merciler” dışındaki resmi makamlara verilirse, ABD belgeleri göndermeyecektir.
Demirel, böyle bir anlaşma imzalayarak, önce konunun, parlamentoda araştırılmasını önlemiştir. Bunu bilerek mi yapmıştır, bilmeyerek mi, bunu kestirmek güçtür. Fakat sonuç ortadadır Bu sözleşme, Lockheed konusunun Parlamentoda konuşulmasını önlemektedir.
Sonra ne olmuştur? Sonra, Demirel, kamu kesimindeki alımlarla ilgili araştırma yapan Parlamento komisyonuna belge yollayarak, sözleşme hükümlerini çiğnemiştir. ABD, sözleşmede yazıldığı gibi, gizlilik koşuluna uyulmadığı için belge göndermeyi durdurmuştur.
Bu da, Demirel’in yarattığı bir başka sonuçtur. Bu sonuca göre Demirel, Lockheed yolsuzluğuna karışanlarla ilgili belge ve bilgilerin Türkiye’ye verilmesine engel olmuştur. Bunu bilerek mi yapmıştır, bilmeyerek mi? Bunu bir çırpıda kestirmek olanaksızdır. Ama sonuç budur. ABD belge vermeyi durdurmuştur. Demirel nedense bu konuya hiç değinmemiş-tir. Bu nokta karanlıktadır.
işte tam bu noktada, CHP ile AP arasında kişisel bir çatışma başlatıldı:
– Uçak sizin zamanınızda alındı. Sizin zamanınızda da yüksek komisyon ödendi.
Bunlar, Lockheed olayını gizleyen kısır çatışmalardır.
Bir savaş olasılığında, bu tür uçakların alımına, Genelkurmay Başkanlığı gerekçe gösterir. O koşullarda “uçak alınmasın” demek olanaksızdır. Bunu hiçbir başbakan göze alamaz. Ne Ecevit, ne Demirel, ne de bir başkası. Sorun bu değil ki.
Sorun uçak alınması değil, bu uçak alımında rüşvet alınıp alınmamasıdır. Lockheed, Türkiye’de rüşvet dağıtmış mıdır, dağıtmamış mıdır? Rüşvet dağıttıysa, bu rüşveti kimler almıştır? işte Demirel’in tutumunun yol açtığı sonuç, bu soruları karanlıklara sürüklemektedir.
Sorunu saptıran bir başka girişim de, AP Sivas Milletvekili Vahit Bozatlı’dan gelmiştir. Bozatlı, Millet Meclisi Başkanlığına verdiği bir önergede,  Ecevit ile Altay Şirketi  sahibi  Nezih
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
19
I
Dural arasında bir arkadaşlık olduğu sanısını yaratacak ifadeler kullanmaktadır. Ecevit’in, Nezih Dural ile hiçbir arkadaşlığı, hiçbir dostluğu ve yakınlığı yoktur. Şimdiye kadar yüz yüze de gelmiş değillerdir,
Nezih Dural ile Süleyman Demirel ve Hacı Ali Demirel’in arkadaşlıkları vardır. Bundan ne çıkar? Nezih Dural’a her selam veren, Lockheed şirketinden rüşvet mi almış sayılır? Üstelik, bugüne kadar yalanlanmayan yayınlara göre, Demirel bir zamanlar Altay Şirketi adına iş de yapmıştır. Ne çıkar bundan?
Vahit Bozatlı, CHP’den istifa edip AP’ye kapağı atan “kıratlı” politika demirbaşlarından biridir. Bozatlı, CHP milletvekiliyken, Demirel’in kardeşlerinin yolsuzluk yaptığını Parlamento kürsülerinden söylemiş ve Süleyman Demirel’i “şaibeli”, yani lekeli Başbakan olmakla suçlamıştı. Şimdi ise, nereden nereye?
Lockheed konusunda herkes ne yaptığını iyi bilmelidir. Bu konu açıklığa kavuşunca, geriye dönüp kimin ne söylediği bir bir saptanıp açıklanacaktır. Bu işi, kim saptırıyor, kim örtbas ediyor, o zaman, çok daha iyi anlaşılacak.
(Cumhuriyet, 8 Ocak 1977)
ANAYASAYA AYKIRIDIR
Milletvekili ve senatörlerin ödenek ve yolluklarında yapılan artış tepkiyle karşılandı. Bu konuda tepkiler oluşup, yorumlar yapılırken, bir önemli nokta gözden kaçmaktadır.

Benzer İçerikler

Kaos’un Kutsal Kitabı -Albert Caraco

gul

Veba-Albert Camus

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy