“Öldürdüğüm insanlarla iyi arkadaş
olacağımızı düşünmüşümdür hep.”
Dublörün Dilemması’nın yazarından komik, hızlı, şoke edici bir roman daha.
Gönül İşleri Bakanlığı’nda basın müşaviri dövüş ustası Fu.
Başkalarının intikamını alarak hayatını kazanan Gıcırbey.
Tarih öğretmeni dilber Şebnem Şibumi.
Padişah yorganları satıcısı Enver Paşa.
Dul gangster Hayati Tehlike.
Mr. Spock, Abdülcabbar, Ruhiye Hanım, papağan Huduni, cin Jajha, Atom Bombacıyan, Uçan Kız, Abidin Dandini, Leyla Kalahari ve diğerleri…
Korkma Ben Varım’ın her sayfası sürprizlerle dolu.
Aşk, dostluk, intikam, yalnızlık ve şiddetin ustaca harmanlandığı roman, olağanüstü bir enerji saçıyor.
“Bu kitap karnaval sırasında başgösteren bir bombardımana benziyor.”
MURAT UYURKULAK
______
İÇİNDEKİLER
İki yarayı birleştiren yara
FU
Tabut filosu
Telefonda nakavt
Ejderi boyamak
Yirmi yıl sonra doğan İkiz Kardeş
Kayboluş seferi (Lalita Lal)
Adamın kıtına zarar vermeden kellesini uçurmak
Kudurmuş yamyamların çiğ köfte partisi
Ankara’yı yüzerek geçmek
Aptallar dalma ömrünün baharındadır (Ezel Zelzele)
Kılıcını baston olarak kullanan Samura?
Senin emsallerin cennette gezer
Nafile filinta
Kortuna ben varım
Kendini benim yerime kucakla
Ceninin uçan tekmeleri (Reyhan Horanta)
İçimdeki hayvan, İçimdeki çocuğu yiyor
Canavar sakızı ağzımda
Çiy tanesine çakılan Jet uçağı (Turgut Rulet)
Katiller cinayetten sonra derin bir uyku çeker
İnançlarım gereği, bazı şeyleri tadında bırakıyorum
Tam anlamıyla eh [Mr. Spock / Korkut Ünel)
1970lerde Allah bizimleydi (Mr. Spock / Korkut Ünell)
Korkut’un Mübeccel’e faydası yok
(Mr. Spock / Korkut Ünell]
Sana dün Kocatepe’den bir baktım Aziz İstanbul
Mortoları en İyi moruklar anlar
“Sensiz gecelerde hep tabancayla uyurum”
GICIRBEY
Siperdeki zürafa
II. Abdülhamid. Sherlock Holmes vartasını nasıl atlattı?
(Hudun) Sahibin) omzuna konduran kuş (Hudun)
Erkeğin kalbine giden yola mayın döşemek (Kevser) …..
Ecelin paratoneriyle toprağa İletilen yılanım askı (Hudun)
Onun etlerini kanına doğrayacağım
Gökyüzündeki bir kuşu köşeye kıstıramazsın Mezardan şartlı tahliye Zorla denize sürüklenen kara kaplumbağası
Ben, Mehmet Ağa’yı sarı çizmesinden tanının
(Recai Gıcırbey)
intikam İttifakı
Güzel kokmak sevaptır
Bütün bitkiler şifalıdır (Ruhiye Ruhan)
Arşiet Kanunu’nu yazsam yeniden
Dünya benden saklanabileceğin kadar büyük değil herkes hak ettiği cezayı bulsa dünya altüst olur
Gözyaşı tabancası.
Resmî romantizm.
Zamanda yolculuğa ömür yetmez
Sevgilisini düşmanlarının arasından seçmek (balkan Balkır)
….
Katmerli zakkumların üzerine tükürdükten sonra… (Eduardo Mendoza]
… katillere özgü kendini beğenmişlikle çekti silahını (Daniel Pennac)
ve şarjörü boşaltıncaya kadar ateş etti. (Amslie Nolhomb)
İki yarayı birleştiren yara
Ölümden korkuyorduk, çünkü İnsandık (JERZIKOSINSKI, 1933 1991) Bengal kaplanı, sevgilime yiyecekmiş gibi bakıyordu.
Esneyen kaplana dublaj yapıyorum: “Voarg, güzelliğiniz dişlerimi kamaştırıyor küçük hanım.”
Şebnem’in, gülümsediğinde ‘U’ harfine benzeyen ağzı, yanaklarında beliren parantezlerin içinde kalıyor.
Gökyüzünde dolunayı andıran, pudralı bir kış güneşi.
İki cihan aşkım Şebnem’in jelibon dudaklarının arasından çıkan buhar, bana hayatın özü, özeti gibi görünüyor. Nefesi, ancak rüyalarda işitilebilecek türde bir ninni. Parmaklarının muzlu gofret zarafeti beni mayıştırıyor. Gri, yeşil ve mavi karışımı, kestane irisi gözlerinde ‘patlayan şeker’ kıvılcımları. Soyulmuş elmadan yontulmuş bir yüz. Burnunun üstünden geçerek yanaklarını birleştiren çiçek tozu çiller, kanat’ ları açık bir kelebek etkisi uyandırıyor. Saçları, gül serboya ile boyanmış kızıl ipek.
Aşk insanın sadece psikolojisini ve kimyasını değil; tarihini, müziğini, coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini, beslenme çantasının içindekileri, hayat bilgisini de değiştiriyor.
Büyük dedem, zamanında, bir dilberin aşkından aklını kaçırmış, sonra da İstiklal Harbi’ne katılıp şehit olmuş. Şebnem’e bakınca, damarlarımdan bir çılgınlık akımının geçtiğini hissediyorum.
Kaplan departmanından akbaba kafeslerine yöneliyoruz.
Burası, şehir merkezinin uzağında, kocaman bir hayvanat bahçesi. Teleferikle tepeye çıkıyor, sonra aşağı doğru geze toza iniyorsunuz.
Ağaçlara yerleştirilmiş hoparlörlerden Loituma’nın levan Polkka şarkısı yayılıyor.
Kabanımın cebindeki mücevher kutucuğunu yokluyorum. Evlenme teklif etmek amma zor iş. Teleferikte baş başayken, içimden binlerce kez “Evlen benimle Şebnem” deyip cebimdeki kutuyla oynadım. Boşuna Kaplanın huzurunda da yeterince konsantre olamadım. Akbaba kafesinin önü, hayırlı bir iş teklifi için pek ideal bir yet sayılmaz, haksız mıyım? Rakunlar, develer, tavuslar, yaban domuzları, ayılar, goriller, tavşanlar, foklar, aslanlar, midilliler, tilkiler, flamingolar, gergedanlar, lamalar, zebralar, kurtlar, papağanlar, kangurular… Hiçbiri, tarihî bir an’a tanıklık etmeye hazır görünmüyordu. Hayvancağızlar zaten mahpusluktan akıllarım oynatmışlar, bana tezahürat yapacak mecalleri yok.
Yağmurun baskınına uğradık. Gürül gürül yağıyor. “Hemen bir gemi bulup hayvanları toplasam iyi olacak” diyorum.
Şebnem şakır şakır gülüyor. Bir sarayın tavanından sarkan ve pervane gibi fini fırıl dönen kristal avizeler düşünün.
Yağmur, etraftaki tek tük ziyaretçileri adeta siliyor; görevliler de dahil herkes kantine doğru koşarak kayboluyor. Hayvancıklar da kuytulara, köşelere sığmıyorlar.
Biz, alçacık bir duvardan dışarı sarkan salkımsögüde yanaşıyoruz.
Duvarın Öbür tarafında bir grup penguen, yarışma jürisi gibi toplanmış bize bakıyorlar.
Yolun üzerinden renkli bir yağ akıyor.
Hayal ile rüya arasındaki mahmur boşluktayız.
Hızlanan yağmurun şakırtısından güçlükle duyulan şarkı, kulağımdan içeri neşe sızdırıyor.
Cebimdeki kutudan yüzüğü alıp avucumda saklarken “Mikail, göğün soğuk su musluğunu gene sonuna kadar açtı” diye söyleniyorum. Şebnem’den şimşek güzelliğinde bir kahkaha.
Terk edilmiş bir okyanusta baş başa kalmış iki balık gibi sarhoşuz.
Tek taşlı pırlanta yüzüğü, özenle tutarak Şebnem’e uzatıyorum: “Sana sırılsıklam âşığım Şebnem, benimle evlenir
Müstakbel gelinimin yüzünde göz kamaştırıcı bir gülücük beliriyor. Şeffaf elini yavaşça kaldırıyor. Tam o anda, başparmağımla işaret parmağım arasındaki yüzüğün içinden bir mermi geçiyor! Vınnn!
Sırtından vurulan bir penguen, nar taneleri saçarak infilak ediyor! Bum!
Silahlı iki adam, yokuşun başından bize doğru koşuyor! Niyetleri ciddi, her hallerinden belli. Derhal, Şebnemin bileğini kavrıyorum, var gücümüzle kaçıyoruz. Duvarın bitiminden sola dönüyoruz.
insan ile tabiat, gene ayrı dillerden konuşuyorlar: Mermiler, yağmurun içinde metalik ve yatay bir başka yağmur olup yağıyor. Tam anlamıyla nefes kesici…
Titreyen bir göledin kıyısında kıpırdamadan poz veren, gözü yaşlı Nil timsahının kuyruğundan bir kurşun sekiyor. Başını paçavra bulutlara gömmüş zürafa boynundan, yüksek kalesindeki tünekte pusmuş olan kaya kartalı göğsünden vuruluyor! Güzelim postunda siyah bir delik açılan Iran kopan yana devriliyor!
Dünyanın dört bir yanından getirilerek burada hapsedilmiş tüm hayvanlar feryat figan ediyor.
Havuzun üzerindeki ahşap köprüden geçerken, kırmızı gagalı siyah kuğular bize acıyarak bakıyorlar “Burada kurda kuşa yem olacağız” diye düşünüyorum.
Sürüngen akvaryumlarının sağlı sollu sıralandığı ışıklı, sıcak bir tünelden geçiyoruz. Ardımudaki maratoncu katiller, akvaryumlara kurşun delikleri açarak koşturuyorlar. İguanalar, bukalemunlar, çıngıraklı yılanlar… hiç istiflerini bozmuyorlar. Galiba hepsi sağır.
Tünelden fırlayıp yağmura daldığımız anda sağ omzumu sıyırıyor bir mermi ve gök gürlüyor.
Gövdeleri, yağmuru sünger gibi emen devekuşlarının saçaklı kirpikleriyle gıdıklanarak, kafesle duvar arasındaki daracık boşluğu aşıyoruz. Üstünde ‘LÜTFEN SESSİZ OLUNUZ’ yazılı bir tabela bulunan ahşap kapıdan içeri giriyoruz. Kare bir holde buluyoruz kendimizi. Şebnem de ben de soluk soluğayız. Karşımızda bir kapı daha. Açıyorum, bir Afrika belgeselinin ortasındayız. Önümüzdeki dikdörtgen levhaya takılıyor gözüm: ‘CÜCE MAYMUNLAR GALERİSİ’. Müstakil tel kafesler, yüksek mı yüksek tavandaki koridorlarla birbirine bağlanıyor. Daha önce görmediğim türden, bildiğimiz ağaçlara hiç benzemeyen, kocaman bitkilerin kollarına atılıyoruz. Şemsiye büyüklüğündeki yaprakların arkasına saklanıyoruz. Maymunlar gözlerini bize dikiyorlar. Bazıları, tepedeki kanallardan geçerek, arkadaşlarını çağırıyorlar…
Berbat haldeydik. Hayvanat bahçesinde, ormandaki hiyerarşi de, sirkteki disiplin de yoktu. Cüce maymunların ocağına düşmüştük.
Şebnem, omzumdan akan kana parmak uçlarıyla hafifçe dokunuyor. Gözlerinden naylon ip gibi yaşlar iniyor. “Ben iyiyim, sadece sıyrık” deyip gülümsüyorum.
…