Giriş
BÜYÜK MERKEZ İSTASYONA rehber köpeğim sarı labra-dor Corky ile girdim. Köpek ve adam, ikimiz; saat beşte işten eve dönen binlerce yolcunun itip kakması arasında kararsız duruyoruz. Onların yanında Corky ve ben iki denizaslanı gibi sanki yavaş çekimdeyiz. Kendimizi aniden okyanusta bulmuşuz ve burada, yankesicilerin ve belalıların cirit attığı bu demiryolu terminalinde, farklı bir tempoda hareket ediyoruz. Garip bir şeyler var bizde; köpeğin mükemmel dengesi, adamın dik duruşu, kim bilir, yay çizmiş ay kadar taze bir ruh belki, beklemekte olduğumuz o ay, yeni bir ışık getiren.
İşte bu bizim tren istasyonumuz, Hermes için bir tapınak. Devasa kemer içinden akıp gidiyoruz; trenimizi veya danışma kulübesini nasıl bulacağımız hakkında hiçbir fikrimiz olmadan. Ve şu anda önemli değil. Kaybolmanın hiçbir kargaşası veya endişesi bize ulaşamaz; çünkü hareket etmek kutsaldır, hareketin kendisi Kudüs’ten bir esintidir.
Şu benim körlüğüm, hâlâ esintiye kapılmış gibi görünen renkler ve şekiller görmeme izin veriyor; büyük terminal, dalgalanan katran karanlıkları ve gül kırmızısı elektrik ışıkları içinde muhteşem bir güzellikte. Nerede olduğumuzu bilmiyoruz ve dünya tehlikeli de olsa, güzelliği ile büyüleyici. Leke gibi bir görüşü olan ve kaybolmuş bir adam için bile, burada şu an, sadece ayakta durmak ve yaşayan bir sirk gibi havayı içine çekmek; mutluluk gözyaşları bunlar için.
Bir istasyon görevlisi beni trenime götürmeyi öneriyor. Onun dirseğini hafifçe tutuyorum, Corky yanımızda bizi izliyor ve binanın altındaki tünellere iniyoruz. Bir yabancıya güvenmeye karar verdim.
Körler gezegenine hoş geldiniz.
St. Ovide Kenti
“Çünkü güneş ve ay istenen biçime giren maskelerini sunar; fakat bu uygar alaca karanlıkta herkes kendi yüzünü
takmak zorundadır.”W. H. Auden, “Horae Canonicae”
KÖRLÜK, GÖRENLER tarafından genellikle ya hep ya da hiç bir durum olarak algılanır: İnsan ya görür ya da görmez. Ama çoğu zaman kör bir insan, bir dizi perde deneyimi yaşar: Dünyaya, kire bulanmış ve kırılmış pencere camlarından bakarım. İlerideki şekiller ve renkler Tristan’ın gemisinin yelkenlerini veya havada yüzen bir fil kulağını akla getirir; oysa gerçekte bu, Nisan rüzgârının şişirdiği London Fog yağmurluğu içindeki orta yaşlı bir adamdır. O Homeros’un yer altı dünyasında betimlediği ölü Yunan büyükleri gibidir. Gün ışığı ya da alaca karanlığın helyog-rafik1 bükülmelerinde, karşılaştığım herkes Kharon’un2 nehrini geçmekte. İnsanlar arı kovanları gibi parıldıyor.
1955 yılının mart ayında New Hampshire-Exeter hastanesinde üç ay erken doğdum. Tek yumurta ikiz kardeşim tam olarak bir gün yaşadı. Birlikte 2-3 kilo geliyorduk ve ikizimin ölümü sonrasında ben daha da zayıfladım. Yaşama şansımın çok düşük olduğu düşünülüyordu; kuvöze alındım ve bana oksijen verdiler. Bir hafta içinde ağırlığım dengelendi ve sonra büyümeye başladım.
Ellili ve altmışlı yıllarda erken doğan birçok çocuk görme engelli olmuştur. Bu olgu “erken doğumdan kaynaklanan retinopati (EDR)” olarak bilinir (Hâlâ bulunmakla birlikte artık az görülmektedir.). Retinaların incecik kan damarları hamileliğin son üç ayında oluşur, bu yüzden eğer çocuk erken doğmuşsa, retinalar çoğu zaman gelişimini tamamlayamaz. Ellili yıllarda kuvözlere aşırı oksijen verilirdi ve bu da retinopatiyi daha da kötüleştirir-di; aşırı oksijenli kuvözlerdeki bebekler çoğu zaman kör olurdu. Bana gelince, benim retinalarım yara almıştı.
Helyograf: Astrolojide güneşin fotoğrafını çekmeye yarayan gereç. (Ç.N.)
Kharon: Yunan mitolojisinde ölülerin ruhlarını Styks ırmağından geçirip, yeraltı ülkesine götüren kayıkçı. (Ç.N.)
Nistagmus, EDR’nin bir başka yan etkisidir. Gözlerim denetimsiz biçimde aniden hareket eder ve çoğunlukla kafamın
içinde zıplarmış gibi olur. Bu tür “sıçrayan gözler” odaklanmayı neredeyse olanaksız kılar. Aynı zamanda strabizm ya da şaşılıkla doğmuştum ve daha sonraki bir ameliyatla bunu düzeltmeye çalıştılarsa da operasyon sadece estetik bir girişimdi; gözlerimin üzerinde hiçbir zaman kas denetimi kazanamadım.
Yasal körlüğün tanımı 20/200’dür. Normal bir insanın 60 metrelik bir uzaklıktan gördüğünü, kör insan ancak 6 metreden görebilir. Çocukluğumdaki en iyi görme yeteneğim sol gözümde 20/200’dü. Eğer baskı koyu ve büyükse, o gözümü kâğıda dayayıp belki bir şeyler okuyabilecek kadar kas denetimim vardı. Kırk yaşıma kadar bu işi her keresinde yarım saat olacak şekilde yapabiliyordum. Daha sonra, giderilemeyen kataraktlar bunu olanaksız hale getirdi. En başından beri sağ gözüm okuyamadı; çalıdaki bir sığırcık gibi zıplar, burnumun ucundaki kısa süreli renkleri kaydederdi.
Biraz görüşü olan bir körün algılaması hem büyülü hem de rahatsız edicidir. Önünüzde bir şey yoktur, arkanızda da. Aniden sisten çıkıveren bir adamın şekli önünüzde belirir. Ne kadar güzel ve aynı zamanda ne kadar berbat… Fiziksel dünyanın yinelenen belirişi ve ortadan kayboluşu; bu çılgın ve kutsal bir görme gücüdür.
Kız kardeşim bir zamanlar Almanya’nın güneyinde bir Hindu aşramında bir süre meditasyon yapmış ve bildiğimiz havanın yaşayan taneciklerden oluşan göz kamaştırıcı bir girdaba dönüşmesini görmüş olarak eve dönmüştü. Onun öyküsünü dinlerken, şafak vakti tek başıma yürüdüğümü düşündüm; sabah ışığının buzlu cam gibi olduğunu. Bu tür şeyleri köşedeki dükkâna süt almaya giderken de görebilirim. Dev bir soyut resmin içinde yaşamak gibidir bu. Jackson Pollock’un damlatma tekniği ile yaptığı Mavi Kutuplar akla geliyor; bir gelgit akıntısı, ışıkla dolmuş, kocaman, canlı bir bulut. Buzulsu bir görme bu; bir buz mağarasında sırtüstü uzanıp kobalt mavisi güneşe bakmak gibi.
Güzellik tabii ki duruma bağlıdır. Çok az görüşü olan benim gibi birçok kişi ışıktan korkar ve bu kişiler için gün ışığı acı vericidir. Olabilecek en koyu gözlükleri takmadan dışarıya çıkamam. Bir dükkâna veya restorana girdiğimde tamamen körüm. Gözlerim alıştığında yine de menüyü okuyamam ya da garsonun dikkatini
çekemem. Gözlerim gümüş iplikler, bereketli yeşiller, güller ve dumandan oluşan bana has bir bayırda dans eder.
Böyle vals yapmak kolay değildir. Kör olduğumu bilerek yetiştim; fakat bana bunu inkâr etmeyi öğrettiler, bu yüzden de kuru çimen gibi öne eğik büyüdüm. Gururla ayağa kalkamadım; ama geri de çekilemedim. Annemin anlaşılması zor cesareti ve inkârını yansıttım ve bastonum olmadan her yere baş döndürücü hızlarla yürüdüm. Yine de kendi kör varlığımdan, bu kararmış dolmenden utanmaya devam ettim. Benim çevremde kör ve körlük sözcükleri ender olarak söylenmeliydi. Bunu, örnek oluşturacak performansımla sağlardım. Annem o sözden kaçınır, onu kansere yakın bir düzeye indirirdi.
İlk gözlüğüm bana üç yaşında verilmişti. Onları gizlice bahçeye taşımış ve ravent bitkisinin büyük yaprakları altına gömmüştüm. Bir yıl sonra gözlük, ailem ve ben İskandinavya’ya tatile giderken evi kiralayan aile tarafından keşfedildi. Bu küçücük altın çerçeveli gözlüğün yerin altına nasıl girmiş olduğunu anlayamadılar.
Bir zamanlar, ben dokuz ya da on yaşındayken, benden dört yaş küçük olan kız kardeşim Carol, esinlenmiş olarak okuldan eve döndü. Sınıfta, kör olmuş ve bir rehber köpek yardımıyla hayatı değişmiş genç bir kadın hakkında bir kitap okumuştu. Carol, ailemizin golden retriever köpeği yardımıyla kör taklidi yaptığında ona nasıl kar attığımı hatırlıyor. Onun arkasından koşmuş ve buz ile canını yakmıştım.
Kim kör olmayı seçerdi ki?
* * *
UZAYA FIRLAYARAK ONU ele geçiriyordum. Teleskop gibi bir gözlük takıyordum, ezici baş ağrıları çekiyordum, ama yine de bisiklete binmeyi seçiyordum -güvenlik için adrenalinden başka bir şeyim olmadan.
Görmeden nasıl bisiklete binersiniz? Başınızı esnek bir çiçek gibi tutup ışığa doğru eğersiniz. Şansınız nedir düşünmezsiniz bile -hendeklerin ve kaldırımların katıksız fizikselliğini. İnsan kendini Kutsal Kural’a bırakır ve ileriye doğru pedal çevirir.
Şunu düşünün: Bir karanlık beliriyor. Bu bir ağaç mı yoksa bir gölge mi? Bir gölge mi yoksa bir kamyon mu? Büyük tehlikelerin heyecanı, beynin en büyük harikalarından biridir. Kafataslarımı-zın merkezinde korkunç bir parıltı var, bir ağıt ışığı. Yüzümü soğuk gidonlara eğiyorum ve önümdekinin bir gölge, gün ışığında bir delik olduğuna karar veriyor ve pedala basıp içinden geçiyorum.Karşımda bir başka gölge ve bir başkası. Sert bir dönemeçten dönüyorum; ama bu kez yüksek çalıların içine dalıyorum. Böcekler saçıma tırmanıyor, terli yüzüme yapışıyorlar. Yoldan kızgın çakılın tıslaması geliyor, bir araba gürültüyle geçip gidiyor. Tanrı’ya şükürler olsun! Yabani havuç yaprakları arasında hayattayım!
Bir arının bileğimde yürümesine izin veriyor, soluğumda gezinmesini hissediyorum. Bisiklet yokuş aşağı gidiyor ve parlak ışığa gözlerimi kısarak bakıyorum, sonra bir köke çarpıyorum. Düşerken arı sokuyor, sonra da çimento. Gözlüğüm fırlıyor. Merak ettiğim tek şey görülüp görülmediğim. Bu oğlanın hiçbir kusuru olmamalı! O sokağa ait\
Şimdi dizlerimin üstünde el yordamıyla gözlüklerimi arıyorum. Bileğim şişmiş. Bir tekerlek hâlâ dönüyor. Yere henüz çarptım ve parmaklarım her yerde. Biri beni görmeden gözlüğümü bulmam gerek. Kimse görüşümün ne denli yitik olduğunu bilmemeli. Kimse aslında bisiklete binmemin ne kadar tehlikeli olduğunu bilmemeli.
Sonra çevremi gölgeler sarıyor. Ne olur bu bulanıklıklar, çocuklar olmasın!
Evet! Gölgeler ağaçmış.
Şimdi gözlüğüme dokunuyor, onu yüzüme doğru kaldırıyorum. Asma kilit gibi ağır.
Bisikleti hızla kaldırıyor ve düzeltiyorum. Ona biniyorum.
Matematiksel bir dünyada o kadar çok etken var ki: Bisiklete bindiğim yıllar istatistiksel bir armağan mıydı? Ben zıt yönde bisiklete binerken yolda başka kim vardı? Son sınıra dayandığım, sıram geldiği gün mü bıraktım?
On yaşımdan otuzuma gelene dek bisiklete bindim. Son on yılımda bu ara sıra oldu, daha kaçamak bir şey, uyuşturucu almak
gibi kafasızca bir iş. Yirmilerimde bunun sakatlayıcı olduğunu biliyordum. Çocukken yalnızca “mış gibi yapma”nın güçlü gereksinimini duyuyordum.
Tabii ki işin başında bu bisikleti bana annem verdi, suçluluğundan kaynaklanan bir armağan. Onu hız armağanından dolayı seviyorum ve ona bu yüzden hâlâ kızgınım. Benimki heyecanların ve mide bulantılarının çocukluğuydu.
* * *
AİLEM 1958’DE SS STOCKHOLM ile İskandinavya’ya yelken açıyor. Yolculuğumuz Helsinki’ye; New Hampshire Üniversitesi’nde devletin bir öğretim üyesi olan babam Fin politikası ortamında soğuk savaşı araştırabilsin diye. Üç yaşındayım ve şimdiden ilk gözlüğümü gömdüm.
Stockholm’de yolculuk yaparken çılgınca koşarak annemden kurtuluyorum. Daha o yaşta dolambaçların dervişiyim. Hiçbir erişkin beni kamarada tutamıyor. “D” güvertesinde denizcilerin kâğıt oyununda maskot oluveriyorum. Alt güvertelerin kırmızı parkeleri ve gemicilerin beyaz üniformaları bir eğlence evinin duvarları gibi dönüyor. Bir lombar ağzından düşmekten nasıl kurtuluyorum? Motor odasının göz kamaştıran makinelerini bir renk fırtınası olarak hatırlıyorum.
Helsinki’de tramvaylarda yolculuk eden duru gözlü, gri, kuş gibi kadınlara yaslanıyorum. Her biri savaş sırasındaki kıtlığa dayanmış ve şimdi dünyanın en karanlık kentinde, doldurulmaları bütün günlerini almış pazar çantalarıyla eve dönüyorlar. Dükkânlarda mal yok ve kuyruklar uzun. Tan ağarırken onların, troleybüsün camlarına neredeyse yırtıcı bir dikkatle bakışlarını hatırlıyorum. Ben küçük bir çocuğum ve onlara yaklaşmak için tırmanıyorum; onların yabancılığı, üstüme silinmeyen bir güçlüğün görüntüsünü kazıyor.
Bir gün babamla apartmanımızın merdivenlerini tırmanırken sert görünüşlü yaşlı bir kadınla karşılaşıyoruz. Kadın, babamla, Finlandiya’da konuşulan İsveççe ile konuşuyor. İnceleme konusunun kendim olduğunun tamamen farkındayım. Bir bastonla beni gösteriyor:
“Cık cık,” diyor, “barna kör -kör çocuk.”
Sesi merdivenlerde yankdanıyor; “6a/7îa-kör” -doğuştan kör. Pek gördüğüm söylenemezdi; hiç kör olmamayı isterdim. Bu yaşlı cadı, benim ilk gözlüğümü ravent bitkisinin altına gömmüş olduğumu bilmiyor mu? Bu benim için hayat boyu bir bilmece olacak: Ben gören bir oğlan değil miyim? Cesurca görmeye çalışmıyor muyum? Ne yapmam gerekiyor?
Hiçbir yere ait olmadığımı biliyorum; o yüzden transatlantiklerde, sokak arabalarında ve merdiven boşluklarında vakit öldürüyorum. Annemi çıldırtmış olmalıyım. O yıl köşebaşı dondurmacılarından anneme ve babama zorla aldırdığım külahta muzlu dondurmaları yiyerek hayatta kaldım. Onların görkemli kırmızı ve mavi gölgeliklerini görebiliyordum ve anne-babama insanların bakışlarıyla ilham vermesi için çabucak, yüksek seste Fince dondurma ihtiyacımı söylemeyi öğrendim.
Narin, sıska, ölçüsüz biçimde hareketli, annemde, babamda ve hemen herkeste gerçekte olduğundan çok daha iyi gördüğüm düşüncesini uyandıran altıncı hissimi güçlendiriyordum. Bu tür oyunculuk yüksek kapasiteli bir bellek gerektirir; yaşadığım pastel renklerin yarı saydam ağlarında her karış toprak keskin biçimde hatırlanmalıdır. Çiçek açan ve vızıldayan her karmaşanın kalbinde, öğretmensiz yolumda bana rehber olacak bir şey; bir işaret levhası buldum. Yirmi bir yıl sonra Helsinki’ye kendi Fulbright bursumla döndüğümde, kör çocuğun koreograf i sinin dökülen ekmek kırıntılarını izleyerek eski apartmanımızın kapısını buldum.
Bugün bile körler ülkesi ile biraz görme yeteneği olanların ülkesi arasındaki “gümrük binasında” yaşıyorum. Burası geçici bir yer, temelleri kayıyor, verilen kalıcılık sözleri her an şüphe götürüyor. Başka zamanlardakinden daha iyi gördüğüm anlar oluyor; çünkü ışık koşulları buyurgan ve etki dolu. Mimarların kaprislerinin benim görüş deneyimim üstünde korkunç gücü var: Dirsekli tabanları ve aynalı duvarlarıyla -hepsi dolaylı ışık ve güçlü ampullerle aydınlatılmış- postmodern bir alışveriş merkezi, benim hareketliliğimi azaltıyor. Restoran ve barların karanlığı göğsümü daraltıyor. Dengesiz bir biçimde, görmemenin yarattığı ani alarm yankılanmalarını hissederek kenardan kenardan yürüyorum. Görgülü ve seksi insanlar için tasarlanmış bir odada, kendimi cisimleri
yüzüne yakın tutan yaşlı bir insan gibi hayal ettiğim çocukluk paniğini yeniden yaşıyorum. İnsan beklenmedik çaresizlik anlarına kendini nasıl alıştırabilir? Bir köşeyi dönüp doğruca gün ışığına çıkıyorum ve hazırlıksız yakalandığım için büyük miktarda hava solumaya çalışan oğlana dönüşüyorum.
Helsinki’de kış müşterilerinin oluşturduğu kalabalıklar arasında koşturduğum açık balık pazarını hatırlıyorum. Meyve-sebzelerin yeşil ve altın renkleri ve duvarların kan kırmızısı olduğu kasap dükkânlarının buz gibi soğuğu… Bütün bunlar beni hep kendine çekerdi. Yabancıların arasından sıçrayıp kaybolur, annemden kurtulup renkleri soğulmaktan vahşi bir mutluluk duyardım. Pazar yeri, benim için, körlük okyanusu ile görenlerin ülkesi arasındaki gümrük binası olmuştu.
* * *
ABD’YE DÖNDÜĞÜMÜZDE ANNEM normal birinci sınıfa kabul edilmem için yerel yönetimle kavga etmek zorunda kaldı. Ben yasal olarak kör bir çocuğum ve o zamanlar Kennedy dönemi. ABD’de engellilerin vatandaşlık haklarını güvence altına almaları için daha otuz yıl var.
Beni düşündüklerinden, bana diğerlerine karışmamam gerektiği söylendi. Bazen bu istek, sıradan bir oyun sırasında kırılabile-ceğimi düşünen ailelerden geliyordu. “Çocuklar çok sert oynuyor, neden bizim yanımıza gelmiyorsun?”
Annemin arkadaşları güneşi özümserken ve güneş kremlerinin kokusu sigaralarınınkiyle karışırken ben bir bahçe iskemlesinde oturuyorum.
Bayan O’Daly kahvesinden bir yudum almama izin veriyor; ama bunun gelişmeyi engelleyeceği ile ilgili şakalar da yapılıyor.
Annelerden biri, sigara dumanının arkasından “Onlarla oynamak istemezsin, onlar edepsiz.” diyor.
“Burada olmak senin için daha iyi!”
Buna gülenler oluyor. Bu doğru: Bahçe iskemlesinin arkasında gizlenmek benim için daha iyi. Ama ağaçların arasından onların çocuklarını, çığlıklarını ve abartılarını işitebiliyorum.
“Onlara neden benimle oynamalarını söylemiyorsunuz?”
Buna, aniden bebeğin altını değiştirme kararı veya “Artık akşam yemeği yiyelim.” dışında bir yanıt yok.
Kasabamızda 2. Dünya Savaşı gazileri dışında engelli olduğu belirgin erkekler veya kadınlar yok. Engelli bir çocuk herhangi bir gruba ait değil; insanlar onu görmüyor, o kadar. Annemse benim diğer çocuklar gibi yaşamam gerektiğini düşünüyor, en azından olabildiği kadar. Kör çocukları veya onların nasıl büyütülmeleri gerektiğini anlatan bir kitap yok, aile birlikleri veya destek malzemesi yok, en azından New Hampshire’ın kırsal kesiminde. Bunun yerine varsayımlar var: Körlük çok büyük bir talihsizlik, aslında bir belâ; çünkü sıradan hayat buna uyum sağlayamıyor. Ailem için bu bilmece daha da zorlu çünkü benim görüş kaybım bir tür “yasal körlük”; kısmen gördüğümü fakat gerçekten görmeye yetecek derecede görüşüm olmadığını belirten kafa karıştırıcı bir deyim. Makine kullanacak ya da kitap okuyacak derecede yeterli değil.
Yani ben hem acı hem tatlı bir şekilde körüm: Bir çiçek dürbününden bakan biri gibi görüyorum; dünya ile ilgili izlenimlerim hem güzel hem de büyük ölçüde yararsız.
Ailemin bildiği bir şey körlüğün damgalanmış olduğu. Benim parasal güvencem için endişelenen babam, benim adıma bir hayat sigortası yaptırmaya çalışıyor fakat körlüğün bir engel oluşturduğunu anlıyor. Aynı yıl annem beni bir körler enstitüsü yerine devlet okuluna yazdırmaya çalışıyor; fakat onun bu isteği okul ve resmî daire yetkilileri tarafından olumsuzluk ve dehşetle karşılanıyor.
Böylece sıcak bir ağustos günü bir sosyal yardım uzmanı bizi ziyaret ediyor. Durham’da ormanlık, çıkmaz bir sokağın sonunda oturuyoruz. Çığlık atan mavi alakargaların ve turuncu gün güzeli çiçeklerinin olduğu bir sokak. Evimizin önünde siyah bir binek otomobil duruyor ve sürücünün yardımıyla şişman bir kadın otomobilden çıkıyor. Sonra beyaz bastonunu açıyor ve bizim kapımıza doğru yürüyor. Annem hem körlüğün dehşeti hem de bürokrasiye karşı duymaya başladığı düşmanlık nedeniyle tahrik oluyor. Onun oğlunun kör olduğunu söylemeye nasıl cesaret ederler? Kör bir sosyal yardım uzmanının eşliğinde görülmemeli -bunun izini silmek olanaksız olabilir.
Ben bodruma gönderiliyorum. Orada bir piyano, bir oyuncak
sandığı ve çeşitli eğlencelikler buluyorum. Bodrum bir sürgün gibi gelmiyor; fakat beni bir şeylerin beklediğini biliyorum. Merdivenlerin başında, kulağım kapıda bekliyorum.
Tartışan büyüklerin kısılmış sesleri bir çocuk için korkunç bir-şey. Bodrum kapısının ardından, dünyanın neresinde olmam gerektiğini tartışırlarken onların kasvetli seslerini işitiyorum. Bu tartışmabenim için hiç bitmedi: Aradan otuz altı yıldan fazla zaman geçti ve o gün ikisi de kendince haklıydı. Sosyal yardım uzmanı, o günün devlet okulu için çok fazla kör olduğumu söylüyor. Annem ise, körler okulunda aynı sosyal deneyimi edinemeyeceğimi söyleyerek karşı geliyor. “O yerlerde çocuklara sandalyeleri bastonla nasıl belirleyecekleri öğretiliyor.” diyor. Kör kadın devlet okulunda Braille ve beyaz baston kullanmayı öğrenemeyeceğim konusunda ısrar ediyor. Annem bunların gerçek eksiklikler olduğunu kabul edemiyor, tam aksine bunları devlet okuluna kaydolmam için kanıt olarak görüyor. Onunki acil, ilkel ve bugün için gereksiz bir seçim; çünkü artık kör çocuklar hem devlet okuluna gidiyor hem de baston, hareket ve Braille dersleri alıyor.
Kör olmama rağmen, annem küçük görüş penceremi vurgulamak için azimli. Belirsiz gören ve “normal” biri olacağım. Ona kalırsa pekâlâ bisiklete bineceğim, kızakla kayacağım ve sıradan bir çocuk ne halt ederse aynen yapacağım. Ona göre beyaz baston düşüncesi sakatların dünyasını gösteriyor.
Ama o bastona ihtiyacım var. Gören dünya ile olanaksız bir yarışa girmek üzereyim: bugün “geçmek”, daha doğrusu “geçmeye çalışmak” olarak bilinen bir davranış biçimi.
Bir çocuk, hatta yetişkin bir adam olarak, boynumu kırmadan ileriye fırlama konusunda nasıl bu kadar usta olduğumu açıklamak zor. Beni izleyenler, gördüğümü sanıyordu herhalde. Karanlıktan başka bir şey görmemiş olan kör arkadaşım Peter de aynı şekilde hareket ediyor. Sanırım, dünyaya dalışımız, aynen paraşütle atlayanlarda yaşanan, o açıklanması zor inancı gerektiriyor. Kör ama hızlı insanların sıra dışı bellekleri ve üstün uzaysal yönlenme yetenekleri oluyor. Beş yaşına geldiğimde yerimde duramıyordum. Koştuğumu görmek istediği için annem, beni koşarken görüyordu ve gerçekte görebildiğimden daha fazlasını gördüğümü tahmin ediyordu. Böylece zayıf gören fakat gidilecek yeri hareket, ışık ve sıcaklıkla anlayan bir arı gibi istediğim yere konuyordum.
Dönüp merdivenlerden aşağı indiğimi, bu sırada reçel kavanozlarından ve Sears kataloglarından kaçınmam gerektiğini hatırlıyorum. Antik dikey maun piyanoya doğru gidiyorum. Peşinde olduğum şey, müzik; daha şimdiden tuşlarla kendimden geçiyorum. Anneannemin tavan arasında Victrola’nın kolunu çevirmiş ve Caruso’yu keşfetmiştim; kâğıt bir borudan akan süt ve iyot gibi bir ses. Şimdi kendi evimizde babamın Tchaikovsky plaklarını dinliyor, parmak uçlarımı hoparlörleri kaplayan kumaşın üstünde gezdiriyorum.
Sosyal yardım uzmanı ayrıldığında annem beni bulmaya gelmiyor. Bunun yerine kendi odasına gidip perdeleri kapatıyor ve uyuyor.
Ben saatlerce piyanonun başında kalıyorum.
Akşam yemeğinden sonra dışarı çıkıp, birkaç çocuk benimle oynar umuduyla, boş caddelerde bağırıyorum.
Daha sonra, ormanda tek başımayım, dizlerim ve dirseklerim ıslak, pantolonum yere gömülmüş bir kayaya takılıyor, yere çö-meliyorum, çenemi yosuna bastırıyorum. Gördüğüm şeyler imbikten süzülüp damıtılmış renkler ve şekiller.
“Cennet” der Robert Frost, “anlık görüntülerini yalnızca / Çok yakından bakma şansı olmayanlara verir.”
Yüzümü yakı otlarına bastırıyorum.
BEŞ YAŞIMA KADAR birçok hastaneye girip çıktım. Şaşılığımın düzeltilmesi için gözlerimin çevresindeki kaslar kesilip dikildi. Ameliyattan sonra birkaç ay gözlerimde bantlar kalıyor ve işitmeyi bu sırada öğreniyorum. Tüm öğleden sonralarını, dinleyerek geçiriyorum. Uzaktaki duvarda duran tren yolu saatinin ahşap çarklarını işitebiliyorum.
Şaşılık ameliyatı benim daha az şaşı görüünmemi sağlasa da gözler bağımsız olarak hareket ediyor ve onların farklı renk derinlikleri bana derinlik algılaması veya denge gibi şeyler sağlamıyor. Daha şimdiden gözlük camlarım aşırı derecede kalın. Gözlüğüm, bana artakalan görüşümden yararlanmama yardımcı oluyor ama hantal, takması acı veriyor ve başka çocukların alay konusu oluyor.
Okulun ilk günü öğretmenimiz Bayan Edinger, kara tahtanın üstüne bir fotoğraf yapıştırıyor; bebek bezleriyle kundaklanmış iki tombul bebek, tepeden sınıfa bakıyor. Fısıldaşırken yakalananların ismi, bebeklerin büklüm büklüm ayaklarının altına yazılacak.
Bayan Edinger, “Bu bebek panosudur” diyor, “ve sırası gelmeden konuşanın adı oraya yazılacak. Sadece bebekler, susması gerekirken konuşur.”
Devlet okuluna başladığımda bana yardımcı olacak kimse yok. “Az gören” uzmanları ve özel öğretim standartları olmadığından, uygun yönlendirme ve hareket eğitimlerinden yararlanamıyorum. Benim için Braille dersleri de yok, büyük yazılı kitaplar da. Hava çakmak taşı gibi çakıyor ve aritmetik dersinde hiçbir şey görmüyorum. Parmaklarım her yöne kayıyor. Kalem kutumun kapağını sıkıp sıkıp bırakıyor, sıramın üzerindeki kazıntıları yokluyorum. Sisi azaltma çabasıyla göz kapaklarımı çekiştiriyorum.
Bir soru sormak zorundayım, tahtada kaç köpek var gibi ner-deyse işe yaramaz bir şey. Yanımda oturan Janet’e dönüyorum ve fısıldıyorum: “Orada kaç köpek var?”
Öğretmen “Görüyorum ki Stephen konuşuyor!” diye bağırıyor ve tebeşirin iş üstündeki yankılanması duyuluyor. “Stephen’in adı bebek panosuna konuyor!”
Bir şey söyleyemiyor, şişiyor, kendimi tutuyorum. Etrafımda kahkahalar koparken sıramda dimdik oturuyorum.
Bir yardımcı olmadan dinlemek zorundayım.
Karanlıkta telefon eden bir kişi gibi dinliyorum.
Pelür kâğıt sargıdan kuş kemiklerini çıkaran bir kuş bilimci gibi dinliyorum.
* * *
HER SABAH BAYAN Edinger, bir İncil öyküsü ile güne başlıyor. Çene kemikleri, sapanlar, sepetlerde yüzen bebekler, bir aslan ini ve tuzağa düşmüş bir adam… Şimdi de buhur ve mırra3, altın giysiler ve bir doğum yıldızını anlatıyor.
Her şeyi tekrar yaparak anlıyorum.
Oyun parkında, sabahleyin birikmiş olan sözcük dizilerinin ağında duvara yaslanıyorum. Çevremde sınıf arkadaşlarım, kısaca Almanları Öldürün diye adlandırılabilecek bir oyun oynuyorlar. Kasım çamurunun içinde koşturup çığlıklar atıyorlar. Kimin öldüğü konusunda epey bir tartışma oluyor. Bazen kafamı bir savunma oyuncusu gibi eğip dosdoğru onların arasından koşuyorum.
Sınıfa döndüğümde, elimde kullanabileceğim yazılar ve sayılar olmadan, dersi dinlerken hayali kurbağalar, kelebekler, uzay adamları sayıyorum. Boşlukları doldurmak için kafamda beliri-veren resimlerle dünya çarpılıyor. Kendi sinir ağlarımın içinde yakalanmış, öğretmenin sözlerini dinleyerek bir tür kafeslenmiş ilerleme kaydediyorum.
Bir gün Bayan Edinger kara tahtanın üstüne astronotların bir fotoğrafını koyuyor.
3 Tütsü yapmakta kullanılan bir tür reçine sakızı, mürrüsafi. (Ç.N.)
“Astronotlar Dünya’nın yörüngesinde döner” diyor, “ve siz yalnızca derslerinizde çok başarılıysanız bir astronot olabilirsiniz.”
Diğerlerinden önce sınıf içi ödevlerini tamamlayan öğrenciler, bundan sonra “astronot” olacaklar; sınıfın çevresinde dönüp diğerlerinin omuzları üstünden gözetleme izinleri olacak.
John Glenn, güneşin doğuşundan batışına dek uzay aracında ayakta durarak bir saat içinde gezegenimizi dolandı. Sınıfımıza tekerlekli bir sehpada bir televizyon getiriliyor ve ölü biri için bile yeterince bağıran Walter Cronkite’ı dinliyorum.
Şimdi burnumu olanaksız bir sayfaya dayamış, hasarlı retinaların tozunda bir yazıyı okumaya çalışırken bir çocuğun karaltısı beliriyor. O, yörüngede dönüyor. “Hey” diye mırıldanıyor, “biraz daha yaklaş!” ve sıralardan geçerken burnumu kâğıda itiyor.
Sonra kendi başıma oynarken Walter Cronkite’ı taklit ediyorum ve okunmaz kâğıtları karıştırıyorum. Çatı katı benim televizyon stüdyom. Eğik çatının altında oturuyorum ve çatıya düşen yağmurun eşliğinde dinleyicilerime sesleniyorum.
* * *
OKULDA SÖZCÜKLER TEK “gören gözümden” seğirtiyor. Sözcükler aslında bana bir kutudan salıverilmiş böcekler gibi görünüyor. Sınıftakiler yüksek sesle okurken ben gözlerimi iki yana çeviriyor ve onların arasında dalgacıklar oluşturan büyüleyici ışık sarmallarını izliyorum. Bu sıradaki küçük bedenim esrarengiz bir şey, karanlığa ait olup gün ışığına çıkarılmış bir şey.
Ama konuşuyor, sorulan yanıtlıyor ve başkalarını güldürüyorum. Her şeyle ilgileniyorum ve sınıftakilere Tchaikovsky sözünü harf harf okuyabildiğimi söylüyorum.
Astronot kurulunda bulunan Bayan Edinger hayatımdaki ilk azize oluyor. Benim okumama yardımcı olmayı üstleniyor. Okuldan sonra onun sırasında oturuyoruz ve burnum kâğıtlara tıkılmış, sözcüklerin üstünden geçiyoruz. Ve her harf eğrisine gözlerimi kısıp bakarak savaşsam da o her mikroskobik çömlek kırıntısını kenara koymadan önce tozunu alan bir arkeologun sabrına sahip. Onun yanında gözlerimi iyice hareketsiz tutuyor ve sözcüklerin anlamını çözüyorum.
Yıllar sonra annemden Bayan Edinger’in zenci bir kadın olduğunu ve belki de bu yerel New Hampshire okulundaki Afrika-
Amerika kökenli ilk kişi olduğunu öğreniyorum. Basılı harflerin umutsuzluğunda birbirimizi keşfediyoruz. O benim kararlılığımı fark ediyor ve fotoğrafik bir belleğim olduğunu anlıyor. Bu belki de onun, benim okumamı görme arzusunu kamçılıyor. Anlamak için o kadar savaş verdiğim sözcükleri aklımda tutacağımı biliyor.
Sınıftakilere okuma konusunda yetişmem için ders sonrasında saatler harcıyoruz. Kitabı gözümün önünden bir parmak uzakta tutmam ve sıcak, kasılan sinirimi sabit tutmak için çok çaba harcamam gerekiyor. Bundan kaynaklanan bitkinlik, sürücülerin yolda çok uzun süre araç sürmesinden gelen derin yorgunluğa benziyor. Sıradan okuma çabası, benim için, bütün bedeni kapsayan bir deneyim. Ensem, omuzlarım ve sonunda belim acıdan büzülüyor. Yasal olarak kör olanlar, yaşlı olmanın ne olduğunu iyi bilir: Üçüncü sınıftan önce bile harcadığım çabadan dolayı kamburlaşmış ve titriyorum, sürekli gözyaşı dökme eşiğindeyim, yaklaşımlarla görüyorum ve elle tutulur bir tümce için can atıyorum. Sözcükler karıncalar gibi çözülüyor ya da koşuyor. Buna rağmen kafamda ışıklı bir oda, kendimle ilişki kurabildiğim bir yer buluyorum.
Ama okuma dersinden çıktığımda, arkadaş bildiğim bir oğlan gözlüğümü çalıyor ve yaşadığım panikbeni kuşlarla dolu bir ağaç gibi canlandırıyor; ellerimle yön buluyorum.
“Hey, kör çocuk, buraya!”
Birkaç çocukla birlikte gülüyor ve hızla koşuyorlar.
Sıvışanların sesini izleyerek kollarımla atılıyorum. Ağlama-maya kararlıyım. Beynimde çelik anahtarlar dönüp kilitleniyor. Sonra kaldırımın kenarına takılıp düşüyorum ve bir su oluğunda ellerimi kesiyorum.
Bugüne dek gözlüğümü sıkıca tutup benden güvenli bir uzaklıkta tutan ve onun çevresinde umutsuzca gezinirken beni izleyen o çocuğu düşünüyorum. Gözlüklerimle kör olduğumu, gözlüklerim olmadan ise vahşi beyaz bir yüz, el yordamıyla hareket eden bir gövde, aniden ışığa çıkan bir madenci olduğumu erkenden öğreniyorum.
O öğleden sonra birdenbire sergileniyorum. Tek bir hamlede ölçüsüz ve hantal bir denizanasıyım. O andan bu yana otuz yıldan
fazla geçti; fakat böylesine başka insanlara ait olmaktan, esasında onların malı olmaktan dolayı hissettiklerim yüzünden hâlâ rahatsızım. Kendisini canavarın pençesinde bulanlar için bir görgü kuralları kitabı olmalı. Gözlüklerim çalındığında artık spor yasaklı, engelli bir oğlan değildim. Onun yerine hem karada hem de suda yaşayan yaratıklardandım.
O çocuk gözlüğümü yere fırlatıp kaçmış olmalı. Belki de yetişkin biri geliyordu; şimdi hatırlayamıyorum.
* * *
ÜÇÜNCÜ SINIFA DEK üstünde teleskoplar olan bir gözlük takıyorum ve haklı olarak “Marslı” diye çağırılıyorum. Kaygılarım, omuzlarımın üstündeki pilot kuşlar gibi yaşıyor. Kaşlarım-daki tüm kılları yoluyorum. Diğer çocuklar beni sürekli Magoo diye çağırıyor.
Altmışlı yıllarda Bay Magoo, gören adam rolü yapan bir sürü komik kör tiplemenin son temsilcisi. Bir on sekizinci yüzyıl Fransız eğitimcisi ve körlerin ilk büyük koruyucusu olan Valen-tin Hauy 1771’de bu tür bir olaya tanık olmuş. Her biri palyaço gibi giyinmiş ve başlarında ahmakların taşıdığı kasketlerden bulunan bir grup kör adam, St. Ovide köyünün merkezinde dizilmiş. Bunlar bir şeyden habersiz kendilerini teşhir eden, ellerini kontrol edemeyen adamlarmış.
Hauy onları köy merkezinde gördüğünde her birinin elinde bir müzik aleti; bir keman, bir boru, bir laterna varmış. Köyün yöneticisi onlara kartondan kesilmiş büyük gözlükler taktırmış. Bir masanın üstünde fenerler ve müzik eserlerinin yazılı olduğu sayfalar bulunuyormuş; adamlar bunları okuyup çalgı aletlerini gülünç bir biçimde çalmaya çalışıyormuş, tabii tahmin edilebilecek sonuçlarla. Köylüler bu gösteriyi oldukça eğlenceli bulmuş ve birkaç hafta sürmesini sağlamış. Müzisyenler artık para kazanamayınca dilencilik yaşantılarına geri dönmüş. Ama onların konseri Magoo’ya bir komedi dizisi kazandırmıştı.
Blue Cross/Blue Shield sağlık sigortası işletmeleri için yayımlanan bir dergi reklamında, “Bay Magoo” ufak tefek, kel, kör bir adam ve kapalı gözleri soru işaretleri gibi görünüyor. Magoo’nun
hiçbir çiziminde gözlerim koyu gözlüklerle kapatma girişimi yok.
Reklamda Bay Magoo iyice eski bir arabayı yokuş aşağı sürüyor. Tren raylarının üstünden gittiğinden hiç haberi yok. Karşıdan gelen bir trene doğru giderken yoldaki “çukurlardan” sızlanıyor. Magoo, gözleri bağlı olarak bir uçurumun kenarında patenlerle tur atan Charlie Chaplin gibi. Onun gücü, meleksi olan şansında yatıyor. Her yere varışı bir mucize.
Bay Magoo araba kullanırken Amerika’nın televizyon izleyicileri, Hauy’nün karton gözlük takmış dilencilerine gülen köylüleri ile aynı komik ürpertiyi yaşıyor.
* * *
TELESKOPLARIMDAN UTANDIĞIMDAN, ONLARI çekmeceme saklıyorum ve çevrede başım hafif sola yatık olarak dolaşıyorum; böylece ağır prizma yapılı gözlüğümden daha çok kırınım elde ediyorum. Araçlar ve bozuk makinelerle dolu tavan aralarında ve ahırlarda saatlerce kalıyorum.
Dünyam parçalarla dolu, bir taşra müzesindeki cam sandık gibi. Şurada üstünde koyu kırmızı tüyler yapıştırılmış siyah dans patikleri, burada Marcellus Casket işletmesinden bir tükenmez kalem. Ama en yakın şeyler bile kaçamaklı; cisimler eski filmlerdeki gibi vızıldıyor. Görmek istesem de gören biri gibi yapsam da o görüntü benden kaçıyor.
Bir komşunun kulübesinde bir dik piyanonun tozlu tuşlarının başındayım ve tuşlardan kaçının eksik olduğunu sayıyorum. İki siyah tuş eksik… Ve fareler ya da güveler tuşların arkasındaki mor kadifeyle, kendilerine çoktan güzel bir ziyafet çekmiş. Pencerelere çarpan eşek arılarını işitiyorum ve bir çim biçme makinesini ve uzaklarda bir yerde beyzbol maçına çevrilmiş radyoyu. Ama ben, tekne enkazı gibi karşımda beliren, Robenson Crusoe’nun geri döndüğünde bulduğu boş tekne kabuğuna benzeyen bu çalgı aletinin renkleri ve kokuları tarafından emiliyorum. Onun aşınmış pedalları, akort vidaları ve çekiçleri, dökme demir çerçevesi ve ölü tellerinin ekşi metalik kokusu beni çekiyor.
Burnumu her şeye bastırıyorum. Kül Çarşambası’ndaki4 bir dilenci gibi sürekli bakıyorum.
Gözlüğümün köprüsüne bir kedibalığımn iskeletini çiziyorum. Koruya gidip büyük bir taşın yosunlu çıkıntısına oturuyorum.
Mavi, siyaha dönüşürken gökyüzü bir anlığına saydamlaşıyor. Orada başımı sertçe çevirerek, alnımı yaslayacak bir sonraki yeri sezerek, patenle geziniyorum.
* * *
KIZKARDEŞİM GERÇEK BİR arkadaş; uzun bacaklı bir örümcek ve garajın tozlu bir köşesinde bulduğu bir güveyi barındıran bir kadın ayakkabısı gibi parlak garipliklerin koleksiyoncusu. Öğleden sonrayı, bu böcek lahdinin çevresinde adaklık bir anıt kurarak geçiriyoruz. Koruyucular olarak doldurulmuş bir aslan, ten rengine boyanmış bir Tarzan oyuncağı, kırmızı etek giymiş bir Raggedy Ann bebeğimiz var. Bana bazı nesneler getirip “Şuna bak!” diyecek birine gereksinmem var. Kız kardeşim her şeyi fırlayan gözlerime dayamak zorunda olduğumu fark etmiyor gibi görünüyor. Abisinin Franz Kafka’nın çocukluğuna -düz bakamayan bir çocuk- benzemesine kayıtsız kalıyor. Birkaç yıl önce Kafka’nın beş yaşında çekilmiş bir fotoğrafını gördüm. Fotoğraf, onun gezinen bir gözü olduğunu, doktorların deyişiyle bir “tembel göze” sahip olduğunu gösteriyor. Fotoğraf makinesine bakmaya çalışsa da kaybolmuş görünüyor. Bir sirk yöneticisi gibi giydirilmiş. Arkasında kuzu kafalı, fakat arka tarafı ve kuyruğu biraz köpeği andıran bir hayvan var. Bir yular ve eğeri var, üstüne binilecekmiş izlenimi veriyor. Bu bir fotoğrafçının stüdyo yaratığı, garip bir ayakkabı tamircisinin atölyesinden çıkma bir şey. Kafka evine yaratıkla birlikte bakıyor; onun dünyası her zaman iyi tanımlanmamış hayvanların, göründüğü gibi olmayan şeylerin dünyası.