Körler Ülkesi | Delal Arya


On iki yaşındaki Ran Eltanin için, ikiz kardeşi Lusin’in aksine, Venedik’te yaşayıp Avrupa’nın en eski okullarından birinde öğrenciliğini sürdürürken, tarihin ve sırların peşinden koşmamak imkânsız. Yine okul içinde yaptığı bir keşif seferinde, üstüne piramit resmi çizilmiş gizemli bir papirüs ve kırmızı bir defter buluyor. Aynı gün iki kardeş, birer araştırmacı olan anne ve babalarının Rubülhali Çölü’nde kayıplara karıştığını ve adını bile duymadıkları bir akrabalarının, Kaptan Barnekas’ın yanına, İstanbul’a gitmek zorunda olduklarını öğreniyorlar. Henüz haberleri yok, ama Pera Palas Oteli’nde başlayıp kâşif Marco Polo’ya kadar uzanacak bu yolculukta, onları tarihin en büyük ve köklü sırları bekliyor…Tarihi gizemli öykülerle yeniden kurgulayan Delâl Arya’nın fantastik macera dizisi “Pera Günlükleri”, kültürlerin kadim kesişim noktalarından olan İstanbul üzerine özgün bir masal!

İçindekiler

Karakterler ……………………………………………………………………14
İpuçları………………………………………………………………………….16
Sorular …………………………………………………………………………. 17
Kuledeki Oda …………………………………………………………………19
Hanımefendi ve Beyefendi Eltaninler …………………………… 34
Üç Başlı Yılan Fosili………………………………………………………. 49
Esrarengiz Bir Kadın ……………………………………………………..55
Papirüs ………………………………………………………………………….69
Çingene’nin Masalı ……………………………………………………….. 79
Körler Ülkesi………………………………………………………………….98
Kubbeler Şehri ……………………………………………………………..115
Pera Palas…………………………………………………………………….124
Teşekkürler …………………………………………………………………145
İkinci Kitap Hakkında ………………………………………………….147

Fırtınalı bir gecede, uçsuz bucaksız okyanusun ortasında
bir gemide olmanın heyecanını iliklerime kadar
hissetmemi sağlayan Vehbi Kaptan’a;
bir yunus kadar hayat dolu olan babama. 

Kimse bana inanmayacağı için
gördüklerimin yarısını bile anlatmadım.”
Marco Polo (1254-1324)

Sevgili okuyucu, senin de tahmin
edeceğin gibi bu kitapta geçen yerler
ve karakterler aslında yok. Her şey
fırtınalı bir gecede yazarın zihninde
küçücük bir hayalin belirmesiyle
başladı. İki çocuk, bir otelin önünde
soğuktan tir tir titriyordu.
Ve olaylar gelişti…

İpuçları

Bir fosil
Kayıp bir şehri gösteren eski bir papirüs
Bir piramit resmi

Sorular

Serafim neydi?
Körler Ülkesi neredeydi?
Pera Palas’ın altında nasıl bir sır saklıydı?

Kuledeki Oda 

Ran Eltanin’in, bu tuhaf fikirleri olan, kurnaz bakışlı ve keskin kulaklı oğlan ın, on iki yıllık hayatı boyunca emin olduğu tek bir şey vardı; o da ileride çok ünlü bir gizem avcısı olacağıydı. Venedik’te büyümüştü ve yaz aylarının çoğunu arkeolog olan babasıyla birlikte dünyanın ıssız köşelerine yapılan keşif gezilerinde geçirmişti. Dolayısıyla gizemler Ran’a yabancı şeyler sayılmazdı. Onun gözünde gizem, sanatın ve bilimin özü, hatta bu dünyanın en muhteşem güzelliklerinden biriydi. Venedik gibi esrarengiz bir şehirde yaşamak da insanı esrarengiz olaylara alışık kılıyordu zaten. Özellikle de gün doğumu ve günbatımı saatlerinde şehir, kanallardan yükselen olağanüstü bir sisle çevrelendiğinde ve gölgeler, labirenti andıran sokaklarında şeytanın kahkahası gibi ağır ağır yankılandığında… Esrarengiz şeyler Ran’ı korkutmazdı.

Tabii o da herkes gibi Venedik’in hayaletleri, iblisleri, cadıları ve su perileriyle ilgili şehir efsanelerini duymuştu. Onları köşeye sıkıştırmadığın sürece sana zarar vermeyeceklerini de iyi biliyordu. İyi de bugüne kadar bir hayaletle karşılaşmış mıydı? Bir gizem perdesini aralamış mıydı? Sularda yüzen bir denizkızının, karanlık yeşil siluetini görmüş müydü? Hayır. Hayır. Ve kısmen. Sularda yüzen koyu yeşil bir şey görmüştü ama bunun güzeller güzeli bir denizkızı mı, yoksa dev bir sıçan mı olduğuna karar verememişti. Ama o hayalperest bir çocuktu. O yüzden şimdi, karşısında yükselen yıkık dökük, kasvetli kuleye bakarken buranın yüzlerce yıl önce nasıl bir yer olduğunu hayal etmekte zorlanmıyordu. Ran’ın maytap gibi parıldayan gözlerinde bu eski yapı, kavisli pencereleri, muhteşem meşe kapısı ve göklere uzanan sipsivri çatısıyla bir büyücünün kulesi görünümüne bürünmüştü. Ve kulenin arkasında kanalları, gondolları, köprüleri, meydanları ve saraylarıyla, her zamanki Venedik şehri uzanıyordu. Ran’ın karşısında yükselen eski kule Venedikliler arasında Fısıltılı Sütun olarak tanınıyordu. Bunun nedeni kanallardan bir yılan gibi kıvrılarak esen rüzgârın,kulenin dişleri dökülmüş bir ağzı andıran eksik taşları arasındaki deliklerden geçerken ıslığa benzer uğursuz bir ses çıkarmasıydı.

Bu da yetmezmiş gibi kulenin etrafını çevreleyen taş avlu boydan boya sarmaşıklarla kaplanmıştı. Yoğun yeşil bir örtü avluyu gölgelere boğuyor, kuleyi, suyun kenarına vurmuş bir deniz canavarına dönüştürüyordu. Üstüne üstlük kulenin kapısına kadar uzanan köprünün demir parmaklıklarından aşağı, bir su perisinin saçlarını andıran yeşil yosunlar sarkıyordu. Aslında bu kule, Venedik’teki şatoların en eskilerinden birinde hizmet veren görkemli Dandolo Koleji’nin bir parçasıydı. Kanalların üzerinde birbirlerine köprülerle bağlanmış salonlardan, yeraltındaki uzun koridorlardan, içleri ne idüğü belirsiz nesnelerle dolu binlerce odadan meydana gelen Kolej, muhtemelen Avrupa’nın en eski okullarından biriydi ama kimse bunun tam olarak doğru olup olmadığını söyleyemiyordu.

Bilinen tek şey kolejin ana binasını oluşturan sarayın, adı sanı bilinmeyen Transilvanyalı zengin bir prens tarafından 9’uncu yüzyılda Fısıltılı Sütun’un hemen yanına yapıldığı ve ardından Venedik Cumhuriyeti’nin 41’inci dukası olan ve son nefesini Konstantinopolis’te acılar içinde veren Enrico Dandolo tarafından 12’inci yüzyılda satın alındığıydı. Enrico Dandolo kör ve sakat bir ihtiyar olmasına rağmen 90 yıllık yaşamının son günlerini Venedik’teki sarayını dünyanın dört bir yanından getirttiği harikalarla doldurmaktan geri kalmamıştı. Gobi Çölü’nde bulunmuş dinozor yumurtaları, Arap denizindeki tuhaf adalardan getirilmiş yumurta büyüklüğünde inciler, Bizans imparatorlarının iri elmaslardan yapılmış mürekkep hokkaları, Pers şahlarının pırlantalarla süslü kılıçları, Kırım prenseslerinin som gümüşten dökülerek yapılmış, kenarları altınla kaplanmış aynaları ve daha neler neler. Ran daha önce bu türden bir hazine ne görmüş ne de duymuştu. Enrico Dandolo’nun harikaları hâlâ Kolej’in binlerce odasından birinde saklı duruyor olabilirdi tabii; ama oğlanın yolu hiç bu odaya düşmemişti. Belki de bu yüzden o soğuk mart sabahı, okulun bahçesinde yükselen ve Venedikliler tarafından Fısıltılı Sütun olarak bilinen kuleye bakarken aklında tamamen bambaşka bir şey vardı: Kayıp bir şehrin haritası. Sabahın erken saatleriydi. Güneş, lagünün üzerine çöreklenen gri sisin ardında gümüş bir lamba gibi puslu puslu yanıyordu. Ran kayıp da kanalın koyu renkli kesif sularına düşmemek için yosunlara basmamaya dikkat ederek köprüden geçti.

Paltosu eski moda, pantolonu çamurluydu. Ayrıca sağ ayağındaki botun altında küçük bir delik göze çarpıyordu. Daha da kötüsü, bu durum hiç de umurunda değildi. Son birkaç aydır çocuk gerçek bir hayduda dönüşmüştü. Her fırsatta derslerden kaytarıp kanalın sularında kürek çeken gondolcu çocuklarla laflamaya koşuyor, hava güzelse lagünün karşı kıyısındaki Lido Adası’nda bulunan Alberoni kumsalına denize girmeye veya SanLazzaro adasındaki tavuskuşlarının tüylerini yolmaya gidiyordu. Yalnız kalmak istiyorsa Brogara’da, kıyıdaki fenerin yakınında oturuyor ve rüzgârın eşsiz müziğini dinliyordu. Son zamanlarda hava karardıktan sonra bir vaporetto’ya atlayıp San Michele mezarlığının bulunduğu uğursuz adaya gitmeyi ve orada sokak çocuklarıyla birlikte tüyler ürpertici oyunlar oynamayı alışkanlık haline getirmişti.

Gene de bir nedenden ötürü bunların hiçbiri onun ruhunu doyurmuyordu. Çocuk, gemici kamalarının, tuhaf düzenekleri olan okların ve üzerine binip koşturabileceği Arap atlarının hayalini kuruyordu. Neyse ki kâşifler ve denizcilerle dolu esrarengiz tarihiyle Venedik şehrinin hâlâ keşfedilecek fantastik yerleri vardı. Fısıltılı Sütun da bu yerlerden biriydi. Ve Ran burada Venedikli kâşif Marco Polo’nun Doğu’nun gizemli dünyasına yaptığı seyahatler sırasında ele geçirdiği kayıp bir şehrin haritasını arıyordu. Dolayısıyla eğer işler planladığı gibi gider de Marco Polo’nun haritasını bulabilirse zamanının en büyük kâşifi olabilirdi. Köprüyü aşıp kulenin önünde durdu.

Kapı uzun ve dardı. İlkel bir hayvanın bedeninde açılmış derin bir yarayı andırıyordu. Çocuğa kulenin duvarlarını meydana getiren büyük kara taşların arasından gizemli ve ürkütücü bir şeyler sızıyor gibi geldi. Başı döner gibi oldu. Gözlerini kaldırıp kulenin tepesine baktı. Venedik Tarihi: Kâşifler ve Dukalar adlı derste öğretmen onlara bu kulenin şehirdeki en renkli yapılardan biri olduğunu söylemişti. Kim tarafından yapıldığı kesinlikle bilinmiyordu. Ama zamanında, Dandolo Koleji’nde öğretim görevlisi olan Bohemyalı bir simyacı tarafından taşı altına dönüştürmek ya da meleklerle konuşmak gibi akıl almaz işler için kullanılmış ve uzun süre en tepedeki odadan yükselen patlamalarla şehirde yaşayanların yüreklerini ağzına getirmişti. Daha sonraları ise kule, Venedikli tüccarlardan oluşan Polo ailesine bahşedilmişti.

Aralarında ünlü kâşif Marco Polo’nun da bulunduğu bu olağanüstü ailenin mensupları, yapıyı Doğu’dan getirdikleri acayip malları incelemek ve depolamak için kullanmışlardı. Fakat zamanla kule terk edilmeye yüz tutmuş ve unutulmuştu. Dersi anlatan öğretmen son olarak, belki bir gün kulenin restore edileceğini ve okulun büyük başarı göstermiş öğrencilerinden birine tahsis edilebileceğini söyleyerek öğrencilerine umut vermeyi de ihmal etmemişti. Ran bu fikirden hoşlanmıştı. Bir zamanlar taşı altına çevirmiş simyacının yaşadığı bir kuleye sahip olmak çok şey görünüyordu… Şeytani! Fakat ne yazık ki büyük başarı göstermiş bir öğrenci olarak anılması bayağı uzak bir ihtimaldi. Hem zaten o, bu kuleyi hemen ve şimdi keşfetmek istiyordu. Tıpkı büyük bir arkeolog ya da bir gizem avcısı gibi. “Bekle beni, geliyorum,” diye fısıldadı ve derin bir nefes alıp kulenin karanlığına doğru bir adım attı. İçerisi de en az dışarısı kadar eski ve unutulmuş görünüyordu. Ağaran gün ışınları yıkık dökük duvarlardan silindir biçimindeki kulenin içine sızıyordu. Işıklar, yıkılmış kemerleri, zemindeki taşların altından fışkıran yabani otları, kuytu köşelerdeki hayvan yuvalarını, desenli duvar kâğıdı gibi kuleyle bütünleşen sarmaşıkları aydınlatıyordu. Daha yukarılarda, narin bir örümcek ağı gibi aşağı uzanan varla yok arası bir merdiven göze çarpıyordu. Eğimli duvar boyunca açılmış nişlere birbirinden ürkütücü heykeller yerleştirilmişti.

Ejderhaların, yılanların, çift başlı kartalların ve ancak tarihin bilinmeyen zamanlarından kalmış olabilecek kadar esrarengiz daha nice yaratıkların heykelleriydi bunlar. Zaman içinde büyük zarar görmüşlerdi. Kiminin kanadı kırılmış, kiminin burnu aşınmış, kiminin ise geriye sadece pençeleri kalmıştı. Şimdi yüreklere korku salmaktan çok, insanı hüzünlendirmeye yarıyorlardı sadece. Kule odasının tam ortasında büyük bir sunak taşı göze çarpıyordu. Yüzlerce, hatta belki binlerce yıl önce putperestlerin üzerinde yaktıkları ateşlerden dolayı rengi kararmıştı. Acaba hangi tanrılara adaklar adamak için kullanıldı, diye düşündü oğlan. Sonra dehşet içinde titreyip başını başka tarafa çevirdi. Bir an önce işini halledip bu yüreklere korku salan yerden tüymek istiyordu. Yere diz çöküp hızla sırt çantasını açtı ve içinden tuğla kadar ağır, kırmızı ciltli bir defter çıkardı. Kapağın bir kısmı zaman içinde yenmiş ve un ufak olmuştu. Orası burası su izleri ve küflerle bozulmuştu.

Benzer İçerikler

Yusuf İslam | Sevgi Başman

yakutlu

Eylül Uçmak İstiyor

yakutlu

Günahın Üç Rengi | Gülseren Budayıcıoğlu

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy