Portekiz’in en tanınmış yazarlarından olan Jose Saramago, 16 Ekim 1922 tarihinde doğdu. Henüz üç yaşındayken, ailesi Lizbon’a taşındı. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle yüksek öğrenim yapamayarak, başka işlere yönelmek zorunda kaldı; sağlık görevlisi, yayıncı, çevirmen, gazeteci olarak çalıştı. 1947 yılında ilk romanı olan Günah Ülkesi’nı yazdı. On iki yıl boyunca bir yayın evinde yayın yönetmenliği ve Yeni Seara dergisinde edebiyat eleştirmenliği yaptı. 19721973 yıllarında Lizbon’da siyasi makaleler yazdı. Portekiz Yazarlar Birliği’nin yönetim kurulunda görev aldı. 1976 yılından beri ise, yalnızca yapıtlarından gelen gelirle yaşamaktadır. Saramago’nun uluslararası düzeyde tanınmasını sağlayan yapıtı, 1983 yılında yayınlanan Memorial do Convento’dur. Fernando Pessoa’mn takma isimlerinden biri olan Ricardo Reis’in Lizbon’a dönüp yaratıcısıyla karşılaşmasını konu alan O Ana da Morte de Ricardo Reis, 1984 yılında yayınlandı. Saramago’nun en ironik yapıtı sayılan Historia de Cerco de Lisboa da (1988) tarih üzerine kurulu bir denemedir. 1995 yılına ait Ensaio sobre a Cegueira (Körlük) insan varoluşunun özü, tanrı ve şeytan hakkında bir romandır. 1997 yılında ise, sıradan bir memur olan Senhor Jose’nin çevresinde dönen bir roman olan Todos os nomes yayınlandı.
Saramago’nun yapıtlarının arasında iki şiir kitabı, birçok deneme, oyun ve roman vardır. Bunların arasında özellikle romanlarıyla birçok ödüller almış olan Saramago’nun edebiyat yaşamının asıl meyvesi, 1998 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü’dür. Yapıtlarındaki hayal gücü, sevecenlik ve ironiyle, anlaşılması zor gerçeklerin kavranmasını sağlayarak çağımızın en önemli edebiyatçıları arasında yerini alan Saramago, halen Kanarya Adaları’nda yaşamaktadır.
Pılar’a Kızım Violante’ye
Bakabiliyorsan, gör. Görebiliyorsan, gözle.
Nasihatler Kitabı
Sarı ışık yandı., Öndeki iki araba, kırmızı ışık yanmadan ileri atıldı. Yeşilli adamın silueti yaya geçidinde belirdi. Beklemekte olan yayalar, kara asfalta çekilmiş beyaz şeritlerin üzerinden yürümeye başladı, zebraya bundan daha az benzeyen bir şey olamaz, oysa bu geçitlere ‘zebralı geçit’ diyorlar. Ayaklarını kavrama pedalının üzerinde tutan sabırsız sürücüler arabalarını yüksek devirde çalıştırıyor, kırbacın havada saklayacağını önceden duyumsayan sinirli atlar gibi bir ileri bir geri gidiyorlardı. Yayaların hepsi geçmişti, ne var ki yolu arabalara açacak olan ışığın yanması birkaç saniye daha gecikecekti ve kimi insanlar, görünürde önemsiz olan bu gecikmenin, kentteki binlerce trafik lambası ile çarpıldığında ve bu lambaların her biri için ayrı renkteki üç ışığın art arda yanması hesaba katıldığında, araç trafiğinin sıkışmasının ya da yaygın deyimiyle tıkanmaların en büyük nedeni olduğunu ileri sürüyor.
Yeşil ışık sonunda yandı, arabalar ok gibi ileri fırladı ama hepsinin aynı hızla ileri fırlamadığı hemen anlaşıldı. Orta şeritte en öndeki araba yerinde duruyordu, mekanik bir arıza söz konusuydu anlaşılan, gaz pedalı yerinden çıkmış, vites kolu sıkışmış ya da hidrolik sistemde bir arıza meydana gelmiş, frenler bloke olmuş, elektrik devresi kesilmişti herhalde ya da yalnızca benzin bitmişti, buna da ilk kez rastlanmıyordu. Kaldırımlarda biriken yeni yayalar, durmakta olan aracın içindeki sürücünün, arkadaki araçlar sinirli sinirli korna çalarken, ön camın ardında bir şeyler gevelediğini görüyorlar. Daha şimdiden arabalarından fırlayan birçok sürücü, arızalı arabayı trafiği aksatmayacak bir yere kadar itmeye hazır, arabanın kapalı camlarına vuruyorlar, içerdeki adam başını onlara çeviriyor, önce bir yana, sonra öteki yana, bağırarak bir şeyler söylediğini görüyorlar ve ağız hareketlerinden, bir sözcüğü durmadan yinelediği anlaşılıyor, hayır, bir değil iki sözcüğü, evet, bunu zaten, içlerinden biri kapıyı açmayı başardığında anlayacaklar, Kör oldum.
Hiç de öyle görünmüyor. İlk bakışta, şöyle bir göz atınca, ki şimdilik bundan başka bir şey yapılamaz, adamın gözleri sağlıklı görünüyor, gözbebekleri saydam, parlak, gözlerinin akı porselen gibi beyaz ve sık dokulu. İri iri açtığı gözkapakları, yüzünün kırışmış derisi, birden çatılmış kaşları, bütün bunlar, bunu herkes gözleyebilir, içine düştüğü bunalımın yıkıcı izleri. Gözle görülen bu belirtiler, adamın beyninin içinde son yakaladığı görüntüyü, trafik lambasının kırmızı ve yuvarlak ışığını korumak istiyormuşçasına yaptığı ani bir hareketle, sıkılı yumruklarının ardında kayboldu. Kör oldum, kör oldum, diye yineliyordu umutsuzca, çevredekiler arabasından çıkmasına yardım ederlerken boşanan yaşlar, ölü olduklarını ileri sürdüğü gözlerini daha parlak kıldı. Geçecek, göreceksiniz, geçecek, kimi zaman yalnızca sinir bozukluğundan ileri gelir böyle şeyler, dedi bir kadın. Trafik ışığı değişmişti, meraklı yayalar, orada toplananlara yaklaşıyor ve arkadaki arabalarda, ne olup bittiğini bilmeyen sürücüler, sıradan bir trafik kazasından, kırılan bir far, ezilen bir çamurluktan başka bir şey olmadığını, bu kadar gürültüye ne var, diye düşündükleri olayı protesto ediyorlar, Polis çağırın, diye bağırıyorlardı, kaldırın şu külüstürü yolun ortasından. Kör adam yalvarıyordu, Ne olur, biri beni evime götürsün. Sinir bozukluğundan söz eden kadın, bir ambulans çağırıp zavallı adamı hastaneye götürmek gerektiğini söyledi, ama kör adam buna karşı çıktı, o kadarını istemiyor, onu yalnızca oturduğu evin kapısına kadar götürmelerini istiyordu.
Buraya çok yakın, bana büyük bir iyilikte bulunmuş olacaksınız. Peki, ya araba, dedi bir ses. Bir başka ses ona yanıt verdi, Anahtarı üstünde, arabayı kaldırıma park ederiz. Buna gerek yok, diye söze karıştı bir üçüncü ses, ben arabayla ilgilenirim, bu beyi de evine götürürüm. Onaylayan mırıldanmalar işitildi. Kör adam, birisinin onu kolundan tuttuğunu duyumsadı, Gelin, benimle gelin, diyordu aynı ses. Sürücünün yanındaki koltuğa oturması için yardım ettiler, emniyet kemerini bağladılar, Görmüyorum, görmüyorum, diye mırıldanıyordu adam, ağlarken. Nerede oturduğunuzu söyleyin bana, dedi öteki adam. Arabanın camına, yeni bir şeylere susamış meraklı yüzler yapışmıştı. Kör adam, ellerini gözlerinin hizasına kaldırdı, hareket ettirdi, Hiçbir şey görmüyorum, yoğun bir sisin ortasında kalmış, bir süt denizine batmış gibiyim, İyi ama körlük böyle olmaz, dedi öteki, körlerin karanlık içine gömüldükleri söylenir, İyi de ben her şeyi bembeyaz görüyorum. Kadının hakkı vardı, bu durum belki de sinirlerle ilgilidir, sinirlere gelince, şeytansı şeylerdir onlar, Bir felaket, biliyorum bunu, bir felaket, Nerede oturduğunuzu söyleyin bana, lütfen, ve aynı anda motorun çalıştığı duyuldu. Kör adam, görememe durumu sanki belleğini zayıflatmış gibi kekeleyerek adresini verdi, sonra, Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, dedi, öteki yanıt verdi, Haydi canım, teşekkür edecek bir şey yok, bugün size, yarın bana, yarının neler getireceğini kimse bilemez, Haklısınız, bu sabah evimden çıktığımda, böyle bir felaketin başıma geleceğini kim söyleyebilirdi.
Arabanın hâlâ hareket etmemiş olması onu şaşırttı, Neden ilerlemiyoruz, diye sordu, Kırmızı ışık yanıyor, diye yanıtladı öteki. Ah, dedi kör adam ve yeniden ağlamaya başladı. Bundan böyle ne zaman kırmızı ışık yandığını bilemeyecekti.
Söylediği gibi, kör adamın evi çok yakındaydı. Ne var kî kaldırım kenarları araba doluydu. Arabayı park edecek bir yer bulamadılar ve yan sokaklarda bir park yeri aramak zorunda kaldılar. Arabayı park ettikleri yerde, sürücünün yanındaki koltuk, kaldırımın darlığı yüzünden önünde duracakları binanın duvarına yaklaşık yirmi santim mesafede kalacaktı, sonradan vites kolunun üzerinden geçip dışarı şoför koltuğundan çıkmak zorunda kalmamak için kör adam arabadan önceden indi. Sokağın ortasında yalnız başına öylece kalakalmıştı, şaşkındı, bastığı zemin ayaklarının altından kayıyordu sanki, boğazına düğümlenen bunalımı yenmeye çalışıyordu. Kollarını yüzünün hizasına kaldırmış, biraz önce süt denizi olarak adlandırdığı şeyin içinde sinirli sinirli yüzmeye çabalıyor gibiydi, ağzını açıp yardım istemek için bağıracaktı ki son anda öteki adamın eli koluna hafifçe dokundu. Sakin olun, sizi götüreceğim.
Ağır ağır yola koyuldular, kör adam düşmekten korkuyor, bu yüzden ayaklarını sürüyerek ilerliyordu, ama bu kez de yolun küçük engebelerine takılarak sendeliyordu, Sabırlı olun, neredeyse geldik, diye mırıldanıyordu adam, biraz ötede sordu, Evde sizinle ilgilenecek biri var mı, kör adam yanıt verdi, Bilmiyorum, karım kuşkusuz işinden dönmemiştir daha, bugün ondan daha önce çıktım ya, başıma gelecek varmış, Başınıza hiçbir şey gelmeyeceğinden eminim, bir insanın böyle birdenbire kör oluverdiğini şimdiye kadar hiç duymadım, Oysa ben gözlük kullanmamakla, gözlüğe hiç gerek duymamış olmakla övünüyordum, Görüyorsunuz işte. Binanın kapısına gelmişlerdi, komşu iki kadın bu sahneyi merakla izliyordu, Bak sen, kolundan tutularak götürülen bir komşu, ama ikisinin de sormak aklına gelmedi, Gözünüze bir şey mi kaçtı, böyle bir düşünce akıllarından bile geçmedi, dolayısıyla o da onlara yanıt veremezdi, Evet, gözüme bir süt denizi kaçtı. Eve girdiklerinde kör adam, Çok teşekkür ederim, size verdiğim rahatsızlık için beni bağışlayın, artık başımın çaresine bakabilirim, Durun, durun, ben de sizinle yukarı çıkıyorum, sizi burada bırakırsam içim rahat etmez. Daracık asansörün içine dikkatle sıkıştılar, Hangi katta oturuyorsunuz, Üçüncü katta, size ne kadar minnettar olduğumu bilemezsiniz, Teşekkür etmeyin bana, bugün sıra bende, Evet, haklısınız, yarın sıra bana gelecek. Asansör durdu, sahanlığa çıktılar, Kapıyı açmanıza yardım edeyim mi, Teşekkür ederim, bunu başaracağımı sanıyorum. Cebinden küçük bir anahtar demeti çıkardı, eliyle her birinin dişlerini teker teker yokladı ve Bu olmalı, dedi, kilidi sol elinin parmak uçlarıyla yoklayarak kapıyı açmaya çalıştı, Bu değilmiş, İzin verin de ben bakayım, size yardım etmiş olurum. Üçüncü anahtarda kapı açıldı. Bunun üzerine kör adam koridora doğru bağırdı, Evde misin? Yanıt veren olmadı, adam, Ben de böyle düşünmüştüm, daha eve dönmemiş, dedi. Ellerini öne doğru uzatarak, koridorda el yordamıyla ilerlemeye başladı, sonra dikkatle geri döndü, yüzünü adamın olması gerektiği yöne doğru döndürerek, Size nasıl teşekkür edebilirim, dedi, Ben yalnızca görevimi yaptım, dedi, iyiliksever adam, bana teşekkür etmeyin, ve ekledi, Yerleşmenize yardımcı olabilirim, isterseniz, karınız gelinceye kadar size arkadaşlık edebilirim. Bu gayretkeşlik kör adamın birden kuşkulanmasına neden oldu, o anda belki de kendisini, korunmasız zavallı bir kör adamı zararsız hale getirmek için kıskıvrak bağlamaya, şişlemeye, sonra da bulacağı her türlü değerli eşyayı çalmaya hazırlanan bir yabancının evine girmesine hiçbir şekilde izin veremezdi herhalde. Buna gerek yok, zahmet etmeyin, dedi, ben başımın çaresine bakarım ve kapıyı yavaşça kapatarak yineledi, Zahmet etmeyin.
Aşağı inen asansörün sesini duyduğunda rahat bir nefes aldı. Mekanik bir hareketle, durumunu unutarak, kapının üstündeki gözetleme deliğinin kapağını kaldırdı ve dışarı baktı. Karşısında beyaz bir duvar vardı sanki. Gözetleme deliğinin madeni küresinin kaşının altına temas ettiğini duyumsuyordu, kirpikleri küçücük merceğe değiyordu ama hiçbir şey göremiyordu, dipsiz bir beyazlık her şeyi örtüyordu. Kendi evinde olduğunu biliyordu, evini kokusundan, havasından, sessizliğinden tanıyordu, mobilyaları ve eşyaları dokunur dokunmaz, parmaklarını onlara hafifçe değdirir değdirmez ayırt edebiliyordu ama öte yandan, daha şimdiden her şey tuhaf, yönü yordamı, kuzeyi güneyi, üstü altı olmayan bir boyutta birbirine karışıyor gibiydi.
Kuşkusuz herkes gibi o da gençliğinde olasılıkla, Ya kör olsaydım oyununu oynamış, gözlerini beş dakika yumulu tuttuktan sonra, sonuçta körlüğün tartışmasız korkunç bir felaket olduğu, bununla birlikte, talihin böyle bir darbesini yemiş kurbanın, yalnızca renklerin değil, biçimlerin ve planların, yüzeylerin ve konturların anısını da belleğinde koruduğu durumda, görece olarak katlanılabilir bir şey olduğu sonucuna varmıştı, tabii doğuştan kör olmadığı varsayılırsa. Hatta körlerin içinde yaşadığı karanlığın sonuçta basit bir ışık yokluğu olduğunu, körlük denen şeyin varlıkların ve nesnelerin görünüşünü basitçe örten, onları kara perdelerinin ardında el değmemiş kılan bir şey olduğunu düşündüğü de olmuştu. Şimdiyse, tersine, öylesine ışıklı, öylesine bütünsel bir beyazlığın içine dalmıştı ki, bu beyazlık nesneleri ve varlıkları emmek yerine, onları yutarak iki kat görünmez kılıyordu.
Oturma odasına yöneldiğinde, adımlarını dikkatle ve ağır ağır atmasına, elini duraksama dolu bir hareketle duvar boyunca kaydırmasına karşın, bir çiçek vazosunu yere düşürdü, bunu hiç beklemiyordu. Onun oradaki varlığını unutmuş ya da karısı o vazoyu işine gitmeden önce, sonradan daha uygun bir yere koyma düşüncesiyle oraya bırakmıştı. Yaptığı kazanın ciddiyetini anlamak için yere eğildi. Su, cilalı parkenin üzerine yayılmıştı. Dağılan çiçekleri toplamak istedi ama cam kırıklarını düşünmemişti, uzun, çok ince bir cam kıymığı parmağına girdi, acıdan ve bir çocuk gibi terk edilmiş olma duygusundan, öğle sonrasının ilerleyen saatinde loşlaşmaya başlayan bir evin ortasında, beyaz bir körlük içinde ağlamaya başladı. Çiçekleri elinden bırakmaksızın, parmağının kanadığını duyumsayarak, cebinden mendilini çıkarmak için bedenini büktü ve parmağını iyi kötü sardı. Sonra el yordamıyla, bir yerlere takılarak, mobilyaların çevresini dolanarak, ayağını halılara takmamaya çalışarak yürüyüp, karısıyla birlikte televizyon izledikleri kanepeye ulaştı. Oturdu, çiçekleri dizlerinin üzerine koydu ve mendili özenle çözdü. Dokununca eline ağdalı gelen kan, içini kaldırdı, ama bu duygunun onda, kanı göremediği için uyandığını düşündü.
Kendi kanı, bir biçimde ona yabancı ama ona ait olan, kendinde kendine karşı bir tehdit oluşturan ağdalı bir sıvıya dönüşmüştü. Usul usul, sağlam eliyle hafifçe dokunarak, minicik bir kılıç kadar keskin, ince cam kıymığını araştırdı ve işaret parmağı ile baş parmağının tırnaklarını kıskaç gibi kullanarak kıymığı etinden çıkarmayı başardı. Yaralı parmağını yeniden mendiliyle sardı, kanın pıhtılaşması için sıktı ve bitkin, tükenmiş olarak kanepenin arkalığına yaslandı.
Bir dakika kadar sonra, bazı bunalım ya da umutsuzluk anlarında kendini yalnızca mantığa teslim etse tüm sinirlerin gergin ve uyanık kalacağını bildiğinden, bedenin kendini bırakıvermesi yüzünden üzerine bir bitkinlik çöktü, gerçek bir uykudan çok, bir sersemlik haliydi bu ama gözkapakları uykusu varmış gibi ağırdı. Hemen, Ya kör olsaydım düşünü görmeye başladı, düşünde gözlerini birçok kez açıp kapatarak bekliyor ve bildiği, tanıdığı dünyayı her defasında, sanki bir yolculuktan dönmüşçesine, biçimleriyle ve tüm renkleriyle değişmemiş olarak, bıraktığı gibi buluyordu. Bu güven verici kesinliği yine de bir kuşku kemiriyordu, belki de aldatıcı bir düştü ve kendini hangi gerçekliğin beklediğini bilemediği bu düşten er geç uyanacaktı. Hemen sonra, ancak birkaç saniye süren bu duruma dermansızlık adı verilebilirse, uyanıklığın yakın olduğu bu yarı uyku durumunda, uyanayım mı, uyanmayayım mı, uyanayım mı, uyanmayayım mı diyerek kararsızlık içinde kalmanın doğru olmadığını, sonunda her zaman, işin dozunu ayarlama ânının geldiğini ciddi olarak düşündü, Kucağımda çiçekler, gözlerim kapalı burada böyle ne yapıyorum ben, sanki gözlerimi açmaya korkuyorum, Kucağında çiçeklerle burada böyle neden uyuyorsun, diye soruyordu karısı.
Vereceği yanıtı beklememişti. Vazo kırıklarını toplamaya, parkeyi sünger paspasla silmeye koyulmuştu, bunları yaparken de saklamaya gerek görmediği bir sinirlilikle homurdanıyordu, Seni hiç ilgilendirmiyormuş gibi orada yatıp uyuyacağına, bu işleri sen de yapabilirdin. Adam, hiç sesini çıkarmadı ve gözlerini kapalı gözkapaklarının ardında gizledi. Birden aklına gelen bir düşünceyle irkildi, Ya gözlerimi açıp görmeye başlarsam, dedi kendi kendine, kaygılı bir umut içinde. Karısı yanına yaklaştı, kanlanmış mendilini gördü, içindeki kötü niyet birden kayboldu, acıma duygusuyla, Zavallı yavrum, ne oldu sana böyle, diye sordu, acemice yapılmış bandajı açarken. İşte o anda adam karısını, olduğunu bildiği yerde, ayaklarının dibinde diz çökmüş durumda görebilmeyi o kadar çok istedi ki, ama gözlerini, onu bir daha göremeyeceğinden emin olarak açtı, Sonunda uyandın, koca uykucu, dedi kadın, gülümseyerek. Bir sessizlik oldu ve adam, Kör oldum, seni göremiyorum, dedi.
Karısı söylendi, Saçma şakalar yapmayı bırak, şakası yapılmayacak şeyler vardır, Şaka olmasını ne kadar çok isterdim, ama doğru, gerçekten kör oldum, hiçbir şey görmüyorum, Yalvarırım sana, korkutma beni, bak bana, buraya, buradayım ben, ışık da açık, Burada olduğunu çok iyi biliyorum, sesini duyuyorum, sana dokunuyorum, ışığı yakmış olacağını düşünüyorum, ama körüm ben. Kadın, ağlamaya başladı, ona sıkı sıkı sarıldı, Doğru değil bu, doğru olmadığını söyle bana. Çiçekler yere düşmüştü, kan lekesi olmuş mendilin üzerine yaralı parmağından yeniden kan damlamaya başlamıştı, adama gelince, başka sözlerle ifade etmek istiyor, fakat başaramıyormuş gibi, Kötünün iyisi durumdayım, her şeyi bembeyaz görüyorum, dedi ve hüzünle gülümsedi. Karısı yanına oturdu, ona olanca gücüyle sarıldı, alnını, yüzünü, gözlerini dikkatle, tatlı tatlı öptü, Göreceksin geçecek, bir hastalığın falan yoktu, kimse böyle birdenbire kör olmaz, Belki, Ne olup bittiğini anlat bana, neler duyumsadın o anda, ya da hayır, dur, gözlerinden bir doktora söz etmemiz gerekir önce, tanıdığın bir doktor var mı, Hayır yok, sen de, ben de gözlük kullanmıyoruz ki, Seni hastaneye götüreyim bari, Görmeyen gözler için bir acil servis olacağını sanmıyorum, Haklısın, en iyisi, yakınlarda muayenehanesi olan bir göz doktoruna gitmek, telefon rehberine bakayım. Kadın ayağa kalktı, adama sordu, Bir değişiklik var mı, Hiçbir değişiklik yok, dedi adam, Çok dikkatli ol, şimdi ışığı söndüreceğim, ne olduğunu bana söyleyeceksin, işte yaptım, Yok, Nasıl, Fark etmedi, aynı beyazlığı görmeyi sürdürüyorum, sanki hiç gece olmamış gibi geliyor bana.Karısının, gözyaşlarını tutabilmek için burnunu çekerek, iç geçirerek telefon rehberini karıştırdığını duyuyordu, sonunda, Bu, işimize yarar, bizi kabul edeceğini sanıyorum, dediğini işitti. Numarayı çevirdi, orasının doktorun muayenehanesi olup olmadığını sordu, doktorun orada olup olmadığını, oradaysa onunla görüşüp görüşemeyeceğini öğrendi, Hayır, hayır, beni tanımıyor, özel bir durum için aramıştım, lütfen, anlıyorum, tamam, durumunu size anlatacağım, ama kendisi için doktordan bir randevu almanızı rica ediyorum, kocam birdenbire kör oldu, evet, evet, aynen size söylediğim gibi, birdenbire, hayır, kendisi doktorun hastası değil, kocam gözkik kullanmaz, şimdiye kadar hiç kullanmadı, evet, gözleri çok iyiydi, benim gibi, ben de çok iyi görüyorum, ah, çok teşekkür ederim, bekliyorum, bekliyorum, evet, doktor, evet, birdenbire, her şeyi bembeyaz gördüğünü söylüyor, nasıl olduğunu bilemiyorum, bunu ona sormaya vakit bulamadım bile, biraz önce eve döndüm ve onu o durumda buldum, ona sormamı ister misiniz, ah, size çok çok teşekkür ederim, doktor, hemen geliyoruz, hemen. Kör adam, ayağa kalktı, Dur, dedi karısı, dur da önce parmağına pansuman yapayım, kısa bir süre ortadan kayboldu, elinde bir şişe oksijenli su, bir şişe cıvalı krom, pamuk ve bir kutu gazlı bez ile geri döndü. Pansumanı yaparken sordu, Arabayı nereye bıraktın, ve birden aklına geldi, İyi ama bu durumda araba kullanamazdın, ya da eve geldikten sonra, Hayır, sokakta başıma geldi bu durum, kırmızı ışıkta durduğumda, biri beni buraya kadar getirme nezaketini gösterdi, arabayı yandaki sokağa bıraktık, Tamam, inelim öyleyse, ben arabayı aramaya gittiğimde sen kapıda beklersin, anahtarları nereye koydun, Bilmiyorum,adam anahtarları bana vermedi, Hangi adam, kim o, Beni eve getiren kişi, bir erkekti, Şuraya bırakmış olması gerekir, bir bakayım, Yararı yok, içeri girmedi, İyi ama anahtarların bir yerlerde olması gerekir, Vermeyi unuttu herhalde, farkında olmadan götürmüştür, Bir bu eksikti, Kendi anahtarlarını kullan, ötekilere sonra bakarız, Peki, gidelim, ver elini bana. Kör adam, Bu durumda kalacak olursam, canıma kıyarım, dedi. Ne olur saçmalama, başımızda zaten bir felaket var, bu kadarı fazlasıyla yeter, Gözlen kör olan benim, sen değilsin, bunun ne demek olduğunu anlayamazsın, Doktor seni iyileştirecek, göreceksin, Göreceğim.
Dışarı çıktılar. Aşağıda, evin girişinde, kadın otomatı yaktı ve adamın kulağına fısıldadı, Beni burada bekle, komşulardan biri gelecek olursa, onunla doğal bir şekilde konuş, beni beklediğini söyle, ilk bakışta kimse senin kör olduğunu anlayamaz, bu davranışın bizi, başımıza gelen felaket hakkında bir de başkalarına dert anlatmaktan kurtarır, Tamam, ama gecikme. Kadın, koşarak dışarı çıktı. Komşulardan hiçbiri içeri girmediği gibi, dışarı çıkan da olmadı. Kör adam, zaman saatinin tik taklarını duyduğu sürece, otomat lambasının sönmeyeceğini biliyordu, dolayısıyla, sesin her kesilişinde düğmeye bastı. Işık, orada yanan ışık onun için bir sese dönüşmüştü. Karısının neden bu kadar geciktiğini anlamıyordu, yandaki sokağa gitmişti, seksen ya da yüz metre ileriye. Çok gecikirsek, doktor gidecek, diye düşündü. Düşündüğü bir hareketi mekanik olarak yapmaktan kendini alamayarak sol kolunu kaldırdı, saate bakmak için başını eğdi. Bir yerine ani bir sancı saplanmış gibi dudaklarını sıktı ve komşulardan birinin o anda belirmemiş olmasına dua etti, çünkü kendisine söylenecek ilk söz, hüngür hüngür ağlamasına neden olacaktı. Sokakta bir araba durdu, Pek de çabuk olmadı, diye düşündü, ne var ki motorun sesi onu şaşırttı, Bir dizel motor bu, bir taksi, dedi kendi kendine ve elektrik düğmesine bir kez daha bastı. Karısı içeri giriyordu, sinirliydi, alt üst olmuştu, Seni korumasına alan o aziz, o iyi yürekli kişi arabamızı alıp gitmiş, Olamaz, arabayı görememişsindir, Neden göremeyecekmişim, gözlerim iyi görüyor benim, bu son sözler ağzından istemeden çıktı, Arabanın yan sokakta olduğunu söyledin bana, diye düzeltti, orada yok, ya da başka bir sokağa bıraktınız, Hayır, hayır, o sokakta bıraktık, bundan eminim, Öyleyse yok oldu, Bu durumda anahtarlar, Senin şaşkınlığından, sıkıntılı durumundan yararlanıp arabamızı çaldı, Oysa ben, korkumdan onu eve almadım, sen gelinceye kadar yanımda kalsaydı, arabayı çalamayacaktı, Haydi gidelim, taksi bizi bekliyor, yemin ederim ki o dolandırıcının da gözlerinin kör olması için, yaşamımın bir yılını verirdim, O kadar yüksek sesle konuşma, Ve birilerinin onu soyup soğana çevirmesi için, Belki geri gelir, Ha evet, yarın kapımızı çalıp bize bu işi dalgınlıkla yaptığını söyleyecek, özür dileyecek, senin nasıl olduğunu soracak.
Doktorun muayenehanesine kadar konuşmadılar. Kadın, arabanın çalınmış olduğunu düşünmemeye çalışıyor, kocasının ellerini ellerinin arasında sevgiyle sıkıyordu, oysa adam, şoförün dikiz aynasından gözlerini görmemesi için başını öne eğmiş, bu kadar büyük bir felaketin başına nasıl geldiğini kendi kendine sorup duruyordu, Neden ben? Araba durduğunda, trafiğin çıkardığı gürültü kulağına biriki ton yüksek geliyordu, bu bazen olur, hâlâ uyumaktayızdır, oysa dış dünyadan gelen sesler, bizi beyaz bir örtü gibi saran bilinçsizlik perdesini delip geçer. Beyaz bir örtü gibi. İç geçirerek başını salladı, karısı yavaşça yanağına dokundu, bu, Sakin ol, ben yanındayım, anlamına geliyordu, adam, şoförün ne düşüneceğine aldırmadan başını onun omzuna koydu, Benim yerimde sen olsaydın, araba bile kullanamazdın, dedi kendi kendine çocukça, ve bu düşüncenin saçmalığını dikkate almaksızın, içinde bulunduğu umutsuz duruma karşın hâlâ mantıklı akıl yürütebildiği için kendini kutladı. Karısının yardımıyla taksiden inerken sakindi ama yazgısının kısa süre sonra ne olacağını öğreneceği muayenehaneye girerken, ona dudakları titreyerek, mırıltı halinde sordu, Buradan çıkarken nasıl olacağım, ve başını, artık umudu kalmamış bir insan gibi salladı.
Karısı, sekreter kıza, yarım saat önce kocasının hastalığı hakkında telefon eden kişi olduğunu söyledi ve kız onları, öteki hastaların beklediği küçük bir salona aldı. içerde, gözünün biri siyah bir bantla örtülü bir ihtiyar, annesi olduğu anlaşılan bir kadının yanında oturan şehla bir erkek çocuk, koyu renk camlı gözlük takmış bir genç kız, gözle görülür bir belirti taşımayan ama kör olmadıkları belli olan körler göz doktoruna gelmezler iki kişi daha vardı. Kadın, kocasını oturacak boş bir yere götürdü, başka yer olmadığı için, onun yanında ayakta durdu. Beklememiz gerekecek, diye fısıldadı kulağına. Adam bunun nedenini anladı, orada bulunan insanların seslerini duymuştu, ama şimdi aklını başka bir şey kurcalıyordu, doktor onu ne kadar geç muayene ederse, körlüğünün o ölçüde ilerleyeceğini, dolayısıyla da iyileştirilemez hale geleceğini, tedavi kabul etmez duruma düşeceğini düşünüyordu. İskemlesinin üzerinde kıpırdandı, tedirgindi, kaygılarını karısına aktaracaktı ki kapı açıldı ve sekreter kız onlara, Lütfen içeri girin, dedi, sonra, öteki hastalara dönenerek, Doktorun talimatı böyle, acil bir durum söz konusu, dedi. Şehla çocuğun annesi itiraz ederek, sıranın sıra olduğunu, kendisinin oraya en önce geldiğini ve bir saattir beklediğini söyledi. Öteki hastalar onu alçak sesle destekledi, ne var ki hepsi, hatta kadının kendisi bile bu konuyu fazla üstelememek gerektiğini düşündü, doktor belki bu davranışa sinirlenecek ve bu sabırsızlıklarını onlara, onları daha uzun süre bekleterek ödetecekti, bu daha önce görülmemiş bir şey değildi. Gözü siyah bantlı ihtiyar cömertlik gösterdi, Bırakın zavallıyı, içimizde en zor durumda olan o. Kör adam onu duymadı, muayene odasına giriyordu, karısı da, Bu iyiliğinizden dolayı size çok teşekkür ederim doktor, diyordu, kocam, ve durdu, doğrusunu söylemek gerekirse, neler olup bittiğini tam olarak bilmiyordu, bildiği tek şey, kocasının kör olduğu, arabalarının da çalındığıydı.
Doktor, Oturun, rica ederim, dedi, hastanın oturmasına yardım etti, sonra, elini onun elinin üstüne koyarak, doğrudan onunla konuştu, Başınıza ne geldi, anlatın bakalım. Kör adam, arabasının içinde yeşil ışığın yanmasını beklerken, birden hiçbir şey görmez olduğunu, insanların onun yardımına koştuklarını, yaşlıca bir kadının bunu ses tonundan çıkarıyordu elbet, bunun belki sinirsel bir durum olduğunu söylediğini, daha sonra bir adamın ona evine kadar eşlik ettiğini, çünkü evine yalnız başına dönecek durumda olmadığını anlattı, Her şeyi bembeyaz görüyorum, doktor. Arabasının çalındığından söz etmedi.
Doktor ona sordu, Böyle bir şey daha önce başınıza gelmiş miydi, yani şimdi başınıza gelen ya da bunun benzeri, Hiç gelmedi doktor, Ve bunun birdenbire olduğunu söylüyorsunuz, Evet doktor, Sönen bir ışık gibi, Daha doğrusu yanan bir ışık gibi, Son günlerde, görüşünüzde bir değişiklik fark ettiniz mi, Hayır doktor, Ailenizde körlük vakalarına rastlanıyor mu ya da daha önce rastlanmış mı, Tanıdığım akrabalarım içinde ya da bana anlatılan yakınlarım içinde hiç kör yok, Şekeriniz var mı, Yok doktor, Frengi geçirdiniz mi, Hayır doktor, Kan basıncınız ya da kafa içi basıncınız yüksek mi, Kafa içi basıncı için bir şey diyemem ama kan basıncımın yüksek olmadığını biliyorum, çünkü işyerimde bizi periyodik olarak sağlık denetiminden geçiriyorlar, Bugün ya da dün, başınızı bir yere sertçe çarptınız mı, Hayır doktor, Kaç yaşındasınız, Otuz sekiz yaşındayım, Peki, gözlerinizi muayene edelim bakalım. Kör adam, muayeneyi kolaylaştırmak istiyormuşçasına gözlerini açabildiği kadar açtı ama doktor onu kolundan tutarak bir aygıtın önüne oturttu, biraz düş gücü olan biri bunun, sözlerin yerini gözlerin aldığı, günah çıkaranın günahkârın doğrudan ruhuna baktığı yeni model bir günah çıkartma yeri olduğunu düşünebilirdi, Çenenizi şuraya dayayın, gözlerinizi açık tutun ve kıpırdamayın. Kadın kocasına yaklaştı, elini omzuna koydu, Göreceksin her şey yoluna girecek, dedi. Doktor, çift mercekli düzeneği kendi tarafından indirip kaldırdı, ince ayar vidalarını döndürdü ve muayeneye başladı. Saydam tabakada bir şey bulamadı, gözakında bir şey yoktu, gözbebeğinde bir şey yoktu, ağtabakada, billur cisimde, san noktada, göz sinirinde de bir şey yoktu, hiçbirinde bir’şey yoktu. Aygıttan gözlerini ayırdı, sonra hiçbir şey söylemeden, incelemeye en başından yeniden başladı, bir kez daha bitirdiğinde, yüzünde şaşkın bir ifade vardı, Hiçbir doku bozukluğuna rastlamadım, gözleri kusursuz. Karısı, sevinçle ellerini kavuşturarak bağırdı, Sana söylemiştim, her şey yoluna girecek, diye. Kör adam onun sözlerine kulak asmadan sordu, Çenemi çekebilir miyim doktor, Tabii çekebilirsiniz, özür dilerim, Sizin de söylediğiniz gibi, madem ki gözlerimde bir şey yok, neden kör oldum öyleyse, Şu anda bunu size söyleyemem, daha derin incelemeler, tahliller, ekografi, ansefalogram yaptırtmamız gerekecek, Beyinle ilgili bir şey olduğunu düşünüyor musunuz, Olabilir ama sanmıyorum, Bununla birlikte, gözlerimde hiçbir kusur bulmadığınızı söylüyorsunuz doktor, Doğru, Anlamıyorum, Söylemek istediğim şey, pratik olarak kör olduğunuz, buna karşın körlüğünüzün şu an için bir açıklamasının bulunmayışı, Kör olup olmadığımdan kuşkunuz var mı, Kesinlikle yok, sorun, böyle bir vakaya çok ender rastlanmasından kaynaklanıyor, kişisel olarak meslek yaşamım boyunca böyle bir vakaya ben hiç rastlamadım, hatta daha ileri giderek böylesine göz hekimliği alanında da hiç rastlanmamış olduğunu ileri süreceğim, iyileşebileceğimi düşünüyor musunuz, İlke olarak evet, çünkü hiçbir doku bozulmasına, aileden gelen yapı bozukluğuna rastlamadım, dolayısıyla bu soruya olumlu yanıt vermem gerekiyor, Ama yanıtınız olumlu değil, Tedbirli davranmış olmak için, sonradan tersi çıkabilecek bir durum hakkında size ümit vermek istemediğim için, Anlıyorum, Güzel, Peki, tedavi görecek miyim, ilaç alacak mıyım, Şu an için size reçete yazmayacağım, bunu yaparsam körlemeden gitmiş olurum, İşte, cuk diye tam yerine oturan bir deyim, dedi kör adam.
Doktor, bu sözleri duymazdan geldi, muayene için oturduğu tabureden kalktı, bir reçete kâğıdının üstüne, gerekli gördüğü incelemeleri ve tahlilleri, yerine oturmadan yazdı. Kâğıdı kadına uzattı, İşte bayan, sonuçları alınca kocanızla birlikte gelin, bu arada durumunda bir değişiklik olursa, bana telefon edin.
Borcumuz, doktor, Sekreter kıza ödersiniz. Onları kapıya kadar geçirirken, Göreceğiz, göreceğiz, umutsuzluğa düşmemek gerek, gibi rahatlatıcı bir şeyler mırıldandı, yalnız kalınca da yandaki küçük banyoya geçerek, aynada yüzüne uzun uzun baktı. Ne olabilir bu, diye mırıldandı. Sonra, muayene odasına geri döndü, sekreter kızı çağırdı, Sonraki hastayı içeri alın. Kör adam o gece, düşünde kör olduğunu gördü.
Sonradan arabayı çalan adamın, kör adama yardımını sunduğu anda hiçbir kötü niyeti yoktu, tam tersine, cömertlik ve özgecilik adı verilen duygulara uymaktan başka bir şey yapmamıştı, ki bunlar, herkesin bildiği gibi, insan soyunun en iyi iki yanını oluşturur, hatta bu duygulara, mesleğinde ilerleme şansı bulunmayan ve bu işi yaparken, tersine, zavallıların çaresiz durumda olmalarından yararlanan gerçek patronlar tarafından sömürülen ve yüreği bizim basit araba hırsızınınkinden çok daha katı suçlularda bile rastlandığı olur. Sonuçta, kör bir adama önce yardım edip sonra arabasını çalmak ile şımarık bir ihtiyarla ilgilenirken, lafı ağzının içinde geveleyip onun mirasına göz dikmek arasında çok da büyük bir fark yoktur. Bu düşünce bizimkinin aklına, kör adamın evine yaklaştığı sırada, yapacağı şey dünyanın en doğal şeyiymiş gibi geliverdi, tam olarak, kazanacağı içine doğduğu için değil de, yalnızca karşısına biletçi çıktığı için piyango bileti almaya karar veren, o bileti, bakalım ne olacak diye, büyük ikramiyeyi kazanmak umuduyla değil, belki ufak bir şey vurur ya da hiçbir şey vurmaz diyerek alan birinin yaptığı gibi, denebilir, kimileri bunu, kişiliğinden kaynaklanan koşullu reflekse uyarak yaptığını da ileri sürebilir. İnsan doğası hakkında kuşkucu olanlar ki bunların sayısı oldukça fazla olduğu gibi, böyleleri düşüncelerinde inatçıdırlar, önüne çıkan fırsatların, insanı ille de hırsız yapmadığı doğru olsa bile, hırsız olmasına çanak tuttuğu da ğözardı edilemez, derler.Bize gelince, kör adam, hem gerçek, hem de sahte iyiliksever Samaralının’ kendisine son anda yaptığı ikinci öneriyi kabul etmiş olsaydı ki bu durumda iyilik yapma isteği ağır basabilirdi, yani karısı gelinceye kadar yanında kalmasına izin verseydi, kendisine bahşedilen güven duygusunun sağlayacağı ahlaki sorumluluğun etkisi, onun suça eğilimini dizginler, böylelikle de en sefil ruhlarda bile her zaman rastlayabileceğimiz parıltıyı ve soyluluğu yüzeye çıkarırdı, diye düşünmemize izin verilmesini rica ediyoruz. Sonuç olarak, Pleblere özgü eski bir özlü sözün bize öteden beri bıkıp usanmadan öğrettiği gibi, kör adamın erkek kurttan kaçarken dişi kurda yakalandığını söyleyebiliriz.
Bir sürü bilinçdışı öğenin saldırısına uğrayan, bir o kadar başka öğenin yok saydığı ahlak bilinci, varolan bir niteliktir, her zaman da varolagelmiştir, Dördüncü Zaman filozoflarının, ruh denen şey henüz basit, belirsiz bir taslak olduğu sıralarda icat ettiği bir şey değildir. Birlikte yaşamanın getirdiği etkinlikleri ve genetik değişmeleri bir yana bırakacak olursak, bilincimizi giderek damarlarımızda dolaşan kanın rengine ve gözyaşlarımızın tuzuna bulaştırdık, bu da yetmiyormuş gibi, gözlerimizi içimize dönük birer aynaya dönüştürdük, sonuçta gözlerimiz, ağzımızla yadsımaya çalıştığımız şeyleri çoğu zaman hiç sakınmadan gözler önüne serer hale geldi. Bu genel olguya bir de işlenen suçun basit zihinlerde yol açtığı pişmanlığa çoğu zaman en eski atalarımızdan miras kalan her türlü korkunun da karışmasının getirdiği özel durum eklendi, bunun sonucu olarak da, suçlunun işlediği suç, henüz sopayı yemeden ya da taşa tutulmadan önce, cezası iki kez hak edilmiş bir suç haline geldi. Dolayısıyla, bizi ilgilendiren durumda, hırsızın arabayı çalmak üzere çalıştırır çalıştırmaz, söz konusu korkuların ve pişmanlıkla kıvranmaya başlayan bilincinin işin içine ne ölçüde karıştığını belirleme olanağını bulamayacağız. Ne var ki, kör olduğu anda aynı direksiyonu iki eliyle tutan, aynı ön camdan dışarı bakan ve birden hiçbir şey göremez hale gelen kişinin oturduğu koltuğa oturmamış olsak da, bu tür düşüncelerin bunu yapan kişinin içinde o sürüngen, korkunç korku hayvanını uyandıracağını düşünememek için, insanın en küçük düş gücünden bile yoksun olması gerekir, oysa, o hayvan hırsızın içinde daha şimdiden başını kaldırdı bile. Ama bu aynı zamanda, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, doruk noktasına varmış bilincin ifadesi olan pişmanlıktı, ya da daha etkileyici biçimde ifade etmiş olmak için, ısırıcı dişleri olan, kör adamın kapıyı kapadığı andaki çaresiz imgesini hırsızın gözünün önüne getiren bir bilincin ifadesiydi diyelim, Gereği yok, gereği yok, demişti zavallı, bundan böyle birisinin yardımı olmadan tek bir adım bile atamayacak halde olmasına karşın.
Hırsız, böylesi korkunç düşüncelerin aklını iyice karıştırmasını engellemek için, arabayı her zamankinden çok daha düzgün kullanmaya dikkat etti, en küçük hataya, en küçük dalgınlığa düşmemesi gerektiğini biliyordu. Polis, mahallede dolaşıp duruyordu, içlerinden birinin onu durdurması yeterliydi, Sigortanız ve sürücü belgeniz, lütfen, ve bu onun için, yeniden hapsi boylamak anlamına geliyordu, hem de yaşam boyu. Trafik lambalarına hatasız uyuyor, kırmızı ışıkta hiç ilerlemiyor, sarı ışıkta dikkat ediyor, yeşil ışığı sabırla bekliyordu. Bir an geldi, lambalara uymanın onda saplantı haline geldiği düşüncesine kapıldı.
Bunun üzerine, arabanın hızını, bazen hızlanıp bazen yavaşlayarak arkasından gelenleri sinirlendirmek pahasına, her defasında yeşil ışığa rastlayacak şekilde ayarladı. Sonunda, şaşkın ve son derece gergin durumda, trafik lambalarının olmadığını bildiği bir yan sokağa saptı ve çok iyi şoför olduğundan, arabayı neredeyse gözü kapalı park etti. Sinir krizi geçirmek üzere olduğunu duyumsuyordu ve bu durumu kendi kendine aynı sözlerle ifade etti, Burada şimdi bir sinir krizi geçireceğim. Arabanın içinde boğuluyordu. Her iki yandaki camı indirdi, ama dışarıdan giren hava içerdeki atmosferi serinletmedi. Ne yapıyorum ben, diye sordu kendi kendine. Arabayı götürmesi gereken hangar uzakta, kentin dış semtlerinden birindeydi, içine düştüğü duruma bakılırsa, oraya hiç ulaşamayacaktı. Bir aynasız beni enseleyecek ya da bir kaza yapacağım, ki bu daha da kötü, diye mırıldandı. Bunun üzerine, en iyisinin arabadan biraz çıkarak kafasını serinletmek olduğunu düşündü, Bu belki de kafamın içindeki kara düşüncelerden sıyrılmama yardımcı olur, o adam kör oldu diye, aynı şeyin benim de başıma gelmesi gerekmez, insan körlüğe gribe yakalanır gibi yakalanmaz, şu evlerin çevresinde bir tur atarsam rahatlarım. Arabadan çıktı, kapıları kilitlemeye gerek yoktu, nasıl olsa hemen dönecekti ve uzaklaştı. Otuz adım atmamıştı ki kör oldu.
Muayene odasında en son muayene olan iyi yürekli ihtiyar oldu, hani şu birdenbire kör olan adam hakkında o çok sevimli sözleri söyleyen kişi. Doktora gelmesinin tek nedeni, elinde kalan ve katarakt olan tek gözünün ameliyat gününü saptamaktı, öteki gözündeki bant, zaten görmeyen gözünü saklamak içindi ve şimdiki rahatsızlığıyla hiç ilgisi yoktu. Bunlar, yaşın getirdiği felaketler, demişti doktor bir süre önce, zamanı gelince alırız, iyileştikten sonra, içinde yaşadığınız dünyayı tanıyamayacak kadar güzel bulacaksınız. Gözü siyah bantlı ihtiyar çıktıktan, sekreter kız da bekleme salonunda başka hasta kalmadığını söyledikten sonra doktor kör olan adamın fişini alıp yeniden okudu, sonra ikinci kez okudu, birkaç dakika düşündü, sonunda bir meslektaşına telefon etti ve aralarında şöyle bir konuşma geçti, Bugün ne kadar tuhaf bir vakayla karşılaştım bilemezsin, görme yetisini bir anda yitiren bir adam geldi, inceleme sonunda fark edilebilir hiçbir doku bozukluğuna rastlamadığım gibi, doğuştan gelme bir hatalı oluşum da göremedim, her şeyi bembeyaz gördüğünü söylüyor, gözlerine yapışmış bir tür sütsü, kalın bir beyazlık, bana söylediklerini sana olduğu gibi aktarmaya çalışıyorum, evet, tabii tek bir vaka, hayır, adam genç, otuz sekiz yaşında, benzeri bir vakaya rastladın mı hiç, bu tür bir şey okundun mu ya da bilgin var mı, evet, ben de aynı şeyi düşündüm, şu an için bir çözüm göremiyorum, zaman kazanmak için tahlil yaptırmaya gönderdim, evet, önümüzdeki günlerde birlikte muayene edebiliriz, akşam yemeğinden sonra kitaplarımı karıştırıp bibliyografyaya bir daha göz atacağım, belki bir şey bulurum, evet, biliyorum tabii, tanıyamamazlık, psişik körlük, bu da bir olasılık, ama bu belirtilerle ilki söz konusu olabilir, çünkü adamın kör olduğu kuşku götürmez, tanıyamamazlık, bilindiği gibi, insanın gördüğü şeyi tanıyamamasıdır, evet, bunu ben de yeterince düşündüm, aslında belki de bir bakarkörlük vakası söz konusudur, ama unutma ki sözümün başında sana bu körlüğün beyaz bir körlük olduğunu söylemiştim, buysa gözün bütünüyle kararması olan bakarkörlüğün tam tersi, tabii beyaz, yani beyaz bir kararma tablosu oluşturan bir bakarkörlük de varsa, o başka, evet, biliyorum, şimdiye kadar hiç görülmemiş bir şey, tamam, yarın ona telefon ederim, onu birlikte muayene etmek istediğimizi söylerim. Konuşma bittikten sonra, doktor sırtını iskemlesine dayadı, birkaç dakika öyle kaldı, sonra kalktı, yorgun hareketlerle ağır ağır önlüğünü çıkardı.Gidip banyoda ellerini yıkadı, ama bu kez aynaya bakıp o metafizik soruyu, Ne olabilir acaba, sorusunu sormadı, bilimsel tutumunu yeniden yakalamıştı, tanıyamamazlık ile bakarkörlüğün kitaplarda ayrıntılarıyla tanımlanmış olmasına karşın bu, pratikte bazı değişkelerin, deyim yerindeyse mutasyonların ortaya çıkmayacağı anlamına gelmezdi, işte o gün gelmiş gibi görünüyordu. Beynin kilitlenmesi için binbir neden vardı, bir uyarının biraz geç kalması, kapıların kapanmış olması için yeterliydi. Göz doktorunun edebiyat zevki vardı ve yaptığı bir alıntıyı yerine oturtmayı bilirdi.
Akşam, yemekten sonra karısına, Bugün muayenehanede tuhaf bir vakayla karşılaştım, psişik körlüğün ya da bakarkörlüğün bir değişkesi olabilir, ne var ki şimdiye kadar hiç rastlanmamış bir vakaya benziyor dedi, O hastalıklar, bakarkörlük ve öteki, ne tür hastalıklar, diye sordu karısı. Doktor, karısının merakını giderebilmek için, mesleğe yabancı bir insanın anlayabileceği bir açıklama aradı, sonra, gidip kitapların durduğu raftan o konuyla ilgili kitapları aldı, bazıları eski, fakülte zamanından kalma, bazıları yeni, birkaçı da en son yayımlanmış, henüz göz atmaya fırsat bulamadığı kitaplardı. İçlerindeki konuları gösteren dizinleri taradı, sonra, tanıyamamazlık ve bakarkörlük hakkında bulduğu her şeyi yöntemli biçimde okumaya başladı, bunu yaparken, kendine ait olmayan bir alana, hakkında fazla bilgisinin bulunmadığı sinir cerrahisi alanına davetsiz girmiş bir yabancıymış izlenimine kapıldı. Gecenin geç bir saatinde, başvurduğu kitapları yana itti, yorgun gözlerini ovuşturdu ve sırtını oturduğu iskemlenin arkalığına dayadı. O anda, belirtilerin oluşturduğu seçenek, ona bütünüyle açık seçik geliyordu. Tanıyamamazlık vakası söz konusu ise, hastanın her zaman gördüğü şeyleri görmeyi sürdürmesi, yani görme yetisinde hiçbir azalmanın olmaması gerekiyordu, yalnızca, beyni, bir iskemle gördüğünde, onun bir iskemle olduğunu tanıyamaz hale gelmişti, kısacası, göz sinirinin taşıdığı uyarılara doğru tepki vermeyi sürdürüyordu ama konu hakkında bilgisi olmayan kişilerin anlayabileceği günlük dille ifade edecek olursak, bildiği şeyleri bildiğini anımsama yeteneğini yitirmişti, üstelik, bunu söyleme, ifade etme yeteneğini de yitirmişti. Bakarkörlüğe gelince, bu konuda hiçbir kuşkuya yer yoktu. Bu hastalığın söz konusu olabilmesi için, hastanın her şeyi kapkara görmesi gerekiyordu ama bu durumda görmek sözcüğü tartışmalıydı, çünkü hasta için mutlak karanlık söz konusuydu. Kör adam, gördüğünü açık seçik ifade etmiş bu eylemin kullanımında yukarıda sözü edilen tartışmalı durum saklı kalmak kaydıyla tabii, gördüğü şeyin tekdüze, yoğun, beyaz bir renk olduğunu söylemişti, açık gözlerle bir süt denizinin içine dalmış gibi. Beyaz bir bakarkörlük, bu, sözcük temelinde bir çelişki olacağı gibi, sinirsel bakımdan da bir olanaksızlık oluşturacaktı, çünkü bu durumda gerçekteki görüntüleri, biçimleri ve renklerini algılayamayacak olan beynin, deyim yerindeyse, normal görüşe sahip birinin gördüğü tabii normal görüş denen şeyin ne olduğunun kesin olarak ortaya konmasının her zaman çok zor olduğu da hesaba katılmak kaydıyla renklerin, biçimlerin ve görüntülerin ton farkı olmayan beyaz bir örtüyle kaplanmasına da olanak bulunmayacaktı.
Doktor, çıkışı olmayan bir durumla karşı karşıya bulunduğunun bütünüyle bilincinde olarak, başını çaresizce salladı ve çevresine bakındı. Karısı ortalıkta görünmüyordu, bir an ona yaklaşıp saçlarına öpücük kondurduğunu belli belirsiz anımsıyordu, Ben yatıyorum, demişti olasılıkla, ev şimdi sessizliğe gömülmüş, kitaplar masanın üzerine dağılmıştı, Ne oluyor, diye düşündü ve birden içini korku sardı, bir an sonra kendisi de kör olacaktı sanki ve bunu şimdiden duyumsuyordu. Nefesini tuttu, bekledi. Bir şey olmadı. Ne var ki bir dakika sonra kitapları rafa koymak üzere toplarken olan oldu. Önce ellerini görmediğini fark etti, sonra kör olduğunu anladı.
Koyu renk gözlüklü genç kızın şikâyeti önemli değildi, basit bir göz zarı yangısı söz konusuydu, ki bu da doktorun yazdığı reçetedeki ilaçların hafif dozda kullanılmasıyla birkaç günde geçerdi. Ve bildiğinize kuşkum yok, o süre içinde, gözlüklerinizi yalnızca yatarken çıkarmanız gerek, demişti ona. Bu şaka hiç de yeni sayılmazdı, hatta göz doktorlarının bunu kuşaktan kuşağa aktardıkları bile ileri sürülebilir, ne var ki her defasında etkisini gösteriyordu, doktor söylerken gülümsüyor, hasta dinlerken gülümsüyordu ve bu durumda da söz konusu şakayı yapmaya değmişti, çünkü genç kızın güzel dişleri vardı ve onları gösterme fırsatını da kaçırmıyordu. İnsanlarda doğal olarak bulunan ikiyüzlülüğün dürtüsüyle ya da yaşamında gereğinden çok düş kırıklığına uğramış olmak yüzünden, bu kadının yaşamının ayrıntılarını bilen sıradan, kuşkucu bir kişi, onun gülüşündeki güzelliğin mesleki kurnazlıktan kaynaklandığını ileri sürebilirdi ki bu, kötü niyetli ve temelsiz bir iddia olurdu, bu iddiasını da bunun, yani kadının gülüşünün, çok uzak sayılmayacak bir süre önce, kadın henüz kız oğlan kızken anlamını yitirmiş bir sözcük, gelecek onun için henüz zarfı açılmamış bir mektupken ve zarfı açma merakının henüz içine doğmadığı sıralarda da aynı olmasına bağlardı. Basite indirgeyecek olursak, bu kadını fahişe adı verilen kategoriye sokabiliriz ama toplumsal ilişkilerin izlediği karmaşık yol, bu ilişkiler ister gündüz, ister gece ilişkileri, ister dikey, ister yatay ilişkiler olsun, kadıncağızın burada sözü edilen yaşam dönemi için kestirme ve kesin yargılara varma eğilimimizi frenlemeye itiyor bizi ve bu eğilim, kendimizi her konuda gereğinden çok yeterli görmemiz yüzünden, bizim belki de kurtulmayı hiç başaramayacağımız bir kusur oluşturuyor. Tanrıça Hera’nın çok oynak bir yapıya sahip olduğu bilinse de, bir Yunan tanrıçası ile, onun yanında atmosferde asıltı haldeki bir su damlası kadar sıradan bir kütleye sahip gibi duran bir karakteri onun karakter yapısıyla karşılaştırmakta diretmek hiç de doğru olmaz. Bu kadının para karşılığında yatağa girdiği su götürmez bir gerçek, buysa onu hiç duraksamadan gerçek fahişe kategorisine sokmamızı sağlayabilir ama öte yandan bunu yalnızca istediği zaman ve canı kiminle isterse onunla yaptığı da ortadayken, ötekilerle arasında beliren bu fark yüzünden ve tedbirli davranmış olmak adına, korporasyonun bu sözcüğü burada birlik anlamında alalım dışında tutulmaya hak kazandığını da söylemeden geçmeyelim. Normal her insan gibi onun da bir mesleği var ve normal her insan gibi o da boş zamanlarından, birazcık bedensel zevk almak, bu arada özel ve genel bazı gereksemelerini gerektiği gibi karşılamak için yararlanıyor. Yaptığı şeyi ilkel bir tanımlamaya indirgemek istemiyorsak, sonuçta onun hakkında genel olarak söylememiz gereken, canı nasıl istiyorsa öyle yaşadığı, bunun dışında da yaşamdan elinden geldiği ölçüde zevk almaya çalıştığıdır.
Genç kız muayenehaneden çıktığında gece olmuştu. Gözlüklerini çıkarmadı, çünkü sokak lambalarının, özellikle de reklam panolarının ışığı gözünü rahatsız ediyordu. Doktorun yazdığı ilacı almak için bir eczaneye girdi, onunla ilgilenen kalfa, bazı gözlerin koyu camlar ardına gizlenmesinin hiç de doğru olmadığını söylediğinde, bu sözleri duymazdan gelmeye karar verdi, bir eczacının, onun hastalığı hakkında fikir yürütmeden yaptığı bu gözlem son derece kabaydı, üstelik, onun düşüncesiyle de çelişiyordu, çünkü o, koyu renk gözlüklerin kendisine müthiş bir gizem kazandırdığından, bu gizemin, gelen geçen erkeklerin ilgisini çektiğinden, hatta bu gizemi çözmek için onlarda para ödeme isteği uyandırdığından emindi, sırf bu yüzden bugün bir erkek onu bekleyecekti, bu, maddi vdoyum bakımdan ve başka bakımlardan kendisine iyi şeyler sağlayacağını haklı olarak düşündüğü bir buluşmaydı. Buluşmaya hazırlandığı adamı tanıyordu, onu gözlüklerini çıkaramayacağı konusunda uyardığı zaman sesini çıkarmamıştı, ki bu uyarıyı ona, doktorun bu konuda kendisine yaptığı uyarıyı öğrenmeden önce yapmıştı ve bu tuhaf rastlantı onu güldürdü. Genç kız, eczaneden çıktığında bir taksiye el etti, şoföre gideceği otelin adresini verdi.
Koltuğa yaslanmış, tensel zevkin, dudakların tene ilk dokunuşundan, ilk ateşli sarılmadan başlayıp onu göz kamaştıran ve baş döndüren bir çarmıha gerilmiş gibi bu benzetmeyi bağışlayın bitkin ve mutlu kılacak bir orgazmın art arda gelen patlamalarına kadar farklı ve çok çeşitli duyuların daha şimdiden tadını çıkarıyordu, tabii bu deyiş ne kadar yerindeyse. Dolayısıyla, koyu renk camlı gözlüklü takan genç kızın cinsel ilişkiden tabii ki partneri görevini zamanlama ve teknik açısından gerektiği gibi yaparsa sonradan aldığının her zaman iki katını aldığı sonucunu çıkarabiliriz. Genç kız bu düşüncelere dalıp gitmişken, doktora muayene parası ödediği için olacak kuşkusuz, bugünden başlayarak, şakayla karışık bir örtmece deyişle ‘hak edilen ödül’ olarak adlandırdığı şeyin düzeyini yükseltmenin zamanının gelip gelmediğini kendi kendine sordu.
Taksiyi ineceği yerden bir blok önce durdurdu, gideceği yöne doğru ilerleyen kalabalığın arasına, görünüşte hiçbir kusuru olmayan sıradan biri,gibi karıştı, kendini onlara taşıtıyordu sanki. Otele doğal bir hava içinde girdi, holü geçip bara yöneldi. Birkaç dakika önce geldiğine göre, beklemesi gerekecekti, çünkü buluşma saati kesinlikle belirlenmişti. Serinletici bir şey ısmarlayıp sakin sakin, kimseye bakmadan içti, onu sıradan bir erkek avcısı sanmalarını istemiyordu.
Biraz sonra, öğleden sonrasını müzelerde geçirdikten sonra, dinlenmek için odasına çıkan bir turist edasıyla asansöre yöneldi. Erdem, herkesin artık bildiği gibi, yetkinliğe giden çetin yolda her zaman engellerle karşılaşır, günaha ve kötülüğe gelince, şans onları her zaman öylesine sever ve kollar ki, genç kız daha asansörün kapısına gelir gelmez kapılar açıldı, içerden yaşlı bir çift çıktı, genç kız içeri girdi, üçüncü katın düğmesine bastı, aradığı odanın numarası yüz ikiydi, işte burası, kapıya hafifçe vurdu, on dakika sonra çırılçıplaktı, on beş dakika sonra inliyordu, on sekiz dakika sonra aldatmacalara başvurmaya gerek duymadan aşk sözcükleri fısıldıyordu, yirmi dakika sonra aklı başından gitmeye başlıyordu, yirmi bir dakika sonra bedeni zevkten eriyip gidiyordu, yirmi iki dakika sonra bağırdı, Şimdi, şimdi, ve bitkin, mutlu olarak yeniden bilincine kavuştuğunda, Her şeyi hâlâ bembeyaz görüyorum, dedi.
Oto hırsızını evine bir polis memuru getirdi. Sivil güvenlik güçlerinin bu sakınımlı ve iyiliksever üyesi, yalnızca tökezleyip düşmemesi için kolundan tuttuğu adamın kaşarlanmış bir suçlu olduğunu, başka koşullarda olsa, kaçmaması için koluna sıkı sıkı yapışacağını düşünemezdi. Buna karşın, hırsızın karısının kapıyı açıp da üniformalı bir polis memuru ile burun buruna geldiğinde ve yanında da, yüzündeki hüzünlü ifadeye bakılırsa, tutuklanmış olmaktan daha beter bir şeyin başına geldiği anlaşılan kocasını gördüğünde kapıldığı korkuyu kolaylıkla düşleyebiliriz. Kadın bir an için, kocasının suçüstü yakalandığını, polisin de evde arama yapmaya geldiğini düşündü, çelişkili gibi görünse de rahatlatıcı bir düşünceydi bu, çünkü kocası arabadan başka bir şey çalmazdı, boyutları düşünülecek olursa, araba denen meret öyle yatağın altına falan saklanacak şey değildi. Kuşkusu çok kısa sürdü, çünkü polis memuru, Bu beyin gözleri görmüyor, onunla ilgilenin, dedi ve sonuçta polis memuru ona yalnızca eşlik ettiği için içine su serpilmesi gereken kadın, gözlerinden süzülen ılık yaşlarla, başından geçen, bizim de bildiğimiz öyküyü anlatarak kocası kendini onun kollarına bıraktığında, başlarına ne büyük bir felaketin geldiğini kavrayıverdi.Koyu renk gözlüklü genç kız da annesiyle babasının yanına bir polis memuru tarafından getirildi, ne var ki, onun kör olduğu anda içinde bulunduğu koşullar bir hayli iticiydi, bir otelde çığlıklar atan, otel sakinlerini ayağa kaldıran çıplak bir kadın, bu arada, birlikte olduğu ve pantolonunu yarım yamalak ayağına geçirdikten sonra, oradan sıvışmaya çalışan bir erkek, bütün bunlar, aslında trajik olduğu su götürmeyen durumu biraz sulandırıyordu.
Görme yetisini yitirmesinin, kendisini kaptırdığı zevkin geçici, yeni ve beklenmedik bir sonucu olmadığını anladığında avaz avaz bağırmaya başlayınca, alelacele giydirilen kör kadın, hiç de hoş olmayan davranışlarla ve neredeyse yaka paça otelden dışarı atıldığında, sıkılma ve utanma duyguları içinde olduğundan, bu davranış karşısında ağlamaya ve sızlanmaya, kalkışmadı, ki bu duygular, onun para karşılığı aşk satan biri olduğunun ortaya çıkması karşısında ikiyüzlülerin ve namus anıtı geçinenlerin homurdanmalarına karşın, o anda duyumsadıklarıyla bütünüyle bağdaşıyordu. Polis memuru, biraz kaba, biraz da alaylı bir ses tonuyla ona nerede oturduğunu sorduktan sonra, taksi ücretini ödeyecek parasının olup olmadığını öğrenmek istedi, Böyle durumlarda, devlet ödeme yapmaz, diye uyardı onu, şöyle bir anımsatılıp geçilen bu tutum, bu kişilerin yaptıkları ahlak dışı ticaretten kazandıkları paranın vergisini vermedikleri düşünülecek olursa, belirli bir mantıktan yoksun sayılmazdı. Genç kız, başıyla ‘var’ anlamında bir işaret yaptı, ama kör olduğundan, sizin de düşüneceğiniz gibi polis memurunun bu işareti belki de görmediğini düşünerek mırıldandı, Evet, param var, ve ta içinden gelen bir sesle ekledi, Keşke olmasaydı, bu sözler bize konuyla ilgisiz gibi gelebilir ama insan aklının içinde düşüncelerin halka halka yayıldığını, orada kestirme ve düz yolların bulunmadığını dikkate alacak olursak, genç kızın söylediklerinin çok açık seçik olduğunu kabul edebiliriz, çünkü o, kötü davranışı, ahlaksızlığı yüzünden cezalandırıldığını söylemek istiyordu, hepsi bu. Annesine, akşam yemeğinde evde olmayacağını söylemişti, oysa eve vaktinde, hatta babasından bile önce dönecekti.Göz doktorunun durumu biraz farklı oldu, bu yalnızca onun kör olduğu sırada evde bulunmasından değil, doktor oluşundan dolayı, bir bedenleri olduğunun yalnızca bir yerlerine bir şey olduğunda farkına varan öteki insanların tersine, başına gelen bu durum yüzünden kendini hemen ve bütünüyle umutsuzluğa teslim etmeye niyetli olmamasından kaynaklanıyordu. Çok kötü bir durumda bulunmasına, bunalımın kıskacına yakalanmış olmasına ve gözlerinin önünde kahredici bir gece olmasına karşın, Homeros’un, her şeyden önce ölümü ve acıları anlatan bir şiir olan İlyada’sında söylediği şeyi anımsayabildi, Bir doktor tek başına birçok insana bedeldir, ki bizlerin bu açıklamayı, salt niceliksel bir deyiş olarak değil, niteliksel özelliğiyle anlamamız gerekir, doktor da zaten bunun böyle olduğunu anlamakta gecikmeyecekti. Karısının, yarı uykulu durumda bir şeyler mırıldanarak sokulmak için kıpırdanmasına karşın, onu uyandırmadan yatağına yatma yürekliliğini gösterdi. Uzun saatler boyunca uyanık kaldıktan sonra, artık bütünüyle tükendiği için kısa süren bir uykuya daldı. Karısına, mesleği başkalarının gözlerindeki hastalıkları iyileştirmek olan bin sıfatıyla, Kör oldum, demek zorunda kalmamak için, gecenin hiç bitmemesini isterdi, ama aynı zamanda, gün ışığının çabuk gelmesini de isterdi ve bu düşünce aklına, onu bir daha göremeyeceğini bilmesine karşın bu sö7,cüklerle, ‘gün ışığı’ sözcükleriyle geldi. Gözleri kör bir göz doktoru hiçbir işe yaramazdı elbette, ama sağlık otoritelerini durumdan haberdar etmeyi, olayın ulusal bir felakete, şimdiye kadar görülmemiş bir körlük salgınına dönüşebileceğini onlara bildirmeyi kendine görev sayıyordu, işin şakası yoktu, bu hastalık son derece bulaşıcı bir tablo oluşturuyor ve insanları, önceden iltihaplanma, mikrop kapma ya da herhangi bir deformasyon gibi patolojik belirtiler göstermeden yakalayıveriyordu, ki buna, gözlerini uzun uzun incelediği hastada ya da kendisinde tanık olmuştu, kendi gözleri hafif miyoptu, biraz da astigmatı vardı ve bu iki deformasyon o kadar önemsizdi ki şimdilik gözlük takmamaya karar vermişti. Artık görmeyen gözler, bütünüyle kör olmuş, buna karşın, farklı bölümlerinde hiçbir kusur bulunmayan, eski ya da yeni, doğuştan gelme ya da sonradan olma en küçük doku bozukluğuna rastlanmayan gözler. Kör adamın gözlerini büyük bir dikkatle incelediğini, muayene aygıtında baktığı o gözlerin sağlıklı göründüğünü, hiçbir bozulma belirtisi taşımadığını ki otuz sekiz yaşında bir insanda ender rastlanır bir durumdu bu, hatta daha genç insanlarda bile anımsadı. Bir an için kendisinin de kör olduğunu unutarak, o adamın kör olmaması gerektiğini düşündü, insan denen yaratık işte böylesine büyük özveriler gösterebiliyordu, buysa eskiden beri süregelen bir davranıştı, başka biçimde ifade etmiş gibi görünmesine karşın, Homeros’un da aynı şeyi söylemiş olduğunu unutmayalım.
Karısı kalktığında, uyuyormuş gibi yaptı. Daldığını sandığı derin uykusundan uyandırmamak için, alnına kondurduğu hafif öpücüğü duyumsadı, O. adamcağızın sergilediği olağanüstü körlük vakasını araştırmak için çok geç yatmıştır zavallı, diye düşündü belki de. Göğsüne çöken, burun deliklerinden içine giren, onu içerden kör eden ağır bir bulut yüzünden yavaş yavaş boğuluyormuş duygusuna kapılan doktorun, kısa bir inlemeden sonra, gözlerinden iki damla yaş aktı, gözlerini boğan, iki yanağından süzülen bu yaşlar için, Bunlar beyaz gözyaşları olmalı, diye düşündü, hastaların ona, Doktor, kör oluyorum galiba, dediklerinde, kendilerini nasıl bir korkuya kaptırmış olduklarını şimdi anlıyordu. Ev yaşamına özgü bazı gürültüler, yattığı odaya kadar geliyordu, karısı, hâlâ uyuyup uyumadığına bakmak için gelmekte gecikmeyecekti, birazdan, hastaneye gitme zamanı gelecekti. Dikkatle kalktı, robdöşambrını el yordamıyla arayıp bulup sırtına giydi, banyoya girdi, çişini yaptı. Sonra odaya, nerede bulunduğunu bildiği aynanın önüne döndü,ama bu kez, Tanrım, ne olabilir bu, diye kendi kendine sormadı, Bir insan beyninin kilitlenmesi için binbir neden olabilir, demedi, ellerini aynaya değecek kadar ileri uzattı yalnızca, görüntüsünün orada olduğunu ve kendisine baktığını biliyordu, görüntü onu görüyor, buna karşın o, görüntüyü görmüyordu. Karısının odaya girdiğini duydu, Ah, kalktın mı, dedi ona, Evet kalktım, diye yanıt verdi.
Sonra, yakınında olduğunu duyumsadı, Günaydın sevgilim, bunca yıllık evlilikten sonra birbirlerine hâlâ sevgi sözcükleriyle sesleniyorlardı, bunun üzerine doktor da ona, tiyatro oynuyorlarmış da söz sırası kendisine gelmiş gibi, İşlerin iyi gideceğini sanmıyorum, gözümde bir şey var, dedi. Kadın, cümlenin yalnızca son sözlerine dikkat etti, Dur da bakayım, dedi ve onun gözlerini dikkatle inceledi, Hiçbir şey görmüyorum, dedi, kuşkusuz repliğini şaşırmıştı, çünkü bu sözler, onun rolünde yoktu, kocasının söylemesi gereken sözcüklerdi, ne var ki adam kendini daha yalın biçimde şöyle ifade etti, Görmüyorum, ve ekledi, Hastalığı dünkü adamdan aldığımı sanıyorum.
Doktor karıları, kocalarına yakın olmaları sayesinde tıp konusunda zamanla bazı bilgiler edinirler, kocasına her bakımdan çok yakın olan bu kadıncağızın da, körlüğün bir salgında olduğu gibi hastadan hastaya geçmediğim, bir insanın kör birine baktı diye kör olmayacağını, körlüğün o kişi ile onun doğarken sahip olduğu gözleri arasındaki kişisel sorun olduğunu bilecek kadar bilgisi vardı. Öte yandan, bir doktor da ağzından çıkan sözlerin ne anlama geldiğini her durumda bilirdi, tıp fakülteleri bunun için vardı ve hal böyle iken bu doktor, kör olduğunu ileri sürüyor ve hastalığın kendisine başkasından bulaştığını söylüyorsa, tıp konusunda bir sürü bilgi kırıntısı edinmiş bile olsa, bu kadıncağız kim oluyordu da ondan kuşkulanmaya kalkıyordu yani. Dolayısıyla, zavallı kadının gözlerinin önündeki çürütülemez kanıt karşısında, sonunda sıradan bir eş gibi ki bunlardan ikisini daha önce tanımıştık, kocasının boynuna sarılıp, içine düştüğü büyük acının tüm belirtilerini dışa vurması anlaşılır bir davranıştı, Ne yapacağız şimdi, diyordu, gözyaşları içinde, En kısa sürede tüm sağlık birimlerine, bakanlığa haber vereceğiz, gerçek bir salgın söz konusuysa, önlemler almak gerekecek, Ama şimdiye kadar hiç körlük salgını görülmedi ki, diye karşılık verdi karısı, bu son düşünceye umutla sarılarak, Durup dururken, nedensiz kör olan insan da görülmedi, oysa şu anda bu durumda olan en az iki kişi var. Son sözlerini henüz bitirmişti ki, yüzü allak bullak oldu. Karısını neredeyse kabaca iterek geri çekildi. Uzaklaş benden, yaklaşma, hastalığı sana geçirebilirim, sonra, sıkılı yumruklarını kafasına vurarak, Ne şapşal, ne salak, ne kafasız doktorum ben, nasıl oldu da daha önce düşünemedim, tüm bir geceyi aynı yatakta geçirdik, muayenehanemde kalıp kapıyı da içerden kilitlemem gerekirdi, Konuşma böyle, lütfen, ne olacaksa olacak, haydi gel, sana kahvaltı hazırlayayım, Bırak beni, bırak beni, Seni bırakmayacağım, diye bağırdı kadın, ne yapmak istiyorsun sen, Tanrı aşkına, evin içinde sendeleye sendeleye dolaşmak, telefonu ararken mobilyalara çarpmak, bulmak istediğin numarayı görmeyen gözlerinle telefon rehberinde aramak mı, bu arada ben de kristal bir fanus içinde kendimi korumaya almış olarak bu manzarayı sakin sakin izleyeceğim, öyle mi?
Kocasının koluna sıkıca yapıştı ve Haydi gel, sevgilim, dedi.
Doktor, karısının ona ısrarla hazırladığı bir fincan kahve ile kızarmış ekmeği bitirdiğinde, bunu ne büyük bir zevkle yaptığını düşünebiliriz, vakit henüz çok erkendi, yani uyarması gereken kişileri bürolarında bulması için çok erkendi.
Aklı ve mantığı, karşılaştığı vakaları en kısa sürede sağlık bakanlığının yüksek bir yetkilisine iletmesi gerektiğini söylüyordu ama kendini yalnızca önemli ve ivedi bilgiye sahip bir doktor kimliğiyle tanıtmasının, ne kadar üstelerse üstelesin sekreter kızın onu önceden dert anlatacağı orta dereceli bir yetkiliye bile bağlamasına yetmeyeceğini anladığında, bu düşüncesinden kısa sürede vazgeçti. Adam, onu bir üstüne bağlamadan önce, ne olup bittiğini kesin olarak öğrenmek istiyordu, çünkü içinde en küçük bir sorumluluk duygusu taşıyan bir doktor, karşısına ilk çıkana pat diye, körlük salgını olduğunu söyleyecek olursa, hemen bir panik çıkması kaçınılmazdı. Telefondaki memur, Size inandığımı söylememi istiyorsanız, söyleyeyim, size inanıyorum, ne var ki benim de uymak zorunda olduğum yönetmelikler var, bana ne olup bittiğini söylersiniz ya da bu konuşmayı burada keseriz, dedi. Gizlilik taşıyan bir durum bu, Gizlilik taşıyan durumlar telefonla bildirilmez, kalkıp buraya gelseniz iyi olur, Evimden dışarı çıkamam, Hastalığa siz de mi yakalandınız, Evet, ben de yakalandım, dedi kör doktor bir an duraksadıktan sonra, Bu durumda, kendinize bir doktor çağırmaksınız, gerçek bir doktor, diye karşılık verdi memur ve verdiği bu yanıttan hoşnut, telefonu doktorun yüzüne kapadı.
Bu kaba davranış, doktorda bir şamar yemiş etkisi bıraktı. Karısına, kendisine ne büyük bir kabalıkla davranıldığını dinginlik içinde anlatabilmesi için, birkaç dakika kendine gelmesi gerekti. Sonra, aklına uzun süre önce keşfetmesi gereken bir şey gelmiş gibi, hüzünlü bir sesle mırıldandı, Yarı ilgisizlik, yarı kötü kötü niyetten oluşan bir çirkef içinde yüzüyoruz. Ve artık zaman yitirdiğini, bilgiyi gitmesi gereken yere en güvenli biçimde ulaştırmanın, bürokratların işi savsaklatma girişimini atlayıp çalıştığı hastanenin klinik şefiyle doktor doktora karşılıklı konuşmak olduğunu anlamıştı, daha sonra da o kahrolası re”smi mekanizmanın dişlilerini harekete geçirmeye çalışacaktı. Kadın, hastanenin ezbere bildiği numarasını çevirdi. Doktor, karşıdan ses geldiğinde kimliğini söyledi, sonra hızla geçiştirerek, İyiyim, teşekkür ederim, dedi, sekreter kız, Nasılsınız, doktor, diye sormuştu kuşkusuz, o da insan iyi olmadığı, hatta ölecek durumda olduğu halde bunu yiğitliğe dışkı sürdürmemek için itiraf etmek istemediğinde söylendiği gibi, İyiyim, demişti, olayları onun yaptığı gibi bilinçsiz olarak tersine döndürmek, yalnızca insan türüne özgü bir davranıştı.
Telefona klinik şefi çıkıp, Ee, ne oluyor bakalım, dediğinde, doktor ona yalnız olup olmadığını, ona söyleyeceklerini çevrede duyacak birinin bulunup bulunmadığını sordu, çekinecek bir şey yoktu, sekreter kızın göz hastalıklarıyla ilgili konuşmayı dinlemekten daha iyi işleri vardı yapacak, zaten o yalnızca kadın hastalıklarıyla ilgili konuşmalarla ilgilenirdi. Doktorun anlattıkları kısa fakat kesindi, sözü dolaştırmadı, gereksiz şeyler söylemedi, aynı şeyi iki kez açıklamadı, söyleyeceklerini klinik bir kurulukla aktardı, bu tutumu, doktorun içinde bulunduğu koşulları dikkate alan klinik şefini şaşırttı, Gerçekten kör mü oldunuz, diye sordu, Hiç kuşkum yok, Her şey bir yana bu bir rastlantı olabilir, belki de tam anlamıyla bir bulaşma söz konusu değildir, Tamam, bunun bulaşma ile geçtiği henüz kanıtlanmış değil ama böyle bir olasılık var, Kuşkusuz öyle ama sonuç çıkarmak için vakit henüz erken, birbirinden ayrı iki vaka istatistik olarak bir anlam ifade etmez, Bu sayı birden hızla anmazsa tabii, İçinde bulunduğunuz ruh durumunu anlıyorum ama sonradan asılsız çıkma olasılığı bulunan bir konuda kendimizi kötümserliğe kaptırmaktan kaçınmamız gerekir, Teşekkür ederim, sizi sonra ararım, Hoşça kalın.
Yarım saat sonra doktor, karısının da yardımıyla acemice tıraş olmayı bitirmişti ki telefon çaldı. Klinik şefi yeniden arıyordu ve ses tonu farklıydı, Burada, birdenbire kör olmuş küçük bir çocuk var, her şeyi bembeyaz görüyor, annesi, oğluyla birlikte dün sizin muayenehanenize gittiğini söylüyor, Sol gözünde şaşılık vardı, dışa bakıyordu sanırım, Evet, Tamam öyleyse, hiç kuşku yok, aynı çocuk bu, Bu konu beni kaygılandırmaya başladı, durum gerçekten ciddi, Bakanlığa…, Evet, hastane yönetimine hemen telefon edeceğim. Üç saat sonra, doktor ve karısı sessizlik içinde öğle yemeği yiyorlardı, adam, elinde çatal, karısının küçük küçük kestiği et parçalarını tabağında el yordamıyla bulmaya çalışırken telefon yeniden çaldı. Kadın telefonu açmaya gitti ve hemen geri geldi, Seni arıyorlar, bakanlıktan. Ayağa kalkmasına yardım etti, çalışma odasına kadar götürdü ve ahizeyi eline tutuşturdu. Kısa bir konuşma oldu.
Bakan, dün onun muayenehanesine gelen hastaların kimliklerini bilmek is tiyordu, doktor, her biri için tutulan klinik fişte kimlikleriyle ilgili bütün bilgilerin, adlarının, soyadlarının, medeni durumlarının, mesleklerinin, adreslerinin bulunduğunu söyledi ve evine gelecek yetkiliye ya da yetkililere eşlik etmeye hazır olduğunu bildirdi. Hattın öteki ucundan, kestirip atan tonda bir yanıt geldi, Buna gerek yok. Telefon ahizesi el değiştirdi, bu kez başka bir ses duyuldu, Günaydın, ben sağlık bakanıyım, zaman yitirmeden hareket ettiğiniz için, hükümetim adına size teşekkür ederim, uyanık davranmanız sayesinde, gerekli önlemleri alıp duruma egemen olacağımızdan eminim, bu arada ben sizden, evinizde kalıp dışarı çıkmama inceliğini göstermenizi rica edeceğim. Bu son sözler, son derece nazik bir ses tonuyla söylenmişti ama bir buyruk olduğuna kuşku yoktu. Doktor yanıt verdi, Elbette bakan bey, oysa karşı taraf telefonu kapatmıştı.Birkaç dakika sonra, telefon yeniden çaldı. Klinik şefiydi, sinirli bir sesle geveleyerek konuşuyordu, şu anda aldığım bir habere göre, polis iki ani körlük vakası saptamış, Polislerden mi, Hayır, biri erkek, öteki kadın, erkek sokakta bulunmuş ve kör oldum diye bağırıyormuş, kadın da kör olduğu sırada bir oteldeymiş, anlaşıldığına göre bir yatak macerası, Onların da benim hastalarım olup olmadıklarını doğrulamak gerekiyor, adlarını biliyor musunuz, Söylemediler, Bakan benimle temasa geçti, muayenehaneme gidip fişlere bakacaklar, Ne karışık bir durum, Bunu bana siz mi söylüyorsunuz.
Doktor telefonun ahizesini bıraktı, ellerini gözlerine götürdü, daha da büyük kötülüklerden korumak istiyormuşçasına öylece tuttu, sonra kısık bir sesle, O kadar yorgunum ki, dedi, Uyu biraz, seni yatağına kadar götüreyim, dedi karısı, Gereği yok, uyuyamam, zaten akşam da olmadı, zaman kötülükler^ gebe, buna hiç kuşku yok.Son kez telefon çaldığında, saat neredeyse akşamın altısı olmuştu.
Doktor, telefonun yanında oturuyordu, ahizeyi kaldırdı, Evet, evet, benim, dedi, hattın öteki ucundaki kişinin söylediklerini dikkatle dinledi ve telefonu kapatmadan önce hafif bir baş işareti yapmakla yetindi. Kimdi, diye sordu karısı, Bakandı, yarım saat içinde bir cankurtaran beni almaya gelecek, Böyle bir şey bekliyor muydun, Evet, böyle bir olasılık vardı, Nereye götürecekler seni, Bilmiyorum, hastaneye sanırım, Bir bavul çıkarayım, içine çamaşır, giysi koyayım, yolculuğa çıkmıyorum, ne olduğunu bilmiyoruz. Onu kollayarak yatak odasına götürüp yatağın üzerine oturttu, Burada sakin sakin otur, ben her şeyle ilgilenirim. Karısının, odanın içinde oraya buraya gittiğini, çekmeceleri, dolapları açıp kapattığını, giysileri çıkarıp yerdeki bavula yerleştirdiğini duydu ama bavulun içinde, kendine ait giysilerden başka, birkaç etek ve bluz, iki pantolon, bir entari ve kadın ayakkabıları da olduğunu göremezdi. Bu kadar giysiye gerek duymayacağını düşündü ama sesini çıkarmadı, ayrıntıları konuşmanın sırası değildi. Bir kilitlenme sesi duyuldu ve kadın, Tamam, cankurtaran artık gelebilir, dedi. Bavulu, merdivene bakan kapının yanına koydu, kocasının, Bırak, bu işi ben yapabilirim, her tarafım sakat değil, diyerek yardım etme isteğini geri çevirdi. Sonra, oturma odasındaki kanepeye oturarak beklemeye başladılar. El ele tutuşmuşlardı, adam, ne kadar bir süre için ayrı kalacağımızı bilemiyorum, dedi, kadın, Kötü şeyler düşünme, diye yanıtladı.
Bir saate yakın beklediler. Zil çaldığında, kadın kapıyı açmak üzere kalktı ama kapıda kimse yoktu. Konuşma aygıtına yöneldi ve yanıt verdi, Tamam, aşağı iniyor. Kocasının yanına döndü, Seni aşağıda bekliyorlar, yukarı çıkmamak için kesin buyruk almışlar, dedi, Anlaşılıyor ki bakanlık gerçekten korkuyor, Haydi gidelim. Aşağı inmek için asansöre bindiler, kadın kocasının son basamakları inip cankurtarana binmesine yardım etti, sonra bavulu almak için merdivene geri döndü, tek başına kaldırdı ve cankurtaranın içine itti. Kendisi de cankurtarana binip kocasının yanına oturdu. Arabanın şoförü itiraz etti, Yalnızca beyi götürebilirim, böyle buyruk aldım, sizin inmeniz gerekiyor bayan. Kadın, dinginlik içinde yanıt verdi, Beni de götürmeniz gerekiyor, ben de şu anda kör oldum.O düşünce bakanın kendi kafasından çıkmıştı. Hangi açıdan incelenirse incelensin yalnızca durumun ortaya koyduğu sağlık sorunu bakımından değil, doğuracağı toplumsal sonuçlar ve bunların siyasal uzantıları bakımından iyi, hatta kusursuz bir düşünce gibi görünüyordu. Hastalığın nedenleri ne kadar uzun süre aydınlanmazsa, daha doğrusu, uygun bir deyim kullanmış olmak için, bu beyaz felaketin nedenleri düşgücü paçalarından taşan çok zeki bir yetkili yardımcısı, kulakları rahatsız eden körlük sözcüğü yerine bu deyimi kullanmayı daha uygun bulmuştu nedenbilıme uygun olarak açıklanamazsa, diyelim, yani hastalıkla savaşma ve iyileştirme yöntemleri, hatta yeni vakaların ortaya çıkmasını önleyecek bir aşının bulunması ne kadar gecikirse, körlüğe yakalanmış kişiler, bu kişilerle fiziksel temasta bulunmuş ya da bu kişilerin yakınında olmuş kişiler bir araya toplanıp karantinaya alınacak, böylelikle sonraki bulaşmaların önü alınmış olacaktı, bu yapılmayacak olursa, hastalığın yayılması, bilimsel deyimiyle geometrik dizi halinde artardı. Bakan, quod erat demonstrandum, diyerek sözlerini bağladı. Herkesin kavrayışına seslenecek biçimde açıklayacak olursak, bu kişilerin hepsini, kolera ve sarıhumma salgınları döneminden miras kalmış eski uygulama uyarınca o dönemlerde hastalığın görüldüğü ya da var olduğundan kuşkulanıldığı durumlarda gemiler limana alınmaz, kırk gün açıkta bekletilirdi karantinaya alarak, olayların gelişmesini beklemek söz konusuydu. Olayların gelişmesini beklemek, söyleyiş tonu bakımından belirli bir amaca yönelik gibi görünen oysa belirsizliğiyle bilmeceden farklı olmayan bu sözler bakanın kendi ağzından çıkmıştı, sonradan bu sözlerine yine kendisi açıklık getirdi, Demek istiyordum ki, söz konusu karantina kırk gün sürebileceği gibi, kırk hafta, kırk ay, hatta kırk yıl da sürebilir, yapılması gerekli olan, bu kişilerin kapatıldıkları yerden dışarı çıkmamaları, Şimdi karar vermemiz gereken şey, bu insanları nereye toplayacağımız, dedi, çok ivedi olarak kurulan ve görevi hastalan taşımak, öteki insanlardan ayrık tutmak ve beslenmelerini sağlamak olan lojistik ve güvenlik komisyonu başkanı, Şu anda elimizde hangi olanaklar var, diye sordu bakan, Elimizde boş, başka bir amaç için kullanılmayı bekleyen bir Akıl hastanesi, son zamanlarda ordunun yeniden yapılandırılması dolayısıyla artık bir işe yaramayan askeri tesisler, yapımı neredeyse bitmek üzere olan bir sanayi fuarı, ayrıca, nedenini bir türlü kendime açıklayamadığım, iflas halinde bir supermarket var. Size göre, bizim gereksemelerimizi bu mekânların hangisi en iyi biçimde karşılayabilir, Güvenliği en çok kışla sağlayabilir, Elbette, Ama küçük bir sakıncası var, çok büyük bir mekân, oraya kapattığımız insanların gözetimi hem zor, hem de külfetli olur, Anlıyorum, Süpermarkete gelince, bu konuda olasılıkla birçok hukuksal engelle karşılaşabiliriz, karşımızdakilerin bazı yasal haklarını göz önüne almamız gerekir, Peki, ya fuar alanı, Fuar alanını, sayın bakanım, düşünmesek daha iyi ederiz, Neden, Sanayiciler buna kesinlikle karşı çıkacaklardır, o alana milyonlar yatırıldı, Bu durumda, geriye akıl hastanesi kalıyor, Evet, sayın bakanım, akıl hastanesi, Eh, öyleyse akıl hastanesini kullanalım, akıl hastanesi zaten bize her bakımdan en iyi kullanma koşullarını sunuyor, dört bir yanının duvarlarla çevrili olmasının dışında, iki kanattan oluşmasının avantajı da var, bunlardan birini gerçek körlere ayırır, ötekine de kuşkulu olanları yerleştiririz, burası böylelikle, sonradan kör olanların daha önce kör olanların yanına gönderileceği bir no man’s land, bir tarafsız bölge oluşturur, Ben bunda bir sakınca görüyorum, Nasıl bir sakınca bakanım, Oraya, hastaları gerektiğinde öteki yana aktaracak personel yerleştirmek zorunda kalırız, oysa bunu yapacak gönüllüleri bulma konusunda pek umutlu değilim, Bunu yapmak gerekeceğini sanmıyorum, sayın bakanım, Nasıl, açıklayın, Hastalığı kapmış olduğundan kuşku duyulanlardan biri kör olduğunda bu durum doğal olarak er geç meydana gelecektir ötekiler, yani görme yetisini henüz yitirmemiş olanlar, o kişiyi ânında kapı dışarı edeceklerdir, bundan emin olabilirsiniz, bakanım, Hakkınız var, Ayrıca, öte yanda canı sıkılan bir körün de aralarına katılmasına kesinlikle izin vermeyeceklerdir, Çok doğru bir akıl yürütme, Teşekkür ederim, sayın bakanım, öyleyse, planlarımızı uygulamaya geçirebilir miyiz, Evet, size açık kart veriyorum. Komisyon, hızlı ve etkin biçimde harekete geçti. Henüz akşam olmamıştı ki kör oldukları bilinen körlerin tamamı evlerinde ve işyerlerinde yapılan bir yıldırım harekâtıyla toplandığı gibi, hastalığı kapmış oldukları düşünülen belirli sayıda insan da, yani en azından durumları ve yerleri saptanabilenler ele geçirilmişti. Doktor ve karısı, akıl hastanesine ilk gönderilen kişilerdi. Askerler kapıda nöbet tutuyordu. Kapı ancak onları geçebileceği kadar aralandı, sonra hemen kapandı. Binadan ana kapıya kadar kalın bir ip gerilmişti ve tırabzan küpeştesi görevi görüyordu, Biraz daha sağa yanaşın, bir ipe dokunacaksınız, o ipi yakalayıp doğru, dosdoğru gidin, basamaklara kadar, altı basamak var, diye uyardı bir çavuş. Binanın içinde, ip ikiye ayrılıyor, biri sağa, biri sola dönüyordu, çavuş, Dikkat edin, siz sağ tarafa gideceksiniz, diye bağırmıştı. Kadın, bir yandan bavulu sürüklerken, bir yandan da kocasını, girişten sonraki en yakın koğuşa götürüyordu.
Burası.griye boyanmış ama boyaları uzun süre önce kalkmaya başlamış iki sıra karyolanın bulunduğu eski revirlere benzeyen upuzun bir salondu. Yatak örtüleri, çarşaflar ve yorganlar da aynı renk, yani griydi. Kadın, kocasını koğuşun en dibine götürdü, yataklardan birinin üzerine oturtarak, Bir yere kıpırdama, buranın neye benzediğini görmek için gidip şöyle bir çevreye bakacağım, dedi. Başka koğuşlar, uzun ve dar koridorlar, doktor odaları olduğu anlaşılan odalar, kir pas içinde tuvaletler, kötü yemek kokularından henüz arınmamış bir mutfak, üzeri çinko plakalarla kaplı masaları olan bir yemekhane, duvarları iki metre yüksekliğe kadar minder kaplanmış, üzeri mantar levhalarla kapatılmış üç hücre vardı. Binanın arkasında, duvarla çevrili, içinde kendi haline bırakılmış, gövdeleri soyulmuş izlenimi veren ağaçlar olan terk edilmiş bir bahçe vardı. Her yana çöpler saçılmıştı. Doktorun karısı içeri girdi. Kapakları yarı açık bir dolabın içinde, deli gömlekleri gördü. Kocasının yanına geri döndüğünde, Bizi nereye getirmişler, biliyor musun, diye sordu, Bilemezsin, diye ekledi, Bir akıl hastanesine, kocası onun sözünü kesti, Sen kör değilsin, burada kalmana razı olamam, Evet, haklısın, kör değilim, Seni eve götürmelerini, benimle birlikte kalabilmek için onlara yalan söylediğini anlatacağım, Hiç zahmet etme, burada seni kimse duymaz, duysa bile dinlemez, Ama senin gözlerin görüyor, Şimdilik görüyor ama yarın ya da öbür gün, belki de bir dakika sonra benim de kör olacağım kesin, Çek git buradan, yalvarırım, Üsteleme, zaten askerlerin merdivene adım bile atmama izin vermeyeceklerinden eminim, Seni bunu yapmaya zorlayamam, Hayır sevgilim, zorlayamazsın, sana yardım etmek için burada kalıyorum, ayrıca gelecek olan ötekilere de, Hangi ötekilere, Burada yalnız olacağımızı düşünmüyorsun sanırım, Çılgınlık bu, Elbette öyle, bir akıl hastanesindeyiz biz. Öteki körler hep birlikte geldiler. Evlerinden teker teker alınmışlardı, ilk önce otomobildeki adamı, ardından onun otomobilini çalan hırsızı, koyu renk gözlüklü genç kızı, şehla çocuğu, yok hayır, şehla çocuğu evinden değil, annesinin tedavi için götürdüğü hastaneden almışlardı. Annesi yanında yoktu, doktorun karısı kadar kurnaz davranamamış, kör olmadığı halde kör oldum demeyi akıl edememişti, basit bir insandı, kendi iyiliği için yalan söylemeyi bile beceremiyordu.
Yatakhaneden içeri, birbirlerini ite kaka, elleriyle boşluğu yoklaya yoklaya girdiler, içerde onlara kılavuzluk edecek ip yoktu, doğru yöne gitmeyi, kendilerine zarar vererek, oralarını buralarını acıtarak öğreneceklerdi, çocuk ağlıyor, annesini istiyordu, koyu renk gözlüklü genç kız onu sakinleştirmeye çalışıyor, Gelecek, gelecek, diyordu, ve gözünde gözlüklerle hem kör gibiydi, hem de değil, ötekiler gözlerini sağa sola çeviriyor, fakat hiçbir şey görmüyordu, oysa genç kız, gözünde gözlüklerle, Gelecek, gelecek, dediği için, umutsuz anne birazdan kapıda belirecekmiş izlenimi bırakıyordu. Doktorun karısı, ağzını kocasının kulağına yaklaştırarak fısıldadı, İçeri dört kişi girdi, bir kadın, iki erkek ve bir çocuk, Erkeklerin görünüşleri nasıl, diye sordu doktor, alçak sesle, Kadın, adamları ona tarif etti, o da, İlkini tanımıyorum, ama öteki benim muayenehaneme gelen kör olacak, Küçük çocuk ve kadın gözlük takıyor, güzelce bir kadın, İkisi de bana muayeneye geldi. Körler, gürültü patırtı içinde, kendilerini güvende hissedecekleri bir yer aradıklarından, bu konuşmaları duyamadılar, orada kendileri gibi başka insanların da bulunduğunu düşünmüyorlardı kuşkusuz, ayrıca kör olduklarından bu yana az bir süre geçtiğinden, işitme duyularını normalin üstünde geliştirmeye henüz vakit bulamamışlardı. Sonunda, eldekinden de olmamaya karar vermiş olacaklarki her biri ilk çarptığı yatağın üstüne oturdu, iki erkek yan yanaydı, ama bundan ikisinin de haberi yoktu. Genç kız, küçük çocuğu alçak sesle avutmayı sürdürüyordu, Ağlama, göreceksin bak, annen birazdan burada olacak. Sonra bir sessizlik oldu, bunun üzerine doktorun karısı, yatakhanenin ucundan, herkesin duyabileceği bir sesle, Burada iki kişi var, siz kaç kişisiniz, dedi. Bu beklenmedik ses, yeni gelenleri yerinden sıçrattı, iki erkek, sessiz kalmayı sürdürdü, yanıt veren, genç kız oldu, Sanırım dört kişiyiz, şu küçük çocuk ve ben varız. Başka kim var, ötekiler neden ses vermiyor, diye sordu, doktorun karısı, Ben varım, dedi, bir erkek sesi, sanki bu sözleri söylemek ona zor geliyordu, Ben de varım, diye mırıldandı, canı sıkkın bir başka erkek sesi.
Doktorun karısı kendi kendine, Bu ikisi birbirlerini tanımaktan korkuyorlar sanki, dedi. İkisi de büzülmüş, gergindi, boyunları bir koku alıyormuşçasına ileri uzanmıştı, ne var ki yüzlerindeki ifade hayret uyandıracak biçimde aynıydı, tehdit altında olduğu izlenimini veren, korkuyla karışık bir ifade, oysa birinin korkusu ötekininkiyle aynı olmadığı gibi, tehdit edilme duygusu da aynı nedenden kaynaklanmıyordu. Kadın kendi kendine, Bu ikisinin arasında ne olabilir acaba, diye sordu.
Tam o anda, güçlü ve keskin bir ses duyuldu, buyruk vermeye alışkın bir insan sesi. Ses, içeri girdikleri kapının üzerine yerleştirilmiş bir hoparlörden geliyordu.
Dikkat, sözcüğü üç kez yinelendikten sonra, ses konuşmaya başladı, Hükümetimiz, hakkı ve görevi olarak gördüğü şeyi, içinden geçmekte olduğumuz ve görünüşte bir körleşme salgını olarak ortaya çıkan ve şimdilik ‘beyaz felaket’ deyimiyle ifade edilen kriz dönemi içinde, elindeki tüm olanakları seferber ederek, halkı koruma görevini enerjik biçimde yerine getirmek zorunda kaldığından dolayı üzgündür, ve salgının daha fazla yayılmasını bu durumun yalnızca, açıklanamaz bir dizi rastlantıdan ibaret olmayıp, gerçek bir salgınla karşı karşıya bulunduğumuz varsayıldığından önlemek için tüm yurttaşların yurtseverliğine ve dayanışma duygusuna güvenebileceğini ümit eder. Hastalığa yakalanmış kişileri aynı mekân içinde ve bu yere yakın, fakat ayrı bir yerde de bu kişilerle herhangi bir biçimde temas etmiş kişileri toplama kararı, uzun uzun düşünüldükten sonra alınmıştır. Hükümetimiz, sorumluluğunun kesin olarak bilincindedir ve bu iletinin ulaştığı kişilerin de, üzerlerine düştüğü gibi, sorumluluklarının bilincinde kişiler olarak, disiplin içinde hareket edeceklerini ve şu an için öteki insanlardan ayrık tutulmalarının, her türlü kişisel düşüncenin ötesinde, ulusun geriye kalan kesimiyle bir dayanışma hareketi oluşturduğunu teslim edeceklerini ümit eder. Bu cümleden olmak üzere sizi, açıklayacağımız şu talimatları dikkatle yerine getirmeye davet ediyoruz, bir, ışıklar sürekli olarak açık kalacaktır, elektrik düğmeleriyle oynamanın hiçbir yararı yoktur, çünkü kumanda etmez duruma getirilmişlerdir, iki, binadan izinsiz olarak ayrılmak, kendi ölüm fermanını imzalamak anlamına gelecektir, üç, her yatakhanede yalnızca sağlık ve temizlik gereçleri istekleri için kullanılabilecek birer telefon vardır, dört, içerdekiler çamaşırlarını elde yıkayacaklardır, beş, yatakhane sorumluları seçilmesi önerilmektedir, bu bir buyruk değil, öneridir, içerdekiler, uygun gördükleri en iyi biçimde örgütleneceklerdir ve bundan böyle, yukarıda sıraladığımız kurallara uyacaklardır, altı, yiyecek kasaları günde üç kez, giriş kapısının sağına ve soluna bırakılacak, yiyecekler yalnızca hastalar ve zanlılar tarafından tüketilecektir, yedi, tüm artıkların yakılması gerekmektedir, yiyeceklerin dışında, yanacak malzemelerden üretilmiş kasalar, tabaklar ve örtüler de artık olarak kabul edilmektedir, sekiz, yakma işlemi iç avluda ya da bahçede duvarların yanında yerine getirilecektir, dokuz, sözü geçen yakma işleminden doğacak tüm olumsuz sonuçlardan içerdekiler sorumlu tutulacaklardır, on, kazara ya da kasten bir yangın çıkarılacak olursa, itfaiye çağrılmayacaktır, on bir, içerdekiler, aralarından bazılarının hastalandığını söylemesi, karışıklık çıkması ya da saldırı olması durumunda dışarıdan gelecek hiçbir yardıma bel bağlamayacaklardır, on iki, nedeni ne olursa olsun bir ölüm meydana geldiğinde içerdekiler ölüyü hiçbir dinsel tören yapmadan bahçe duvarlarının dibine gömeceklerdir, on üç, hastalar koğuşu ile zanlılar koğuşu arasındaki bağlantı yalnızca ana binadan, içeri girdikleri kapıdan yapılacaktır, on dört, zanlılar arasında körlüğe yakalananlar, daha önce kör olmuşların koğuşuna hemen götürülecektir, on beş, bu anons, yeni gelenleri durumdan haberdar etmek için her gün bu saatte yinelenecektir. Hükümetimiz ve ulusumuz, her birinizin üzerine düşen görevi yerine getireceğinizi ümit eder. İyi geceler.
Bu sözleri izleyen ilk sessizlikte, küçük çocuğun pürüzsüz sesi işitildi, Annemi istiyorum, ne var ki bu sözler ifadeden yoksundu, daha önce söylenen bir cümle onları askıda bırakmış, o cümle bitince de söylenenlerle ilgisiz biçimde birdenbire boşalmış, otomatik olarak yinelenen bir mekanizma gibi söylendi.
Doktor, Biraz önce duyduğumuz buyruklar hiç kuşku bırakmıyor, karantinaya alındık biz, olasılıkla da yakalandığımız hastalığa bir ilaç bulununcaya kadar buradan çıkma umudu olmaksızın karantinaya alındık, dedi, Sizin sesinizi tanıyorum ben, dedi, koyu renk gözlüklü genç kız, Ben doktorum, göz doktoru, Siz, beni dün muayene eden doktorsunuz, bu onun sesi, Evet, peki siz, siz kimsiniz, Gözümde bir zar yangısı olmuştu, sanırım hâlâ var ama artık kör olduğuma göre bunun o kadar da önemi yok, Peki, ya sizinle birlikte olan küçük çocuk, Benim değil o, benim çocuğum yok, Dün, gözünde kayma olan bir çocuk muayene ettim, o sen misin, diye sordu doktor, Evet, bendim efendim, çocuğun yanıtındaki ses tonunda gücenme var gibiydi, bu fiziksel özürün söylenmesinden hoşlanmamıştı sanki, hakkı da vardı, çünkü bunun gibi, dikkat edilmeyince fark edilmeyen özürler, sözü edilir edilmez göze batmaya başlardı. Burada, tanıdığım daha başka kişiler de var mı, diye sordu doktor yeniden, dün karısıyla birlikte muayenehaneme gelen hasta burada mı, arabasının direksiyonunda birdenbire kör olan kişi, Benim o kişi, diye yanıt verdi birinci kör, Aramızda bir kişi daha var, o da bize kim olduğunu söyler mi, burada bilemediğimiz bir süre birlikte yaşamak zorunda kalacağız, dolayısıyla kaçınılmaz olarak birbirimizi tanımamız gerekiyor. Oto hırsızı geveleyerek yanıt verdi, Evet, evet, bu sözlerin oradaki varlığını belli etmeye yeteceğini düşünerek ama doktor üsteledi, Oldukça genç bir insanın sesine sahipsiniz, siz gözünde katarakt olan hasta değilsiniz, Hayır doktor, ben o kişi değilim, Nasıl kör oldunuz peki, Sokakta, Ee sonra, Sonrası yok, sokaktaydım ve birden kör oldum. Doktor, onun körlüğünün de beyaz körlük olup olmadığını soracaktı ama sustu, bunu öğrenmek ne işe yarardı ki, yanıt ne olursa olsun, ister kara körlük, ister beyaz körlük söz konusu olsun, durumlarında ne gibi bir ilerleme sağlayabilirdi ki, nasıl olsa hiçbiri oradan çıkamayacaktı. Duraksayarak karısına doğru uzattı elini, yarı yolda eline dokundu onun. Karısı, yanağına bir öpücük kondurdu, o solgun alnı, o gevşek ağzı, görür izlenimi veren ama aslında görmeyen korku dolu cam gibi gözleri ondan başka kimse göremezdi, Benim de sıram gelecek, diye düşündü, ne zaman, belki hemen, kendi kendime söylediğim bu sözleri bitirmeye zaman bulamadan, herhangi bir anda belki de onlar gibi kör olarak uyanacağım, uyumak için gözlerimi kapattığımda, bunu yalnızca uyumak için yaptığımı düşüneceğim ama kör olarak uyanacağım.
Ayaklarının dibinde, toparlayıp getirebildikleri azıcık öteberiyle yataklarının üstünde oturan dört köre baktı, küçük çocuğun okul çantası, ötekilerin de küçük bavulları vardı, hafta sonu tatiline gider gibi gelmişlerdi. Koyu renk gözlüklü genç kız, küçük çocukla gevezelik ediyordu, karşı sıradaysa, birinci kör ile oto hırsızı birbirine yakın, aralarında farkında olmadan yalnızca boş bir karyola bırakmış durumda karşı karşıya oturuyorlardı. Doktor, Buyrukları dinledik, başımıza ne gelirse gelsin hiç kimsenin bize yardım etmeyeceğini biliyoruz, bu yüzden şimdiden bir düzen kurmaya başlasak iyi olur, çünkü bu koğuş kısa sürede dolacak, bu ve öteki koğuşlar, Başka koğuşlar da olduğunu nereden biliyorsunuz, diye sordu genç kız, Buraya yerleşmeden önce çevreyi biraz kolaçan ettik, burası kapıya en yakın yatakhane, diye açıkladı doktorun karısı, bu arada daha dikkatli olması için kocasının kolunu sıkarak. Genç kız, En iyisi, doktoru yetkili kişi seçmek, her şey bir yana o bir doktor, dedi, Gözleri görmeyen, yanında ilaç olmayan bir doktor ne işe yarar, Doktor, sözü dinlenir bir kişidir. Doktorun karısı gülümsedi, Bu öneriyi kabul etmen gerekiyor sanırım, ötekiler de aynı düşüncedeyse elbette, Bunun iyi bir düşünce olduğunu sanmıyorum, Neden, Şu anda burada yalnızca altı kişiyiz, yarın daha kalabalık olacağımız kesin, her gün daha başka insanlar gelecek, bu insanların hepsinin kendilerinin seçmediği bir yetkili, nin sözünü dinleyeceklerini, üstelik bunu, sözünü dinledikleri, onun yetkesini ve konulmuş kuralları kabul ettikleri halde kendilerine hiçbir şey sağlayamayacak durumda olan birine karşı yapacaklarını düşünmek saflık olur, Öyleyse burada yaşamak zor olacak, Yalnızca zor olsa, yine de şanslı sayılırız. Koyu renk gözlüklü genç kız, Doktor gerçekten haklı, her koyun kendi bacağından asılacak, dedi.
Bu sözlerle sarsılan ya da öfkesini daha fazla bastırmayı başaramayan erkeklerden biri birden ayağa fırladı, Başımıza açılan belanın sorumlusu bu herif, gözlerim görseydi onu şu anda öldürürdüm, diye kükredi, doktorun bulunduğunu sandığı yeri işaret ederek. İşaret ettiği yer konusunda fazla yanılmamıştı ama bu hareketi gülünç bir etki yarattı, çünkü suçlayan parmağını dramatik biçimde masum bir başucu masasına yöneltmişti. Sakin olun, dedi doktor, bir salgın hastalık söz konusu olduğunda suçlu yoktur, herkes kurbandır, Yapmış olduğum gibi, iyiliksever görünmeye kalkmasaydım, onun evine gitmesine yardım etmemiş olsaydım, değerli gözlerimi şu anda yitirmemiş olacaktım, Kimsiniz siz, diye sordu doktor ama suçlayan adam yanıt vermedi, konuştuğuna pişman olmuş gibiydi. Bunun üzerine öteki erkeğin sesi işitildi, Beni evime götürdü, bu doğru, ama daha sonra, durumumdan yararlanarak arabamı çaldı, Yalan, ben hiçbir şey çalmadım, Evet efendim, çaldınız, Sizin külüstürü biri çaldıysa, o ben değilim, yaptığım iyiliğe karşılık, ödül olarak kör oldum, ayrıca tanıklar nerede, tanıklarınız var mı, Tartışma sizi hiçbir yere götürmez, dedi, doktorun karısı, araba orada dışarda, oysa ikiniz de içerdesiniz, birbirinizle barışsanız iyi olur, burada birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu da unutmayın, Ben, burada onunla birlikte yaşamak istemeyecek birini tanıyorum, dedi birinci kör, siz ne isterseniz yapın ama ben gidip öteki koğuşa yerleşeceğim, bu herif gibi, bir körün arabasını çalabilecek tıynette bir serseriyle aynı yerde kalacak değilim, benim yüzümden kör olduğunu ileri sürüyor, iyi ki kör olmuş, bu kavanoz dipli dünyada biraz olsun adalet kaldığını gösterir bu.
Bavulunu kavradı ve tökezlememek için ayaklarını sürüyerek, boşta kalan eliyle boşluğu yoklayarak, iki .yanında kötü yatakların dizili bulunduğu geçiş yoluna yöneldi, Koğuşlar nerede, diye sordu ama yanıtını işitemedi zaten yanıt veren de olmadı, çünkü birden, üzerine tekme tokat birinin yüklendiğini fark etti, başına gelen kötülüklerden onu sorumlu tutan ve öç almak için tehditlerini uygulamaya geçiren oto hırsızının saldırısına uğramıştı. Alt alta, üst üste, karyolaların bacaklarına çarparak dar aralığa yuvarlandılar, bu arada yeniden korkuya kapılan şaşı çocuk ağlayarak annesini istemeye başlamıştı. Doktorun karısı kavgayı tek başına ayıramayacağını bildiğinden, kocasının koluna yapışarak öfkeli kavgacıların boğaz boğaza debelendikleri aralığa götürdü. Kocasının ellerini yönlendirdi, kendisi de en yakındaki körle ilgilendi, kavgacıları büyük güçlükle ayırabildiler. Akılsızca davranıyorsunuz, diye azarladı doktor ikisini de, burada kaldığımız süreyi cehenneme çevirmek istiyorsanız kavga etmeyi sürdürün, doğru yoldasınız, burada kendi başımıza bırakıldığımızı da anımsayın yalnız, dışarıdan hiçbir yardım gelmeyecek, söylenenleri duydunuz, Arabamı çaldı benim, diye homurdandı birinci kör, öteki körden aldığı darbeler yüzünden pestili çıkmış, iflahı kesilmiş durumda, Bırakın dalaşmayı, şu anda bunun ne yararı var, dedi doktorun karısı, arabanız çalındığı anda zaten onu bir daha kullanamayacak durumdaydınız, Evet, doğru, ama benim arabamdı o ve bu hırsız onu bilmediğim bir yere götürdü, Arabanız büyük bir olasılıkla bu adamın kör olduğu yerde duruyor, dedi doktor, Akıllı bir insansınız, doktor, orada öylece duruyor, dedi hırsız. Birinci kör, kendisini tutan ellerden kurtulmak ister gibi bir hareket yaptı, ama fazla zorlamadan, aşağılanmasının öcünü almakla arabasının geri gelmeyeceğini, geri gelse bile, yitirdiği gözlerini ona yeniden kazandırmayacağını anlamıştı sanki. Öte yandan hırsız tehditlerini sürdürüyordu, Buradan elini kolunu sallayarak çıkabileceğini sanıyorsan fena halde yanılıyorsun, Arabanı çaldım, tamam, arabanı çalan benim, oysa sen benim gözlerimi çaldın, söyle bakalım, hangimiz daha rezil, sen mi, ben mi, Kesin şunu, diye karşı çıktı doktor, burada hepimiz körüz, bunun için yakınıp durmadığımız gibi, kimseyi de suçlamıyoruz, Başkalarının derdi beni hiç ilgilendirmez, dedi hırsız, aşağılayıcı bir ses tonuyia, Başka koğuşa gitmek istiyorsanız, dedi doktor birinci köre, karım size yardımcı olabilir, yön bulma duygusu benimkinden daha güçlü, Fikir değiştirdim, burada kalıyorum. Hırsız, onunla alay etti, Yalnız başınıza kalmaktan korkuyorsunuz, hepsi bu, canavarlara yem olmaktan ödünüz patlıyor, Yeter artık, diye bağırdı, sabrı tükenen doktor, Yavaş ol doktor amca, diye homurdandı hırsız, burada hepimizin eşit olduğumuzu unutma, bana buyruk veremezsin, Buyruk verdiğim yok, bu adamı rahat bırakmanızı istiyorum yalnızca, Tamam, tamam, ama benimle dalaşmak için bahane aramayın, öfkem burnumdadır, tepem atınca da adamı katır gibi teperim, herkes gibi ben de uslu çocuk olabilirdim ama bağışlamasız bir adamım ben. Hırsız, hırçın el kol hareketleriyle biraz önce üzerinde oturduğu yatağı aradı, bavulunu yatağın altına itti, sonra seslendi, Ben yatıyorum, ses tonuna bakılacak olursa, Arkanızı dönün, soyunuyorum, demek istemişti sanki. Koyu renk gözlüklü genç kız şehla çocuğa, Senin de yatman gerekiyor artık, dedi, sen şu tarafta yatacaksın, gece bir şey istersen bana seslen, Çişimi yapmak istiyorum, dedi çocuk. Onu duyan herkeste birden ve ivedi olarak işeme isteği uyandı ve aynı şeyi onun sözleriyle ya da daha başka sözlerle düşündüler, Bir de o işi nasıl yapabileceğimizi bilebilsek, birinci kör, lazımlık olup olmadığına bakmak için eliyle yatağın altını yokladı, bu arada içinden, İnşallah yoktur, diyordu, çünkü ötekilerin önünde çişini yapmaya utanacaktı, onu göremezlerdi elbette, ne var ki çiş sesi duyulur, gizlemeye pek olanak yoktur, erkekler, onlar en azından, kadınlara oranla farklı bir yöntem kullanabilirler, bu bakımdan onlardan daha şanslı sayılırlar. Hırsız, yatağının üstüne oturmuş söyleniyordu, Allah kahretsin, bu barakada insan nereye işeyebilir ki, Sözlerinize dikkat edin, yanımızda bir çocuk var, diye itiraz etti, koyu renk gözlüklü takan genç kız, Tamam nonoşum ama bir yer bulman gerekiyor, yoksa çocuk donuna yapacak.
Doktorun karısı, tuvaletleri bulmaya çalışacağım, dedi, şu taraftan burnuma bir koku geliyor gibi, Ben de sizinle geliyorum, dedi, koyu renk gözlüklü genç kız, küçük çocuğu elinden tutarak, Oraya hep birlikte gitsek iyi olacak, dedi doktor, böylelikle, gerek duyduğumuzda hangi yolu izleyeceğimizi öğrenmiş oluruz, Kafanın içini okuyorum senin, diye düşündü oto hırsızı, ne var ki yüksek sesle, Ne zaman çişim gelse, sevgili karının beni işemeye götürmesini istemiyorsun, demeye cesaret edemedi. Bu düşünce, içerdiği gizli anlam yüzünden kamışının hafifçe sertleşmesine neden oldu, buysa onu şaşırttı, oysa kör oldu diye cinsel isteğin azalması ya da yok olması gerekmiyordu, Tamam, dedi sonunda, her şeyimi yitirmiş değilim, ölülerin ve yaralıların arasından paçayı kurtarmış biri çıkar nasıl olsa karşıma ve ötekilerin konuştuklarına kulaklarını tıkayarak, kendini düş dünyasına bıraktı. Ne var ki düş kurmasına fırsat tanımadılar, doktor, Arka arkaya durup kuyruk oluşturacağız, karım önden yürüyecek, herkes elini önündekinin omzuna koyacak, böylelikle birbirimizi kaybetmeyeceğiz, diyordu. Birinci kör, ben bu herifle gitmem, dedi, arabasını çalan adamı kastediyordu kuşkusuz.
Birbirlerini bulmaya da, kaçmaya da çalışsalar daracık geçiş yerinde zorlukla hareket ediyorlardı, üstelik, doktorun karısı da gözleri görmüyormuş gibi hareket etmek zorundaydı. Sonunda sıra oluşturuldu, doktorun karısının arkasında şehla çocuğu elinden tutan koyu renk gözlüklü genç kız vardı, onun arkasında, ayağında iç donu, üzerinde bir triko ile hırsız, sonra doktor ve kuyruğun sonunda, şimdilik saldırılma tehlikesi içinde bulunmayan birinci kör.
Kendilerine kılavuzluk eden kişiye güvenmiyormuş gibi, boştaki elleriyle havayı yoklayarak, geçtikleri yerlerde duvar, kapı kasası gibi destek alabilecekleri katı cisimler arayarak çok yavaş ilerliyorlardı. Koyu renk gözlüklü genç kızın arkasından giden hırsız, ondan gelen güzel kokuyla ve biraz önce kamışının kalkmasının anısıyla uyarıldığından olacak, ellerini daha yararlı biçimde kullanmaya karar vererek bir eliyle kızın saçlarının altından ensesini okşarken, öteki eliyle, peşrev yapmaya hiç gerek görmeden göğsünü kavrayıverdi. Genç kız bu küstahça davranıştan kurtulmak için silkindi ama adam ona sıkıca sarılmıştı. Bunun üzerine, ayağını çifte atar gibi şiddetle arkaya salladı.Ayakkabısının çivi gibi ince topuğu, hırsızın yumuşak ve çıplak baldırına saplandı, adam şaşkınlık ve acıyla bağırdı. Doktorun karısı arkasına bakarak, Ne oluyor, diye sordu, Sendeledim, diye yanıt verdi koyu renk gözlüklü genç kız, arkamdakinin canını yakmış olmalıyım. Bir yandan inlerken, öte yandan sövüp sayan ve yediği tekmenin yaptığı hasarı anlamaya çalışan hırsızın parmaklarının arasından kanlar akıyordu. Yaralandım, bu nonoş ayaklarını koyacağı yeri göremiyor, Ya siz, siz de ellerinizi nereye koyacağınızı bilmiyorsunuz, diye sertçe yanıt verdi genç kız. Doktorun karısı, ne olup bittiğini anladı, önce gülümsedi ama açılan yaranın pek de hafif bir yara olmadığını hemen fark etti, zavallı şeytanın bacağından aşağı kan süzülüyordu, oysa yanlarında ne oksijenli su, ne cıvalı krom, ne pansuman, ne bandaj, ne de mikrop öldürücü toz vardı, bunların hiçbiri yoktu. Sıra bozulmuştu, doktor soruyordu, Nerenizden yaralandınız, Şuradan, Şuradan nereden, Bacağımdan, görmüyor musunuz, nonoşun topuğu bacağımı deldi, Sendeledim, benim suçum değil, diye yineledi genç kız, ama hemen ardından, öfkeye kapılarak patladı, Bu salak beni elledi, beni ne zannediyor. Doktorun karısı araya girdi, Şu anda yarayı temizleyip bantlamak gerekiyor, Peki, su nerede var, diye sordu hırsız, Mutfakta var, mutfakta su var ama oraya hepimizin gitmesi gerekmiyor, kocamla ben bu beyi oraya götüreceğiz, ötekiler bizi burada bekleyecek, fazla gecikmeyiz, Benim çişim geldi, dedi çocuk, Tut biraz, hemen geri geleceğiz. Doktorun karısı, sağa, sonra sola dönmesi, sonra da dik açı oluşturan uzun bir koridoru geçmesi gerektiğini biliyordu, mutfak en dipteydi. Birkaç dakika sonra, şaşırmış gibi yaparak durdu, geri döndü, sonra bağırdı, Ah, tamam, anımsıyorum, sonra dosdoğru mutfağa gittiler, daha fazla vakit yitirmemek gerekiyordu, yaradan çok kan akıyordu..Başlangıçta, su çok kirli aktı, berraklaşması için beklemeleri gerekti. Ilık bir suydu, boruların içinde kokuşmuş gibiydi, bacağına su değince yaralı adam rahatlayarak iç geçirdi. Yaranın görünüşü iyi değildi, Şimdi bacağını nasıl bandajlayacağız, diye sordu doktorun karısı. Bir masanın altında, yer silmek için kullanıldığı anlaşılan pis bezler vardı ama onları bandaj yapmak için kullanmak büyük tedbirsizlik olurdu, Görünüşe göre, burada hiçbir şey yok, dedi kadın, arıyormuş gibi yaparak, Ama bu durumda kalamam doktor, kanın akması kesilmedi, yalvarırım size, yardım edin bana, biraz önce kötü davrandığım için de beni bağışlayın, diye sızlanıyordu hırsız. Şu anda size yardım etmekteyiz, dedi doktor, sonra, Sırtınızdaki trikoyu çıkarın, başka çaremiz yok. Yaralı adam homurdanarak trikonun kendisi için gerekli olduğunu söyledi ama çıkardı. Doktorun karısı trikoyu hemen rulo haline getirerek adamın bacağına sıkı sıkı sardı, kollarını eteğiyle birleştirerek kaba bir düğüm atmayı başardı. Bunlar, bir körün kolayca başaracağı hareketler değildi ama kör taklidi yapmayı sürdürerek daha fazla zaman yitirmek istemedi, gelirken yolunu kaybetmiş gibi yapmakla rolünü fazlasıyla oynamıştı. Hırsız, durumu biraz anormal buldu, doğru mantık yürütülecek olursa, göz doktoru bile olsa bandajı onun yapması gerekirdi ama tedavi edilmesinin getirdiği avunma duygusu, içinde uyanan kuşkuları bastırdı, bunlar aklından gelip geçen belli belirsiz kuşkulardı zaten. Ötekilerin bulunduğu yere geri döndüler, hırsız topallayarak yürüyordu, doktorun karısı şehla çocukcağızın çişini tutamayıp donunu ıslattığını hemen gördü. Bunu birinci kör de, koyu renk gözlüklü genç kız da fark etmemişti. Çocuğun ayaklarının dibine bir çiş tabakası yayılmıştı, pantolonunun apış arasından hâlâ çiş damlıyordu. Doktorun karısı, hiçbir şey olmamış gibi, Haydi, gidip şu tuvaletleri bulalım, dedi. Körler, birbirlerini bulmak için kollarını kaldırarak hareket ettirmeye başladı ama koyu renk gözlüklü genç kız kendisini elleyen o küstah adamın önünde yürümeyeceğini başta söylediğinden, bu yoklama harekâtına katılmadı, sonunda hırsız ile birinci kör yer değiştirdi, doktor da aralarına girdi ve kuyruk oluşturuldu. Hırsız, daha görünür biçimde topallıyor, ayağını sürüyordu. Kuyruk içinde hareket etmek ona rahatsızlık veriyor, yarası da o kadar şiddetle atıyordu ki, sanki kalbi yer değiştirmiş, yaranın tam ortasına yerleşmişti. Koyu renk gözlüklü genç kız, çocuğu yeniden elinden tutmuştu ama çocuk yediği halt anlaşılmasın diye olabildiğince açıktan yürüyordu, doktor, Burası sidik kokuyor, diye homurdandığında, karısı onun bu izlenimini onaylamının doğru olacağını düşündü, Evet, doğru, bir koku var.
Kokunun tuvaletten geldiğini söyleyemezdi, çünkü tuvaletten henüz çok uzaktaydılar ve kör gibi hareket etmesi gerektiğinden, kokunun çocuğun ıslak pantolonundan geldiğini de söyleyemezdi.Tuvalete vardıklarında, kadın erkek hepsi ilk rahatlaması gereken kişinin çocuk olduğunda birleşti ama sonunda erkekler ivedilik ve yaş durumuna aldırış etmeksizin pisuvarlara hep birlikte yöneldi, böyle bir yerde pisuvarların kolektif olması kaçınılmazdı, hatta kabinler de öyleydi. Kadınlar kapının önünde kaldı, onların kendilerini daha kolay tuttukları söylenir ama her şeyin de bir sınırı vardır, doktorun karısı bir süre sonra, Belki başka bir tuvalet daha vardır, dedi, koyu renk gözlüklü genç kız, Ben bekleyebilirim, dedi, Ben de, diye karşılık verdi öteki kadın ve bir sessizlik oldu, sonra konuşmaya başladılar, Nasıl kör oldunuz, Herkes gibi, birdenbire görmez oldum, Evinizde miydiniz, Hayır, Öyleyse, kocamın muayenehanesinden çıktıktan sonra başınıza geldi bu iş, Öyle gibi, Nasıl yani, Yani hemen oradan çıktıktan sonra olmadı, Bir acı duydunuz mu, Hayır, acı duymadım, gözlerimi açtığımda kör olmuştum, Bana öyle olmadı, Nasıl, öyle olmadı, Benim gözlerim kapalı değildi, kocam cankurtarana bindiğinde kör oldum ben, Şanslıymış, Kim, Kocanız, böylelikle birlikte olabileceksiniz, Evet, bu konuda da şans bana yardım etti, Kuşku yok öyle, Ya siz, siz evli misiniz, Hayır, evli değilim ve bundan böyle kimsenin de benimle evleneceğini sanmıyorum, Ama bu körlük salgını o kadar anormal, bilimin tüm verilerine o kadar aykırı ki çok uzun sürmesi söz konusu olamaz, Ya yaşamımızın geri kalan bölümünü kör olarak yaşamaya mahkûm olmuşsak, Biz mi, Yani herkes, Bu korkunç olurdu, körlerin oluşturduğu bir dünya, Bunu düşünmek bile istemiyorum.
Tuvaletten önce küçük çocuk çıktı, aslında içeri girmese de olurdu. Pantolonunu dizlerine indirmiş, çoraplarını da çıkarmıştı, Geldim, dedi ve koyu renk gözlüklü genç kızın eli hemen sesin geldiği yere yöneldi, ilk denemede amacına ulaşamadı, ikincisinde de, ancak üçüncü denemede çocuğun duraksayan elini bulabildi. Biraz sonra, doktor kapıda belirdi, ardından birinci kör geldi, birinci kör, Neredesiniz, dedi, doktorun karısı, kocasının kolunu tutmuştu bile, öteki koluna da koyu renk gözlüklü genç kız dokundu ve kavradı. Birinci kör, birkaç saniye boyunca, asılacak kimse bulamadı, sonra biri elini omzuna koydu.
Hepimiz burada mıyız, diye sordu doktorun karısı, Bacağı yaralı adam hâlâ içerde, büyüğünü de yapması gerekiyordu, diye yanıt verdi kocası. Bunun üzerine, koyu renk gözlüklü genç kız, Belki başka bir tuvalet daha vardır, sıkıştırmaya başladı, özür dilerim, dedi, Arayalım, dedi doktorun karısı ve el ele tutuşarak uzaklaştılar. On dakika sonra geri geldiler, tuvaleti olan bir muayene odası keşfetmişlerdi. Hırsız, tuvaletten çıkmış, soğuktan ve ağrıyan bacağından yakınıyordu. Gelişlerinde olduğu gibi yeniden kuyruk oluşturdular, bu kez daha kolay ve hiçbir kazaya uğramadan yatakhaneye döndüler. Doktorun karısı, ustalıkla fakat hiç sezdirmeden her birinin kendi yatağını bulmasına yardım etti.
Daha yatakhanenin dışında herkese, yerini bulmanın en kolay yolunun yatakları saymak olduğunu anımsatmıştı. Bizimkiler sağda en sonda, on dokuzuncu ile yirminci, dedi. Yatakların arasındaki açıklığa ilk dalan hırsız oldu. Neredeyse çıplaktı, soğuktan titriyordu, ağrıyan bacağını dinlendirmek istiyordu,buysa ona öncelik tanımak için yeterliydi. Yatakları teker teker, altında bıraktığı bavulunu bulmak için yoklayarak geçti, bavulunu bulunca da bağırdı, Burası, ve ekledi, on dört, Hangi taraf, diye sordu doktorun karısı, Sol taraf, diye yanıt verdi ve bunu daha önceden bilmesi gerektiğini düşündüğünden, biraz şaşırdı. Sonra sıra birinci köre geldi. Yatağının hırsızla aynı tarafta, onunkinden iki yatak sonra olduğunu biliyordu. Artık ondan korkmuyordu, yakınmalarına ve iç çekmelerine bakılacak olursa, taş gibi olmuş bacağıyla yerinden kıpırdayacak hali kalmamıştı, yatağına vardığında, On altı, sol, diye bildirdi ve üstündekileri çıkarmadan yattı. Bunun üzerine, koyu renk gözlüklü genç kız, Bizim o beylerin sırasında karşı tarafa yerleşmemize yardımcı olun, orada rahat ederiz, dedi.
Dördü birlikte ilerleyip kısa sürede yerleştiler. Birkaç dakika sonra, şehla çocuk, Karnım aç, dedi, koyu renk gözlüklü genç kız mırıldandı, Yarın yemek yiyeceğiz, şimdi uyu. Sonra, küçük bavulunu açarak, eczaneden satın aldığı küçük şişeyi aradı. Gözlüklerini çıkardı, başını arkaya attı, gözlerini iri iri açtı ve bir eliyle öteki elini yönlendirerek gözlerine birkaç damla göz damlası damlattı.
Damlaların hepsi gözüne isabet etmedi ama böylesine özenli bir bakımla gözündeki yangı kısa sürede iyileşecekti.
Gözlerimi açmalıyım, diye düşündü doktorun karısı. Gece boyunca birçok kez uyanmış, kapalı göz kapaklarının ardından, yatakhaneyi zar zor aydınlatan ampullerin sönük ışığını fark etmişti ama şimdi arada bir fark oluşmuştu, bir başka aydınlık varmış gibi geliyordu ona, bu belki de şafağın ilk ışıkları ya da gözlerini kuşatan süt deniziydi, kimbilir. Kendi kendine, Ona kadar sayıp gözlerimi aralayacağım, dedi, bunu iki kez söyledi, iki kez ona kadar saydı, gözlerini ikisinde de açmadı. Kocasının, yanında derin derin soluk aldığını, horladığını duyuyordu, Şu adamın bacağı nasıl oldu acaba, diye sordu kendi kendine, ama o anda ona karşı gerçek bir acıma duygusu içinde olmadığını biliyordu, kafasının içindeki bir başka düşünceyi kovmaya, gözlerini açmak zorunda kalmamaya çalışıyordu. Oysa bir an sonra gözleri açılmıştı bile, hem de açmaya karar vermediği halde. Şafağın soluk ve mavimsi ışıkları, duvarların yansından başlayıp yukarı doğru uzanan ve tavanın yirmi santimetre kadar aşağısında biten pencerelerden içeri giriyordu. Kör olmamışım, diye mırıldandı ve birden paniğe kapılarak yatağında doğruldu, karşısındaki kötü yatağı işgal eden koyu renk gözlüklü genç kız onu duyabilirdi. Kızcağız uyuyordu. Onun yanında, duvara dayalı yatağın içinde yatan küçük çocuk da uyuyordu. Benim gibi yapmış, diye düşündü doktorun karısı, çocuğa en korunaklı yeri vermiş, oysa ikimiz de zayıf birer duvar, yolun ortasına yerleştirilmiş küçük birer taş gibiyiz, düşmanın o taşa takılıp sendelemesini sağlamaktan başka umudumuz yok, düşman mı, hangi düşman, bize saldırmak için kimse buraya gelmeyecek, dışarıda soyulabilir, öldürülebilirdik, kimse buraya bizi tutuklamaya gelmeyecek, araba çalan adam bütünüyle özgür olduğundan bundan daha fazla emin olamazdı, dünyadan o kadar uzağız ki zaman gelecek artık kim olduğumuzu unutacağız, birbirimizin adını bile söylemek aklımıza gelmeyecek, zaten bu neye yarar ki, adlarımızın bize ne yararı olur ki, köpekler birbirini bizim yaptığımız gibi tanımazlar ya da tanısalar bile, kendilerine verilmiş olan adla değil, onun kokusunu öteki köpeklerinkinden ayırt ederek tanırlar, kendilerini de kendi kokularıyla tanıtırlar, biz burada başka tür köpekler gibiyiz, birbirimizi havlamalarımızdan, sözlerimizden tanıyoruz, geriye kalan, yüz çizgileri, göz rengi, ten rengi, saç rengi hesaba katılmıyor, sanki bunların hiçbiri yok, ben henüz görüyorum ama ne zamana kadar. Işıkta hafif bir değişme oldu, hava yeniden kararmıyordu herhalde, olsa olsa, gök bulutlarla kaplanıyor, günün ilk ışıklarını geciktiriyordu. Hırsızın yatağından bir inleme geldi, Yarası mikrop kapmışsa, diye düşündü doktorun karısı, iyileştirecek hiç ilaç yok yanımızda, hiç yardım gelmeyecek, bu koşullarda en küçük bir kaza felakete dönüşebilir, onlar da olasılıkla bunu bekliyorlar, yani hepimizin burada teker teker ölmemizi, yılan ölürse zehir de ölür. Doktorun karısı yatağından kalktı, kocasının üzerine eğildi, uyandıracaktı ama onu uykusundan çekip koparmaya, gözlerinin hâlâ görmediğine yeniden tanık olmaya cesaret edemedi. Çıplak ayaklarının ucuna basa basa hırsızın yatağına yöneldi. Hırsızın gözleri açıktı ve sabit bir noktaya bakıyordu. Nasıl oldunuz, diye sordu doktorun karısı. Hırsız, başını sesin geldiği yöne çevirdi, Kötü, bacağım çok ağrıyor, dedi, kadın, İzin verin de bir bakayım, diyecekti ki tam zamanında kendini tuttu, ne büyük bir tedbirsizlik olacaktı bu ama orada yalnızca körlerin bulunduğunu unutan hırsız oldu ve hiç düşünmeden, birkaç saat önce, yani kör olmadan, dışarıda bir doktor, Gösterin bir bakayım, dediğinde yapacağı şeyi yaptı ve üzerindeki örtüyü kaldırdı. Gözleri gören bir kişi, o yarı karanlıkta bile kana bulanmış çarşafı, yaranın çevresi şişmiş kara deliğini görebilirdi. Bandaj çözülmüştü. Doktorun karısı, örtüyü dikkatle örttü, sonra, hafif ve hızlı bir hareketle, elini adamın alnına koydu. Derisi kuru ve alev alevdi. Işık yeniden değişti, bulutlar açılmıştı. Doktorun karısı yatağına döndü ama yatmadı. Uykusunda mırıldanan kocasına, ötekilerin gri örtülerin altındaki siluetlerine, kirli duvarlara, sahiplerini bekleyen boş yataklara bakıyordu ve dinginlik içinde, o da kör olmak, nesnelerin görünen kabuğunun ötesine geçmek, onların özlerine, çaresizlik içindeki kör noktalarına ulaşmak istedi.
Birden, yatakhanenin dışından, olasılıkla binanın iki ön kanadını birbirinden ayıran boşluktan, şiddetli bir bağırma sesi duyuldu, Dışarı, dışarı, Çıkın dışarı, Defolun, Burada kalamazsınız, Buyruklara uymak zorundasınız. Gürültü patırtı büyüdü, sonra azaldı, bir kapı gümbürtüyle kapandı, yüreği daralmış bazı kişilerin hıçkırıklarından, ayağını bir yere çarpıp sendeleyen birinin çıkardığı gürültüden başka ses duyulmuyordu şimdi ve bunlar oradakilerin aşina olduğu seslerdi. Yatakhanedeki herkes uyanmıştı. Herkes başını girişe çevirmişti, içeri girecek olanların kör olduğunu anlamak için, gözlerinin görmesine gerek yoktu.
Doktorun karısı ayağa kalktı, yeni gelenlere yardım edecek, onlara birkaç hoş söz edecek, yataklarına kadar eşlik edecek, onları uyaracaktı, Sakın unutmayın, bu yatak soldan yedinci yataktır, şu yatak sağdan dördüncü yatak, yanılmayın sakın, evet, biz burada altı kişiyiz, dün geldik, evet, ilk gelenler bizleriz, adlarımız mı, adlarımızın ne önemi var, hırsızlık yapmış bir adam, sanırım, malını çaldırmış bir başka adam, koyu renk gözlük takan, göz yangısını iyileştirmek için gözüne göz damlası damlatan gizemli bir genç kız, madem ki körüm, gözlük camlarının koyu renk olduğunu nereden biliyorum, diye düşüneceksiniz, eh söyleyeyim, çünkü kocam göz doktorudur ve kızcağız tedavi olmak için ona geldi, evet, kendisi de burada, herkes bu hastalığa yakalandı, ah, bu doğru, bir de gözleri şehla küçük bir çocuk var. Yerinden kıpırdamadı, kocasına, Geliyorlar, demekle yetindi. Doktor, yatağından çıktı, karısı, pantolonunu giymesine yardım etti, oysa bunun önemi yoktu, nasıl olsa hiç kimse onu göremezdi, tam o anda körler içeri girmeye başladı, beş kişiydiler, üç erkek, iki kadın. Doktor, sesini yükselterek seslendi, Sakinliğinizi yitirmeyin, birbirinizi itelemeyin, biz burada altı kişiyiz, siz kaç kişisiniz, herkese yer var.
Kaç kişi olduklarını bilmiyorlardı, binanın sol kanadından bu yana yöneltildiklerinde birbirlerine temas etmişler, zaman zaman da çarpışmışlardı kuşkusuz ama kaç kişi olduklarını bilmiyorlardı. Yanlarında eşyaları da yoktu. Kendi koğuşlarında yataklarında kör olarak uyanıp yakınmaya başladıklarında, ötekiler onları paldır küldür kapının önüne koyuvermiş, hiç olmazsa orada onlarla birlikte olan yakınlarına ya da dostlarına veda etmelerine bile izin vermemişlerdi. Doktorun karısı, En iyisi birbirlerini saymaları ve her birinin kimliğini açıklaması, dedi. Körler, kıpırdamıyor, duraksıyorlardı ama içlerinden birinin başlaması gerekiyordu, iki erkek aynı anda konuşmaya başladı, hep böyle olur, sonra ikisi birden sustu, üçüncü erkek konuşmaya başladı. Bir, dedi, sonra durakladı, adını söyleyecek gibi oldu, ardından, Polis memuruyum, dedi, doktorun karısı, Adını söylemiyor, bunun önemsizliğini o da biliyor olmalı, diye düşündü. Ardından, bir başka erkek kendini tanıtmaya başlamıştı, İki, deyip öncekinin örneğim izledi, Ben taksi şoförüyüm.
Üçüncü erkek, Üç, ben eczacı kalfasıyım, dedi, sonra bir kadın, Dört, ben bir otelde oda hizmetçisiyim, dedi, ondan sonra sonuncu kadın konuştu, Beş, ben bir büroda sekreterim. Bu benim karım, benim karım, diye bağırdı birinci kör, neredesin, söyle bana neredesin, Burada, buradayım, diyordu kadın, ağlayarak ve yataklar arasındaki aralıkta, gözlerini faltaşı gibi açmış, içine gömüldüğü süt deniziyle ellerini sallayarak boğuşup tir tir titreyerek ilerlerken. Adam ona doğru, kendinden biraz daha emin olarak ilerledi, Neredesin, neredesin, diye mırıldanıyordu şimdi, dua eder gibi. Bir el boşlukta öteki elle buluştu, bir an sonra birbirlerini kucaklıyorlardı, tek bir beden olmuşlardı, öpücükler öpücükleri arıyor, bazen de hedefini şaşırıp havada asılı kalıyordu, çünkü yanaklar nerede, gözler nerede, ağız nerede bilemiyorlardı. Doktorun karısı da, onu yeni bulmuş gibi, hıçkırıklar içinde kocasına sıkı sıkı sarıldı ama o, Ne büyük bir talihsizlik bizimki, ne kötü bir yazgı, diyordu. Bu sırada, küçük şehla çocuğun sesi işitildi, Peki ya benim annem, o da burada mı, diye soruyordu. Çocuğun yatağına oturmuş olan koyu renk gözlüklü genç kız mırıldandı, Gelecek, üzülme sen, o da gelecek.Burada herkesin gerçek evi uyuduğu yer olduğundan, yeni gelenlerin ilk yaptıkları şeyin, tıpkı öteki koğuşta henüz gözleri görürken yaptıkları gibi, kendilerine birer yatak seçmek olmasına şaşırmamak gerekir. Birinci körün karısının durumunda hiç bir duraksama söz konusu olamazdı, ona en uygun yer doğal olarak kocasının yanı, yani on yedinci yataktı, böylelikle, onu koyu renk gözlüklü genç kızdan bir boşlukla ayıran on sekizinci yatak boş kalıyordu.
Ayrıca, hepsinin birbirine olabildiğince yakın olmaya çalıştığını görmek de bizi şaşırtmamalı, çünkü onları birbirine yaklaştıran birçok neden vardı, bunlardan bazılarını biliyoruz, bilmediklerimiz de çok geçmeden ortaya çıkacak, örneğin, koyu renk gözlüklü genç kıza göz damlasını satan, eczacı kalfasıydı, birinci kör doktora şoförün taksisiyle gitti, polis memuru olduğunu söyleyen kişi, kör hırsızı sokakta bir çocuk gibi ağlarken bulan polisti, oda hizmetçisine gelince, koyu renk gözlüklü genç kız çığlıklar atmaya başladığında odaya ilk giren kişiydi.
Bununla birlikte, bu yakın ilişkilerin hepsi, uygun bir fırsat çıkmaması, kimsenin bu yakın ilişkileri bilmemesi ya da duyarlı ve incelikli davranma gereği yüzünden gözler önüne serilmeyecek. Oda hizmetçisi, çıplak gördüğü kadının burada olduğunu aklının ucuna bile getirmeyecek, eczacı kalfasının koyu renk gözlük takan ve göz damlası alan başka müşterilere de hizmet ettiğini biliyoruz, kimse çıkıp da burada araba çalan bir hırsızın bulunduğunu polise gammazlama düşüncesizliğini göstermeyecek, şoföre gelince, son günlerde arabasında kör bir müşteri taşımadığına yemin etmeye hazır. Birinci kör, buraya tıkılanlardan birinin arabalarını çalan it olduğunu karısının kulağına tabii ki fısıldadı, Ne büyük bir rastlantı düşünebiliyor musun, ama bu arada, bacağındaki yara yüzünden o zavallı şeytanın çok berbat bir durumda olduğunu öğrenmiş olduğundan, Bu ceza ona yeter, diyerek gönül yüceliği gösterdi. Ve karısı, kör olmaktan dolayı duyduğu büyük üzüntü ile kocasını yeniden bulmaktan dolayı duyduğu büyük sevinç yüzünden üzüntü ile sevinç, su ile yağın tersine, birbirine karışabilir, iki gün önce, o alçak herifin de bu niteleme onundukör olması için yaşamımın bir yılını verirdim, dediğini anımsamadı bile. Yaralı adam acınası biçimde, Doktor, ne olur yardım edin bana, diyerek inlediğinde, içinde kalan hıncın son gölgesi de kesin olarak dağılıp gitti. Karısının kılavuzluğunda onun yanına gelen doktor, yaranın çevresine dikkatle dokunuyor, elinden de başka bir şey gelmiyordu, zahmet edip yıkamaya bile gerek yoktu, yaranın mikrop kapması, sokakların zeminine temas etmiş bir ayakkabı topuğunun şiddetli darbesinden kaynaklanmış olabileceği gibi, akıl hastanesinin eskimiş, kötü durumdaki su borularından gelen, yarı yarıya kokuşmuş suyun içindeki mikroplardan da kaynaklanmış olabilirdi. İnlemeyi duyarak yatağından kalkmış olan koyu renk gözlüklü genç kız, yatakları sayarak usulca yaklaştı. Öne doğru eğilip elini uzattı ama doktorun karısının yüzüne dokundu, sonra, nasıl olduğunu kendisi de anlayamadan, yaralı adamın ateş gibi yanan elini buldu ve Sizden özür diliyorum, bu bütünüyle benim suçum, yapmış olduğum hareketi yapmamam gerekirdi, dedi, Aldırma, diye yanıt verdi adam, yaşamda insanın başına böyle şeyler gelebilir, yapmış olduğum o hareketi de benim yapmamam gerekirdi.Hoparlörden, karşılıklı söylenmiş bu son sözleri neredeyse bastıran sert bir ses yükseldi, Dikkat, dikkat, girişe yiyecekle birlikte sağlık ve temizlik malzemeleri bırakıldığı duyurulur, bırakılanları önce körler gidip alacaktır, zanlılar koğuşu sırası geldiğinde uyarılacaktır, dikkat, dikkat, girişe yiyecek bırakılmıştır, dışarı önce körler çıkacaktır, önce körler. Yüksek ateş yüzünden aptallaşmış olan yaralı adam, söylenenlerin hepsini anlamadı, karantina süresi bittiğinden, dışarı çıkmaları buyuruluyor sanarak kalkmaya davrandı ama doktorun karısı onu engelledi, Nereye gidiyorsunuz, duymadınız mı, dedi, Körlerin dışarı çıkmaları isteniyor, Evet, ama bırakılan yiyecekleri almak için.
Yaralı adam, cesareti kırılarak. Ya öyle mi, dedi ve yarasının etini dağladığını yeniden duyumsadı. Doktor, Siz burada kalın, ben gideceğim, dedi, Ben de seninle geliyorum, dedi karısı. Koğuşun kapısından çıkmak üzereydiler ki öteki binadan gelmiş olanlardan biri, Kim bu adam, diye sordu, yanıt birinci körden geldi, Bir doktor, bir göz doktoru, Bu, yaşamımda duyduğum en hoş söz, dedi taksi şoförü, yazgımız, bu durumda hiçbir işe yaramayacak tek doktoru göndermiş bize, Yazgımız bize, bizi hiçbir yere götüremeyecek bir de taksi şoförü göndermiş, dedi koyu renk gözlüklü genç kız, sinirli bir ses tonuyla.
Yiyecek kasası girişe bırakılmıştı. Doktor, Beni binanın girişine kadar götür, dedi karısına, Neden, İçimizde yarası fena halde mikrop kapmış birinin bulunduğunu, elimizde de hiç ilaç olmadığını haber vereceğim onlara, Yapılan uyarıyı anımsa, Evet ama belki de somut bir vaka karşısında… Bundan kuşkulu yum, Ben de öyle ama bizim görevimiz, şansımızı denemek. Dışarıda, sahanlıkta karşılaştığı gün ışığı kadını sersemletti, oysa ortalık çok aydınlık değildi, gökyüzünden koyu bulutlar geçiyordu, belki de yağmur yağacaktı, Aydınlık alışkanlığımı çabuk yitirmişim, diye düşündü. Aynı anda, bir asker onlara giriş kapısından bağırıyordu, Durun, geri dönün, ateş etme buyruğu aldım, sonra, aynı ses tonuyla, Çavuşum, dışarı çıkmaya kalkışanlar var, Biz dışarı çıkmak istemiyoruz, dedi doktor, İyi ki istemiyorsunuz, zaten böyle bir şey düşünmenizi hiç önermem, dedi çavuş, giriş kapısının parmaklıklarının arkasından, sonra, Ne oluyor, ne var, diye sordu, Bacağından yaralı birinin yarası mikrop kapmış durumda, çok ivedi olarak antibiyotik ve başka ilaçlara gerek var, Aldığım buyruklar çok açık seçik, kimse dışarı çıkmayacak, içeri yalnız yiyecekler girecek, Yara daha da azarsa, ki öyle olacağına kuşku yok, adamın ölümüne neden olabilir, Bu beni ilgilendirmez, Öyleyse üstlerinizle temasa geçin, Beni iyi dinle kör adam, ya bu kadınla birlikte hemen geldiğiniz yere dönersiniz, ya da üzerinize ateş açarım, Gidelim buradan, dedi kadın, yapacak bir şey yok, bu onların suçu değil, korkudan ödleri patlıyor ve aldıkları buyruklara uyuyorlar, Böyle bir davranışta bulunulmuş olmasına inanmak istemiyorum, insanlık kurallarına tümüyle aykırı bu, İnansan iyi edersin, şimdiye kadar bu kadar açık seçik bir gerçekle karşı karşıya kalmadın, Hâlâ burada mısınız, diye bağırdı çavuş, üçe kadar sayacağım, üç olduğunda hâlâ gözümün önünden yok olmamışsanız, içeri girmeyi hiçbir zaman başaramayacaksınız, biiir, ikiii, üüüç, tamam, sihirli sözcükler etkisini gösterdi, sonra askerlere dönerek, Kardeşim bile olsaydı gözünün yaşına bakmazdım, dedi ama bunu ilaç istemek için gelen adam için mi, yoksa öteki, bacağı mikrop kapmış adam için mi söylediğini açıklamadı, içerde, yaralı adam, ilaçları içeri bırakıp bırakmayacaklarını sordu doktora, İlaç istemeye gittiğimi nereden biliyorsunuz, dedi doktor, Bu apaçık belliydi, siz doktorsunuz, Çok üzgünüm, Yani ilaç vermeyecekler, Anladım, Peki, n’apalım?
Yiyecekler, pintice tam beş kişi için hesaplanmıştı. Şişe sütler ve bisküvi vardı ama tayınları ayarlayan kişi, bardak koymayı unutmuştu, ayrıca, ne tabak vardı, ne de çatal bıçak, bütün bunlar, öğle yemeği ile verilecekti kuşkusuz. Doktorun karısı, yaralıya içecek götürdü ama adam içtiğini geri çıkardı. Şoför, sütü sevmediğini, kahve olup olmadığını sordu. Kimileri, yedikten sonra yeniden yattı, birinci kör, çevreyi tanımak için karısını dışarı çıkardı, yatakhaneden dışarı çıkanlar yalnızca onlar oldu. Eczacı kalfası doktorla konuşmak istediğini söyledi, yakalandıkları hastalık hakkında bir kanıya varılıp varılmadığını öğrenmek istiyordu, Bunun şimdilik kesinlikle bir hastalık olarak nitelebileceğini sanmıyorum, diyerek söze başladı doktor, sonra, gözleri kör olmadan önce kitaplarda okuduklarını çok basite indirgeyerek özetledi. Birkaç yatak ötede yatan şoför, söylenenleri dikkatle dinliyordu, doktor sözlerini bitirince, Olup bitenin, gözden beyine giden kanalların tıkanmasından başka bir şey olmadığına kalıbımı basarım, dedi, Ne şapşal adam, diye mırıldandı eczacı kalfası, onu aşağılayarak, doktor, Kim bilebilir, diyerek elinde olmadan gülümsedi, gerçekten de gözler birer mercekten, objektiften başka bir şey değil, gerçek anlamda gören organ beyindir, tıpkı filmin üzerinde beliren görüntü gibi ve kanallar, bu beyin söylediği gibi, tıkanırsa… Tıpkı bir karbüratör gibi, diye söze girdi şoför, benzin gelmezse motor çalışmaz, araba da yürümez, Gördüğünüz gibi, bundan daha basit bir açıklama olamaz, dedi doktor, eczacı kalfasına. Bu durumda, burada ne kadar kalacağımızı düşünüyorsunuz doktor, diye sordu oda hizmetçisi, En azından, görmediğimiz sürece buradayız, Bu ne kadar sürebilir, İçtenlikle söyleyeyim, bunu hiç kimsenin bileceğini sanmıyorum, Peki, bu geçici bir durum mu, yoksa sürekli mi, Bunu öğrenebilmek için çok şey feda edebilirdim. Oda hizmetçisi iç geçirdi ve kısa süre sonra, O kızcağızın ne olduğunu bilmek isterdim, dedi, Hangi kızın, diye sordu eczacı kalfası, Oteldeki kızın, odanın ortasında, soyulmuş muz gibi çırılçıplak, Kör oldum, diye haykırıp durması beni çok etkiledi, körlüğü ondan kaptığıma hiç kuşku yok. Doktorun karısı, koyu renk gözlüklü kızın, gözlüklerini çaktırmadan çıkarıp yastığının altına koyduğunu gördü, bu arada şehla çocuğa, Bir bisküvi daha ister misin, diye sordu. Doktorun karısı, oraya geldiğinden bu yana ilk kez, ne yaptıklarını onun gördüğünden kuşkulanmayan kişilerin davranışlarını mikroskop altında incelediği izlenimine kapıldı ve birden, bu yaptığı ona iğrenç, yakışıksız göründü. Bakıp da beni göremeyen kişileri bakıp görmeye benim de hakkım yok, diye düşündü. Genç kız, titreyen elleriyle gözlerine birkaç damla göz damlası damlatıyordu. Böylelikle, gözlerinden akan şeyin gözyaşı olmadığını herkese rahatlıkla söyleyebilirdi.
Birkaç saat sonra hoparlörden, öğle yemeğini almaya gidebilecekleri bildirildiğinde, birinci kör ile taksi şoförü, görme duyusunun gerekmediği, dokunmanın yeterli olduğu bu görevi yerine getirmek için gönüllü olarak gittiler. Kasalar, girişi koridora bağlayan kapının uzağında duruyordu, bulmak için, dizleri üzerinde emeklemeleri gerekti, kollarından birini ileri, boşluğa uzatıp zemini yoklayarak ilerlerken, öteki kol üçüncü ayak görevi görüyordu, geriye dönerken zorluk çekmediler, çünkü doktorun karısı, kendi deneyiminden ötekileri de yararlandırmak amacıyla, çarşaflardan birini şeritler halinde yırtarak, bir ucunu yatakhanenin kapısının dış koluna, öteki ucunu da yiyecekleri almaya gidecek kişinin ayak bileğine bağlamayı akıl etmişti. İki adam, kasaları boşalttı, tabak, kaşık ve çatal vardı ama tayınlar yine beş kişiye göre ayarlanmıştı, nöbetçilere komutanlık yapan çavuş içerde fazladan altı kişi olduğunu bilmiyordu herhalde, çünkü büyük giriş kapısının ardından öte yanda ne olup bittiğine dikkat edilse bile, bir kanattan ötekine başka insanların geçtiği, girişin loşluğunda ancak rastlantı sonucu fark edilebilirdi. Şoför, eksik kalan yiyecekleri istemeye gitmeye talip oldu ve tek başına gitti, yanma kimseyi istemedi. Biz beş kişi değil, on bir kişiyiz, diye bağırdı askerlere, ona uzaktan yanıt veren de aynı çavuştu, Üzülmeyin, daha da kalabalık olacaksınız, koğuşa döndüğünde, Adam beni makaraya aldı, dediğine bakılırsa, konuşma tonu şoföre alaycı gelmişti. Yiyecekleri paylaştılar, beş kişilik tayını ona böldüler, bu arada yaralının payını da bölüştüler, o yalnızca içecek bir şey istiyordu, Tanrı rızası için adamın dudaklarını ıslattılar. Teni alev alev yanıyordu. Yaraya dokunmasına ve ağırlığına uzun süre dayanarnadığı için üzerindeki örtüyü zaman zaman kaldırarak bacağını açıyor ama yatakhanenin soğuk havası onu kısa süre sonra yeniden örtünmeye zorluyordu ve bütün vaktini bu hareketi sırayla yineleyerek geçiriyordu. Bacağındaki sabit ve yoğun sancı, sanki artacağını önceden ona sezdirmeden ve dayanabilmek için dişini sıkmasına, acıyı dayanılabilir düzeyde tutmasına fırsat bırakmadan birdenbire şiddetleniyor, adamcağızın düzenli aralıklarla ve bastırılmış hırıltılarla inlemesine yol açıyordu.Öğleden sonrasının ilerlemiş bir saatinde, öteki binadan kovulmuş üç kör daha girdi içeri. Aralarında, doktorun muayenehanesinde çalışan sekreter kız da vardı, doktorun karısı onu hemen tanıdı, ötekilere gelince, biri, yazgının cilvesine bakın ki, koyu renk gözlüklü genç kızın otelde buluştuğu adamdı, öteki de onu evine götüren kaba saba polisti. Telaş içinde rasgele birer yatak bularak üzerine oturdular, sekreter kız umutsuzca ağlıyordu, öteki iki adam, başlarına gelen şeyin henüz bilincine varmamış gibi, seslerini çıkarmıyordu. Sokaktan birden karmakarışık bağırışmalar geldi, ulur gibi verilen buyruklar, birbirine karışan düzensiz sesler. Yatakhanedeki körlerin hepsi başlarını kapıya döndürüp beklemeye başladı. Görmüyorlardı, ama birkaç dakika içinde ne olacağını biliyorlardı. Kocasının yanında yatağın üstünde oturan doktorun karısı, alçak sesle, Bu kaçınılmazdı, vaat edilen cehennem birazdan başlayacak, dedi. Doktor, onun elini sıkarak, Uzaklaşma, bundan sonra elinden bir şey gelmez, diye mırıldandı. Bağnşmalar azalmıştı, şimdi, binanın girişinden gelen boğuk gürültüler duyuluyordu, bunlar sürü halinde itişip kakışan, kapılardan geçerken birbirlerini sıkıştıran körlerdi, bazıları yolunu şaşırarak başka koğuşlara gitti ama çoğunluk, eğile kalka, salkım taneleri gibi birbirine yapışmış halde ya da tek başlarına ilerleyerek, elleriyle boğuluyormuş gibi bunaltı içinde hareketler yaparak, bir kompresörün pistonu onları dışarıdan içeri doğru bastırıyormuş gibi, anafor halinde yatakhaneden içeri girdiler. Birçoğu yere düşerek ayaklar altında kaldı. Sıra halindeki karyolaların oluşturduğu dar yola sıkışan körler, kötü yatakların arasındaki boşluklara teker teker dağılıyor ve orada her biri, fırtınadan kaçıp korunaklı bir limana sığınan gemiler gibi, kişisel demirleme yeri olan yataklarını sahipleniyor, ardından da herkese yetecek sayıda yatak olmadığını bağırarak durumu protesto ediyor, sonradan gelenlerin başka yere gitmeleri gerektiğini söylüyordu. Doktor, salonun dibinden bağırarak, başka koğuşlar da olduğunu söyledi ama kendine yatak bulamayan birkaç kişi, kafalarının içinde kurdukları, salonlardan, koridorlardan, kapalı kapılardan, son anda farkına varılan merdivenlerden oluşan bir labirentin içinde yitip gitmekten korkuyordu. Orada kalamayacaklarına sonunda akılları yattı ve içeri girdikleri kapıyı büyük güçlüklerle arayarak, bir bilinmeyene doğru serüvene atıldılar. Beş kişiden oluşan ikinci körler grubu, sürekli kalabilecekleri daha emin bir sığınak arar gibi, ilk grupla kendileri arasında kalan boş yatakları can havliyle işgal etmeyi başarmıştı. Yalnızca yaralı adam biraz uzakta, sol taraftaki on dördüncü yatakta tek başına korumasız kaldı.
Çeyrek saat sonra, birkaç ağlama, birkaç yakınma ve yerleşme sesinin dışında yatakhaneye, dinginlik demesek bile telaşsızlık geri geldi. Bundan böyle bütün yataklar işgal edilmişti. Vakit akşama yaklaşıyor, ampullerin soluk ışıkları daha da belirginleşiyordu. Hoparlörün kuru sesi çınladı. İlk gün yapıldığı gibi, yatakhanelerin nasıl kullanılacağı ve içeri alınanların uymaları gereken kurallar yineleniyor, Hükümetimiz, hakkı ve görevi olarak gördüğü şeyi, yani halkı koruma görevini enerjik biçimde yerine getirmek zorunda kaldığı için üzgündür, içinden geçmekte olduğumuz kriz döneminde… vb., vb., deniyordu. Ses kesildiğinde, kendilerini aşağılanmış gören insanlardan koro halinde protesto sesleri yükseldi, İçeri kapattılar bizi, Hepimiz burada öleceğiz, Buna hakları yok, Bize söz verdikleri doktorlar nerede, Yetkililer bize doktor vereceklerini, yardım edeceklerini, hatta bizi sağlığımıza bütünüyle kavuşturacaklarını söylemişlerdi. Gerektiğinde, kendisinin onların hizmetinde olacağını söylemedi, doktor. Bundan böyle de bunu hiç söylemeyecekti. Bir. doktor yalnızca ellerini kullanmaz, hastalarını ilaçla, yatıştırıcılarla, kimyasal bileşiklerle, şu ya da bu bileşiği birlikte kullanarak iyileştirir, oysa burada bu söylenenlerin gölgesi bile bulunmadığı gibi, bunları sağlama konusunda en küçük bir umut bile yoktu.
Ayrıca, gözakının solukluğunu fark edecek, dolaşım bozukluğundan kaynaklanan kızarmayı ya da mukozaların ve pigmentlerin renk değiştirdiğini gözleyecek gözlere sahip değildi artık, ki bu belirtiler kaç kez, daha dikkatli inceleme yapmaya gerek göstermeyen klinik bir tablo oluşturarak hastaya tanı koymasını sağlamıştı, Bu kez paçayı kurtaramayacaksın. Çevredeki bütün yataklar işgal edilmiş olduğundan, doktorun karısı, olup biteni kocasına artık anlatamazdı, ama doktor, son kör grubunun gelişinden beri yatakhaneye ağır, gergin, her an patlamaya hazır bir havanın yerleştiğini seziyordu. Hatta soludukları havanın bile daha yoğun, daha durgun olduğunu ve ağır koktuğunu, zaman zaman mide bulandırıcı bir hava akımının birden ortalığı kapladığını duyumsuyordu, Bir hafta sonra durum ne olacak, diye sordu kendi kendine ve bir hafta sonra burada hâlâ kapalı durumda olacağı düşüncesi onu korkuttu, Azık sağlama işinin aksamayacağı düşünülse bile, hiçbir şeye güvenilmez, dışarıdakilerın bizim burada kaç kişi olduğumuzu her an bildiklerinden kuşkuluyum, sağlık sorunları da cabası, hepimiz kısa süre önce kör olduğumuza göre, başkasının yardımı olmadan nasıl yıkanacağız düşünemiyorum, duşların çalışıp çalışmayacağını, çalışırsa ne kadar süre çalışacağını kendi kendime hiç sormuyorum, geriye kalan şeylerden söz ediyorum, pis su atıklarından, musluklardan biri, tek bir musluk tıkanacak olsa, ortalığı bok götürür. Ellerini yüzünde gezdirdi ve üç günlük sakalının sertliğini duyumsadı. Böylesi daha iyi, bize tıraş bıçağı, makas göndermek gibi kötü bir düşünce geçmez akıllarından, umarım. Bavulunun içinde tıraş malzemesi vardı, ama tıraş olursa hata yapacağını biliyordu, Ayrıca nerede tıraş olacaktı, burada koğuşta herkesin ortasında değil, karım beni tıraş edebilir, bu doğru, ne var ki ötekiler bunu fark etmekte gecikmezler ve içlerinden birinin böyle bir hizmet görebilmesi onları şaşırtır, bir de duşlar, duşlarda ne büyük bir curcuna olacak, Tanrım, gözlerimizin görmemesi ne büyük bir eksiklik, belirsiz gölgeler halinde bile olsa görebilmek, ah görebilmek, bir aynanın önünde durmak ve koyu, pek iyi seçilemeyen bir lekeye bakıp, Bu benim yüzüm, ışık almış öteki nesneler benim alanıma girmiyor, onlar ben değilim, diyebilmek.
Protestolar yavaş yavaş azaldı, öteki yatakhaneden gelenlerden biri, gelen yiyeceklerden bir şeyler kalıp kalmadığını sordu, taksi şoförü, kırıntı bile kalmadığını söyledi, eczacı kalfası da kestirip atan bu yanıtı yumuşatmak amacıyla, Belki yeniden gönderirler, dedi. Göndermediler. Gece bastırdı.
Dışarıda ne yiyecek vardı, ne bir ses. Yandaki koğuştan bağırışmalar duyuldu, sonra sessizlik geri geldi, biri ağlayacak olsa, bunu çok alçak sesle yapıyor, hıçkırık sesleri duvarları geçmiyordu. Doktorun karısı, hastanın ne durumda olduğuna bakmaya gitti. Benim, diyerek, örtüyü usulca kaldırdı. Adamın bacağı korkutucu bir görünüm almıştı, kalçasından başlayarak bütünüyle şişmişti ve çevresinde kanlı mor lekeler olan kara bir deliğe dönüşmüş yara çok büyümüştü, etleri içerden gelen basınçla dışarı doğru şişiyordu sanki. Yaradan iğrenç ve baygınlık veren bir koku yükseliyordu. Şimdi nasılsınız, diye sordu doktorun karısı, Beni görmeye geldiğiniz için teşekkür ederim, Nasılsınız, söyleyin bana, Kötü, Ağrınız var mı, Hem evet, hem hayır, Daha açık anlatın, Acı çekiyorum ama bacağım bana ait değil sanki, bedenimden ayrılmış gibi, bunu anlatmak zor, tuhaf bir izlenim, burada yatmışım ve bana acı veren bacağımı karşıdan izliyormuşum gibi geliyor bana. Ateş yüzünden böyle oluyor, Kuşkusuz, Şimdi uyumaya çalışın. Doktorun karısı elini onun alnına koydu, artık yerine dönecekti ama ona iyi geceler dilemeye bile zaman bulamadı, hasta, onun koluna yapışıp kendine çekti, yüzünü yüzüne yaklaştırmaya zorladı, Gözlerinizin gördüğünü biliyorum, dedi çok alçak sesle. Doktorun karısı, çok şaşırıp olduğu yerde sıçradı ve mırıldandı, Yanılıyorsunuz, bu düşünce de nereden geldi aklınıza, burada herkes ne kadar görüyorsa ben de o kadar görüyorum, Beni yanıltmaya kalkmayın, gördüğünüzü biliyorum, ama rahat olun, kimseye söylemeyeceğim.
Uyuyun, uyuyun, Bana inanmıyorsunuz, İnanıyorum, Bir serserinin sözüne güvenmiyorsunuz, Güvendiğimi söyledim size, Öyleyse bana neden gerçeği söylemiyorsunuz, Bunu yarın yine konuşuruz, uyuyun siz şimdi, Evet, yarın, yarına kadar dayanabilirsem tabii, Daha da kötüsünü düşünmemek gerekir, Ben düşünüyorum, tabii bunu benim yerime basımdaki ateş düşünmüyorsa. Doktorun karısı kocasının yanına döndü ve kulağına fısıldadı, Yara korkunç bir görünüm almış, belki de kangren olmuştur, Bu kadar kısa sürede kangren olabileceğini hiç düşünemiyorum, Öyle ya da böyle, çok kötü durumda, Ya biz, dedi doktor, sesini özellikle yükselterek, kör olduğumuz yetmiyormuş gibi, bir de burada elimiz kolumuz bağlanmış gibiyiz. Sol taraftaki on dördüncü yatakta yatmakta olan hasta yanıt verdi, Benim elimi kolumu kimse bağlayamayacak, doktor.
Saatler geçti, körler teker teker uykuya daldı, içlerinden bazıları başını örtünün altına sokmuştu, karanlığın, gerçek, kapkara bir karanlığın, artık sönmüş birer güneşten başka bir fey olmayan gözlerini bütünüyle karartmasını istiyordu sanki.
Tavandan sarkan erişilemez yükseklikteki üç ampulden, kötü yatakların üstüne kirli sarı, gölge oluşturamayacak kadar zayıf bir ışık dökülüyordu. Kırk kişi uyuyor ya da umutsuzca uyumaya çalışıyordu, bazıları uykusunda iç çekiyor, mırıldanıyordu, belki de düşledikleri şeyi görüyorlardı düşlerinde ya da,Bu bir düşse, ben bu düşten uyanmak istemiyorum, diyorlardı belki. Kollarındaki saatler durmuştu, yeniden kurmayı unutmuşlar ya da bunun zahmete değmeyeceğini düşünmüşlerdi, zamanı göstermeyi sürdüren, yalnızca doktorun karısının saatiydi. Saat sabahın üçünü geçmişti. Araba hırsızı, dirseklerine dayanarak bedenini ağır ağır kaldırdı. Bacağının varlığını artık duyumsamıyordu, varolan yalnızca duyduğu sancıydı, gerisi ona ait değildi bundan böyle. Diz eklemi kaskatıydı. Bedenini, yataktan aşağı sallandırdığı sağlıklı bacağına doğru yıktı, sonra, ellerini kalçasının altına koyarak, yaralı bacağını da aynı yöne çekmeye çalıştı. Sancılar, birden uyanan bir kurt sürüsü gibi, her yönden, onları besleyen ölüm kraterine hemen üşüştü. Ellerinin yardımıyla yavaş yavaş, bedenini yataklar arasındaki koridor yönünde sürükledi.
Karyolanın demirlerine ulaştığında, biraz soluklanması gerekti. Astımı varmış gibi zorlukla soluyordu, omuzlarının üstünde sallanan başını dik tutmakta zorluk çekiyordu. Birkaç dakika sonra, daha düzenli soluk almaya başladı ve ağırlığını sağlam bacağına vererek yavaş yavaş doğrulmaya başladı. Öteki bacağının hiçbir işe yaramayacağını, sürüklemek zorunda kalacağını biliyordu. Başı hafifçe döndü, bedenini, bastıramadığı bir titreme sardı, soğuk ve ateş, dişlerinin birbirine vurmasına neden oldu. Karyolaların demirlerine tutunup, birinden ötekine bir mekik gibi geçerek, uyuyanların arasından ilerledi. Varlığını kimse fark etmedi, kimse ona, Gecenin bu saatinde nereye gidiyorsun, diye sormadı, soracak olsaydı, ne yanıt vereceğini biliyordu, Çiş yapmaya gidiyorum, diyecekti, istemediği tek şey, doktorun karısının ona seslenmesiydi, onu, evet onu aldatamaz, ona yalan söyleyemez, kafasının içindeki düşünceyi açıklamak zorunda kalır, Burada çürüyüp gitmek istemiyorum, derdi, kocanız benim için elinden geleni yaptı, ona minnet duyuyorum, ne var ki, bundan önce bir araba çalmam gerektiğinde, birine gidip, benim için şu arabayı çal, demiyordum, bu da aynı, oraya benim tek başıma gitmem gerekiyor, beni bu durumda gördükleri zaman, hiç de iyi olmadığımı hemen anlayacak ve derhal bir cankurtaran çağırıp hastaneye kaldıracaklar, yalnızca körleri alan hastaneler vardır mutlaka, fazladan bir kör daha alsalar bir şey değişmez, sonra beni tedavi edip iyileştirecekler, ölüm cezası almış kişilere bile böyle davrandıklarını duydum, birinin apandisiti patlayacak olsa, önce ameliyat edip sonra idam ediyorlarmış ve bunu, sağlıklı biçimde ölmeleri için yapıyorlarmış, bana gelince, iyileştirdikten sonra, isterlerse yeniden buraya getirebilirler, benim için fark etmez. İnlememek için dişini sıkarak biraz daha ilerledi, ama sıranın sonuna vardığında, birden gelen sancıyı bastıramadı ve dengesini yitirdi. Karyolaların sayısını iyi hesap edememişti, bir karyola daha var sanıyordu, oysa boşluğa gelmişti. Düştüğü yerde, düşerken çıkardığı gürültünün kimseyi uyandırmadığına emin oluncaya kadar yerinden kıpırdamadı. Sonra, yerde olmanın bir kör için en ideal durum olduğunu düşündü ve sürüne sürüne ilerlemeye başladı, yolunu böyle daha kolay bulacaktı. Böylece girişe kadar süründü, orada durup ne yapacağını düşündü, buradan seslenmek daha mı iyiydi, yoksa, tırabzan görevi gören ve hâlâ yerinde durduğundan kuşku bulunmayan ipten yararlanarak parmaklıklara kadar sürünmeyi sürdürmeli miydi? Yardım istemek için, bulunduğu yerden seslenirse, hemen geldiği yere dönmesini buyuracaklarını çok iyi biliyordu, öte yandan, karyola demirlerinin verdiği sağlam desteğe karşın buraya gelmek için ne kadar eziyet çektiğini, şimdiyse kılavuzluk etmek için elinin altında yalnızca gevşek ve titrek bir ip bulunduğunu düşünmek, içini kuşku doldurdu. Birkaç dakika sonra, çözüm yolunu bulduğunu düşündü, Sürünerek ilerleyeceğim, dedi kendi kendine, ipin altından gideceğim, doğru yönde olup olmadığımı anlamak için de ara sıra elimi kaldırıp ipi yoklayacağım, tıpkı araba çalarken olduğu gibi, insan sonunda her zaman bir çözüm buluyor. Birden, hiç beklemediği bir şey oldu, vicdanı uyandı ve zavallı bir körün arabasını çalabildiği için onu açıkça suçladı, Şu anda bu durumdaysam, bu onun arabasını çaldığım için değil, ona evine kadar eşlik ettiğim için, çünkü bunu yapmam büyük bir hata oldu, diye akıl yürüttü. Vicdanı, bu gibi durumları pek ince eleyip sık dokuyacak yapıda değildi, akıl yürütmesi basit ve açıktı, Körler kutsal sayılan kişilerdir, gözleri kör olan birinin bir şeyi çalınmaz, Teknik açıdan bakacak olursak, ben onun bir şeyini çalmadım, arabası cebinde değildi, burnuna da tabanca dayamadım, diye kendini savundu hırsız, Bu kadar yanıltmaca yeter, diye homurdandı vicdanı, nereye gideceksen git haydi.
Şafak vaktinin soğuk esintisi yüzünü serinletti. İnsan açık havada ne kadar iyi soluk alıyor, diye düşündü. Bacağı çok daha az sancıyormuş gibi geldi ona, ama bu onu şaşırtmadı, bu durum, başına birkaç kez daha gelmişti. Şimdi sahanlıkta, binanın dışındaydı, birazdan merdivenlere ulaşacaktı, Esas zorluk orada başlayacak, diye düşündü, baş aşağı merdiven inmek zorunda kalacağım. İpin hâlâ başının üstünde durduğundan iyice emiı olabilmek için elini yukarı kaldırdı ve ilerledi. Önceden düşündüğü gibi, bir basamaktan ötekine inmek kolay değildi, özellikle de hareketini zorlaştıran bacağı yüzünden, kısa süre sonra da korktuğu başına geldi, bir eli basamaklardan birini inerken kaydı, bedeni bütünüyle bir yana kaykıldı ve lanet olası bacağının ölü ağırlığı yüzünden aşağı doğru sürüklendi. Sancılar birden bu kez testerelerle, matkaplarla ve çekiçlerle donanmış olarak geri geldi, nasıl olup da çığlık atmadığını kendi de bilemedi.
Karın üstü, yüzü yere dönük durumda uzun süre yattı. Zemini yalayan ani bir esinti, dişlerinin birbirine çarpmasına neden oldu. Üzerinde yalnızca gömlek ve iç donu vardı. Yarası yere yapışmış durumdaydı, Mikrop kapacak, diye düşündü, saçma bir düşünceydi bu, yatakhaneden beri bacağını o durumda sürüklediği aklına gelmedi, Tamam, önemli değil, mikrop kapmasına fırsat kalmadan beni tedavi edecekler, diye düşündü, kendini sakinleştirmek için ve ipe daha rahat uzanabilmek için yan döndü. İpi hemen bulamadı. Merdivenlerden yuvarlanıp kaldığı yerde ipe doksan derece açıyla durduğunu sezememişti, yine de içgüdüsüne uyarak olduğu yerde kaldı. Sonra, mantıklı düşününce oturmaya ve böğrü merdivenin ilk basamağına değinceye kadar poposunun üstünde yavaş yavaş ilerlemeye karar verdi ve kaldırdığı elinde ipin sertliğini duyumsadığında, içini bir zafer coşkusu kapladı. Olasılıkla, aynı duygu onun, yarasını yere değdirmeden ilerlemeyi, sırtını giriş kapısına vermeyi ve belden aşağısı olmayan sakatların eskiden yaptığı gibi, ellerinden koltuk değneği gibi yararlanarak, bedeni dik durumda yavaş yavaş ilerlemeyi hemen akıl etmesini de sağladı. Geri geri tabii, çünkü o durumda, başka durumlarda olduğu gibi, kendini itmek, çekmekten daha kolaydı. Böylelikle, bacağı o kadar sancımıyordu, ayrıca, çıkışa doğru hafif eğik olan zeminden de yararlanmış oluyordu. İpe gelince, onu yitirme riski yoktu, çünkü neredeyse başına değiyordu. Giriş kapısına ulaşması için, geriye kalan yolun çok olup olmadığını soruyordu kendi kendine, geri geri, her defasında onar santim yol almanın, iki bacağının üstünde yürümekle ilgisi yoktu. Kör olduğunu bir an unutarak, daha ne kadar yol kat etmesi gerektiğini görmek için başını döndürdü ama önünde aynı delinemez beyazlığı buldu. Gece mi, yoksa gündüz mü, diye sordu kendi kendine, gündüz olsaydı, beni nmdiye kadar fark etmiş olmaları gerekirdi, oysa bize sabah kahvaltısı göndermişlerdi, göndereli de epeyce oldu. Kendisinde keşfettiği mantıklı akıl yürütme yetisine, akıl yürütmesinin çabukluğuna ve doğruluğuna şaşırıyordu, kendini farklı buluyordu, bir başka insan olmuştu, şu lanet olası bacağı da olmasaydı, kendini tüm yaşamı boyunca hiç böylesine iyi duyumsamadığını söyleyebilirdi. Sırtı, giriş kapısının sac kaplı alt bölümüne değdi. Gelmişti. Soğuktan korunmak için kulübesinin içine girmiş olan nöbetçi asker, ne olduğunu tam olarak anlayamadığı hafif sesler duyduğu izlenimine kapılmış ama bu seslerin içerden geldiğini düşünmemişti, olsa olsa, ağaçların belirli aralıklarla salınmasının ya da bir dalın rüzgârla parmaklıklara değmesinin çıkardığı ses olabilirdi bu. Birden, kulağına bir başka ses daha geldi, bu ses öncekilerden farklıydı, bir darbe, daha doğrusu bir çarpma sesiydi bu, rüzgârın çıkardığı ses olamazdı. Huzursuzlanan asker, otomatik silahının emniyetini açarak kulübesinden çıktı ve kapıya göz attı. Bir şey görmedi. Bununla birlikte, o ses bu kez daha kuvvetli olarak yinelendi, şimdi, sert bir yüzeyi tırmalayan tırnakların çıkardığı sese benziyordu.
Kapının sac levhası, diye düşündü. Çavuşun uyuduğu çadıra doğru bir adım attı ama yanlış bir alarm verecek olursa, çavuşun kendisini bir güzel haşlayacağı düşüncesi onu durdurdu, çavuşlar uykudan uyandırılmaktan hoşlanmaz, haklı bir nedenle olsa da. Yeniden kapıya doğru baktı ve gerginlik içinde bekledi. Madeni iki çubuğun arasından, hayalet gibi beyaz bir yüz yavaş yavaş belirdi. Bir körün yüzü. Askerin kanı korkudan dondu ve o korku, silahını doğrultup salvo halinde ateş etmesine neden oldu.Patlamaların kesik kesik çıkan takırtısı, binanın korunmasıyla görevli askerlerin çadırlarından yarı çıplak hemen dışarı fırlamasına yol açtığı gibi, binanın içinden de dışarı fırlayan insanlar oldu.
Çavuş komutayı ele aldı, Ne oluyor, Allah kahretsin, Bir kör, bir kör, diye geveledi asker, Nerede, Orada, ve silahının namlusuyla kapıyı işaret etti, Ben bir şey görmüyorum, Oradaydı, gördüm. Askerler üniformalarını giymiş, sıra halinde, ellerinde silah bekliyorlardı. Işıldağı yakın, diye buyurdu çavuş.
Askerlerden biri, orada duran aracın platformuna çıktı. Birkaç saniye sonra, göz kamaştıran bir ışık kapıyı ve binanın önyüzünü aydınlattı. Kimse yok orada, salak, dedi çavuş ve ona benzer bir başka güzel söz daha söyleyecekti ki, şiddetli ışıkta, kapının altında koyu bir lekenin yayıldığını fark etti. Onu bir güzel haklamışsın, dedi. Sonra, aldığı kesin buyrukları anımsayarak bağırdı, Geri çekilin, bulaşıcıdır. Askerler korku içinde geri çekildiler ama kaldırım taşlarının arasından yavaş yavaş yayılan birikintiye bakmayı sürdürdüler. Herif öldü mü, dersin, diye sordu çavuş, Kesinlikle, salvoyu suratının tam ortasına yedi, diye yanıtladı asker, birden, ne kadar iyi nişancı olduğunu göstermiş olmaktan memnun. Tam o anda, bir başka asker sinirli sinirli bağırdı, Çavuş, çavuş, şuraya bakın. Işıldağın aydınlattığı sahanlığın üstünde, körlerin oluşturduğu bir grup dikilmiş duruyordu, on kişiden fazlaydılar, İlerlemeyin, diye gürledi çavuş, bir adım daha atarsanız, hepinizi indiririm. Karşıdaki binanın pencerelerinde, silah sesleriyle uyanmış birçok insan, camların ardından korku içinde bakıyordu.
Bunun üzerine çavuş bağırdı, İçinizden dört kişi, cesedi almaya gelsin.
Birbirlerini göremedikleri ve sayamadıkları için, altı kör ileri çıktı. Dört kişi dedim, diye bağırdı çavuş, isterik bir sesle. Körler birbirlerini yokladılar, ikisi arkada kaldı. Ötekiler, ip boyunca ilerlemeye başladı.
Buralarda bir kürek ya da bel, yani toprağı kazacak bir alet olup olmadığına bakmak gerek, dedi doktor. Sabahtı, cesedi zorlukla bahçeye taşıyıp yere, çöplerin ve ağaçlardan düşen yaprakların ortasına koymuşlardı. Şimdi gömmeleri gerekiyordu. Ölünün ne durumda olduğunu yalnızca doktorun karısı biliyordu, salvo halinde ateşin dağıttığı bir yüz ve kafatası, boynunda ve göğsünde üç kurşun deliği. Binanın içinde, mezar kazacak hiçbir alet bulunmadığını da biliyordu. Onlara ayrılan bölgenin her yerini dolaşmış, bula bula bir demir çubuk bulmuştu. Hiç yoktan iyiydi ama yeterli değildi. Ve hastalığı bulaştırmalarından kuşkulanılanlara ayrılmış binanın, bahçe yönünden bakıldığında daha aşağıda kalan uzun koridoru boyunca sıralanmış kapalı pencerelerinde, kendi sıralarını, ötekilere, Kör oldum, demek zorunda kalacakları o kaçınılmaz ânı bekleyen insanların dehşet içindeki yüzlerini fark etmişti, başlarına geleni gizlemeye kalkacak olsalar, hatalı bir hareket, bir gölgeyi arayan bir baş hareketi, gözleri gören bir insanın normal olarak takılmayacağı bir şeye takılıp sendelemeleri onları ele verecekti. Bütün bunları doktor da biliyordu, biraz önce söylediği cümlenin, karısıyla sözleştikleri gibi, ötekileri kandırmaktan başka bir amacı yoktu, buna karşılık karısı, Askerlerden bize bir kürek atmalarını istesek, nasıl olur, diyecek, o da ona, İyi fikir, bir deneyelim, diyecek ve herkes bunun iyi bir fikir olduğunu onaylayacaktı, kürek ya da bel konusunda bir şey söylemeyen yalnızca koyu renk gözlüklü genç kızdı o anda onun ağzından yakınmalardan başka bir şey çıkmıyor, gözlerinden de yaşlar boşanıyordu, Benim suçum bu, diye ağlıyordu, doğrusu da buydu, kimse bunu yadsıyamazdı, ama doğru olan ve genç kızın yüreğine belki de biraz su serpecek bir şey daha vardı ki o da şuydu: Yapacağımız her hareketten önce ciddi olarak düşünmeye başlasak, vereceği sonuçlan önceden kestirmeye çalışsak, önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra rastlantısal sonuçları, daha sonra da ortaya çıkması düşünülebilecek sonuçları düşünmeye kalksak, aklımıza bir şey geldiğinde, bulunduğumuz yere çakılır, hangi yöne olursa olsun bir adım bile atamazdık. Sözlerimizin, hareketlerimizin iyi ve kötü sonuçları, kuşkusuz, ilerde yaşayacağımız günlere, hatta bizim bu sonuçları doğrulamak, kendimizi kutlamak ya da başkalarından özür dilemek için artık bu dünyada bulunmayacağımız günlere göreceli olarak düzgün ve dengeli biçimde dağılır, zaten kimi insanlar da bu durumun ölümsüzlük denen ve çok sözü edilen şeyin ta kendisi olduğunu ileri sürer, İyi güzel de, bu adam öldü, bizim de onu gömmemiz gerekiyor. Doktor ve karısı böylece bu konuyu sorumlularla görüşmeye karar verdi, bir türlü avutulamayan koyu renk gözlüklü genç kız da onlara eşlik edeceğini söyledi. Kapının eşiğinde henüz belirmişlerdi ki bir asker onlara bağırdı, Olduğunuz yerde kalın, ve bu kesin sözlü uyarıya uyulmayacağından korkmuş olacak ki, ayrıca havaya ateş etti. Korkup, girişin gölgede kalan korunaklı yerine, açık duran kapının kalın, ahşap kanatlarının ardına çekildiler. Sonra, doktorun karısı tek başına ilerledi, bulunduğu yerden askerin hareketlerini izleyebilir, gerektiğinde kendini birden geriye atabilirdi.
Ölüyü gömmek için elimizde hiçbir alet yok, dedi, bize bir kürek gerek. Ana giriş kapısında, kör adamın düştüğü yerin karşı yönünden bir başka asker belirdi.
Bir çavuştu bu, ama önceki çavuş değil, Ne istiyorsunuz, diye bağırdı, Bize bir kürek ya da bir bel gerek, Ne kürek var, ne de bel, defolup gidin, Cesedi gömmemiz gerekiyor, Gömmeyin, bırakın orada çürüsün, Çürümeye bırakırsak, taşıdığı mikroplar havaya bulaşır, Bulaşsın, böylelikle size de büyük bir iyilikte bulunmuş olur, Hava durduğu yerde durmaz ki, bazen burada olur, bazen de sizin tarafta. İleri sürülen savın kesinliği, askeri düşünmeye zorladı. Kör olan ve hemen, kara ordusunda görevli asker hastaların toplandığı yere kaldırılan öteki çavuşun yerine buraya gönderilmişti. Hava ordusu ile denizcilerin de kendilerine ait toplama yerleri bulunduğunu söylemeye gerek yok, ne var ki bu yerler kara ordusuna ayrılan yerlerden daha küçük ve önemsizdi, çünkü bu iki ordunun askerleri sayıca daha azdı. Kadın haklı, dedi çavuş, bu gibi durumlarda, gerekli tüm önlemlerin alındığından hiçbir zaman emin olunamaz. Gaz maskesi takmış iki asker, kan birikintisinin üzerine önlem olarak bol miktarda amonyak dökmüştü, çıkan son buharlar çavuşun gözlerini yaşartıyor, boğazındaki ve burnundaki mukozaların karıncalanmasına yol