Kozalak | Sema Aslan | Birazoku


Dolunay, Bedir, Mıstık ve L.… Sema Aslan, Dolunay’ın ışığında onların ve diğerlerinin zorlu yaşam deneyimlerinde iz sürüyor. Her biri dallarından düşmüş kozalaklar misali uzakta ve yalnızken bile yapraklarını açabilme gücünde… Her biri diğeriyle hayatta ve her biri var olabilme mücadelesinde…

Bomonti’nin ara sokaklarında mutsuz bir ev… Karanlık koridorlara taşınan sırlar… Paşa’dan kaçıp kendi hikâyesini anlatmaya çalışan Çiçek…

Yalnız bir annenin, sevgilisini kaybeden L.’nin ve devletin eli Paşa dedenin hikâyeleri iç içe geçiyor Kozalak’ta. Göz önünde olan ama bilinmeyen hayat hikâyelerini içeriden anlatan, sevginin gücüne, aşkın sınırsızlığına dokunan, dramları anlatırken bile gülümsetmeyi başarabilen bir ilk roman.

“İçim insan dolu benim, içim gerçeklerle, gerçek insan hikâyeleriyle dolu. Onlar gibi uydurukçuluk yapmıyorum; ses veriyorum.

Dile gelmek isteyen hikâyelere ses veriyorum ki, önünü arkasını bilsin bu kalabalık.

Bu cahil kalabalık. Cahiller, uydurukçular. Hepiniz üşüyeceksiniz, hepinizin ayağını toprak örtecek. Kıyametiniz kapıda.”

Birinci Bölüm 

İnsanlığın büyük sırrını ifşa eder gibi
görünmekten kaçınırım.

Yıllar boyu ar ettim, sustum. Şimdi ne edeceğim, bilmiyo- rum. Mahalleli “Arı satmış, namusu kiraya vermiş,” diyor benim için. Ne satması, ne kirası? Annemle babam iki adım mesafede, kocamın geçmişi aynı sokakta… Başımı kaldırıp bakamıyorum kimselerin yüzüne. Geçer dedim, üstüne düşmezsek, görmezden gelirsek geçer gider dedim. Kimler, neler yaşamıyor şu hayatta değil mi? Zamanı gelince apak çarşafı geriyorlar eskinin üzerine, dikiliyorlar masumların yanina, tıpkı masumlardanmış gibi. Yok, ben de denedim; inkâr edemem. Derdim yokmuş gibi düşünmeye çalıştım ama meylettiğim yolu anlayan konu komşu peşim sıra fırlattı bakışlarını, cık çık’larını. Kocam mı? Derman mı? Yoo, bu dert kocamın değil ki, dermanını o bulsun. Bu dert benim derdim. Çocuğu ben doğurdum, ben yetiştirdim. Kocayı da adam edemedimse, ben edemedim. Dert benim derdim. Yıllardan beridir içimde, kemirip duruyor yüreğimi. Insan, düş kuruyor. Öyle çok düş kuruyor ki, yürüdüğü yolu unutuveriyor bazen.

Oysa gittiğimiz yol, yol değildi; yönlerin bir önemi kalmamıştı ama düşler, nasıl diyeyim, girizgâh gibiydi hayata. İyi düşünelim, iyi olsun derler ya… lyi düşündüm, hep düşündüm, iyice düşündüm ama yine de çıkamadım bu işin içinden. Düşlerim, küçük kurabiyeler gibi dağıldı gitti. Bazen, yani mahallelinin, gözlerinin önünde oluvereni niyeyse görmezden gelip beni arasına kabul ettiği vakitler, komşu kadınlarla kahve içer, fincanı çevirirdim. Elbette korkardım telvelerin sırrımı açık etmesinden. Ama insan, birileri okusun içini istiyor bazen. Yarın olacakları değil, içimde olup bitenleri görsünler… Anlatamadıklarımı… Oğlum, gençti – belki çocuktu daha. Bir anne ister mi hiç çocuğunun acısını görmeyi?

Doğmasını ben istedim, ben di- ledim onu. Nasıl oldu da bizim başımıza geldi tüm bunlar, bilmiyorum. Insan pazarlıkla yaşamıyor, yaşayamıyor el- bet. Ama yine de bir adaletsizlik seziyorum. Hayat, yalan- mış. Koca bir yalanmış, bu koca hayat. Ben saf mıymışım, kadersiz miymişim yoksa herkese taşıyabileceği yükü veren Allah’ın kendi gücünden habersiz bir kulu muymuşum, bil- miyorum. Koca bir yalan ve koskoca bir hayat…

Pencereden bakarken odanın tarçın rengindeki duvarla- rı uzanıyordu iki yanından. Saçları yağ gibi, tek bir teli bi- le ayrı düşmemiş diğerlerinden. Omuzları geniş, kalçaları- na denk. Bir dizini kırmış azıcık, diğeriniyse inatla uzatmış, dümdüz. Bedeninin ağırlığını sağına vermiş, başı sol yanına bakıyor. Dışarısı başak sarısı parlaklığında. İçeride, bir yaz fotoğrafına baktığınızda burnunuza gelen o unutulmaz ko- kuya çok yakın bir koku var. Biliyorum, içinden Tanrısı’yla konuşuyor şu anda. Sakin, kabullenmiş bir kulu Tanrısı’nın. Kalçaları, bizim evin dışına çıkıp birkaç adım atar atmaz va- racağınız taşlı tarlanın üzerindeki üç kayaların ortancasına benziyor şimdi. Onun kadar yuvarlak, onun kadar ağır gö-
8

rünüyor. Tanrısı’yla kavgalı olduğu vakitlerki, nadiren olur bu, o kalçaları şehrimizi çevreleyen kemerlere benzeti- rim ben; yer yer dökülmüş taşlarıyla sanki her an yıkılacakmış gibi görünen kemerlere. Annem gövdesini tutamaz öyle anlarda, memeleri titrer; omuzları dökülür; başı, ağır saç- larının hatırına durur bedeninin üstünde. Kalçaları da yere doğru meyleder, düzleşir sanki. Tüm bedeni, az sonra akacağı yeri görmek istercesine yere bakar. Kafasının karışıklığıyla mücadele edecek güçte değildir o; en başından çekmiştir teslim bayrağını. Dünyanın bir derya olduğunu söylemeye kalkmayın; annemin avuçları kabarır bunu duyunca. (Ellerinin, avuçlarından parmak köklerine doğru bir kabarmayla uyuştuğundan şikâyet ederdi sık sık.)

Benzer İçerikler

Kraliçe’nin Piyonu – Christy English – Online Kitap Oku

yakutlu

Denizatı Vadisi

yakutlu

İstanbul’da Kedi

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy