Mecbur kaldığınızda, nasıl bir bedel ödeyeceğinizi bilmediğiniz bir senaryoya dahil olur musunuz? Ya da zararsız olduğunu düşündüğünüz bir yalanın arkasına sığınarak, aslında çok büyük bir oyunun içine girdiğinizi bilmeden, ödeyeceğiniz bedelin neredeyse sıfır olduğunu düşünebilir misiniz? Sakın yapmayın! Funda yaptı…
Sakın “Sakın yapmayın!” dediğime bakmayın. Bakarsınız bu oyundaki esas kız siz olursunuz… Ve sonsuza kadar mutlu yaşarsınız.
Funda Ülkü, Sinema ve Televizyon eğitimini devam ettirmek için İstanbul’dan kalkıp Los Angeles’a giderken tek düşündüğü kariyeriydi. Henüz başında olduğu kariyeri… Ünlü ve hayranı olduğu yönetmen, aynı zamanda stajyer olarak çalıştığı firmanın patronu, yakışıklı, ukala ve seksi Doruk Eroğlu’nun, kendince gaflet anında yaptığı teklifi kabul ettiği an hayatının değişeceğini bilmiyordu. Gerçi bilseydi işler ne yönde değişirdi onu da bilmediğinden emin olun…
İkisi kendilerince, zararsız ve küçük bir yalandan ibaret sanıyorlardı bu oyunu… ama büyük gerçek düşündüklerinden fazlasıydı: Aşk…
*
“Kızım sen bu işi istiyor musun?”
Funda başını sallamakla yetindi.
“O zaman bunu kanıtlamak için bir şeyler yap…”
Yönetmenin bu sözleri genç kızı inanılmayacak kadar motive etti.
“Ne isterseniz yaparım,” diye atıldı hızla ve şevkle. Okulunu bitireli aylar olmuştu ve nihayet işini yapabileceği bir fırsat çıkmıştı karşınsa. Bunu sonuna kadar değerlendirmeliydi.
“Önce bana bir kahve getir, sütsüz ve şekersiz olsun…”
Funda yanlış duyduğunu düşündü bir an. Fakat arkadan gelen sesler gerçekleri haykırıyordu sanki.
“Benimki sütlü olsun.”
“Benimki de…”
“Canım benimki sade ve bol kahveli olsun.”
Meksika dalgası gibi yayılan sipariş çığırışları Funda’nın kulaklarında uğulduyordu ama genç kız öfkesine yenilmedi, dişlerini sıkarak isteneni yapmaya başladığında için için herkese küfretse de yüzüne yerleştirdiği yapmacık gülümseme sayesinde renk vermedi. Ama nereye kadar? Bir gün ya da iki gün mü? Ya da daha fazla… Elbette gerçekten tatmin edici bir talimat alacaktı.
Fakat almadı… bekledi ama almadı. Hatta daha çok beklersin bakışı taşıyan suratsız yönetmenin bitmek bilmeyen taleplerini karşılamak için boşuna uğraştı, bu işten elde ettiği tek şey bir kahve uzmanlığıydı ama servis konusunda daha fazla çalışması gerekiyordu. Zira ebleh bakışlı mankenin üzerine döktüğü kahvenin maliyeti Vakko marka bir gece elbisesi ve kulakları tahrip eden çığlık olmuştu. Tabii yönetmenin öfke dolu haykırışını duymadan önce.
“Seni salak… Kovuldun!”
Aman ne kötü…
“Hayır! İstifa ediyorum.”
Tabii tabii…
birinci bölüm
Funda saatini kontrol etti. Henüz erkendi ve eğer trafik ona ciddi bir sürpriz yapmazsa yarım saate kalmaz havaalanında olurdu. Derin bir nefes alarak, yıpranmış taksi koltuğuna tekrar yaslandı ve gözlerini yumdu. Gitmek istiyordu ama korkuyordu da. Amerika… Hayaller ve özgürlükler ülkesi, onun için neler sunacaktı acaba? Belki de sunmazdı, bir şeyler beklerdi ondan.
“Abla, yolculuk nereye?” Karadeniz aksanı dikkatten kaçmayan taksi şoförünün sesiyle gözlerini araladı Funda. Şu anda konuşmak istemiyordu ama bu sempatik adamın sorusunu cevapsız bırakacak kadar kaba da değildi.
“Los Angeles… Amerika…” diyerek kestirip attı.
“Gezmeye mi gidiyorsun abla?” Funda gülümsedi. Gezmeye gitmek için fazla uzak bir yerdi Amerika… Gitmesi gerektiği için gidiyordu…
“Okul için, daha doğrusu eğitimim gereği gidiyorum…”
“Allah zihin açıklığı versin.” Funda az kalsın kahkaha atacaktı ama sadece gülümseyerek teşekkür etti. Sonra tekrar dışarı çevirdi bakışlarını. Sahil yolundaydılar ve tam da Galeria’nın önünden geçiyorlardı. Yani az sonra hava alanında olurdu… Burayı seviyordu, İstanbul onun için dünya demekti. Her ne kadar yolunu bulma kabiliyeti sıfır da olsa İstanbul’da yaşamak kolaydı.
Genç kız, şartlar uygun olsaydı İstanbul’da kalmayı her şeye tercih ederdi ama hayat zordu. Özellikle de mühendis değilsen… Mimar Sinan Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü’nü geçen sene bitirmişti ve bir senedir de iş arıyordu. Aslında bu zaman içinde birkaç iş değiştirmişti ama hiçbirisi tatmin edici değildi. Önce özel bir kanalda yayınlanan bir dizinin kamera arkasında set görevlisi olarak birkaç ay çalışmış ve bu süre zarfında; yönetmen, oyuncular ve kıytırık figüranlar da dahil olmak üzere millete kahve yapmak dışında bir işle ilgilenmemişti… Daha doğrusu ilgilenememişti… Yeni mezun olduğu için bunun gerekli olduğuna kendisini inandırmaya çalışsa da geri zekâlı başrol oyuncusu mankenin kaprislerinin odağı haline geldiğini hissettiği an çıkmıştı, yani çıkartılmıştı…
Kaşar diye geçirdi içinden… Kadının yatmadığı kimse, emmediği kan kalmamıştı ve herkes etrafında pervane olsun diye bekliyordu. Kendisi de dahil, set ekibindeki küçük insanları sürekli aşağılıyor ve hakaretler ediyordu ama kimse buna bir dur demiyordu. Tabii neden diyeceklerdi ki? Kadın bir kere çok güzeldi. Gerçi makyajsızken aynı şeyi söylemek zordu ama alımlıydı bir kere… Sonra ünlüydü de, yani bir dizinin satması için gerekli olan özellikleri vardı. Bir de yatakta çok iyi olduğunu biliyordu Funda, tabii farklı ağızlardan… buna yönetmen de dahil.
Yine de işten çıkartıldığı için sadece o kadını suçlayamazdı. Belki daha az sakar olsaydı ve zift gibi sıcak kahveyi kadının üzerine dökmeseydi işler farklı olabilirdi, ama Funda’nın sakarlığıyla ilgili yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bu tıpkı, insanın değiştiremeyeceği fiziksel bir özellik gibiydi. Mesela göz rengi gibi. Lens takıp bir süre idare edersiniz ama lensi illa ki çıkartmanız gerektiği zamanlarda, gerçek gözlerinizi kimseden saklayamayacağınız gibi. Evet, Funda bir süre lensle idare etse de gözleri kaşındığı an onlardan kurtulmuş, on beş dakika sonra da kovulmuştu… Bu kötü deneyimden sonra, birkaç yerde daha şansını denese de kovulacak raddeye gelmeden ayrılmak zorunda kalmıştı.
“Abla geldik…”
Funda düşüncelere öyle kapılmıştı ki gediklerin anlayamadı bile… Taksicinin sesini duyduğu an hemen toparlanarak taksimetreye baktı ve yazan rakamı kuruşu kuruşuna uzattı adama… Bahşiş verecek durumu yoktu, hatta mümkün olsaydı otobüsle gelirdi buraya ama bu pek de mümkün değildi. Kapıyı açıp dışarı çıktı ve ondan önce dışarı fırlayıp, bagajdan valizlerini çıkartan şoförün yanına gidip ona yardım etti. En sonunda teşekkür edip dış hatlar terminaline doğru ilerlerken arkasından seslenen adamı duydu.
“Abla iyi yolculuklar. Gözünü seveyim dikkat et oralarda. Malum bizi sevmezler Amerikalılar…”
“Sen merak etme, ben kendimi ezdirmem, başımın çaresine bakarım. Hadi rast gelsin…”
Son bir kez daha arkasına baktı ve terminale girdi. Kimseyle vedalaşmak istemediği için yalnız gelmişti havaalanına ama şu anda bundan pişmanlık duyuyordu. Anne ve babasıyla bir kez daha kucaklaşmak isterdi.
Online check-in yaptığı için rahattı. Sadece valizleri için kuyruğa girmesi gerekecekti. Ümitsizce sürüklemeye çalıştığı valizleri ile ilgili işlemlerini tamamladıktan bir buçuk saat sonra önceden ayırttığı pencere kenarı koltuğunda oturuyor ve uçağın kalkmasını bekliyordu. Birazdan havalanacak uçak, o ve sevgili İstanbul arasına koskoca bir okyanus koyacaktı ve bu kendi seçimiydi. Ailesi, özellikle de babası onu ikna etmeye çalışmışlardı ama Funda idealleri olan bir kızdı… Bugüne kadar girdiği kısa süreli işlere, kendisine tecrübe olacağını umduğu için katlanmıştı ama yaşadıkları sadece kendisinden ödün vermesine ve dolu dolu etmek istediği küfürleri yutmak zorunda bırakılarak, gastrit denen illetle savaşmak zorunda kalmasına neden olmuştu. Bu nedenle babasını dinlememiş ve Los Angeles’a gitmeye karar vermişti.
Yirmi dört yaşındaydı ve daha önce yurt dışına çıkmıştı ama hepsi gezmek ya da kısa süreli eğitimler içindi. İlk defa, uzun süreli ve istikbalini sonuna kadar ilgilendiren bir mesele için Türkiye’yi terk ediyordu… Zengin bir ailenin kızı değildi, öyle baba parası yiyip okula gidip gelen bir birey de olmamıştı. Aksine, okurken küçük işlerde çalışmış ve para biriktirebilmişti. İşte bu sayede de Los Angeles’ta faaliyet gösteren sinema okulu AFI’ye (American Film Institute ) kayıt olabilmişti. Sadece beş sömestr boyunca burada eğitim görecek ve ne olmak istediğine karar verecekti. Aslında gönlünde yatan yönetmenlikti ama şimdiye kadar, ünü kulaklarına gelen kadın bir yönetmen bilmiyordu. Hele de bir Türk yönetmen… Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın ve Ferzan Özpetek gibi olabilme ümidi de en azından bir on sene boyunca yoktu. Ya da Doruk Eroğlu gibi…
Funda, derin bir iç geçirdi… Doruk Eroğlu’nu düşünmek bile heyecan vericiydi… ama asıl heyecanlı olan Los Angeles’ta onunla tanışma şansının olmasıydı. Eğer şansı varsa stajyer olarak ünlü yönetmenin film şirketinde çalışabilecekti ve Türk olmasının faydasını bu anlamda görebilirdi. Neden olmayacaktı ki? Memleketçilik, her ne kadar yıllardır yurt dışında yaşıyor da olsa bir Türk’ün damarlarında geziniyor olmalıydı… Bu durumda Doruk Eroğlu da bir istisna olmamalıydı.
Genç kızı düşüncelerinden uyandıran pilotun sesi oldu. Az sonra kalkacaklarının anonsunu anlaşılmayan bir Türkçe ve İngilizce ile yapan pilot, yolcular ve mürettebata kemer ikazında bulunduktan beş dakika sonra uçak, havalanabilmek için yeterli hızı kazanıp yerden yükseldiğinde, Funda’nın aklında ne Doruk Eroğlu ne de Steven Spielberg kalmıştı… Genç kız, sımsıkı koltuğuna tutundu ve gözlerini yumarak midesine sakin olma sinyalleri göndermeye çalıştı boşuna. Oldum olası uçmaktan nefret ederdi ama yarım gün boyunca havada olmasını gerektiren bir memlekete yolculuk etmek zorunda kalması çok ironikti. İşin kötü yanı aktarmalı uçmak zorundaydı. Önce Chicago O’Hare Havalimanına, oradan da Los Angeles’a ineceklerdi… Funda belki de Chicago’dan sonrasını kara yolu ile devam edebilirdi.
İyi ki uyku ilacı almışım diye düşündü genç kız. Şu anda hissettiği gerginliğin tek nedeni uçuş korkusu değildi elbette. Kimseyi tanımadığı bir ülkede, tek başına ve neredeyse beş parasız kalacaktı. Biraz fazla gururlu olmasaydı babasının vermeye çalıştığı parayı alabilirdi ama çok büyük konuşup, kendi ayakları üzerinde durabileceğine dair zırvaları çok sevgili babasının suratına bir bir söyledikten sonra, derdine ilaç gibi gelecek parayı alsaydı kesinlikle bir daha aynaya bakamazdı.
Yanında her şey dahil bin dolar ve bozukluklar vardı. Şanslıydı ki okul taksitini yatırabilmişti ve bir sonraki sömestre kadar okul ile ilgili ödeme yapması gerekmeyecekti. Kalacağı yurt için gerekli ödemeyi de üç aylık peşin olacak şekilde yapmıştı. Bu arada elindeki parayı idareli kullanabilir ve okul saatlerini aksatmasına engel olmayacak bir iş bulabilirse mükemmel olurdu… Tabii şanslıysa. Bu durumda yapacağı staj gerçekten çok kıymete biniyordu nazarında. Eğer Doruk Eroğlu’nun şirketinde stajyer olarak bir yer bulabilirse bir taşla iki kuş vurmuş olacaktı… Yani sıla ve para sorununu aynı anda ortadan kaldıracaktı.
Uçağın düzlüğe çıktığını hissettiği an rahat bir nefes aldı ve arkasına yaslandı… Gözlerini yumarak, nerede olduğunu unutmaya çalıştı bir süre ama kulaklarındaki uğultu ve beynindeki basınç, nefret ettiği ölümcül tenekenin içinde olduğunu hatırlatıyordu kendisine. Yine de üstün iradesi ve içtiği ilacın etkisiyle rahatlayıp, yanındaki Amerikalının şaşkın ve gıpta dolu bakışları altında uykuya daldığında aradan sadece beş dakika geçmişti. Bazen haddinden fazla gamsız olabiliyordu… her şeye rağmen!
*
Zaman düşündüğünden daha hızlı geçiyordu ve şu anda Chicago-Los Angeles arası uçak yolculuğunun son dakikalarını tadına varıyordu Funda. Az önceki, pilotun iniş ikazıyla beraber, zaten hiç çıkarmadığı kemerini bir kez daha kontrol etti ve arkasına yaslandı. Tabii bildiği tim duaları okumayı ihmal etmeden… Bu son diye geçirdi içinden ve uçağın tekerleklerinin yere vurmasıyla beraber kalbi, en çılgın temposunu yakaladı sonrasında duracağının sinyallerini vererek… Fakat hiçbir şey olmadı, genç kız, sıkıca yumduğu gözlerini yavaşça açtı ve derin bir nefes aldı.
Henüz kalabalığa karışmak için erkendi. Saatlerdir yaptığı yolculuk yüzünden kasları laçkaya dönmesine rağmen dizleri, bir daha hiç açılmayacakmış gibi katılaşmıştı. Nihayet, uçağı terminale bağlayan köprüyü geçtiğinde gözü ilk olarak saati aradı. 19:52’ydi saat… Los Angeles Havalimanı dünyanın en büyük üçüncü havalimanıydı ve internetten edindiği bilgilere göre kaybolması işten bile değildi. Bu nedenle tedbiri elden bırakmadan valizlerini aldı ve diğer işlemlerini halletmek için korkutucu büyüklükteki karmaşık yapının içine daldı.
Genç kız, işlemleri tamamladıktan sonra terminalden çıkar çıkmaz annesini aradı ama hemen kapattı çünkü saat farkını hesaba katmamıştı. Bu saatteki bir telefon zavallı kadının yüreğine indirirdi kesin… Bu nedenle sadece iyi olduğuna dair mesaj attı ve onu bir gece kalmak için internetten araştırdığı otellerden birisine götürecek bir taksiye attı… Tabii biner binmez de kendi Karadenizli taksicisini özledi, İstanbul’u özledi, annesini ve babasını özledi.
Kalacağı otel, üç yıldızlı bir otel için hiç de fena sayılmazdı. Odası da öyleydi ama onun gibi temizlik meraklısı bir insanı tatmin etmek hiç de kolay sayılmazdı. Yine de uykuya dalarken etrafını çok fazla sorgulayamayacak kadar yorgun olduğu için şanslıydı. Aksi halde yatağının başındaki komodinin üzerinde yürüyen haşere, dudağını uçuklatacak kadar korkunç görünüyordu.
Ertesi gün çok yoğun geçti. Okul ve yurt ile ilgili işler düşündüğünden uzun sürmüştü ama sorun değildi. Kaydını biraz geç yaptığı için derslere katılmak konusunda acele etmesi gerekiyordu. Hatta hemen o gün başlamak zorunda bile kalabilirdi -ki bu bile Funda için iyi bir şeydi. O otele dönmek istemiyordu, başını sokacağı ve üç aylık parasını peşin ödediği yurdun nimetlerinden faydalanmak için de sabırsızlanıyordu.
Yurt binası okulun içinde, eski görünümlü bir yapıydı. İçerisi de bir hayli sıcak ve cıvıl cıvıldı. Meraklı gözlerle etrafını araştırırken niyeti sadece kalacağı yer ile ilgili bilgi edinmek değil, insanları da tanımaktı. Uzunca bir koridordan geçip, korkutucu bir insan kalabalığının olduğu küçük bir salona girdi. Danışma ya da Türkiye’de ki tabiriyle öğrenci işlerine benzeyen bir bölümdü burası. Sırasının gelip, kalacağı odanın anahtarını alması çok fazla sürmese de gözlem yapmak için yeterince zamanı olmuştu. Kızlara özgü bir merakla diğer kızları inceledi önce… Birbirinden güzel kızlar sanki boy geçişi yapıyorlardı ve çoğunluğu sarışın olan bu kalabalık arasından Funda kolaylıkla sıyrılıyordu simsiyah saçlarıyla… ama bunun farkında bile değildi. Zaten sahip olduklarının farkına varabilmek konusunda çok başarılı sayılmazdı.
Nihayet oda kapısına geldiğinde anahtarı deliğe sokmadan kapı sonuna kadar açıldı ve sarışın bir güzelle burun buruna geldi. Kızın enerjisi dışarı taşıyordu resmen… Funda gülümsedi ister istemez. Kız zaten otuz iki dişini göstermekle meşguldü bu arada… “İçeri gel, ben Carol… Eğer yanlış odaya gelmediysen bir süre oda arkadaşın benim…”
Carol denen kız o kadar hızlı konuşuyordu ki Funda bir süre anlamakta zorlandı ama çok kısa bir süre…
“Memnun oldum Carol. Ben Funda, sanırım doğru odadayım.”
Funda kızın cevabını beklemeden odaya girdi ve küçük, sevimli odayı gözden geçirdi. “Funda mı? Nerelisin Funda?”
“Türküm…” Genç kız oda arkadaşının yüzünden geçen gölgelenmeyi fark ettiğinde öfkelense de hissettirmedi ama aklına doğrudan taksicinin söyledikleri geldi, fakat Carol’un söylediklerini duyduğunda ise her şeyi unuttu.
“Buna çok memnun oldum Funda Biliyor musun ben Türklere bayılırım…”
Belli ki kız hata ettiğini anlamıştı ve aklınca nazik olmaya çalışıyordu. Funda yerden göğe kadar emindi ki; bu kızın Türklerle ilgili beş kuruşluk fikri yoktu. Sadece fazlaca kibardı… Funda da bu kibarlığa kibarca gülerek karşılık verdi.
“Sen çok güzelsin Funda…”
Bu kadar da abartmasına gerek yoktu.
“Teşekkür ederim Carol, sen de öyle. Hatta sen tam bir şahesersin.”
Genç kız, sanki bunu duymayı bekliyormuş gibi üzerine alındı ve güzelliğine güzellik katan ışıl ışıl bir gülümsemeyle baktı Funda’ya.
“Sanırım bu yatak senin…”
Carol, pencere kenarındaki yatağı seçmişti. Bu üzerine yaydığı giysi yığınından belli oluyordu. Funda için sorun değildi. Hatta buna memnun olduğu bile söylenebilirdi, zira uykusunu bölen hiçbir ışığa tahammülü yoktu…
“Senin için sorun değildir umarım. İstersen değiştirebiliriz, ne de olsa ben ev sahibi sayılırım.”
Funda, bu kızın nezaketinin gerçekliğini sorgulamaya başlıyordu artık. Elbette sorun yoktu…
“Teşekkür ederim, bence bu yatak tam bana göre.”
Daha fazlası için enerjisi yokmuş gibi yatağına çöktü ve valizlerini de yanına çekti. Yarım saat sonra da odayı benimsedi. Los Angeles şimdilik dişlerini göstermemişti… sonrasına sonra bakardı….