Kırmızı.
Anna Heymes gitgide kendini rahatsız hissediyordu. Deney en ufak bir tehlike içermiyordu, ama o anda beyninin içinin okunabilecek olması onu derinden etkiliyordu.
— Mavi.
Yarı karanlık bir odanın tam ortasına yerleştirilmiş inox bir masanın üzerine uzanmıştı, kafası, beyaz ve yuvarlak bir makinenin ortasındaki deliğin içine yerleştirilmişti. Yüzünün tam karşısında, başının üzerine hafif eğik bir konumda tespit edilmiş bir ayna vardı, aynanın üzerinde, bir projeksiyon makinesinden yansıyan küçük küçük kareler görülüyordu. Tek yapması gereken, aynanın üzerinde beliren renkleri yüksek sesle söylemekti.
— Sarı.
Sol koluna bağlı serum yavaş yavaş vücuduna akıyordu. Dr. Eric Ackermann ona, bunun radyoaktif bir izotop çözeltisi olduğunu, beynin içindeki kan akışının yerini saptamakta kullanıldığını açıklamıştı.
Farklı renkler birbiri ardına aynada beliriyordu. Yeşil. Turuncu. Pembe… Sonra ayna karardı.
Anna hareketsiz yatıyordu, sanki bir lahtin içindeymişçesine kolları vücudunun iki yanındaydı. Sol tarafında, birkaç metre uzakta, Eric Ackermann ile kocası Laurent’ın durduğu camlı kabininin su yeşili ışığını görüyordu. İki adamı, monitörlerin karşısında, nöronlarının aktivitesini dikkatle takip ederken hayal ediyordu. Kendini gözetlenmiş, yağmalanmış, özel hayatının tüm gizli yanlarına tecavüz edilmiş gibi hissediyordu.
Kulağına takılı küçük alıcıdan Ackermann’ın sesini duydu:
— Çok güzel Anna. Şimdi kareler hareket etmeye başlayacak. Sen sadece onların hareket yönlerini belirleyeceksin. Her seferinde tek bir kelimeyle: sağ, sol, yukarı, aşağı…
Sonra geometrik şekiller yer değiştirmeye başladı, küçük balıklardan oluşan bir sürü gibi esnek ve akışkandı, alacalı, karışık renkli bir mozaiği andırıyordu. Anna kulağına bağlı mikrofona konuştu:
— Sağ.
Kareler, çerçevenin üst kenarına doğru yükseldi.
— Yukarı.
Bu uygulama birkaç dakika sürdü. Yavaş, tekdüze bir sesle konuşuyordu, kendini uyuşmuş hissediyordu; aynanın ısısı uyuşukluğunu daha da artırıyordu. Her an uykuya dalabilirdi, buna daha fazla engel olamazdı.
— Çok iyi, dedi Ackermann. Sana bu kez, farklı biçimlerde anlatılmış bir hikâye sunacağım. Bu versiyonları çok dikkatle dinle.
— Peki ne söylemem gerekiyor?
— Hiçbir şey. Sadece dinlemen yeterli.
Birkaç saniye sonra, kulaklıktan bir kadın sesi duyuldu. Yabancı bir dilde konuşuyordu; seslerin kulağa geliş düzenine bakılırsa, bir Asya ya da Doğu dili olabilirdi.
Kısa bir sessizlik oldu. Hikâye yeniden başladı, bu kez Fransızca olarak. Ama sözdizimi bozuktu: mastar halinde fiiller, uyumsuz tanımlıklar, uygulanmayan ulamalar.
Anna bu bozuk ve biçimsiz dili çözmeye çalıştı, ama hikâyenin başka bir versiyonu başlamıştı bile. Bu kez cümlelerin içinde anlamsız kelimeler dikkat çekiyordu… Bütün bunlar ne demek oluyordu? Birden derin bir sessizlik oldu, içinde bulunduğu silindir biraz daha karanlığa gömüldü.
Bir süre sonra, doktor yeniden konuştu:
— Bir sonraki test. Her ülke adından sonra, bana o ülkenin başkentini söyleyeceksin.
Anna, anladığına dair bir işaret yapmak istedi, ama ilk ülkenin ismi kulağında çınladı:
— İsveç.
Düşünmeden cevap verdi:
— Stockholm.
— Venezuela.
— Caracas.
— Yeni Zelanda.
— Auckland. Hayır! Wellington.
— Senegal.
— Dakar.
Her başkent en ufak bir zorlama olmadan, kolaylıkla aklına geliyordu. Cevapları refleks olarak ağzından çıkıyordu, ama sonuçtan memnundu; demek belleğini tamamen kaybetmemişti. Acaba Ackermann ile Laurent monitörlerde ne görüyordu? Beyninin hangi bölgeleri harekete geçiyordu?
— Son test, diye uyardı nörolog. Birazdan karşında, aynada bazı yüzler belirecek. Yüksek sesle kim olduklarını söyleyeceksin, mümkün olduğunca çabuk tabii.
Bir yerlerde, basit bir uyarının bile –bir kelime, bir hareket, görsel bir ayrıntı– fobi mekanizmasını harekete geçirdiğini okumuştu; psikiyatrlar bunu, uyarı kaygısı olarak adlandırıyordu. Uyarı: terim kusursuzdu. Kendi durumuna gelince sadece “yüz” kelimesi bile kaygı duymasına yetiyordu. Birden boğulacak gibi oldu, midesi ağırlaştı, kolları ve bacakları uyuştu, yutkunmakta zorlanıyordu…
Aynada, siyah beyaz bir kadın portresi belirdi. Kıvırcık sarı saçlar, kalın dudaklar, dudağın üstünde ben. Çok kolay:
— Marilyn Monroe.
Bu fotoğrafın ardından bir gravür belirdi. Karamsar bakışlar, karemsi bir çene, dalgalı saçlar:
— Beethoven.
Yuvarlak, bir şekerleme kutusu gibi düz ve parlak bir surat, iki çekik göz.
— Mao Zedong.
Anna, bu yüzleri bu kadar çabuk tanımış olmaktan şaşkındı. Başka yüzler birbirini izledi: Michael Jackson, Mona Lisa, Albert Einstein… Bir büyülü fenerden yansıyan parlak görüntüleri seyrediyormuş gibi bir izlenime kapılmıştı. Tereddüt etmeden cevap veriyordu. Kaygısı ve heyecanı çoktan azalmış, hatta yok olmuştu.
Ama birden, aynada beliren bir portre onu güç duruma düşürdü; bu, kırklı yaşlarda, ama hâlâ genç görünen, fırlak gözlü bir adamdı. Sarı saçları ve kaşları, onun belli belirsiz yeniyetme havasını daha da güçlendiriyordu.
Bir elektrik dalgası gibi, içini bir korku kapladı; vücudu acıyla gerildi. Bu yüz hatları ona yabancı gelmiyordu, ama ne bir isim ne de bir anı çağrıştırıyordu. Belleği karanlık bir tüneldeydi. Bu yüzü daha önce nerede görmüştü? Bir aktör müydü? Ya da bir şarkıcı? Yoksa uzak bir tanıdık mı? Görüntü yerini başka bir resme bıraktı, yuvarlak gözlüklü bir portreye. Anna cevap verdi, ağzı kurumuştu:
— John Lennon.
Sonra aynaya Che Guevara’nın resmi yansıdı, Anna yalvaran bir sesle konuştu:
— Eric, dur.
Ama geçit töreni devam ediyordu. Van Gogh’un bir otoportresi, parlak ve canlı renkler. Anna mikrofonun sapını kavradı:
— Eric, lütfen.
Görüntü bu kez değişmedi. Anna, aynadan renklerin ve ısının tenine yansıdığını hissediyordu. Kısa bir sessizlikten sonra Ackermann sordu:
— Ne var? N’oldu?
— O adam, tanımadığım adam: kimdi o?
Eric cevap vermedi. David Bowie’nin biri başka, diğeri başka renkteki gözleri aynada titreşti. Anna hafifçe doğruldu ve bu kez daha güçlü bir sesle konuştu:
— Eric, sana bir soru sordum: kim-di-o?
Ayna karardı. Bir saniye sonra Anna’nın gözleri karanlığa alıştı. Dikdörtgen aynada kendi aksini gördü: soluk, kemikli. Bir ölü yüzü.
Sonunda, doktor, Anna’nın sorusunu cevapladı:
— O, Laurent’dı, Anna. Laurent Heymes, kocan.
2
— Ne kadar zamandır bu tür unutkanlıkların var?
Anna cevap vermedi. Öğlen olmuştu: sabahtan beri bir sürü teste tabi tutulmuştu. Radyografiler, scanner’lar, MR ve son olarak da yuvarlak makinedeki bu testler… Kendini yorgun, bitkin ve içi boşalmış hissediyordu. Ve bu ofis insanı daha da karamsar yapıyordu: dar bir odaydı, penceresiz, iyice aydınlatılmış bir oda, etrafta bir yığın dosya göze çarpıyordu, bazıları çelik dolaplara yerleştirilmişti, ama çoğu yerlerdeydi. Duvarlarda insan beyinlerini, saçları kazınmış, üzerinde delikler bulunan kafataslarını gösteren çizimler, resimler vardı. Bir nörolog için gerekli şeyler…
Eric Ackermann tekrar etti:
— Ne kadar zamandır, Anna?
— Bir aydan daha fazla.
— Tam olarak ne zaman? İlk seferi hatırlıyor musun, ha?
Elbette hatırlıyordu: böyle bir şeyi nasıl unutabilirdi?
— Geçtiğimiz 4 Şubat’tı. Bir sabah. Banyodan çıkıyordum. Koridorda Laurant’la karşılaştım. Giyinmiş, büroya gitmek için çıkmak üzereydi. Bana gülümsedi. İrkildim: ne olduğunu anlamıyordum.
— Hiç mi?
— İlk anda hayır. Sonra yavaş yavaş her şey kafamda yerli yerine oturmaya başladı.
— O anda neler hissettiğini bana anlat, tam olarak.
Anna omzunu silkti, siyahlı kahverengili şalının altında yaptığı belli belirsiz bir hareketti bu.
— Tuhaf bir duyguydu, çok kısa sürdü. Sanki daha önce yaşanmış bir şeydi. Bu tedirginlik, şimşek gibi geldi geçti (parmaklarını şıklattı), sonra her şey normale döndü.
— O an ne düşündün?
— Çok yorgundum o günlerde, ona yordum.
Ackermann önündeki bloknota bir şeyler yazdı, sonra yeniden sordu:
— Laurent’a, o sabahtan söz ettin mi?
— Hayır. Bana fazla önemli gelmemişti.
— Peki ikinci kriz, o ne zaman oldu?
— Ertesi hafta. Art arda birkaç kez.
— Hep Laurent’ın önünde mi?
— Evet, hep.
— Ama bu krizlerin sonunda Laurent’ı hatırlıyordun, değil mi?
— Evet. Ama her kriz bana… Bilmiyorum… sanki biraz daha uzun geliyordu.
— O zaman Laurent’a bundan söz ettin mi?
— Hayır.
— Neden?
Anna bacak bacak üstüne attı, zayıf ellerini koyu renkli ipek eteğinin üzerine koydu; tüylerinin rengi solmuş iki kuşu andırıyordu.
— Ona bundan söz etmek, sorunu daha da büyütecek gibi geldi bana. Ve sonra…
Nörolog gözlerini önündeki bloknottan kaldırdı; kızıl sarı saçları gözlüklerinin camında yansıyordu.
— Ve sonra?
— İnsanın kocasına bunu söylemesi kolay bir şey değil. O…
Laurent’ın odada olduğunu hatırladı, arkasında ayakta duruyordu, sırtını çelik dolaba dayamıştı.
— Laurent benim için her geçen gün bir yabancı oluyordu.
Doktor, Anna’nın kaygılandığını fark etmişti; konuyu değiştirmeyi tercih etti:
— Bu tanıyamama, daha doğrusu hatırlayamama sorunu, başka yüzler için de oldu mu?
— Bazen, dedi Anna tereddütle. Ama çok nadir.
— Kimler mesela?
— Mahalledeki dükkân sahipleri. İşyerimde de başıma geldi. Bazı müşterileri hatırlayamıyordum, halbuki sürekli gördüğüm kişiler.
— Peki arkadaşların?
Anna belirsiz bir hareket yaptı:
— Arkadaşım yok.
— Ya ailen?
— Annem ve babam öldü. Güneybatıda sadece birkaç amca ile kuzen var. Ama onları görmeye hiç gitmedim.
Ackermann hâlâ not alıyordu; yüz hatlarından tepkisi anlaşılmıyordu. Balmumundan bir heykel gibiydi.
Anna bu adamdan tiksiniyordu: Laurent’ın bir aile dostuydu. Bazen onlara akşam yemeğine gelirdi, ama her koşulda buz gibi soğukluğunu sürdürürdü. Şüphesiz, araştırmaları –beyin, beynin yapısı, insanın bellek sistemi– hakkında konuşulursa başka. İşte o zaman her şey değişirdi: öfkelenir, kendinden geçer, uzun kollarıyla havayı döverdi.
— Demek senin için en temel sorun Laurent’ın yüzü, öyle mi? diye sordu.
— Evet. Ama, aynı zamanda bana en yakın olan. En sık gördüğüm kişi o.
— Başka bellek bozuklukları da hissediyor musun?
Anna alt dudağını ısırdı. Bir kez daha tereddüt etti:
— Hayır.
— Zaman ve mekân içinde yönelme bozuklukları?
— Hayır.
— Konuşma bozuklukları?
— Hayır.
— Bazı hareketleri yapmakta zorlanıyor musun?
Anna cevap vermedi, sonra hafifçe gülümsedi:
— Alzheimer’den şüpheleniyorsun, değil mi?
— Teşhis koymaya çalışıyorum, hepsi bu.
Anna’nın da düşündüğü ilk hastalık bu olmuştu. Bilgi toplamış, tıp ansiklopedilerini karıştırmıştı: yüzleri tanıyamama, hatırlayamama Alzheimer hastalığının semptomlarından biriydi.
Ackermann, genellikle çocukları ikna etmekte kullanılan bir ses tonuyla ekledi:
— Kesinlikle Alzheimer olacak yaşta değilsin. Zaten ilk muayenelerden itibaren bunu biliyorum. Nörodejeneratif bir hastalığa yakalanmış bir beyin çok spesifik bir morfolojiye sahiptir. Ama, hastalığını tam olarak teşhis edebilmek için sana tüm bu soruları sormak zorundayım, anlıyor musun?
Anna’nın cevabını beklemedi ve son soruyu tekrar etti:
— Bazı hareketleri yapmakta zorlanıyor musun?
— Hayır.
— Uyku bozuklukları?
— Yok.
— Peki, nedenini bilemediğin bir uyuşukluk?
— Hayır.
— Migren.
— Asla.
Doktor bloknotunu kapattı ve ayağa kalktı. Her seferinde aynı şaşırtıcı görüntü. Yaklaşık 1,90 metre boyunda, 60 kg civarındaydı. Beyaz önlüğünü, sanki kuruması için üzerine asmışlar gibi sırtında taşıyan bir fasulye sırığını andırıyordu.
Kızıl saçlı, beyaz tenliydi; kötü kesilmiş dağınık saçları bal rengiydi; tüm vücudu gözkapaklarına kadar çillerle kaplıydı. Suratı köşeliydi, metal çerçeveli, ince camlı gözlükleri yüzünün bu köşeli görüntüsünü daha da belirgin kılıyordu.
Onun bu fizyonomisi zamanın yıpratıcı etkisine maruz kalmamış gibiydi. Laurent’dan daha yaşlıydı, ellili yaşlarda olmalıydı, ama çok daha genç gösteriyordu. Yüzündeki kırışıklıklar belli belirsizdi: keskin, sert, ifadesiz yüz hatları vardı. Sadece yanaklarındaki geçmişe ait sivilce izleri onun geçmişi ve yaşı hakkında bilgi veriyordu.
Doktor odanın içinde birkaç adım attı, konuşmuyordu. Saniyeler akıp gidiyordu. Anna fazla dayanamadı, sordu:
— Tamam, peki, neyim var benim?
Nörolog, cebindeki metal bir nesneyi şıngırdattı. Anahtar olmalıydı; ama daha çok bir söylevin başladığını bildiren zil sesini andırıyordu.
— Müsaade et, önce sana yaptığımız testleri izah edeyim.
— Çok iyi olur, evet.
— Kullandığımız makine bir pozitron kamerası. Uzmanlar ona “Petscan” diyor. Bu aygıt pozitron yayımlı tomografi tekniğine göre çalışıyor. Beynin gerçek zamanda etkinlik bölgelerini incelemeyi sağlıyor. Seninle bir tür genel revizyon gerçekleştirmek istedim. Beynin, yerleri çok iyi bilinen birçok önemli bölgesinin, görme, konuşma, bellek mesela, işleyişini incelemek gibi.
Anna, tabi tutulduğu farklı testleri düşündü. Renk kareleri; farklı biçimlerde anlatılan hikâye; ülke başkentlerinin isimleri. Anna bu testlerin hiçbirinde zorluk çekmemişti, Ackermann yeniden konuşmaya başladı:
— Konuşma, mesela. Her şey alın lobunda, işitme, sözcük dağarcığı, sözdizimi, anlatma, düzgün ifade gibi altsistemlere ayrılan bir bölgede gerçekleşir… (Parmağıyla kafasına dokunuyordu.) Bu bölgelerin ortak çalışması sözcükleri anlamamızı ve kullanmamızı sağlar. Biraz önceki küçük hikâyem sayesinde, kafandaki bu sistemlerin her birini harekete geçirdim.
Doktor küçücük odanın içinde bir aşağı bir yukarı yürümeyi sürdürüyordu. Duvarlardaki resimler doktor adım attıkça bir görünüyor bir kayboluyordu. Tuhaf bir resim Anna’nın dikkatini çekti, bu, büyük ağızlı, iri elli bir maymunun renkli resmiydi. Neonlardan yayılan ısıya rağmen sırtı buz gibiydi.
— O halde? dedi Anna, iç çekerek.
Ackermann, güven vermek isteyen bir hareketle ellerini iki yana açtı:
— Evet, her şey yolunda. Konuşma. Görme. Bellek. Her bölgenin faaliyeti gayet normal.
— Laurent’ın portresinin gösterildiği anın dışında.
Ackermann masasına doğru eğildi ve bilgisayar ekranını çevirdi. Ekranda, bir beynin dijital görüntüsü vardı. Parlak yeşil renkli, profilden bir kesitti; iç kısmı ise simsiyahtı.
— Laurent’ın fotoğrafını gördüğün anda, beynin. Hiçbir tepki yok. Hiçbir bağlantı yok. Düz, sade bir resim.
— Bunun anlamı ne?
Nörolog doğruldu ve ellerini yeniden ceplerine soktu. Yapmacık, abartılı bir tavırla göğsünü şişirdi: kararın açıklanacağı büyük an, bu olmalıydı.
— Beyninde bir lezyon olduğunu düşünüyorum.
— Lezyon mu?
— Özellikle yüzleri tanıma, hatırlama bölgesini etkileyen bir lezyon.
Anna şaşkındı:
— Yüzleri… yüzleri tanıma bölgesi de mi var?
— Evet. Beynin sağ yarımküresinde, artbeyinde, şakak lobunun karıncık bölümünde yer alan ve sadece bu işlevi yerine getirmekle görevli bir nöron sistemi bu. 50’li yıllarda keşfedildi. Bu bölgedeki damarları hasara uğramış kişiler yüzleri tanıyamıyor, hatırlayamıyordu. O tarihten beri, Petscan sayesinde, çok daha kesin bir şekilde lezyonun yerini saptıyoruz. Mesela bu bölgenin, gece kulüplerinin ve kumarhanelerin giriş kapılarında duran “body guard”larda çok daha gelişmiş olduğu biliniyor.
— Ama bana gösterdiğin yüzlerin çoğunu tanıyorum, diye atıldı Anna. Test sırasında, bütün portreleri tanıdım…
— Evet, kocanın resmi dışında, bütün portreleri. Ve bu da önemli bir belirti.
Ackermann iki elinin işaretparmaklarını dudaklarında birleştirdi, düşünen adam görüntüsü vermek ister gibiydi. Duygusuz ve soğuk olmadığında, yapmacık ve tumturaklı davranışlarda bulunuyordu.
— İki tip belleğimiz vardır. Biri okulda öğrendiklerimizle oluşan bellek, diğeri özel hayatımızda öğrendiklerimizi içeren bellek. Bu iki bellek beyinde aynı yolu izlemiyor. Yüzlerin anlık analizleri ile kişisel hatıralarından yola çıkarak onların mukayesesi arasında bir bağlantı kurmada zorluk çektiğini düşünüyorum. Bir lezyon bu sistemin normal çalışmasını engelliyor. Einstein’ı tanıyabilirsin, ama senin özel arşivinde yer alan Laurent’ı tanıyamıyorsun.
— Peki… Peki bu tedavi edilebilir mi?
— Tamamen. Bu işlevi beynin daha sağıklı bir bölgesine taşıyarak. İşte bu da, beyin denilen organın avantajlarından biri: yeniden biçim verilebilir olma özelliği. Bu nedenle bir yeniden eğitim programına tabi tutulman gerekiyor; bir tür zihin egzersizi, düzenli alıştırmalar, uygun ilaçlarla desteklenecek elbette.
Nöroloğun ciddi ses tonu bu iyi haberle bağdaşmıyordu.
— Peki sorun ne? diye sordu Anna.
— Lezyonun nedeni. İşte burada durum değişiyor, bunu itiraf etmek zorundayım. Herhangi bir tümör belirtisi, nörolojik bir anomali yok. Beynin bu bölgesindeki kan dolaşımını etkileyecek bir kafa travması geçirmedin, beyin damarlarında da bir arıza yok. (Dilini şaklattı.) Teşhis koyabilmek için yeni ve daha ileri tetkiklerin yapılması lazım.
— Ne tür tetkikler?
Doktor yeniden masasına oturmuştu. Donuk gözleri Anna’ya sabitlendi:
— Biyopsi. Beyin korteksinden küçük bir doku parçası alma.
Anna birkaç saniye boyunca, söyleneni anlamaya çalıştı, sonra yüzünü bir korku dalgası kapladı. Laurent’a doğru döndü, ama kocası onaylayan bir ifadeyle Ackermann’a bakıyordu. Korku yerini öfkeye bıraktı: kuşkusuz o ikisi suç ortağıydı. Kaderi çoktan belirlenmişti; belki de bu sabah kliniğe geldiği andan itibaren.
Kelimeler dudaklarının arasından titreyerek döküldü:
— Söz konusu bile olamaz.
Nörolog ilk kez gülümsedi. Anna’nın yüreğine su serpmek isteyen bir gülümsemeydi bu, ama çok yapmacıktı.
— Çekinmene, korkmana gerek yok. Stereotaksik biyopsi uygulayacağız. Basit bir sondayla…
— Kimse beynime dokunmayacak.
Anna ayağa kalktı ve şalına sarındı; altın varaklı karga kanatlarını andırıyordu. Laurent müdahale etti:
— Böyle kestirip atamazsın. Eric beni temin etti ki…
— Ondan yana mısın?
— Hepimiz senden yanayız, dedi Ackermann.
Anna, bu iki riyakârı daha iyi görebilmek için geriledi.
— Kimse beynime dokunmayacak, diye yineledi, kararlı bir ses tonuyla. Belleğimi tamamen yitirmeyi, hatta bu hastalık sonucunda gebermeyi tercih ederim.
Birden bağırdı, panik halindeydi:
— Asla, anlıyor musunuz?
3
Anna ıssız koridorda koştu, merdivenleri indi, sonra binanın girişinde aniden durdu. Soğuk rüzgârın damarlarındaki kanı harekete geçirdiğini hissetti. Güneş avluyu aydınlatıyordu. Gökyüzünde yaz mevsiminin berraklığı vardı, ancak hava soğuk, ağaçlar yapraksızdı.
Avlunun diğer tarafında, Nicolas, şoför, Anna’yı fark etti ve kapıyı açmak için arabadan fırladı. Anna başıyla beklemesini işaret etti. Titreyen elleriyle çantasından bir sigara çıkardı ve yaktı, sonra gırtlağına dolan yakıcı dumanı tadına vara vara ciğerlerine çekti.
Henri-Becquerel Enstitüsü, yer yer taflanla kaplı, birkaç ağacın bulunduğu bir iç avluyu çevreleyen dört katlı birçok binadan oluşuyordu. Binaların donuk, gri ve pembe renkli cephelerinde, sert ifadeli uyarı levhaları vardı: İZİNSİZ GİRMEK YASAKTIR; SADECE KLİNİK PERSONELİNE AİTTİR; DİKKAT TEHLİKE. Bu boktan hastanede, en önemsiz şey bile ona düşmanca geliyordu.
Sigarasından bir nefes daha çekti, ağız dolusu duman ciğerlerine indi; tütünün yakıcı tadı onu yatıştırmıştı, sanki tüm öfkesini sigaranın ucundaki bu küçücük kora boşaltmıştı. Gözlerini kapadı, kendini o berrak havanın kollarına bıraktı.
Arkasında ayak sesleri duydu.
Laurent, ona bakmadan çevresinden dolandı, avluyu geçti, sonra arabanın arka kapısını açtı. Parlak mokasen ayakkabılarıyla asfalta vurarak Anna’yı beklemeye başladı, yüzü asıktı. Anna Marlborosunu fırlattı ve arabanın yanına geldi. Deri arka koltuğa geçip oturdu. Laurent arabanın çevresini dolanıp, diğer kapıdan onun yanına yerleşti. Büyük bir sessizlik içinde gerçekleştirilen bu hareketin ardından şoför arabayı çalıştırdı, bir uzay gemisinin yavaşlığıyla park alanından çıktı.
Ana kapıdaki kırmızı-beyaz bariyerin önünde birkaç asker nöbet tutuyordu.
— Kimliğimi almam gerekiyor, dedi Laurent.
Anna ellerine bakıyordu: hâlâ titriyordu. Çantasından pudralığını çıkardı ve oval aynasından kendine baktı. Yüzünde izler görmekten korkuyordu, sanki ruhundaki bu altüst oluşun sebebi yüzüne almış olduğu bir yumruk darbesiydi. Ama hiçbir iz yoktu, aynı parlak ve pürüzsüz yüz, aynı kar rengi beyazlık, Kleopatra tarzı kesilmiş siyah saçlar, koyu mavi aynı çekik gözler; bir kedi tembelliğiyle gözlerini ağır ağır kapattı.
Anna, arabaya dönmekte olan Laurent’ı gördü. Rüzgârdan korunmak için öne doğru eğilmiş, siyah paltosunun yakalarını kaldırmıştı. Anna, bir anda tüm vücudunu sıcak bir dalganın sardığını hissetti. Arzu. Ona hâlâ hayrandı: kıvırcık sarı saçlarına, fırlak gözlerine, alnındaki kırışıklıklara… Laurent bir eliyle paltosunun eteklerinin rüzgârda uçuşmasına engel olmaya çalışıyordu. Bu, bir yüksek devlet görevlisinin gücüyle pek bağdaşmayan, ürkek ve temkinli çocuklara mahsus bir davranıştı. Tıpkı bir kokteyl ısmarladığında, istediği karışımı oluşturacak içki miktarlarını belirtirken olduğu gibi. Ya da üşüdüğünü veya rahatsızlığını göstermek için, omuzlarını kaldırırken, iki elini uyluklarının arasına sokarken olduğu gibi. İşte, onun bu kırılganlığıydı Anna’yı cezbeden; bu ürkeklik ve bu kırılganlık onun nüfuzuyla ve yetkileriyle çelişiyordu. Anna onda hâlâ sevecek bir yan buluyor muydu? Geçmişteki ortak anılarından hangilerini hatırlıyordu?
Laurent yeniden Anna’nın yanına oturdu. Bariyer kalktı. Geçerken Laurent, silahlı adamlara esaslı bir selam çaktı. Bu saygı dolu davranış Anna’yı yeniden kızdırdı. Tüm arzusu yok oldu. Sert bir tonda sordu:
— Bütün bu aynasızların sebebi ne?
— Askerler, diye düzeltti Laurent. Onlar asker.
Araba şehir trafiğine karıştı. Orsay’deki Général-Leclerc Meydanı, düzenli küçük bir meydandı. Bir kilise, belediye binası, bir çiçekçi: her bina birbirinden belirgin biçimde ayrıydı.
— Bu askerlerin sebebi ne? diye ısrarla soruyu yineledi Anna.
Laurent, isteksiz bir tonla, baştan savma bir cevap verdi:
— Oksijen-15 nedeniyle?
— Neyle?
Laurent, Anna’ya bakmıyor, parmaklarıyla arabanın camına vuruyordu.
— Oksijen-15. Test sırasında kanına enjekte edilen madde. Radyoaktif bir madde.
— Ne kadar hoş.
Laurent başını ona doğru çevirdi; güven telkin edici bir ifade takınmaya çalışıyor, ama gözbebeklerinden öfkesi okunuyordu.
— Hiçbir tehlikesi yok.
— Hiçbir tehlikesi olmadığı için bu kadar güvenlik var herhalde.
— Saçmalamayı bırak. Fransa’da nükleer madde kullanılan her operasyon CEA, yani Atom Enerjisi Komiserliği gözetiminde gerçekleştirilir. Ve CEA demek askerler demektir, hepsi bu. Eric orduyla
işbirliği yapmak zorunda.
Anna alaylı bir biçimde güldü. Laurent’ın yüz hatları gerildi:
— Ne var? N’oldu?
— Hiç. Ama içinde, beyaz önlüklüden çok üniformalı dolaşan İle-de-France’daki tek hastaneyi bulman pek zor olmadı herhalde.
Laurent omzunu silkti ve dışarıyı seyre koyuldu. Araba çoktan otoyola çıkmış, Bièvre Vadisi’ne doğru yol alıyordu. Kızıl ve kahverengi ağaçların oluşturduğu karanlık ormanlar, tepeler, bayırlar göz alabildiğince uzanıyordu.
Gökyüzü yeniden bulutlanmıştı; uzakta beyaz bir ışık, puslu gökyüzünde kendine bir yol açmaya çalışıyordu. Ama bununla birlikte, güneş her an üzerlerinde yeniden parlayacak ve ışığı tüm çevreyi aydınlatacak gibiydi.
Laurent yeniden konuşmaya başladığında, yaklaşık on beş dakikadır yoldaydılar.
— Eric’e güvenmen gerekiyor.
— Kimse beynime el sürmeyecek.
— Eric ne yaptığını biliyor. O Avrupa’nın en iyi nörologlarından biri…
— Ve çocukluk arkadaşın. Bu bana en az bin kez söyledin.
— Eric’in gözetiminde olman senin için bir şans. Sen…
— Onun kobayı olmayacağım.
— Onun kobayı mı? (Hecelerin üstüne basa basa bir kez daha söyledi) O-nun-ko-ba-yı-mı? Kuzum sen neler söylüyorsun?
— Ackermann beni inceliyor. Onu ilgilendiren tek şey hastalığım, hepsi bu. O bir araştırmacı, bir doktor değil.
Laurent derin bir iç çekti:
— Gerçekten saçmalıyorsun. Doğrusu, sen…
— Kaçık mıyım? (Anna sevimsiz bir biçimde güldü, sesi gürültüyle inen bir demir kepenk gibiydi.) Bu yeni bir haber değil.
Bu iç karartıcı gülüş, kocasının öfkesini daha da artırdı:
— Ne yani? Hastalığının iyice ilerlemesini eli kolu bağlı bekleyecek misin?
— Kimse bana hastalığımın ilerleyeceğini söylemedi.
Laurent oturduğu yerde kıpırdandı.
— Bu doğru. Özür dilerim. Bu kez de ben saçmaladım.
Arabanın içine yeniden sessizlik hâkim oldu.
Dışarıdaki manzara, gitgide ıslak otların oluşturduğu ateş rengi bir görünüm alıyordu. Kızılımsı, hüzünlü, gri bir sis dumanıyla karışık bir manzara. Ufukta görünen ağaçlar önce belli belirsizdi, sonra, araba yaklaştıkça yırtıcı hayvanların kanlı tırnaklarını, özenle kazınmış gravürleri, siyah arabesk motifleri andırmaya başladı…
Zaman zaman, kırın ortasında bir mızrak gibi yükselen çan kulesiyle bir köy görünüyordu. Sonra, tertemiz, beyaz renkli bir su deposu cılız ışıkta titreşti. Paris’ten sadece birkaç kilometre uzakta olduklarına inanmak çok zordu.
Laurent sıkıntıyla şansını bir kez daha denedi:
— En azından birkaç yeni tetkik yapılmasına müsaade edeceğine dair bana söz ver. Biyopsi dışında tabii. Sadece birkaç gününü alacak.
— Bakarız.
— Hep yanında olacağım. Gereken zamanı ayıracağım. Biz senin yanındayız, anlıyor musun?
“Biz” kelimesi Anna’yı rahatsız etmişti: Laurent, Ackermann’sız yapamıyordu. Zaten, artık bir eşten çok bir hastaydı.
Birden, Meudon Tepesi’nin en yüksek noktasına geldiklerinde, aşağıda Paris, bir ışık huzmesi içinde göründü. Sonsuz sayıda beyaz damlarıyla tüm şehir, kristal tepeleri, kırağı kümeleri, kar topaklarıyla dolu, buz tutmuş bir gölü andırıyordu, Défense semtindeki binalar kocaman aysbergler gibiydi. Tüm kent güneşin etkisiyle bir ışık selini andırıyordu.
Bu göz kamaştırıcı manzara derin bir sessizliğe gömülmelerine neden oldu; Sèvres Köprüsü’nü geçtiler, sonra Boulogne-Billancourt yönüne saptılar, hiç konuşmuyorlardı.
— Bazen, dedi Anna tereddütle. Ama çok nadir.
— Kimler mesela?
— Mahalledeki dükkân sahipleri. İşyerimde de başıma geldi. Bazı müşterileri hatırlayamıyordum, halbuki sürekli gördüğüm kişiler.
— Peki arkadaşların?
Anna belirsiz bir hareket yaptı:
— Arkadaşım yok.
— Ya ailen?
— Annem ve babam öldü. Güneybatıda sadece birkaç amca ile kuzen var. Ama onları görmeye hiç gitmedim.
Ackermann hâlâ not alıyordu; yüz hatlarından tepkisi anlaşılmıyordu. Balmumundan bir heykel gibiydi.
Anna bu adamdan tiksiniyordu: Laurent’ın bir aile dostuydu. Bazen onlara akşam yemeğine gelirdi, ama her koşulda buz gibi soğukluğunu sürdürürdü. Şüphesiz, araştırmaları –beyin, beynin yapısı, insanın bellek sistemi– hakkında konuşulursa başka. İşte o zaman her şey değişirdi: öfkelenir, kendinden geçer, uzun kollarıyla havayı döverdi.
— Demek senin için en temel sorun Laurent’ın yüzü, öyle mi? diye sordu.
— Evet. Ama, aynı zamanda bana en yakın olan. En sık gördüğüm kişi o.
— Başka bellek bozuklukları da hissediyor musun?
Anna alt dudağını ısırdı. Bir kez daha tereddüt etti:
— Hayır.
— Zaman ve mekân içinde yönelme bozuklukları?
— Hayır.
— Konuşma bozuklukları?
— Hayır.
— Bazı hareketleri yapmakta zorlanıyor musun?
Anna cevap vermedi, sonra hafifçe gülümsedi:
— Alzheimer’den şüpheleniyorsun, değil mi?
— Teşhis koymaya çalışıyorum, hepsi bu.
Anna’nın da düşündüğü ilk hastalık bu olmuştu. Bilgi toplamış, tıp ansiklopedilerini karıştırmıştı: yüzleri tanıyamama, hatırlayamama Alzheimer hastalığının semptomlarından biriydi.
Ackermann, genellikle çocukları ikna etmekte kullanılan bir ses tonuyla ekledi:
— Kesinlikle Alzheimer olacak yaşta değilsin. Zaten ilk muayenelerden itibaren bunu biliyorum. Nörodejeneratif bir hastalığa yakalanmış bir beyin çok spesifik bir morfolojiye sahiptir. Ama, hastalığını tam olarak teşhis edebilmek için sana tüm bu soruları sormak zorundayım, anlıyor musun?
Anna’nın cevabını beklemedi ve son soruyu tekrar etti:
— Bazı hareketleri yapmakta zorlanıyor musun?
— Hayır.
— Uyku bozuklukları?
— Yok.
— Peki, nedenini bilemediğin bir uyuşukluk?
— Hayır.
— Migren.
— Asla.
Doktor bloknotunu kapattı ve ayağa kalktı. Her seferinde aynı şaşırtıcı görüntü. Yaklaşık 1,90 metre boyunda, 60 kg civarındaydı. Beyaz önlüğünü, sanki kuruması için üzerine asmışlar gibi sırtında taşıyan bir fasulye sırığını andırıyordu.
Kızıl saçlı, beyaz tenliydi; kötü kesilmiş dağınık saçları bal rengiydi; tüm vücudu gözkapaklarına kadar çillerle kaplıydı. Suratı köşeliydi, metal çerçeveli, ince camlı gözlükleri yüzünün bu köşeli görüntüsünü daha da belirgin kılıyordu.
Onun bu fizyonomisi zamanın yıpratıcı etkisine maruz kalmamış gibiydi. Laurent’dan daha yaşlıydı, ellili yaşlarda olmalıydı, ama çok daha genç gösteriyordu. Yüzündeki kırışıklıklar belli belirsizdi: keskin, sert, ifadesiz yüz hatları vardı. Sadece yanaklarındaki geçmişe ait sivilce izleri onun geçmişi ve yaşı hakkında bilgi veriyordu.
Doktor odanın içinde birkaç adım attı, konuşmuyordu. Saniyeler akıp gidiyordu. Anna fazla dayanamadı, sordu:
— Tamam, peki, neyim var benim?
Nörolog, cebindeki metal bir nesneyi şıngırdattı. Anahtar olmalıydı; ama daha çok bir söylevin başladığını bildiren zil sesini andırıyordu.
— Müsaade et, önce sana yaptığımız testleri izah edeyim.
— Çok iyi olur, evet.
— Kullandığımız makine bir pozitron kamerası. Uzmanlar ona “Petscan” diyor. Bu aygıt pozitron yayımlı tomografi tekniğine göre çalışıyor. Beynin gerçek zamanda etkinlik bölgelerini incelemeyi sağlıyor. Seninle bir tür genel revizyon gerçekleştirmek istedim. Beynin, yerleri çok iyi bilinen birçok önemli bölgesinin, görme, konuşma, bellek mesela, işleyişini incelemek gibi.
Anna, tabi tutulduğu farklı testleri düşündü. Renk kareleri; farklı biçimlerde anlatılan hikâye; ülke başkentlerinin isimleri. Anna bu testlerin hiçbirinde zorluk çekmemişti, Ackermann yeniden konuşmaya başladı:
— Konuşma, mesela. Her şey alın lobunda, işitme, sözcük dağarcığı, sözdizimi, anlatma, düzgün ifade gibi altsistemlere ayrılan bir bölgede gerçekleşir… (Parmağıyla kafasına dokunuyordu.) Bu bölgelerin ortak çalışması sözcükleri anlamamızı ve kullanmamızı sağlar. Biraz önceki küçük hikâyem sayesinde, kafandaki bu sistemlerin her birini harekete geçirdim.
Doktor küçücük odanın içinde bir aşağı bir yukarı yürümeyi sürdürüyordu. Duvarlardaki resimler doktor adım attıkça bir görünüyor bir kayboluyordu. Tuhaf bir resim Anna’nın dikkatini çekti, bu, büyük ağızlı, iri elli bir maymunun renkli resmiydi. Neonlardan yayılan ısıya rağmen sırtı buz gibiydi.
— O halde? dedi Anna, iç çekerek.
Ackermann, güven vermek isteyen bir hareketle ellerini iki yana açtı:
— Evet, her şey yolunda. Konuşma. Görme. Bellek. Her bölgenin faaliyeti gayet normal.
— Laurent’ın portresinin gösterildiği anın dışında.
Ackermann masasına doğru eğildi ve bilgisayar ekranını çevirdi. Ekranda, bir beynin dijital görüntüsü vardı. Parlak yeşil renkli, profilden bir kesitti; iç kısmı ise simsiyahtı.
— Laurent’ın fotoğrafını gördüğün anda, beynin. Hiçbir tepki yok. Hiçbir bağlantı yok. Düz, sade bir resim.
— Bunun anlamı ne?
Nörolog doğruldu ve ellerini yeniden ceplerine soktu. Yapmacık, abartılı bir tavırla göğsünü şişirdi: kararın açıklanacağı büyük an, bu olmalıydı.
— Beyninde bir lezyon olduğunu düşünüyorum.
— Lezyon mu?
— Özellikle yüzleri tanıma, hatırlama bölgesini etkileyen bir lezyon.
Anna şaşkındı:
— Yüzleri… yüzleri tanıma bölgesi de mi var?
— Evet. Beynin sağ yarımküresinde, artbeyinde, şakak lobunun karıncık bölümünde yer alan ve sadece bu işlevi yerine getirmekle görevli bir nöron sistemi bu. 50’li yıllarda keşfedildi. Bu bölgedeki damarları hasara uğramış kişiler yüzleri tanıyamıyor, hatırlayamıyordu. O tarihten beri, Petscan sayesinde, çok daha kesin bir şekilde lezyonun yerini saptıyoruz. Mesela bu bölgenin, gece kulüplerinin ve kumarhanelerin giriş kapılarında duran “body guard”larda çok daha gelişmiş olduğu biliniyor.
— Ama bana gösterdiğin yüzlerin çoğunu tanıyorum, diye atıldı Anna. Test sırasında, bütün portreleri tanıdım…
— Evet, kocanın resmi dışında, bütün portreleri. Ve bu da önemli bir belirti.
Ackermann iki elinin işaretparmaklarını dudaklarında birleştirdi, düşünen adam görüntüsü vermek ister gibiydi. Duygusuz ve soğuk olmadığında, yapmacık ve tumturaklı davranışlarda bulunuyordu.
— İki tip belleğimiz vardır. Biri okulda öğrendiklerimizle oluşan bellek, diğeri özel hayatımızda öğrendiklerimizi içeren bellek. Bu iki bellek beyinde aynı yolu izlemiyor. Yüzlerin anlık analizleri ile kişisel hatıralarından yola çıkarak onların mukayesesi arasında bir bağlantı kurmada zorluk çektiğini düşünüyorum. Bir lezyon bu sistemin normal çalışmasını engelliyor. Einstein’ı tanıyabilirsin, ama senin özel arşivinde yer alan Laurent’ı tanıyamıyorsun.
— Peki… Peki bu tedavi edilebilir mi?
— Tamamen. Bu işlevi beynin daha sağlıklı bir bölgesine taşıyarak. İşte bu da, beyin denilen organın avantajlarından biri: yeniden biçim verilebilir olma özelliği. Bu nedenle bir yeniden eğitim programına tabi tutulman gerekiyor; bir tür zihin egzersizi, düzenli alıştırmalar, uygun ilaçlarla desteklenecek elbette.
Nöroloğun ciddi ses tonu bu iyi haberle bağdaşmıyordu.
— Peki sorun ne? diye sordu Anna.
— Lezyonun nedeni. İşte burada durum değişiyor, bunu itiraf etmek zorundayım. Herhangi bir tümör belirtisi, nörolojik bir anomali yok. Beynin bu bölgesindeki kan dolaşımını etkileyecek bir kafa travması geçirmedin, beyin damarlarında da bir arıza yok. (Dilini şaklattı.) Teşhis koyabilmek için yeni ve daha ileri tetkiklerin yapılması lazım.
— Ne tür tetkikler?
Doktor yeniden masasına oturmuştu. Donuk gözleri Anna’ya sabitlendi:
— Biyopsi. Beyin korteksinden küçük bir doku parçası alma.
Anna birkaç saniye boyunca, söyleneni anlamaya çalıştı, sonra yüzünü bir korku dalgası kapladı. Laurent’a doğru döndü, ama kocası onaylayan bir ifadeyle Ackermann’a bakıyordu. Korku yerini öfkeye bıraktı: kuşkusuz o ikisi suç ortağıydı. Kaderi çoktan belirlenmişti; belki de bu sabah kliniğe geldiği andan itibaren.
Kelimeler dudaklarının arasından titreyerek döküldü:
— Söz konusu bile olamaz.
Nörolog ilk kez gülümsedi. Anna’nın yüreğine su serpmek isteyen bir gülümsemeydi bu, ama çok yapmacıktı.
— Çekinmene, korkmana gerek yok. Stereotaksik biyopsi uygulayacağız. Basit bir sondayla…
— Kimse beynime dokunmayacak.
Anna ayağa kalktı ve şalına sarındı; altın varaklı karga kanatlarını andırıyordu. Laurent müdahale etti:
— Böyle kestirip atamazsın. Eric beni temin etti ki…
— Ondan yana mısın?
— Hepimiz senden yanayız, dedi Ackermann.
Anna, bu iki riyakârı daha iyi görebilmek için geriledi.
— Kimse beynime dokunmayacak, diye yineledi, kararlı bir ses tonuyla. Belleğimi tamamen yitirmeyi, hatta bu hastalık sonucunda gebermeyi tercih ederim.
Birden bağırdı, panik halindeydi:
— Asla, anlıyor musunuz?
4
Kapının çıngırağı, Anna kapıyı açtığında, içeri bir müşteri girmiş gibi çaldı. Sadece bu çıngırağın tanıdık sesi bile onu rahatlatıyordu. Önceki ay, vitrindeki ilanı görüp bu işe talip olmuştu; tek arzusu takıntılarından kurtulmaktı. Ama burada, bu dükkânda arzuladıklarından çok daha fazlasını bulmuştu.
Bir sığınak.
Takıntılarından, sıkıntılarından kurtulduğu bir yer.
Saat 14.00’tü; dükkânda hiç müşteri yoktu. Clothilde, depoyu ve stokları kontrol etmek için bu fırsatı değerlendirmişti kuşkusuz.
Anna, dükkânı boydan boya geçti. İçerisi, altın sarısı ile kahverengi tonlarının hâkim olduğu bir çikolata kutusunu andırıyordu. Tam ortada, klasik siyah çikolataları, kremalı topları, madlenleriyle bir orkestra gibi sıralanmış ana tezgâh yer alıyordu. Solda, üzerinde kasanın bulunduğu mermer masanın hemen yanında, müşterilerin ödeme yaparken görmesi, son anda satın alması için fondanlar, küçük kaprisler duruyordu. Sağda çikolatadan elde edilmiş diğer ürünler sergileniyordu: meyveli ezmeler, drajeler, nugatlar ve aynı tarzda başka çeşitler. Yukarıda, etajerlerin üzerinde de, pırıl pırıl kâğıttan küçük paketlerin içinde başka şekerlemeler göze çarpıyor, boğazına düşkünler için cezbedici bir görüntü sergiliyordu.
Anna, Clothilde’in Paskalya için hazırlamaya başladıkları vitrini tamamlamış olduğunu fark etti. İçinde her boydan yumurtaların ve tavukların bulunduğu hasır sepetler; bahçesinde bademezmesinden domuzcukların bulunduğu, çatısı karamelden çikolata evler; beyaz-sarı kâğıttan bir gökyüzünün altında salıncakta sallanan civcivler.
— Burada mısın? Çok iyi. Biraz önce yeni çeşitler geldi.
Clothilde, bir teker ile eski tip bir çıkrık aracılığıyla çalışan ve çikolata kolilerini yukarı çekmekte kullanılan dükkânın en dibindeki yük asansöründen dışarı fırladı. Elindeki kolileri yere bıraktı ve nefes nefese, ama neşe dolu bir şekilde Anna’nın karşısına dikildi.
Clothilde birkaç hafta içinde Anna’nın koruyucularından biri haline gelmişti. 28 yaşındaydı, küçük pembe bir burnu ve gözlerinin önünde uçuşan sarı kâkülleri vardı. İki çocuğu ve “bankada” çalışan bir kocası, krediyle alınmış bir evi ve gönyeyle çizilmiş bir kaderi vardı. Anna’yı şaşırtan mutlak bir mutluluk tablosu çiziyordu. Bu genç kadının yanında yaşamak hem güven verici hem de rahatsız ediciydi. Anna, çatlakları ve sürprizleri olmayan böyle bir hayatı bir saniyeliğine bile hayal edemezdi. Onun hayatında hep takıntılar, yalanlar olmuştu. Yine de boş bir hayal bile onun için erişilmezdi: otuz bir yaşındaydı, çocuğu yoktu ve bugüne kadar huzursuz, kararsız bir hayat sürmüş, gelecek korkusu duymuştu.
— Bugün tam bir cehennem azabıydı. Hiç bitmeyecek sandım.
Clothilde bir karton kutuyu kucakladı ve mağazanın arka tarafındaki depoya doğru yöneldi. Anna şalını omuzlarına attı ve o da bir başka kutuyu alarak peşinden gitti. Cumartesileri dükkân o kadar kalabalık oluyordu ki boşalan çikolata tepsilerini yeniden doldurmaya güçlükle vakit bulabiliyorlardı.
Depoya girdiler, burası on metrekare genişliğinde penceresiz bir odaydı. Etrafta renkli paket kâğıdı tomarları, sarı renkli kaba ambalaj kâğıtları göze çarpıyordu.
Clothilde elindeki kutuyu yere bıraktı ve alt dudağını hafifçe ileri doğru uzatarak alnına dökülmüş saçlarını üfledi.
— Şu işe bak, sana sormayı bile unuttum: nasıl gitti?
— Sabahtan öğlene kadar birçok tetkik yaptılar. Doktor bir lezyondan söz etti.
— Bir lezyon mu?
— Beynimdeki ölü bir bölge. Yüzleri tanıma, hatırlama bölgesi.
— Bu çok aptalca. Peki ya iyileşme olasılığı?
Anna da elindeki yükü bıraktı ve bir makine gibi Ackermann’ın söylediklerini tekrar etti.
— Tedavi görürsem, evet. Bellek egzersizleri, beynin bu bölgesinin işlevini başka bir kısma, sağlıklı bir bölgeye aktarmak için ilaçlar.
— Çok iyi!
Clothilde, Anna’nın tamamen iyileşebileceğini anlamış gibi sevinçle gülümsedi. Zaten Clothilde’in tepkileri koşullarla nadiren uyum sağlardı ve kayıtsızlığını açığa vururdu. Aslında Clothilde, başkalarının bedbahtlığına karşı duyarsızdı. Üzüntü, sıkıntı, keder onun üzerinde, bir muşambadan akıp giden yağ damlaları gibi kayardı. Ama bu kez, yaptığı gafı anlamıştı sanki.
Kapının çıngırağı imdadına yetişti.
— Ben gidip bakayım, dedi topuklarının üzerinde dönerken. Sen bekle, döneceğim.
Anna birkaç kutuyu açtı ve bir taburenin üzerine oturdu. Bir tepsiye Romeoları –kahveli musları– yerleştirmeye başladı. Odayı baş döndürücü bir çikolata kokusu sardı. Günün sonunda, elbiselerinden,
hatta terlerinden bile bu koku yayılıyordu, tükürüklerine kadar şekerlemeyle, çikolatayla dolu oluyorlardı. Bar garsonlarının sürekli alkol solumaktan sarhoş oldukları söylenirdi. Çikolata satıcılarının da şekerlemelere bu kadar yakın oldukları için şişmanladıkları söylenebilir miydi?
Bu işe başladığından beri Anna bir gram bile almamıştı. Gerçekten de asla tek bir gram almıyordu. Her şeyi büyük bir iştahla yiyordu, onun değil sanki yiyeceklerin ondan korunması gerekiyordu. Glusitler, lipitler ve diğer lifli yiyecekler vücuduna girdiği gibi çıkıp gidiyordu.
Anna çikolataları tepsiye dizerken, bir yandan da Ackermann’ın söylediklerini düşünüyordu. Lezyon. Hastalık. Biyopsi. Hayır: asla kesip biçmelerine izin vermeyecekti. Ve özellikle de soğuk tavırlı, böcek bakışlı o tipin kesmesine.
Zaten konulan teşhise de inanmıyordu.
İnanamıyordu.
Üstelik inanmamasının basit bir sebebi de vardı, çünkü doktora gerçeğin dörtte birini bile söylememişti.
Şubat ayından beri, söylediğinden çok daha sık kriz geçirmişti. Artık her an, herhangi bir yerde unutkanlık, yüzleri tanıyamama gibi sorunlar yaşayabiliyordu. Arkadaşlarının evinde bir akşam yemeğinde; kuaförde; bir mağazada alışveriş yaparken. Anna bir anda kendini yabancılarla, isimsiz yüzlerle çevrilmiş hissediyordu, en yakın dostlar arasında bile.
Bu krizlerin tipi de değişmişti.
Söz konusu olan sadece bellek boşlukları, kara delikler değildi, korkunç halüsinasyonlar da görüyordu. Yüzler bulanıklaşıyor, titreşiyor, gözünün önünde deforme oluyordu. Yüzlerin ifadeleri, bakışlar sanki suyun dibindeymiş gibi dalgalanmaya, belli belirsiz bir görünüm almaya başlıyordu.
Bazen, karşısındakilerin, yanmakta olan mumdan yüzler olduğunu sanıyordu: eriyor, büzülüyor, şeytani biçimler alıyorlardı. Bazen de, yüz hatları titreşiyor, aynı anda birçok yüz üst üste çakışana dek sarsılıp duruyordu. Bir çığlık. Bir kahkaha. Bir öpücük. Tüm bunlar tek bir yüzde oluyordu. Bir kâbus.
Sokakta, Anna başı önünde yürüyordu. Akşamları, karşısındakinin yüzüne bakmadan konuşuyordu. Ürkek, titrek, korkak biri olmuştu. “Başkaları” onun deliliğini biraz daha artıracak bir görüntüden başka bir şey değildi. Bir korku aynası.
Laurent konusuna gelince, duygularını tam olarak açıklayamıyordu. Aslında kafasının bulanıklığı asla dağılmıyor, asla tam olarak düzelmiyordu. Hep bir iz, daima bir korku kalıntısı vardı. Sanki kocası hiç tanımadığı biriydi; sanki bir ses hep kulağına fısıldıyordu: “Bu o, ama bu o değil.”
Laurent’ın yüz hatlarını değiştirdiğine, estetik ameliyat olduğuna inanıyordu.
Saçmalık.
Bu saçmalıktan daha saçma bir şey daha vardı. Kocası ona tamamen yabancı biri gibi gelirken, çikolatacıdan alışveriş yapan bir müşteri onda tanıdık, bildik bir insan intibaı uyandırıyordu. Onu daha önce bir yerlerde gördüğünden emindi… Nerede, ne zaman olduğunu söyleyemezdi, ama belleği onun varlığını reddetmiyordu; gerçek bir elektrostatik titreme. Yine de belleğinde onunla ilgili belirgin bir anı yoktu.
Adam haftada bir veya iki kez dükkâna geliyor ve hep aynı çikolataları satın alıyordu: Jikola. Doğu’ya özgü şekerlemeleri andıran, içi bademezmesi dolu kare çikolatalar. Öte yandan, hafif bir aksanla konuşuyordu, Arap olabilirdi. Kırklı yaşlardaydı, hep aynı şekilde giyiniyordu, bir blucin pantolon ve son düğmesine kadar iliklenmiş eski bir kadife ceket; üniversite öğrencilerinin her zamanki kıyafeti. Anna ve Clothilde ona “Bay Kadife” adını takmışlardı.
Her gün onun dükkâna gelmesini bekliyorlardı. Bu onların sırları, çözmeleri gereken bilmeceleri, dükkânda geçirdikleri saatlerin eğlencesiydi. Çoğu kez bazı varsayımlarda bulunuyorlardı. Adam, Anna’nın bir çocukluk arkadaşıydı; ya da eski bir flörtü; veya tam tersine bir kokteylde karşılaştığı, göz göze geldiği bir kadın avcısı…
Halbuki gerçek çok daha basitti, şimdi Anna bunu biliyordu. Bu bulanık anı, sadece lezyonun neden olduğu halüsinasyonların bir başka biçimiydi. Mademki tutarlı bir referans sistemi yoktu, gördükleri üstünde, yüzler karşısında hissettikleri üzerinde fazla durmamalıydı.
Deponun kapısı açıldı. Anna irkildi; sıkılı parmaklarının arasında çikolataların erimekte olduğunu fark etti. Clothilde kapıdan belirdi. Yüzüne dökülen perçemlerinin arasından konuştu: “O burada.”
Bay Kadife, Jikolaların yanında duruyordu.
— Merhaba, dedi Anna gülümseyerek. Ne arzu etmiştiniz?
— İki yüz gram, her zamanki gibi.
Anna tezgâhın arkasına süzüldü, bir maşa ile parlak bir kesekâğıdı aldı, sonra çikolataları doldurmaya başladı. Bir yandan da fark ettirmeden adamı inceliyordu. Önce kocaman ayakkabıları dikkatini çekti, derisi iyice aşınmıştı, sonra bir akordeon gibi buruş buruş olmuş, parçaları çok uzun blucini gördü ve ardından da bazı yerleri aşınmaktan bir portakal gibi parlamış safran rengi kadife ceketi.
En nihayet, adamın yüzüne bakma cesareti gösterdi.
Kare şeklinde bir kafası, sert bir yüz ifadesi ve kestane rengi kirpi gibi saçları vardı. Bir öğrencinin kibar görünümünden ziyade bir köylünün suratıydı bu. Çatık kaşlarıyla kızgın, hatta öfkesini bastırmış bir ifadesi vardı.
Ama Anna, onun bu ifadesini daha önce de fark etmişti, gözkapaklarını açtığında, kız gibi uzun kirpikleri ve çevresi siyah, açık mor renkli gözbebekleri daha belirgin oluyordu; koyu renkli menekşe tarlası üzerinde uçan bir yabanarısının sırtı gibi. Bu bakışları daha önce nerede görmüştü?
Kesekâğıdını teraziye bıraktı.
— On bir euro, lütfen.
Adam parayı ödedi, çikolataları aldı ve arkasını dönüp uzaklaştı. Bir saniye sonra, dışarıdaydı.
Anna onu kapıya kadar izledi; Clothilde de peşinden. Faubourg-Saint-Honoré Sokağı’nı geçen, sonra yabancı plakalı, füme camlı siyah bir limuzine binen adamın arkasından baktılar.
— Evet? diye sordu Clothilde. Kim o adam? Hâlâ bilmiyor musun?
Araba trafiğin içinde kayboldu. Anna cevap vermek yerine mırıldandı:
— Sigaran var mı?
Clothilde pantolon cebinden buruşuk bir Marlboro Light paketi çıkardı. Anna ilk dumanı ciğerlerine çekti, rahatlamış, yatışmıştı; tıpkı sabah hastane avlusunda olduğu gibi. Clothilde şüpheci bir ses tonuyla konuştu:
— Senin hikâyende yolunda gitmeyen bir şeyler var.
Anna ona doğru döndü, kolu havadaydı, sigarasını bir silah gibi doğrultmuştu:
— Nasıl?
— O herifi tanıdığını ve onun görünümünü değiştirdiğini kabul edelim. Tamam.
— Yani.
Clothilde, dudaklarını büktü:
— Peki neden, o, o adam seni tanımıyor?
Anna, dışarı, donuk gökyüzünün altında seyreden arabalara baktı, bulutların arasından süzülen güneş ışınları otomobillerin kaportalarına parlak çizgiler çiziyordu. Biraz ileride, Mariage Kardeşler’in ahşap çerçeveli camekânını, La Marée Restoranı’nın soğuk vitrinini ve gözünü bir an olsun ondan ayırmayan soğukkanlı şoförünü gördü.
Ağzından dökülen sözcükler sigaranın mavi dumanına karıştı:
— Deliriyorum. Her geçen gün biraz daha deliriyorum.
5
Haftada bir kez Laurent, hep aynı “dostlarıyla” akşam yemeği için bir araya geliyordu. Bu bir tür ritüel, vazgeçilmez bir kuraldı. Bu adamlar ne çocukluk arkadaşı ne de özel bir derneğin üyeleriydi. Hiçbir ortak tutkuları da yoktu. Sadece hepsi aynı meslektendi: polis. Mesleklerinin farklı kademelerinde birbirleriyle tanışmışlar ve bugün her biri kendi branşlarında piramidin en tepesine ulaşmışlardı.
Anna, diğer eşler gibi bu toplantılara kesinlikle katılmıyordu; akşam yemeği Hoche Caddesi’ndeki evlerinde olduğunda, Anna sinemaya gitmeyi yeğliyordu.
Ama, üç hafta sonra, yani üçüncü toplantıdan sonra, Laurent bir sonraki toplantıya onun da katılmasını önermişti. Anna önce reddetmiş, ancak Laurent bir hastabakıcının ses tonuyla ısrarını sürdürmüştü: “Göreceksin, sıkılmayacak, aksine eğleneceksin!” Sonra Anna fikir değiştirmişti; Laurent’ın meslektaşlarıyla tanışmak, diğer yüksek devlet görevlilerini gözlemlemek hiç de fena olmayabilirdi. Ne de olsa onun için tek bir model vardı: kendi kocası.
Aldığı karardan pişman olmamıştı. Gece boyunca, sert görünümlü, ama tutkuları olan, aralarında tabuları bir kenara bırakıp teklifsizce konuşan o adamları tanımıştı. Kendini bir kraliçe gibi hissetmişti, çünkü oradaki tek kadındı, onun yanında bu polisler başlarından geçen olayları, silah kullanmadaki ustalıklarını anlatarak birbirleriyle rekabet ediyordu.
Bu ilk geceden sonra, Anna her yemeğe katılmaya ve onları daha yakından tanımaya başladı. Onların tiklerini, üstün yanlarını, hatta takıntılarını öğrenmişti. Bu toplantılar, polis dünyasının gerçek bir fotoğrafıydı. Siyah beyaz bir dünya, şiddet dolu, ama aynı zamanda da cezbedici, büyüleyici bir âlem.
Toplantılara katılanlar, bazı istisnalar dışında hep aynı kişilerdi. Çoğunlukla Alain Lacroux konuşmak isteyenlere söz veriyordu. Uzun boylu, zayıf, baston yutmuş gibi dimdik yürüyen, ellili yaşlarda biriydi, her cümlenin bitiminde çatalıyla tabağına vuruyor veya başını sallıyordu. Aynı şekilde cümlelerin sonunda güneyli aksanının tonunda da değişiklik oluyordu. Şarkı söyler, gülümser gibi konuşuyordu; kimse onun gerçek sorumluluklarını tasavvur edemezdi. Paris Cinayet Bürosu müdür yardımcısıydı.
Pierre Caracilli onun zıttıydı. Ufak tefek, bodur, karamsar bir adamdı, sürekli insanları uyutan yavaş bir sesle mırıldanır gibi konuşuyordu. En azılı canileri uyuşturarak, onları itirafa zorlayan bu ses olmalıydı. Caracilli Korsikalıydı. DST’de (Yurtiçi İstihbarat ve Karşıcasusluk Birimi) önemli bir görevi vardı.
Jean-François Gaudemer ise tıknaz, inatçı, kaya gibi sert bir adamdı. Geniş ve çıplak alnının altında, fırıl fırıl dönen gözleri sanki her an bir fırtına bekler gibiydi. O konuştuğunda Anna hep kulak kabartıyordu. Sözleri edepsiz, anlattıkları ürkütücüydü, ama insan ona karşı hep bir tür minnettarlık duyuyordu; onun belli belirsiz duygusallığıydı belki de dünyada dönen dolapların üzerindeki örtüyü kaldıran. OCTRİS’in (Uyuşturucu Madde Kaçakçılığını Önleme Merkez Bürosu) patronuydu.
Ama Anna’nın favorisi Philippe Charlier’ydi. Çok pahalı takımlar giyen, bir seksen boyunda dev gibi bir adamdı. Meslektaşları arasındaki lakabı “Yeşil Dev”di, bıyıklı, geniş bir yüzü, boksörler gibi kocaman bir kafası vardı, kırlaşmış saçları sanki hiç tarak yüzü görmemişti. Çok yüksek sesle konuşuyor, patlamalı bir motor gibi gülüyor ve konuştuğu kişinin omzuna elini atarak ona eğlenceli hikâyeler anlatıyordu.
Onu anlamak için, uçkuruna düşkünlere özgü bir lügat gerekiyordu. “Ereksiyon” demiyor ve “külotun içinde bir kemik” diyordu, kıvırcık saçlarını “taşak kılları” olarak tanımlıyordu; ve Bangkok’ta geçirdiği tatili anlatırken, “İnsanın Tayland’a karısını götürmesi Münih’e bira götürmek gibi” diyordu.
Anna onu bayağı, kaygı verici, ama karşı konulamaz buluyordu. Onda hayvani bir güç, “aynasız”lık fışkıran bir şeyler vardı. Onu ancak kötü aydınlatılmış bir odada zanlıları sorguya çekerken düşünmek mümkündü. Ya da açık arazide silahlı adamları yönetirken.
Laurent, Anna’ya Charlier’nin meslek kariyeri boyunca en az beş kişiyi soğukkanlılıkla öldürdüğünü söylemişti. Çalışma alanı terörizmdi. DST, DGSE, DNAT: bunlar onun çalıştığı birimlerden bazılarının kısaltmasıydı, hep aynı mücadeleyi, savaşı vermişti. Gizli operasyonlarda, zorlu görevlerde geçen yirmi beş yıl. Anna onun işi hakkında biraz daha fazla ayrıntı istediğinde, Laurent daima kaçamak cevaplar veriyor, “Bunlar aysbergin sadece görünen kısmı diyordu.”
O akşamki yemek, Charlier’nin Breteuil Caddesi’ndeki evindeydi. Ev, Haussman üslubunda bir apartman katıydı, parlak cilalı parkeleri olan; sömürgelerden getirilmiş eşyalarla dolu bir daire. Meraktan Anna evin bütün odalarını dolaşmıştı: evde bir kadının yaşadığına dair herhangi bir iz yoktu; Charlier müzmin bir bekârdı.
Saat 23.00’tü. Davetlilerin tümüne güzel bir yemek sonrasının rehaveti çökmüş, salonu yoğun bir puro dumanı kaplamıştı.
2002 yılının bu mart ayında, başkanlık seçimlerinden birkaç hafta önce, her biri kendi görüşlerini, kendi hipotezlerini anlatıyor, seçilen adayın İçişleri Bakanlığı bünyesinde gerçekleştirebileceği değişikliklerden bahsediyorlardı. Sanki hepsi büyük bir mücadeleye hazırdı.
Anna’nın yanında oturan Philippe Charlier, gizlice onun kulağına fısıldadı:
— Bunların aynasız hikâyelerinden bıkkınlık geldi. Sana İsviçrelinin hikâyesini anlatmış mıydım?
Anna gülümsedi:
— Geçen cumartesi anlatmıştın.
— Peki ya Belçikalının hikâyesini?
— Hayır.
Charlier dirseklerini masaya dayadı:
— Bir gece kulübünde içtikten sonra kafayı bulan Belçikalı arabasına atlayıp evinin önüne gelmiş. Müsait bulduğu yere arabayı park ettikten sonra evine gidip yatmış. Geceyarısı zilin çalmasıyla uyanmış. Bakmış karşısında polisler. Ne yapacağını şaşırmış. Asıl şaşkınlığıysa, aşağı indikten sonra yaşamış. Çünkü arabasını park ettiği yer tren yoluymuş. Trenin çarpıp sürüklediği araba hurdaya dönmüş. Belçikalıya hem yanlış yere park etmekten, hem tren kazasına sebep olmaktan, hem trafiği aksatmaktan yüklü bir para cezası kesilmiş. Belçikalı yine de seviniyormuş: arabanın içinde kendisi olmadığı için.
Charlier’nin şakaları asla belden aşağı olmazdı, ama hep hiç duyulmamış olmakla ünlüydü. Charlier’nin yüzü bulanıklaşmaya başladığında Anna hâlâ gülüyordu. Birden, yüz hatları netliğini kaybetti; dalgalanıyor, sanki farklı bir biçim alıyordu.
Anna gözlerini kaçırdı ve diğer davetlilere çevirdi. Onların yüz hatları da titriyor, ekseninden kaçıyor, birbiriyle çelişen, korkunç ifadeler takınıyor, tenler, sırıtmalar, çığlıklar birbirine karışıyordu…
Kasıldı. Ağzından derin derin nefes almaya başladı.
— N’oldu? Ne var? diye endişeyle sordu Charlier.
— Ben… Ben sıcaktan bunaldım. Yüzümü yıkasam iyi olacak.
— Banyoyu göstereyim mi?
Anna elini Charlier’nin omzuna koydu ve ayağa kalktı:
— Gerek yok. Ben bulabilirim.
Şöminenin köşesinden destek alarak, tekerlekli servis masasına çarparak ve topuklarıyla tıkırtılar çıkararak duvar boyunca ilerledi…
Salonun kapısına ulaşınca arkasına baktı: maskelerden oluşan bir deniz kabarmış ona doğru geliyordu. Birbirine karışmış yüz hatları, sesler, bulanık görüntüler sanki onu takip ediyordu. Çığlığını tutarak kapıdan çıktı.
Hol aydınlık değildi. Portmantoya asılı paltolar tedirgin edici şekiller oluşturuyor, yarı açık kapılardan karanlık sızıyordu. Anna, eskimiş altın çerçeveli bir aynanın karşısında durdu. Aynaya akseden görüntüsüne baktı: çok beyaz ve çok ince bir kâğıt gibi solgundu, karanlıkta çevresine ışık saçan bir hortlak gibiydi. Siyah yün kazağının altında titreyen omuzlarını tuttu.
Birden, aynada, tam arkasında bir adam belirdi.
Anna onu tanımıyordu; akşam yemeğinde de yoktu. Ona bakmak için geriye döndü. O kimdi? Buraya nereden gelmişti? Bakışları tehditkârdı; yüzünde çarpık, biçimsiz bir ifade vardı. Elleri karanlıkta beyaz iki silah gibi parlıyordu…
Anna geri çekildi, portmantoya asılı paltoların içine gömüldü. Adam ilerledi. Yan odada konuşan adamların sesini duyuyordu; bağırmak istedi, ama sanki boğazına bir şeyler tıkanmıştı, sesi çıkmadı. Adamın yüzü şimdi birkaç santimetre ötesindeydi. Aynaya yansıyan görüntüyle gözbebekleri büyüdü…
— Hemen gitmemizi ister misin?
Anna çığlık atmamak için kendini zor tuttu: bu Laurent’ın sesiydi. Derken yüzü o her zamanki tanıdık biçimine kavuştu. İki elin kendisini tuttuğunu ve düşüp bayılmak üzere olduğunu hissetti.
— Sakin ol, dedi Laurent. Neyin var?
— Mantom. Mantomu ver bana, diye emretti Anna Laurent’ın kollarından kurtularak.
Hep huzursuz, hep tedirgindi. Kocasını bile tanıyamıyordu. Daima aynı şeyler oluyordu: evet, yine yüz hatları değişmişti, gizemli, donuk farklı bir yüzdü karşısındaki.
Anna’ya yün mantosunu uzattı. Laurent titriyordu. Şüphesiz hem Anna hem de kendi adına korkuyordu. Arkadaşlarının durumu fark etmelerinden çekiniyordu: İçişleri Bakanlığı’nın en önemli yetkililerinden birinin karısı kaçıktı.
Anna mantosunu giydi, vücudu temas ettiği soğuk astarın tadını çıkardı. Hep kaçmak, ortadan yok olmak, kendini kaybettirmek istiyordu…
Salon kahkaha sesleriyle çınlıyordu.
— İkimizin adına onlara veda etmek istiyorum.
Anna içeriden sitem dolu sözler, sonra gülüşmeler duydu. Aynaya son bir kere daha göz attı. Bir gün, çok yakında, bu siluetin karşısında kendine soracaktı: “Kim o? O kim?”
Laurent geri döndü. Anna mırıldandı:
— Götür beni. Eve gitmek istiyorum. Uyumak istiyorum.
6
Ama hastalık, uykusunda da rahat bırakmıyordu onu. Krizlerin başladığı günden beri, Anna hep aynı rüyayı görüyordu. Siyah beyaz görüntüler, bir sessiz filmde olduğu gibi düzensiz aralıklarla art arda geçip gidiyordu.
Sahne her seferinde aynıydı: açgözlü köylüler, geceyarısı bir garın peronunda bekliyordu; buhar dumanları arasında bir marşandiz geliyordu. Bir yük vagonunun kapısı açılıyordu. Kasketli bir adam görünüyor ve ona uzatılan bir bayrağı almak için eğiliyordu; bayrakta tuhaf bir kısaltma vardı: üzerindeki, yıldız biçiminde yerleştirilmiş dört hilal dikkati çekiyordu.
Adam kara kaşlarını çatarak doğruluyordu. Elindeki bayrağı sallayarak kalabalığa sesleniyordu, ama söyledikleri duyulmuyordu. Onun yerine kalabalıktan sesler yükseliyordu: iç çekmeler ve çocuk ağlamalarıyla karışık dayanılmaz bir uğultu.
Böylece Anna’nın fısıldamaları da bu yürekleri parçalayan koroya karışıyordu. Anna küçük çocuklara sesleniyordu: “Nerelisiniz?” “Neden ağlıyorsunuz?”
Cevap olarak garın peronunda şiddetli bir rüzgâr çıkıyordu. Bayrağın üzerindeki dört hilal, fosfor gibi ışıldamaya başlıyordu. Kâbus, hayal, Anna’nın kâbusunu oluşturan bu sahne de rüzgârda savruluyordu. Adamın paltosu aralanıyor, çıplak, açık, bomboş göğüs kafesi görünüyordu; sonra fırtına adamın yüzünü un ufak ediyordu. Rüzgârda savrulan kül gibi, etler çevreye dağılıyordu…
Anna sıçrayarak uyandı.
Gözlerini karanlığa açtı, her şey ona yabancıydı. Oda. Yatak. Yanında uyuyan adam. Bu yabancı ortama alışmak için birkaç saniye bekledi. Yatakta doğrulup sırtını duvara dayadı ve yüzünü kuruladı, ter içindeydi.
Neden hep aynı rüyayı görüyordu? Hastalığıyla ilgisi neydi? Bunun hastalığın bir başka semptomu olduğuna emindi; zihinsel bozukluğunun açıklanamaz ikincil bir etkisi, gizemli bir göstergesiydi. Anna karanlığın içinde seslendi:
— Laurent?
Arkası dönük kocası kıpırdamadı. Anna, Laurent’ın omzunu tuttu:
— Laurent, uyuyor musun?
Belli belirsiz bir hareket yaptı, çarşaf buruştu. Sonra Anna, karanlığın içinde Laurent’ın yüzünü gördü. Alçak sesle tekrar etti:
— Uyuyor musun?
— Artık uyandım.
— Sana… sana bir soru sorabilir miyim?
Laurent hafifçe doğruldu ve dirseklerini yastığa dayadı.
— Dinliyorum.
Anna sesini iyice alçalttı; rüyasında gördüğü çocukların hıçkırıkları hâlâ kulağında çınlıyordu:
— Neden… (Tereddüt etti.) Neden çocuğumuz yok?
Bir saniye kadar, hiçbir şey kıpırdamadı. Sonra Laurent üzerindeki örtüyü attı ve yatağın kenarına oturdu, sırtı dönüktü. Odadaki sessizlik, gerginlik ve sevgisizlik yüklüydü sanki.
Laurent, konuşmaya başlamadan önce yüzünü ovuşturdu:
— Ackermann’la yeniden konuşmamız gerekiyor.
— Ne?
— Ona telefon edeceğim. Hastaneden randevu alacağım.
— Neden böyle söylüyorsun?
Laurent, başını çevirdi:
— Yalan söyledin. Bize başka bellek rahatsızlıklarının olduğundan bahsetmedin. Sadece yüzleri tanıyamama, hatırlayamama sorunundan söz ettin.
Anna bir gaf yaptığını anladı; sorusu, kafasındaki yeni bir uçurumu apaçık ortaya koymuş olmalıydı. Anna sadece Laurent’ın ensesini, dalgalı saçlarının buklelerini, dar sırtını görüyordu, ama onun öfkesini, bıkkınlığını ve ruhsal çöküntüsünü de hissediyordu.
— Ne söyledim? diye ağzından kaçırdı Anna.
Laurent ona doğru döndü:
— Hiçbir zaman çocuk istemedin. Bu, benimle evlenmek için tek şartındı. (Sesini yükseltmiş, sol kolunu ona doğru uzatmıştı.) Hatta evlendiğimiz gece, çocuk konusunu bir daha açmamam için bana yemin ettirmiştin. Aklını oynatıyorsun, Anna. Savaşman, karşı koyman gerekiyor. Bu tetkikleri bir an önce yaptırmamız lazım. Olan biteni anlamalıyız. Buna bir son vermek gerek! Kahretsin!
Anna yatağın diğer ucuna büzüldü:
— Bana birkaç gün daha izin ver. Başka bir çözüm daha olmalı.
— Hangi çözüm?
— Bilmiyorum. Birkaç gün daha. Lütfen.
Laurent yeniden yatağa uzandı ve kafasını örtünün altına soktu:
— Gelecek çarşamba Ackermann’ı arayacağım.
Ona teşekkür etmek gereksizdi: Anna bile bu ertelemeyi neden istediğini bilmiyordu. Gerçeği yadsımanın ne gibi bir yararı olabilirdi? Hastalık galip gelmek üzereydi, nöron nöron beyninin her bölgesini ele geçiriyordu.
Anna da örtünün altına süzüldü, ama Laurent’dan mümkün olduğunca uzak yatmaya gayret etti ve şu çocuk meselesini düşünmeye başladı. Neden böyle bir istekte bulunmuştu? O zamanki düşünceleri neydi? Hiçbir cevap bulamadı. Kendi öz kişiliği bile kendine yabancılaşmıştı.
Evlendiği günü düşündü. Sekiz yıl oluyordu. O zamanlar yirmi üç yaşındaydı. Tam olarak ne hatırlıyordu?
Saint-Paul-de-Vence’da küçük bir şato, palmiye ağaçları, güneşten sararmış, göz alabildiğince uzanan bir çimenlik, çocukların gülüşmeleri. Anna gözlerini kapadı, aynı duyguları yeniden yaşamaya çalıştı. El ele tutuşup çimenlerin üzerinde dans eden kalabalık, bir gölge oyunu gibi uzuyordu. Çiçeklerle süslü saç örgülerini, beyaz elleri de görüyordu…
Birden, tül kadar ince bir eşarp belleğinde dalgalandı; kumaş, kendi etrafında dönerek, rondo oynayan kalabalığın şaşkın bakışları arasında yeşil otların içinden süzülerek geçti ve ışığa asılı kaldı.
Kumaş parçası Anna’nın yüzüne doğru yaklaştı, sonra dudaklarının çevresine dolandı. Anna, bir kahkaha atarak ağzını açtı, ilmikler gırtlağına doğru akmaya başladı. Soluğu kesildi, tül damağına yapıştı. Ama bu tül, eşarp değil, bir gazlı bezdi.
Onu boğan, soluğunu tıkayan ameliyatlarda kullanılan gazlı bez.
Gecenin karanlığında bağırdı; çığlığı sessizdi. Gözlerini açtı: uykuya dalmıştı. Ağzı yastığa gömülüydü.
Bütün bunlar ne zaman sona erecekti? Yatakta doğruldu, ter içindeydi. El yordamıyla odadan çıktı, ışığı yakmadan önce kapıyı kapattı. Elektrik butonuna bastı, sonra başını lavabonun üstündeki aynaya doğru kaldırdı.
Yüzü kan içindeydi.
Alnında kan lekeleri vardı; gözlerinin altında, burun deliklerinin kenarında, dudaklarının çevresinde kanlar kurumuştu. Önce yaralanmış olduğunu düşündü. Sonra aynaya iyice yaklaştı: sadece burnu kanamıştı. Karanlıkta kurulanmak isterken, kanı her tarafa bulaştırmış olmalıydı. Sweat-shirt’ü bile kanlanmıştı.
Soğuk su musluğunu açtı ve ellerini uzattı, lavabonun içinde pembe renkli bir su burgacı meydana geldi. İçini bir duygu kapladı: bu kan vücudunda saklı gerçeğin somut bir örneğiydi. Bilincinin tanımayı, biçimlendirmeyi reddettiği, vücudundan organik akışlar halinde uzaklaşan bir gizemin.
Yüzünü soğuk suyla yıkadı, hıçkırıkları musluktan akan suyun sesine karışıyordu. Gürültüyle akan suyla birlikte mırıldanmayı sürdürüyordu:
— Ama neyim var benim? Benim neyim var?