Kutsal Resim

Bir Resim! Çok eski, ilkel ve paha biçilmez.

Akıl almaz olayların başlatıcısı olan bu resmin gizemi nedir?
Kimdir bu resmin ressamı? Belki de ressamdan daha önemli olan, kimin resmedildiğidir.

Büyük ve kanlı bir bulmacanın girdaplarında gezinirken sır
kendini hiç beklenmeyen bir yerden gösterecek.

Kutsal Resim’i soluk soluğa bir tempoyla okurken bu soruları roman bittiğinde bile soracaksınız.

Kutsal Resim, gizemini okuyucusunun ruhuna hançer gibi saplayan, temposu hiç azalmayan bir roman.

1
Asırlar Önce Ta’if yakınları
Amir Şuayip Banna, yağız Arap atının dizginlerini çekti. Kısrak titreyerek durdu. Bedevi aşiret reisi Amr Şuayip yıllardır kızgın çöl güneşinin yakıp kavurduğu sert hatlı, kırışıklıklarla dolu çehresine yırtıcı bir atmaca hissi veren koyu renkli gözlerini Kızıl Deniz’in kara ile birleştiği geniş sahil kesimindeki bir noktaya çevirdi. Gözlerini biraz daha kıstı ve bastıran alacakaranlığın gölgeleri içinde kalan o noktaya bir kere daha dikkatle baktı. İlerleyen yaşına rağmen rüyeti hâlâ güçlüydü.Yanındaki atlıya dönerek, “Sen de gördün mü, Necip?” diye mırıldandı.Yaklaşan akşam serinliğine rağmen bulundukları yer hâlâ çok sıcaktı. Necip Mahfuzî yüzündeki terleri elinin tersiyle silerken, “Evet, ya seyyid,” dedi. “Sahilde biri yatıyor. Denizde boğulmuş biri olabilir. Sanırım dalgalar cesedini sahile vurmuş.”Aşiret reisi homurdandı. “Ya yaşıyorsa?”
“Emriniz olursa, gidip bakayım.”

İkisi birden atlarını sahile doğru sürdüler. Yaklaştıkça denizden gelen tatlı meltem içlerini serinletiyordu. Kumlar üzerinde yatan hareketsiz bedenin yanına varınca Necip Mahfuzî atından atladı ve adamın yanına yaklaştı. Sonra onu yan çevirerek inceledi ve Bedevi aşiret reisine dönerek, “Yaşıyor!” diye seslendi.

Amr Şuayip de kısrağından inerek kumlar üzerinde hareketsiz yatan adamın yanına yaklaştı. Onu bir süre inceledi.“Bu adam Arap değil, yabancı” dedi.“Romalı ya da Bizanslı bir gemici olabilir ya seyyid. Belki de Kızıl Deniz’de gemisi batmıştır. Ne yapmamı emredersiniz? Bırakalım mı kendi haline?”

Amr Şuayip, hareketsiz yatan adamı bir süre daha süzdü. “Genç ama belli ki çok bitkin, bu haliyle bırakırsak gecenin ayazına dayansa bile yarın güneş doğunca çöl sıcağı onu öldürür. Belki onu Mekke’de esir pazarında satarız. Güçlü bir gence benziyor. Şunu bir sars bakalım, kendine gelecek mi?”Necip, baygın adamı ayağa kaldırmaya çalıştı.Gencin dizleri titriyor, ayağa kalkamıyordu. Necip koltuk altlarından tutarak onu dik durmaya zorladı. Delikanlıda sanki yaşam belirtileri yavaş yavaş geri geliyordu. Nihayet güçlükle göz kapakları aralandı. Arapça, “Su…” diye inledi. Amr Şuayip başıyla Necip’e su vermesi için işaret etti. Necip Mahfuzî genç adamı atına kadar sürükledi, sonra kısrağın eyerine asılı deri su kabından birkaç yudum içmesini sağladı. Yavaş yavaş kendine geliyordu genç.Amr Şuayip sert bir sesle sordu. “Adın ne senin?”Genç oldukça düzgün bir Arapçayla ama ürkek bir ses tonuyla karşılık verdi. “Mikael.”

“Nerelisin?”

“Aslen, Kostantiniyye adlı bir şehirdenim. Buraya çok uzaktır. Bizanslıyım.”

Amr Şuayip ters ters baktı gence. “Bindiğin gemi mi battı?”Mikael konuşmakta zorlanıyordu, başını sallamakla yetindi.“Ne işin var buralarda?” diyen Amr Şuayip’in keskin gözlerine baktı. Gerçi kendisini denizden çıkarıp su vermişlerdi ama Mikael çöl bedevilerinden korkardı. Bu adamların ne yapacağı hiç belli olmazdı.“Hudeyde’ye gidiyordum,” diyebildi güçlükle.“Tüccar mısın?”

“Hayır, efendim. Ben sadece bir marangozum.”

“Marangoz mu?”

“Evet. Suriye’deki inşaat işlerinde çalışırım.”

“Hudeyde’ye niye gidiyordun?”

“İşsiz kalmıştım. Kudüs’teki bir dostum orada iş bulabileceğimi söylemişti.”

“Demek marangozsun, ha? İyi bir marangoz musun bari?”

“Öyle derler.”Amr Şuayip ile Necip Mahfuzî kısa bir an bakıştılar.

“Demek sen iş arayan bir marangozsun ve bunca yolluk yeri nafakanı temin için tepiyorsun, yanlış mı anladım?”
“Doğru anlamışsınız.”Amr Şuayip birkaç dakika kararsız kaldı. Bir yandan kısrağının başını okşarken bir yandan da Mikael’in yorgunluktan halsiz düşmüş yüzünü inceliyordu. Sonra Necip’e dönerek, “Şu yabancıya biraz daha su ver,” dedi. Sonra, “Şu işe bak!” diye homurdandı. “Ta’if de bir marangoz buluyoruz. Aradığımız kısmet ayağımıza geliyor. Sen ne dersin bu işe, Necip?”

“Takdir senindir, ya seyyid. Ne diyebilirim ki?”

Biraz cesaretlenen Mikael mırıldandı. “Çok açım. İki gündür tek bir lokma yemedim.”Amr Şuayip buldukları marangozu baştan aşağı bir daha süzdü, sonra “Şunu ata bindir, Mekke’ye dönelim. Belki işimize yarar,” diye söylendi.Bizanslı marangoz kumların üzerine devrilmemek için direniyordu.MS. 601 de Mekke, Ceziret-ül Arap’ın en hareketli ticaret kentiydi. Perslilerle Bizanslılar arasında bitip tükenmeyen savaşlar yüzünden Kuzey Arabistan ticareti tehlikeye düşünce önem kazanmaya başlamıştı. Zaman içinde kent sakinleri kervan seferleri düzenlemeye başlayınca tam bir ticaret merkezi haline dönüşmüştü. Batı Arabistan ekonomik yönden kalkınıyor, göçebe dünyasının ortasında ticaret ekonomisi gelişiyordu. Kenti aşiret reisleriyle eşraftan oluşan bir kurul yönetiyordu. Cahil bedevilerin tek bildiği trampa yanında parayla alış veriş sıklaşmıştı. Kabile toplumunda bir çözülme başlamıştı; kentin zengin tacirlerine borçlanan bedeviler ya köle oluyor ya da bağımlı hale düşüyorlardı. Mekke’de sık sık fuarlar da açılırdı. Dinsel nitelik de taşıyan bu fuarlara, en uzak yerlerden kalkıp gelmiş Araplar yanında yabancılara da rastlanırdı. Kazanç hırsı ve iktisadi doyumsuzluk egemen olmaya başlamıştı kentte. Mekke altıncı yüzyılda Arabistan’ın en önemli merkeziydi. Tapınağı Kâbe sayesinde dinsel bir başkentti; ticari yönünden ise uzun zamandan beri Petra’nın yerine geçmişti. Ticaretle yaşayan Mekkeli tacirler, bir çeşit aristokrasi oluşturuyorlardı ve kentin yöneticileri de bu aristokrasinin içinden çıkıyorlardı. Halkın geri kalanı ise köleydi ve kentin kenar mahallelerinde sefil bir hayat yaşıyorlardı.Mekke’nin aristokrasisi, kökeni ta Hazreti İbrahim’e kadar dayanan Kureyş kabilesine mensuptu. Kabile birçok aileye bölünmüştü ama içlerinden özellikle ikisi, Emeviler ve Haşimiler ağırlığı çekerdi. Haşimi ailesi, gerçi en zengin olanı değildi, ancak en saygın olanıydı. Emevi ailesi kentin siyasal ve askeri gücünü elinde tutsa da, Haşimiler tüm ülkedeki sonsuz saygınlıklarından yararlanırlardı.Amr Şuayip Banna zengin bir Emevi’ydi. Kentteki evi tek katlı fakat büyük ve görkemliydi. Sahilde bulduğu marangozu da evine getirmiş ve ona kölelerinin yanında bir yer vermişti. Mikael üç gündür bu evde beslenip dinleniyordu. Şimdilik hiç kimse ona karışmıyor,hatta onunla doğru dürüst konuşmuyordu da. Üçüncü günün sonuna doğru marangoz hem sıkılmaya hem de endişelenmeye başlamıştı. Buradaki durumunu kestiremiyordu, kölelik müessesesi o tarihlerde Arap yarımadasında çok yaygındı, kendisini sahilde bulan bedevilerin esiri olmaktan korkmaya başlamıştı. Ama dördüncü günün sabahı Necip yanına gelerek biraz sert ve emredici bir edayla, Amr Şuayip’in kendisiyle görüşmek istediğini söyledi.Mikael tutulduğu bölümden ilk defa çıkarılıyordu. Ürkek adımlarla Necip’i takip ederek Amr Şuayip’in huzuruna çıktı. Adamın kartal bakışlı gözleri daha ilk anda kendisini korkutmuştu.

“Yeterince dinlendin mi yabancı?” diye sordu Mikael’e.Marangoz çekinerek, “Sayenizde, efendim” diye kekeledi. “İyiyim artık.”

“Âlâ… O halde iyi bir marangoz olduğunu kanıtlama zamanın geldi demektir.”

“Ne yapmamı istiyorsunuz?” diye kekeledi Mikael.

“Tabii ki, bazı tamirat işleri.”

“Ben hazırım, istediğiniz yaparım. Size bir can borcum var.”

“Bunu hayatını kurtardığım için istemiyorum. Ben buranın eşrafındanım ve mabedimizin onarımı için yardım istiyorum. Bana ehil bir marangoz lazım. Çalışmandan memnun kalırsam sana iyi bir ücret ödeyip Hudeyde’ye gitmeni de sağlarım.”“Sağ olun ya seyyid.”

“Sen buralardan değilsin; Beytullah’ın ne anlama geldiğini bilir misin?”

“Mabedinizin adı olsa gerek.”

“Öyledir. Yüksek bir yapıdır. Mekke civarından getirilmiş kara taşlardan yapılmıştır. İçinde tavanı tutan üç ağaç direk vardır. Kapısı insan boyundan biraz daha yüksektir. Şu sıralar biraz onarımı gerekiyor.”

Mikael başını salladı. “Elimden geleni yapmaya çalışırım ya seyyid.”

“İyi. Öyleyse hemen çalışmaya başlayabilirsin.”

“Şey…” diye mırıldandı Mikael.

“Söyle.”

“Benim de sizden bir ricam olabilir mi?”

“Ne?”

“Bahçede kurutulan ceylan derileri gördüm, efendim.”

“Evet?”

“Acaba o ceylan derilerinden birkaçını bana ödeyeceğiniz ücret yerine alabilir miyim?”Amr Şuayip Banna ilgiyle marangozu süzdü. “Ne yapacaksın o derileri?”

“İyi kurutulmuş, tabaklanmış derilere benziyorlardı, efendim.”

“Öyledir zaten.”

“Efendim, ben ayrıca deriye suret çizerim. Marangozlu-ğum kadar suret çizimim de iyidir. Konstantinapolis’de bu sanatı da öğrendim.”

“Tamam, anlaştık marangoz” diye fısıldadı Amr Şuayip.

“Sana istediğin kadar deri veririm.”Mikael fazlasıyla mutlu olmuştu. Zira resim yapmak, marangozluğundan çok daha derin bir tutkuydu genç adam için…

Mikael tamirat işinde iki aydan uzun bir zaman çalıştı Mekke’de.

Gerçekten yetenekli bir marangozdu ve becerisiyle Amr Şuayip Banna’nın gözüne girdi. Aşiret reisi ondan memnundu.Malzeme tedariki bazen sorun oluyordu, istediği araç gereç ve malzemeler zamanında tedarik edilse çalışmasını daha da çabuk bitirebilirdi.Amr Şuayip daha birinci ayın sonunda kendisine üç tane ceylan derisi hediye etmişti bile, hem de Mikael’in bizzat ve titizlikle aralarından seçtiklerini. Böylece genç marangoz içindeki resim yapma tutkusunu daha Mekke’den ayrılmadan gerçekleştirmeye başlamıştı. Mikael, Mekke’de kaldığı sürece ceylan derisi üzerine üç resim yaptı. Bunlardan biri Amr Şuayip’in kölelerinden genç bir kıza aitti. On altı yaşlarında, esmer ve güzel bir kızdı; fakat Mikael misafiri olduğu kişiye saygısızlık yapmamak için kızın çehresini tamamen değiştirerek çizdi. Amr Şuayip uzun süredir onu besleyip, bakıp, ücretini de ödüyordu. Ne de olsa farklı toplumlardan gelmiş insanlardı, ahlâk ve sanat anlayışları da çok farklı olmalıydı. Yanında çalıştığı kişinin yaptığı resme nasıl bir tepki vereceğini kestiremezdi.Ceylan derisine yaptığı ikinci resim Yakup İbn Râfî adlı bir işçiye aitti. Yakup bir köle değildi, kervanlarla Yemen’den gelmiş fakir biriydi. Boğaz tokluğuna çalışırdı, fakat güçlü kuvvetli bir taş işçisiydi. Mikael onunla onarım sırasında tanışmış, iri ve gelişmiş adaleli vücut yapısını görünce resmini yapmaya karar vermişti.Fakat Mikael, tamamladığı üçüncü resminin asırlar sonra kanlı olaylara neden olacağını asla tahmin edemezdi. Kâbe’nin bakım ve onarımı sırasında genç marangoz bir sürü insanla tanışmıştı. İçlerinden biri durgunluğu, çevresine yaydığı saygınlık ve hürmet hissiyle hemen dikkatini çekmişti. Mekkeliler ona dürüstlüğü ve güvenilirliği nedeniyle “emin” diyorlardı. Kureyş kabilesinden ve Haşim oğullarındandı. Mikael onu tanıdığında otuz yaşlarında bir tüccar olduğunu öğrenmişti. Kısa sürede bu kişinin etkisinde kaldı. Çevresindeki herkes ona hürmet ediyordu; Haşim oğullarının, Mahzûm ve Umayya oğulları kadar güçlü olmamakla beraber, Mekke’nin ileri gelen ailelerinden olduğunu da öğrenmişti. Onun resmini yapmayı çok istedi fakat bu teklifini ona iletecek cesareti bulamadı. Uzun süre düşündü ve sonunda ondan habersiz, hayran olduğu bu kişinin beyninde kalan görüntüleriyle portresini yapmaya karar verdi. Ne var ki onu çok sık göremiyordu. Bulduğu her fırsatta yanına yaklaşmaya, daha yakından incelemeye çalıştı. Sonunda bu isteğine ulaştı da. Fakat üçüncü ceylan derisine resmettiği kişinin adını sır gibi sakladı.Marangoz Mikael, Hudeyde’ye hiç gidemedi. Genç yaşına rağmen ölüm onu çok erken buldu, hiç beklemediği bir anda. Salgın bir hastalığa yakalandı. Yirmi gün kadar ateşler içinde kıvranıp kaldı.Amr Şuayip Banna evinde konuk ettiği misafirine iyi baktı. Ama ecel genç marangozu erken bulmuştu. Amr Şuayip gerçekten üzüldü, hatta onun Hudeyde’ye gitmeyip yanında kalmasını bile teklif edecekti. Mikael’in yetenekli bir marangoz olduğunu anlamıştı.

Ve lakin Amr Şuayip sanattan hiç anlamadığı için, Mikael’in ceylan derisine yaptığı resimlerle hiç ilgilenmedi. Marangoz zaten bulunduğunda tığ teber haldeydi, üzerindeki giysileri bile kendisi vermişti. Mikael’in ölümünden sonra, yaptığı resimlerden başka bir şeyi kalmamıştı geriye.

Üç resim ev sakinleri tarafından Amr Şuayip Banna’ya teslim edildi.Aşiret reisi resimlere şöyle bir göz atıp, “Yok edin,” diye söylendi. Belki öyle de olacaktı, fakat ilk resme konu olan köle onlara kıyamadı ve ölünceye kadar sakladı.Yirmi sene sonra ise, çok şey değişecekti.

Zamanımız… İstanbul.Araba son model siyah bir Cadillac’tı. Siyah gölgeli camlarından içinde oturanları görmek mümkün olmuyordu. Teşvikiye Camii hizasındaki yan sokaklardan birine sapan araba zar zor bulduğu yere park etti. Arabanın şoförü hızla yerinden fırlayarak arka kapıyı açtı. Kırk beş yaşlarında, koyu siyah elbise giymiş, çenesinde hafif bir sakal bulunan patronuna kapıyı açtı ve mübalağalı bir saygı ile eğildi. Adam tek kelime söylemeden az ilerdeki apartmanlardan birine daldı ve hemen ikinci kattaki dairenin zilini çaldı.

Zil sesi dairenin içinde yankılanırken mutfakta kahve pişirmekte olan Pelin Şaşmaz, arka odada çalışmakta olan mesai arkadaşı Yalçın Kaya’ya “Sen kalkma, ben açarım kapıyı” diye seslendi.Pelin yirmi yedi yaşında, uzun boylu, zarif bir kızdı. Uzun ve ince telli saçları omuz hizasından aşağıdaydı. İncecik bir beli ve ahenkli bir yürüyüşü vardı. Ocağın üstüne koyduğu cezve henüz kaynamamıştı, hızla kapıya seğirtti. Az önce masasından kahve pişirmeye kalktığında saat on buçuğa beş vardı. Kapının tokmağını çevirirken işyerine her sabah gecikerek gelmeyi âdet haline getiren Alp’in ya da postacının zili çaldığını düşünmüştü.Ama karşısında hiç tanımadığı bir adamla karşılaşınca bir an şaşırdı. “Buyurun, kiminle görüşmek istemiştiniz?” diye sordu. Bir yandan da dikkatle adamı süzüyordu. Giyim kuşamı ve en önemlisi mesafeli soğuk bakışlarıyla adamın sanat atölyelerine mükemmel bir müşteri olabileceğini hemen kavramıştı. Bu tür müşterileri gayet iyi sezinlerdi Pelin: Aslında sanattan pek anlamayan ama maddi gücüyle rastgele, sergilenen objeleri satın alacak biriydi kapıyı çalan.Soğuk ve ukala bir tip olduğu ilk sezgisiydi. Ama sırtındaki siyah takım elbisenin en seçkin İtalyan butiklerinden alındığına, dik yakalı beyaz gömleğinin ise The Custom Shop Shirtmakers’dan olduğuna yemin edebilirdi. İpek kravatına da herhalde ufak bir servet ödemiş olmalıydı. Yine de adamın oldukça esmer çehresinde oldukça muhafazakâr bir kişiliğin ifadesi mevcuttu.Gülümsediği sırada ortaya çıkan dişlerinin beyazlığına şaşkınlıkla baktı. Adam kesinlikle yakışıklı değildi ama insanı çeken, garip, büyüleyici bir yanı vardı. Konuşmaya başlayınca da inanılmaz etkili bir ses tonuna sahip olduğunu gördü Pelin. Fakat Türkçeyi çok kötü bir aksanla konuşuyordu. Yabancı olduğunu hemen anlamıştı.

“Ressam Yalçın Doğan ile görüşmek istiyorum. Kendisini Atölye Hemzemin’de bulacağımı söylemişlerdi. Umarım, yanlış yere gelmedim.”Pelin başını salladı. “Evet, Yalçın Bey burada, kimin aradığını söyleyeyim?”

“Adım, Sadiya bin Yusuf. Lütfen, kendisiyle görüşmek istediğimi bildirir misiniz?”Pelin kısa bir duraklama anı yaşadı. “Sizi bekliyor muydu?” diye sordu.

Yabancı başını salladı. “Hayır. Beni tanımaz zaten.”Sabahın bu erken saatinde yapılan ziyaret Pelin’de sebebini bilmediği bir huzursuzluk yaratmıştı nedense. İçinin hafifçeürperdiğini hissetti ama bir anlam da veremedi; burası alt tarafı bir sanat atölyesiydi ve bir yığın müşterinin ziyareti de olağan sayılmalıydı. Yabancıya, “Lütfen içeri girin,” diye mırıldandı ve dairenin ortasındaki ana bölüme aldı. Çeşitli resim ve heykellerin sergilendiği kısma Sadiya bin Yusuf ilerlerken, o da hızla ortağı Yalçın’ın odasına yöneldi.Yalçın masasının başında Pelin’in getireceği kahveyi bekliyordu, kapının çaldığını duysa da gelenle pek ilgilenmemişti.

Odaya giren Pelin, “Seninle görüşmek isteyen biri var,” dedi. İlgisizce kızı süzen genç ressam, “Kim?” diye sordu.

“Tanımıyorum. Adının Sadiya bin Yusuf olduğunu söylüyor. Sanırım bir yabancı. Zengin bir Arap’a benziyor.”

“Arap mı? Müşteri mi yani?”

“Bilmiyorum Yalçın, sadece seninle görüşmek istediğini söyledi.”

“Nerede?”

“Teşhir bölümüne oturuyor.”

“Tamam, geliyorum,” diye mırıldandı genç ressam.Yalçın otuz dört yaşında, atletik yapılı, saçlarını atkuyruğu şeklinde ensesinde toplamış, yeşil gözlü yakışıklı bir gençti.

Blucininin içine sırtındaki oduncu tipi ekoseli kalın gömleğini sıkıştırıp ziyaretçisinin yanına gitti.Yabancıya kendini tanıtıp elini sıktı. Sadiya bin Yusuf’un merak dolu bakışları genç ressamı rahatsız etmeye başlamıştı. Adam, sanki garip bir yaratık görmüş gibi inceliyordu kendisini. “Evet…” diye mırıldandı Yalçın. “Beni arama nedeninizi öğrenebilir miyim?”Yusuf bacak bacak üstüne attı, bozuk ve yetersiz Türkçesiyle konuşmaya başladı.

Benzer İçerikler

Dünya Ağrısı | Ayfer Tunç

yakutlu

Agafya

yakutlu

Matrix’e Hükmedin – Richard Bartlett Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy