Bir yanda kalkınma, lüks ve şatafatın baş döndüren cazibesi Savaşmaktan yorulan devletlülerin hiç bitmeyen eğlence sarhoşluğu Gösterişli alaylar, köşkler, kasırlar, zevk ve safa ehli yeni yetme zenginler… Diğer yanda devleti kangren gibi saran suiistimaller Mafyanın, adam kayırmanın, rüşvetin makbul sayıldığı devlet katları Yangınlar, depremler, salgın hastalıklar ve pahalılığın çaresiz bıraktığı fakir kitleler… Sefahat ile sefalet arasında akıp giden yıllar Gelişme ve yozlaşmanın birbirini tetiklediği derin fay kırıkları Devletin tepesinde bir vezir Halkı, esnafı, ulemayı, askeri peşine takan bir hamam tellağı… Ve derin bir hesaplaşma… Kalemiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun duraksadığı döneme ışık tutan Zekeriya Yıldız, eğlenceden isyana uzanan bu sürükleyici romanda bizleri tebdil-i kıyafet içerisinde Lale Devri maceralarına misafir ediyor.
***
SÖZÜN BAŞI: KARDEŞ NASİHATİ
Padişah hazretleri şeyhülislam Efendiyi hayırhah-ı devlet edinmeğin zimam-ı hükümet ve devleti âna tefviz edüb cümle umûr-u cumhûr ânın rey ve tedbiriyle vücuda gelmeğin vüzerânın ancak bir adı kalıp uyuk mesabesinde idiler…”
Nusretnâme, Silahtar Mehmet Halife
Edirne…
6 Şubat 1695…
Günlerden Pazar…
Hava soğuk… İki gün önce başlayan kar yağışı kesintisiz devam ediyor. Sarayda hararetli bir koşuşturma var. Has odada cülus merasimi yapılıyor.
Selimiye Camii bembeyaz… Minareleri masum bir gelini andıran saflık içinde kar tanelerini avuçlamak ister gibi gökyüzüne uzanıyor, yeni sultanın ülkeye huzur getirmesi için niyaza durmuş hissi veriyor…
Biat merasimi tamamlandığında Avcı Mehmet’in oğlu II. Mustafa, Osmanlı’nın yeni padişahı olarak tahta oturuyordu.
Aynı gün iki ulak Edirne’den yola çıktı. Ulaklardan biri İstanbul’a yeni Sultanın anası Gülnuş Sultana saltanat müjdesini vermeye gitti, diğeri Erzurum’a hocası Feyzullah Efendi’yi almaya…
Al yeleli atların sırtladığı ulaklar karlı yollardan hedeflerine doğru uçarcasına koşarken, Padişah’ın kendi el yazısıyla kaleme aldığı bir ferman, dalga dalga yayılıp heyecanla karşılandı:
“Cenab-ı Hak bu aciz kuluna cihan padişahlığı ihsan etti. Padişahlardan her kim kendi nefsinin rahatına düşmüşse tebaasının rahat ve huzuru kaçmıştır. Biz, bugünden sonra zevki ve saf ayı kendimize haram kıldık. Düşmanlar, devletimizin dört bir yanını sarmış durumdadır. Onlara karşı, ceddim Sultan Fatih, Selim ve Süleyman gibi ordularımın başında sefere çıkmaya niyet ettim. Sizler! Vüzera, ulema, vükela ve ocak ağalarım buna göre düşünüp hazırlık yapasınız…”
Haberin duyulduğu her yerde sevinç gösterileri yapıldı. “Aleyke Avnullah” duası gökyüzünü tuttu.
Genç Padişah görevine ne güzel başlıyordu.
Âl-i Osman, on yılı aşkın bir zamandır dört cephede birden harp halindeydi. Her harp bir yıkım olmuş, yenilgiler birbirini izlemişti. Bütün Mora Yarımadası Venediklilere kaptırılmış, Tameşvar tümüyle kaybedilmiş, Azak Kalesi’ni Ruslar, Podolya’yı Polonyalılar istila etmişti.
Kaybedilen yerlerin geri alınması için Avusturya’ya sefer kararı verildiği günlerde Padişah’a hocası Feyzullah Efendi’nin Edirne’ye ulaştığı haberi geldi.
Padişah, hocasını yere göğe koyamazken, Feyzullah Efendi’nin gelişinden rahatsızlık duyanlar da vardı. Şeyhülislamlığa bir dostunu tayin ettirmiş olan Sadrazam, bu göreve Feyzullah Efendi’nin getirileceğini duymuş ve bundan hiç de hoşnut olmamıştı. Bu yüzden Padişah gönül koyuyor, sefer hazırlıklarını yavaştan alıyordu.
Feyzullah Efendi, daha yol yorgunluğunu atmadan duruma müdahale etti. Onun isteğiyle hem şeyhülislam hem de sadrazam azledildi.
Şeyhülislamlık Feyzullah Efendi’ye, sadrazamlık Kastamonu’nun Cide kasabasından Vezir Elmas Mehmet Paşa’ya verildi.
Padişah, yanına aldığı 29 yaşındaki genç serdarıyla cülustan beş ay sonra, çıktığı ilk seferinden zaferle döndü. Belgrat’ın önemli iki sancağı olan Lipve ve Lügoş geri alınmıştı.
Bir yıl sonra çıkılan ikinci seferde de müthiş bir başarı sağlandı. Ulaş muzafferiyeti bütün ülkeye bayram sevinci yaşattı.
İmparatorluk, geçmişte kalan kudretli günlerini yeniden bulmuş gibiydi. Herkesi, her yeri bir umut rüzgârı sarmıştı. En başta da sarayı…
Fakat altı ay sonra, büyük umutlarla çıkılan üçüncü sefer tam bir felaketle sonuçlandı. Sadrazamla birlikte on üç paşa ve otuz bin askerin şehit olduğu Zenta bozgunu Osmanlı’yı perişan etti. Neredeyse bütün Macaristan toprakları, Mora Yarımadası, Dalmaçya Sahilleri, Podolya ve Azak Kaleleri elden çıktı.
Padişah, bu yenilgi sonrası kendini sarayın duvarları arasına hapsetti. Sefere ve askere küstü. Hocası Feyzullah Efendi dışında kimseyle konuşmaz, huzuruna kimseleri almaz oldu. Bu âkil ve güngörmüş adam, kaybedilen yerleri yeniden kazanmanın mümkün olacağını söyleyerek Sultan’ı bir baba şefkatiyle teselli ederken, şehit olan genç vezirden boşalan Sadrazamlık koltuğu Amcazade Hüseyin Paşa’ya verildi…
Kimsede savaşı ve bozgunu konuşacak hal kalmamıştı. Padişah, babası Avcı Mehmet gibi av partilerine merak saldı. On, on beş bin kişiyle çıktığı av partileri bazen haftalarca sürüyor, hazineye ağır masraflar yüklüyordu. Kızlarını evlendirirken dillere destan eğlenceler düzenledi. Düğün merasimlerinde sergilenen lüks ve şatafat günlerce konuşuldu.
Saltanat yılları boyunca devlet erkânıyla beraber Edirne’den dışarı adımını atmadı. “Fitne yuvasıdır” diyerek İstanbul’a hiç uğramadı.
Padişah, av partileri, sultan düğünleri ve saray meşklerine dalmışken; Feyzullah Efendi, devlet yönetiminin en büyük aktörü oldu.
Ani yükseliş başını döndürmüştü. Hudutsuz bir hırs ve gurura kapıldı. Kendini, devletin tek sahibi gibi görüp Sadrazam’ı küçümsedi. İlmiyeden askeriyeye, ticaretten bürokrasiye el atmadığı iş kalmadı. Öyle ki ondan habersiz devlet içinde kuş bile uçamaz oldu. Devlet görevlerinde liyakat ve ehliyeti önemsemedi. Önemli makamları yakınlarına ve elini eteğini öpenlere dağıttı.
Bir oğlu Nakibüleşraf, bir oğlu Anadolu Kazaskeri, bir oğlu Bursa Kadısı, bir oğlu da şehzade hocası atandı. Amcazadesi Rumeli Kazaskeri, damatlarından biri İstanbul Kadısı, biri Edirne Kadısı, bir diğeri de İstanbul Kaymakamı oldu. Birkaç yıl içinde devleti bir ahtapot gibi sardılar. Devlet dairelerinde rüşvet ve iltimassız iş yapılamaz hale geldi. Yapılanlara itiraz edenler sürüldü, konuşanlar susturuldu.
Sadareti boyunca Şeyhülislam’la adeta köşe kapmaca oynayan Sadrazam, bu duruma daha fazla tahammül edemeyerek görevinden istifa etti. Silivri’de bir çiftlikte inzivaya çekildi. On sekiz gün içinde de kahrından ölüp gitti.
Onun ölümüyle meydan tamamen Feyzullah Efendi’ye kaldı. Feyzullah Efendi’nin siyasi hırsı, din adamı kimliğinin önüne geçmişti. Hükümet ve devlet ona kilitlenmiş, vezirliğin sadece adı kalmıştı. Öyle ki, o zamana kadar merasimlerde uygulanan devlet protokolünde veziriazamlar şeyhülislamlardan önde yer alırken, bu kural da değiştirilmiş, şeyhülislam, sadrazamın önüne geçmişti.
Yeni Sadrazam Daltaban Mustafa Paşa, Şeyhülislam’ın gücünü ve Padişah üzerindeki etkisini bilmesine rağmen iktidar hırsına kapılıp velinimetini harcamanın yollarını aramaya başladı. Feyzullah Efendi, Sadrazam’ın niyetini öğrenmekte gecikmedi. Tatarları, Padişah aleyhine kışkırttığı iddiasıyla Daltaban’ı en hassas yerinden yakalayıp kellesini vurdurdu.
Kendini geri plana çeken Padişah, dördüncü kez boşalan sadaret koltuğuna Rami Mehmet Paşa’yı getirdi. Bu isim de Şeyhülislam’ın tercihiydi. Zira Daltaban fitnesinin ortadan kaldırılmasında Mehmet Paşa’nın büyük yardımlarını görmüştü.
Padişah, hocasının onayı alınmadıkça kendisine arz edilen hiçbir bilgi ve belgeyi görmek istemiyor, yapılan bütün işlerde onun görüş ve muvafakatının alınmasını istiyordu.
Bu keyfiyeti, yeni Sadrazam’a yazılı bir emirle bildirmiş, “Sakın ha, Şeyhülislam’ın reyinden gayri hareket üzre olma” demişti.
Ancak zulümle abad olanı tarih yazmamıştı. Kader, adalet etmek üzere hükmünü icra ediyordu…
Sadrazam Rami Mehmet Paşa, devletin bütün kademelerinde bulunmuş, derin ilişkileri ve bağlantıları olan bir adamdı. Bu makama gelmeyi yıllar öncesinden hesaplamış, her adımını bu hesaba göre atmıştı. Eski sadrazamlardan Amcazade’nin en yakınında bulunmuş, Daltaban’ı ipe götüren olayları ortaya çıkarmıştı. Özellikle ordu içinde etkili atamalar yaptırmıştı.
Esas hedefi, Feyzullah Efendi saltanatını bitirmekti.
İhtiyatla hareket edip fırsat kollamaya başladı.
Bu sırada İstanbul diken üstündeydi…
Devlet, uzun süren savaşların etkisiyle malî sıkıntı içine düşmüştü. Bu sıkıntıyı belirgin şekilde hisseden esnaf, yönetimden memnun değildi. Küçümsenip ezilen ulema sınıfı patlamak üzereydi. Rüşvet ve torpilin kol gezdiği devlet kadroları rahatsızdı. Asker homurdanmaya başlamıştı.
Yönetimden duyulan rahatsızlık, ciddi meclislerde yüksek sesle konuşulur olmuştu. “Kaymakam deyu oturtulan oğlancık güvercin uçurmakla meşgul olup hiçbir derdimize çare bulamamaktadır” deniliyordu.
Rami Mehmet Paşa’nın beklediği fırsat 1703 yılı Ağustosunda İstanbul’da uç verdi…
Gürcistan’da bazı prensler vergi vermeyi reddederek Osmanlı’ya isyan bayrağı açmışlardı. Devlet, Gürcistan üzerine sefer kararı almış, İstanbul’dan da asker takviyesi istemişti.
Maaşlarını alamayan Cebeciler ayak diremeye başladılar.
Günler geçiyor, İstanbul’dan beklenen sevkiyat gerçekleşmiyordu.
Padişah ve hocasına karşı biriken nefretin askere de sıçradığını gören Sadrazam, hemen harekete geçti. Sorunu çözme gerekçesiyle en mahrem adamlarından birini cebecibaşılıkla görevlendirip İstanbul’a yolladı.
İstanbul Kaymakamı ise geliyorum diyen ayaklanmayı görüp zamanında müdahale edemedi; aksine sarayı terk edip saklandı.
Başıboş bırakılan Payitaht’ta nefret sokağa aktı.
Ve beklenen ihtilal patladı…
Ulema medreseden çıktı, asker kazan kaldırdı, hapishaneler boşaltıldı, esnaf kepenklerini kapattı. 21 Temmuz Cuma günü At Meydanı’nda mahşeri bir kalabalık toplandı…
Padişaha bir mektup yazılıp, meydandaki ulu çınarın üzerinden yüksek sesle okundu:
İfadeler sert ve tehditkârdı:
“Şevketlü Padişahımız! Şeyhülislam ve oğullarıyla davamız var. Onları azlet ve bize gönder. Sen de derhal taht şehri İstanbul’a gel. Aksi halde İstanbul, Edirne’ye gelecektir… ”
Mektubu götürecek haberciler, Edirne yoluna çıkarılırken, cevap gelinceye kadar Cuma namazı kılınmamasına karar verildi. Hutbede, Padişah’ın adının okunmaması için alınan bir tedbirdi bu…
Haber, Feyzullah Efendi’ye daha erken ulaştı.
Edirne girişinde pusuya düşürülen İstanbul heyeti, Eğridere Kalesi’nde zindana atıldı.
İstanbul, 9 Ağustos’a kadar ayakta sabahladı. Beklenen cevap gelmeyince elli bin kişi Edirne’ye doğru yola çıktı…
İsyanı geç haber alan Sultan Mustafa, ilk kez Hocasından önce Sadrazam’ı saraya çağırdı.
Rami Mehmet Paşa huzura alındığında Padişah hiddetinden kükrüyordu:
“Paşa, bu hal nedir? Kullarım bana elçiler gönderir, sizler onları hapsedersiniz. Rikab-ı hümayunuma gönderilen elçiler hakkında yaptığınız muameleye sebep ne ola? Dilekleri dahi sual edilmeden yapılan bu işler, isyanı alevlendirmekten başka neye yarar?”
Sadrazam, Padişah’ın hiddetinden korkmakla birlikte hadisenin bu noktaya gelmesinden memnundu. Nihayet Şeyhülislam’ın tahakkümünden kurtulacak, iktidarın tek sahibi olacaktı. Konuşurken kelimeleri özenle seçip, sükûnetle sıralıyordu:
“Şevketlü Sultanım, bana mührü hümayunu teslim ederken, Şeyhülislam’ın re’yinden gayri hareket etme buyurmuştunuz. Ben de bu fermanıza sadık kaldım. Her şey hocanızın bilgi ve iradesiyle tecelli etmiştir.”
Sultan Mustafa, bu istihza dolu cevap karşısında bir an duraladı. Şeyhülislam’ın ısrarları sonucu Sadrazamlık mührünü verdiği bu adam, onu zayıf yerinden yakalamıştı. Kıskançlık mı, hırs mı? Sebep ne olursa olsun öğrenmeli, zaman zaman kulağına gelen ama asla ihtimal vermediği fısıltılarla yüzleşmeliydi.
Kararlı bir ses tonuyla emretti:
“Konuş! Bütün bildiklerini dinlemek istiyorum…”
Sadrazam anlatmaya başladı. O konuştu, Padişah dinledi. Dinledikçe sekiz yıllık saltanatı boyunca içine düştüğü gaflet ve hatalar bir bataklık gibi önüne serildi… Av partilerinde, sultan düğünlerinde, meşk ve sohbetlerde gününü gün ederken devletin hocası tarafından ustalıkla yönetildiğini düşünmekle ne kadar hata ettiğini anladı.
İkili görüşme uzun sürdü.
Bu esnada ihtiyaç duyulan tüm bilgi ve belgeler süratle saraya getirildi. Devlet kapısında işlerin rüşvetle yapıldığı, mansıpların parayla satıldığı, tımar ve dirliklerin zorbaca el değiştirdiği, yüksek makamların hakkı olmayan akrabalara peşkeş çekildiği, gönderilen şikâyet mektuplarının yakıldığı bir bir belgelendi…
Üç kıta yedi iklimde fermanı okunan koca Sultan şaşkındı. Nasıl olmuştu da kör bir itimatla hocasının her dediğini kabullenmiş, onun hiç hata yapmayacağını düşünmüştü?
Feyzullah Efendi… Her cümlesi ruhunun derinliklerine nüfuz eden, gizli bir bağla bağlandığı, canından çok sevdiği sevgili hocası, mürşidi, şeyhülislamı…
Ne etmişti? Niçin yapmıştı? Dünya gözüyle ulaşabileceği bütün güç ve ikbale sahip kılınmışken niçin kör siyasetin ve karanlık taassubun esiri olmuştu?
Kahır ve öfkeden yüzü morarmış, elleri titremeye başlamıştı.
Sadrazam’a verdiği son emir, toplantı ile birlikte bir devrin de sonuydu:
“Şu haini evlatlarıyla birlikte Erzurum’a yollayın…”
İsyancılar, kendi atadıkları Şeyhülislam’ı Padişah’a göndererek isteklerini ilettiler:
“Bizim kardeş kanı dökmeye kastımız yoktur. Feyzullah Efendi’nin idamına, Sultan Mustafa ve Sadrazam’ın halline karar kılınmıştır. Sultan Ahmet’i tahta çıkarıp İstanbul’a götürmek istiyoruz.”
İhtilal önce kendi evladını yemiş, fitne ateşi ilk, Rami Mehmet Paşa’yı yakmıştı…
Aynı saatlerde Varna limanına doğru kaçan Feyzullah Efendi, maiyetiyle beraber can derdine düşmüştü. Eğriboz yakınlarındaki bir köyde yakalanıp Edirne’ye getirildikten sonra zindana atıldı.
Feyzullah Efendi’ye burada inanılmaz işkenceler yapıldı. Nemli zindan duvarları günlerce feryatlarla inledi. Sonra zindandan don gömlekle çıkarılarak uyuz bir eşeğe bindirildi. Şehir içinde dolaştırılıp her geçtiği yerde taşlanarak bit pazarına götürüldü. Burada etrafını saran yüzlerce kişi tarafından hançerlenerek paramparça edildi. Cesedi ayağına bağlanan bir iple sürüklenerek yeniçeri ordugâhına götürüldü. Burada başı kesilerek Tunca nehrine atıldı.
Direnişin beyhude olduğunu gören Padişah, saltanatı kardeşi Sultan Ahmet’e devretmek için sade bir tören düzenledi. Devir esnasında söylediği şu sözlerle tarihe not düştü:
“Benim şu halim sana ibret olsun… Devletini kimselere bırakma. İşinin başında ol. İsrafa ve safahata dalma. Adaletle hükmet. Vezirlerine karşı mutlak güven içinde olma. Siyasete bulaşmış ulemaya dikkat et…”
1718 İLK YILIN COŞKUSU
“Padişahlara ve vezirlerine layık olan esbâb-ı şeca’at ve alât-ı mehabet olup, gayurlara ve yiğitlere ve ashâb-ı meariften pâk-tıynet ulemaya rağbettir. ”
Mür’i’t-Tevarih, Şemdanizade Fındıklılı Süleyman Efendi
“Allahu ekber, Allahu ekbeer!…”
Yeni Cami İmamı Zülali Hasan Hoca, minarenin dik merdivenlerini bir solukta tırmanıp da şerefeye vardığında Süleymaniye’de öğle ezanı okunmaya başlamıştı. Hoca, Mısır Çarşısı’ndaki sohbete kendini kaptırmış, neredeyse namaz vaktinin girdiğini unutmuştu. Hatırlamasıyla camiye doğru fırlaması bir olmuş, o hızla minareye koşmuştu. Soluk soluğa idi. Ellisine merdiven dayamış vücudu bütün dinçliğine rağmen çevikliğini yitirmişti. Ayakları titriyor, yüreği güp güp atıyordu. Alnında boncuk gibi terler birikmişti. İki eliyle birden şerefeye dayanıp çömelerek kendini dinlendirmeye çalıştı. Sarığını geriye doğru itip mendiliyle alnını, ensesini ve saçsız kalmış kafasını kuruladı.
Rüzgâr şubat soğuğunu kırbaç gibi sallıyor, kuşlar saçakların altında sığınacak yer arıyordu.
Civar camilerden ardı ardına yükselen ezan sesleri neredeyse dinmek üzereydi. Kalktı, cüppesinin yakalarını boynuna doğru sıkıştırdı. Elini kulağına dayadı ve davudi sesiyle çağlamaya başladı:
“Allahu ekber, Allahu ekber!… ”
Çarşı esnafıyla yaptığı sohbetin etkisi devam ediyordu. Şerefeyi dolanırken gözleri İstanbul’un kubbeli ufkunda, aklı hâlâ yıllar öncesinde idi.
Yirmili yaşlarını sürdüğü demlerdi. Medreseden arta kalan zamanlarında çarşıya iner, esnaflık yapan hemşehrileriyle eğleşirdi. Çarşının özellikle Ketenciler kapısı civarında çoğunlukla Arnavutlarla Ürgüplüler bulunurdu. Arnavutlar sabun, Ürgüplüler baharat, kuru meyve ve helvacılık yaparlardı. Muşkaralı İbrahim’le orada karşılaşmışlardı. İbrahim, ortanın üstünde uzunca boylu, gürbüz bir delikanlıydı. Köyünden akrabalarını ziyaret için gelmişti. Ürkek, çekingen bir tavrı vardı. Yaşıt olmaları dolayısıyla çabuk kaynaşmışlardı. Okuma bilmiyordu ama inanılmaz derecede zekiydi. Gözlerinde karşısındakini etkileyen bir pırıltı vardı. Ona günlerce İstanbul’u gezdirmişti. Kalabalık sokaklar, mesire yerleri, kocaman meydanlar, kubbeli muhteşem camiler, sandal sefaları bu yeni arkadaşını adeta büyülemişti. Bir haftalığına diye geldiği payitahttan kopamıyordu.
Bir gün onu medrese çıkışında taş basamaklara oturup beklerken bulmuştu. Birlikte medresenin hemen altındaki çayırlığa oturmuş, saatlerce konuşmuşlardı. İbrahim, köyüne dönmek istemiyor, ancak yanında kaldığı amca oğluna yük olduğunu düşünüyordu. Hasan Hoca’dan kalacak yer konusunda kendisine yardımcı olmasını istiyordu. Hasan Hoca, yeni tanıştığı ancak çabuk kaynaştığı İbrahim için elinden geleni yapmış, durumu medrese hocalarından Cemali Efendi’ye açmış, Beyazıt Medresesi’ndeki bekâr odasında tek başına yaşayan Cemali Efendi, “bana can yoldaşı olur” diyerek İbrahim’i yanına almıştı. Kalacak yer sorunu çözülen İbrahim kısa zamanda iş de bulmuş; Ürgüplü bir helvacının yanında Tezgâhtar olarak işe başlamıştı. Artık iki arkadaşın da keyfine diyecek kalmamıştı. İbrahim, gündüz helvacı tezgâhında mesleğini kavramaya çalışırken, geceleri de Cemali Efendi’den okuma yazma öğreniyordu.
Tatil günleri birlikte İstanbul’un tadını çıkarıyorlardı. Ayrılmaz bir ikili olmuşlardı. Ta ki İbrahim’in ansızın ortadan kaybolduğu güne kadar. Cemali Efendi, İbrahim’i merak etmiş, ilk fırsatta soluğu helvacı dükkânında almıştı. Dükkân sahibi, İbrahim’in saraya Helvacılar Ocağı’na girdiğini söylemişti. Eski sarayın masraf kâtiplerinden Ürgüplü Mustafa Efendi onu saraya aldırmayı başarmıştı. Cemali
Efendi ne diyeceğini bilememişti. Bir yandan can yoldaşının devlete kapılanmasından mutlu olmuş, bir yandan da haber bile vermeden çekip gitmesine alınmıştı. İçinde garip bir kırgınlık oluşmuştu.
En zor günlerinde elinden tuttuğu mahcup arkadaşını bir daha görememiş, çarşıya indikçe zaman zaman haberlerini alır olmuştu. Helvacı çırağı Muşkaralı İbrahim, sarayda büyüklerin dikkatini celb etmiş ve hızla yükselmişti. Önce teberdar olmuş, sonra Edirne sarayında IV. Mehmet’in şehzadesi Sultan Ahmet’in hizmetine verilmişti. Genç şehzade’nin itimat ve muhabbetini kazandığı, onun esrarının mahremi olduğu çarşıdaki bütün Ürgüplülerin dilindeydi. Edirne faciasında At Meydanı’nı dolduran mahşeri kalabalığı dün gibi hatırlıyordu. Bütün ocaklar ve medreseler boşalmış, Feyzullah Efendi ve yakınlarının tahakkümünü sona erdirmek için, o da Vakvak Ağacı’nın dibinde yerini almıştı.
Edirne hadisesi III. Ahmet’e taht yolunu açarken, Hasan Hoca’nın vefasız arkadaşı Helvacı İbrahim’e de ikbal kapılarını sonuna kadar aralamıştı.
Onun hızlı yükselişinden Sadrazam Silahtar Ali Paşa’nın rahatsız olduğu söylenirdi. Saraya damat olduktan sonra tüm ipleri elinde toplayan Ali Paşa’nın Avusturya seferindeki Petervaradin savaşında şehit olması, İbrahim’i sarayın gözdesi yapmıştı. Onun elde ettiği yeni makamlarla ilgili o kadar çok bilgi yayılırdı ki, çarşı esnafı bunlardan bazılarını Ürgüplülerin uydurduğunu bile düşünürdü.
Zülali Hasan Hoca, İbrahim Paşa’nın Sadaret Kaymakamı olduğunu kollukçulardan öğrendiğinde nedense sevinememişti. Arkadaşının aradan otuz yıla yakın zaman geçmesine rağmen kendisini hiç arayıp sormaması onu üzmüş, küstürmüştü.
Düğün haberini işte böyle bir halet içinde duydu. İbrahim’in daha İstanbul’un acemisi olduğu günlerde çalıştığı helvacı dükkânında oturmuş namaz saatini beklerken, sarayın emekli Masraf Kâtibi içeri girmişti. Emekli olduktan sonra İstanbul’u terk edip baba ocağına yerleşmiş olan Mustafa Efendi, elinde bir düğün davetiyesi ile çıkagelmişti.
Sadaret Kaymakamı İbrahim Paşa, kendisini saraya aldıran insanı unutmamış, düğününe onu da davet etmişti. İbrahim Paşa, saraya damat oluyor; Padişah’ın Ali Paşa’dan dul kalan kızı Fatma Sultan ile evleniyordu.
Helvacı çırağı İbrahim, yine kendisini hatırlamamış, bu en mutlu gününde can yoldaşını düğününe bile çağırmamıştı…
Zülali Hoca, yılların ötesine dalıp dalıp giderek okuduğu ezandan sonra namazını tamamlayıp tekrar çarşıya döndü. Helvacı dükkânına geldiğinde hararetli sohbet devam ediyordu. Komşu esnaftan da gelenler olmuş, dükkân ağzına kadar dolmuştu. Yaşı seksenlere dayanmış Mustafa Efendi, yol yorgunluğunu üzerinden atmış bir vaziyette Ürgüp’ten haberler veriyordu. Laf aralarında İbrahim Paşa’nın marifetlerini anlatıyor, onun memlekete çok faydalı olacağını söylüyordu. Saray düğününe çağrılması belli ki yaşlı adamı mutlu etmişti.
Zülali Hoca’ya hemen onun yanında yer açtılar.
Söz bir ara Fatma Sultanın ilk düğününe geldi.
“Hatırlar mısınız ne tantanalı gelin alayı olmuştu?”
“Hatırlamam mı, daha kaç yıl oldu ki… ”
“Yedi sekiz yıl oldu herhalde… ”
“Sanki dün gibi. Gelin alayının geçişi az rastlanır bir cümbüş müydü… ”
“Hiç unutmam, o gün Edirnekapı’da bir işim vardı. Sultan’ın çeyizini seyretmeye gelenler sokakları kaplamıştı. Ta Saraçhane’den oraya yürümek zorunda kalmıştım da, neredeyse yarım günde zor gitmiştim.”
“Ben öyle gelin arabası görmedim kardeşim… Gümüş arabadan gözlerim kamaşmıştı. Kim bilir Fatma Sultanımız ne kadar mutluydu…”
“Şaka mı yapıyorsun, beş yaşındaki çocuk mutluluğu ne bilir. Oyun sanmıştır sabi.”
“Ali Paşa, şehit olunca gelinliğini bile anlamadan dul kaldı garip.”
İçeride bulunan emekli bir çuhadar söze girdi:
“Paşa’nın şehadetinde ben oradaydım. Orduda bozulma başlayınca çılgına döndü. Kaçan askerleri durdurmak için dalkılıç düşmana saldırdı. Kahpe kurşun onu alnından vurup, atından düşürdü. Ayağı atın üzengisine takılmış sürükleniyordu. Biz onu kurtarıp bir top arabasına yatırdık. Karlofça yolundan Belgrat’a kaçırırken yolda gözümüzün önünde can verdi. Allah rahmet eylesin… ”
“Ali Paşa’nın, İbrahim Paşamızı kıskandığı ve seferden dönünce onu ortadan kaldıracağı söyleniyordu. Bu söylenti orduda konuşulur muydu?”
“Aslını bilmem emme, biz de benzer şeyler duyardık. Birbirlerini pek sevmezlerdi… ”
Dükkân sahibi helvacı Rıza, konunun buraya kaymasından rahatsız olmuştu:
“Amaan neyse ne! Olan şu ki makamı da, hanımı da İbrahim Paşamıza kaldı… ”
“Doğru doğru, İbrahim Paşamız için bundan sonrası sadrazamlıktır. İnşallah hayır olur, hayır getirir… ”
“Amin, âmiinn…”
Konu konuyu açtı, küçük helvacı dükkânındaki sohbet uzadıkça uzadı. Kalabalık doldu boşaldı. Kısa gün çabuk bitti. Kış akşamında hava erken karardı. Çarşı kepenkleri birer birer indi. Helvacı Rıza, Ürgüp’ten gelen yaşlı misafirini yanına alıp evine doğru yollanırken, Zülali Hoca yatsı namazı için camiye gitti. Namazdan sonra camiyi kapadı, ağzını yüzünü iyice sarıp elindeki kalınca bastona tutunarak merdivenleri dikkatlice indi.
İstanbul, en soğuk kışlarından birini yaşıyordu. Rüzgâr gündüze göre azalmış olmakla birlikte etkili esiyordu. Havada zehir gibi bir soğuk vardı. Yerler takır takır buz tutmuştu. Sert dalgaların sahili döven sesi kulağına kadar geliyordu. Caminin hemen arkasındaki evine değil de Ayasofya’ya doğru uzandı. Yaşına rağmen uzun yolun nasıl tükendiğinin farkına bile varmadı. Aklı hâlâ düğün davetinde kalmıştı. İçine kıskançlık mı, kızgınlık mı çözemediği bir duygu oturmuştu. Yoldan geçenlerin çoğunun verdiği selamı bile duymadan Alay Köşkü’nün önünden geçip Ayasofya’nın arka kapısından içeri girdi. Medresenin küçük bir odasından ışık sızıyordu. Eğilip içeri bakınca İspirizade şeyh Ahmet Efendi ve Mirzazade şeyh Mehmet Efendi’yi küçük bir yer sofrasında otururlarken gördü. Kapıyı yumrukladı. İçeri girdiğinde rüzgâr ince kar tozlarını savurmaya başlamıştı.