Lâle Zamanında İsyan (Vaka-i Patrona Halil) | Ahmet Aziz


“(…) Ahmet Aziz’i ‘Aşkale Yolcusu Kalmasın’la tanıdık. Bu defa ‘Lale Zamanında İsyan – Vak’a-i Patrona Halil’ini okuduk. Gerçeklerin bu dille ortaya konması, okutma adına güzel. Kitap Yalçın Yayınları’ndan. Okursanız, seveceksiniz.”

BURHAN AYERİ
AKŞAM GAZETESİ
13 Mayıs 2011

**

ADIM ADIM İSYAN

“Ahmet Aziz çok tanınmayan bir kalem olsa da yazdıkları her zaman okunmaya değer şeyler olarak görüldü, adı atlanmaması gereken yazarlar arasında anıldı. Yazarın özellikle, İttihat ve Terakki dönemi İstanbul’unu ve bu dönemin yöneticilerinin oluşturduğu siyasi ortamı anlattığı Triumvira’sı bu bağlamda öne çıkarılabilecek güzel bir örnek. Roman, önemli isimlerden olumlu eleştiriler de almıştı.

Aşkale Yolcusu Kalmasın ve Triumvira’yla birlikte bugüne dek iki roman kaleme alan Aziz, bu ikisinde de tarihi bir dönemi her şeyiyle okura yansıtmış, aynı zamanda anlattığı dönemlerin siyasi atmosferini de pas geçmemişti. Hatta, asıl olarak dönemlerin siyasi atmosferine odaklanmıştı.

“Ahmet Aziz şimdi yeni bir roman daha yazdı: Lale Zamanında İsyan. Bu da diğerleri gibi tarihten önemli bir kesiti ele alıyor, fakat yazar bu kez, diğer romanlarına göre yakın tarihten biraz uzaklaşıyor. Bizi kolumuzdan tutup Lale Devri’nin o şaşaalı günlerine götürüyor. Ancak, Ahmet Aziz’den Lale Devri’ni sadece anılan yüzüyle, yani debdebesiyle anlatmasını bekleyemeyiz tabii. Devrin siyasi atmosferi, halkın yaşayışı ve Osmanlı İmparatorluğu’nda bir dönem kapatan Patrona Halil İsyanı’nın perde arkasıyla incelikli işlenmiş, çok gözlü bir romanın içine sokuyor bizi Ahmet Aziz Lale Zamanında İsyan’la.

“Bilindiği gibi Lâle Devri, Osmanlı İmparatorluğu’nun en ünlü, bununla birlikte en çok tartışılan dönemlerinden biri. Ahmet Aziz de bu döneme kendince bir bakış getiriyor romanda. Aslında kendince olmaktan öte yazarın bakışı. ‘Nesnelliğin’ sınırlarında ‘öznelliğin’ peşine düşüyor. Tarihi gerçeklerin, şahsiyetlerin, olayların kelimelerle resmini çiziyor bize. Ahmet Aziz’in, diğer romanlarında olduğu gibi burada da ‘tarihsel roman’ değil, ‘tarih konulu roman’ kaleme almaya çalıştığı açıkça göze çarpıyor.

“Osmanlı İmparatorluğu’nun Pasarofça Antlaşması’nı imzaladıktan sonra, 1718 ve 1730 arasında yaşanan Lâle Devri, ‘Patrona Halil İsyanı’yla son bulmuştu. Lâle Zamanında İsyan’da, romanın adından anlaşılacağı gibi bu devrin şatafatından çok isyana ve halkı isyana sürükleyen nedenlere odaklanıyor. Halkın bu isyana gidiş yolunda ise çok önemli bazı noktalar öne çıkıyor. Öncelikle, devrin sadece belirli bir kesime Lâle kokuları duyurması, isyanın odak noktasında yer alıyor. İnsanların parasızlıktan kuru ekmeğe muhtaç olduğu bir çağda yaşanan bu israf ve şatafat, halkı isyan noktasına getiren en önemli nedenlerden biri olarak dikkat çekiyor. Avam tabirle Lâle Devri’ni sona erdiren Patrona Halil İsyanı’nı, klasik bir ‘biri yer biri bakar’ davası olarak görebiliriz, ancak durum tabii ki bunun çok ötesinde. Bu ötelerde gezinen nedenler de yine romanın içinde bir bir karşımıza çıkıyor.

“O devir insanının düşünce yapısına ‘ters’ gelen bazı durumlar da on iki yıl boyunca dikilen tüm lâleleri yerinden koparan fırtınanın fitilini ateşleyen önemli olaylar arasında yer almış. Batı kültürüne kapılarını yeni yeni açan bir toplum var o dönemde karşımızda. Her ne kadar ‘kaymak tabaka’ bu kültürü yavaştan içine sindirmeye başlayıp –kendilerince– onlar gibi yaşamaya adım attıysa da halk adına bunu söylemek için henüz çok erken. Ahmet Aziz de bunu görüp isyanın nedenleri arasında yer alan unsurların içinde vurgulamış. Romana, kıyısından dahil olan bir karakterine söylettiği şu cümleler bunun ispatı aslında: ‘Frengistan’ı çok sevdiler. Bu işler şeytanın tuzakları. Her tarafı lâle bahçesi edip, cümle haneleri meyhaneye çevirdiler, fuhşiyat aldı başını gidiyor. Bu günahlar yakacak onları.’  (s. 33) Sadece, ‘Frengistan’ı çok sevdiler’ cümlesi bile yeterli aslında halkın Lâle Devri’nde yaşanan şatafatın nasıl algıladığını.

“Bunun yanında, tarihsel bir gerçek olarak isyanın, bazı tarih kitaplarında –nedense– üstüne basa basa vurgulandığı gibi sadece Patrona Halil adlı bir tellak parçasından ibaret olmayıp gerçek bir halk hareketi olduğunu da öğreniyoruz. Bu da Lâle Devri’nin ve o dönemde yaşanan ‘gerçekleri’ anlayabilmek adına önemli bir nokta kanımca; çünkü salt kuru tarihle övünmenin şahlanışa geçtiği ‘tehlikeli’ günlerde, bir romandan objektif bir bakış yakalamak, tarih algısının ancak ‘gerçekle’ varlığını sürdürebileceğini tekrar gözler önüne seriyor.

“Ahmet Aziz Lâle Zamanında İsyan’da dönemin gerçeklerine ve tarih anlatan herkesin yapmak zorunda olduğu gibi objektifliğe sıkı sıkıya bağlı kalıyor. Yazar romanda tarihi gerçeklerden uzaklaşmamak adına ‘Tanrı anlatıcı’ kimliğiyle bakışını dönemin insanları üzerinde dolaştırıyor. Yazarın bu bakışı önemli; çünkü tek taraflı değil. Halka da, saraya da, dönemin zenginlerine de ulaşıyor bu bakış. Devrin her yönüyle bir resmini çiziyor bize yazar. Yani, Lâle Devri’ni Lâle Devri gibi yaşayanlar ve halk yazarın çizdiği bu portrenin vazgeçilmez parçalarını oluşturuyor. Diğer unsurları ise dönemin yerel motifleri tamamlıyor. Arka fonda yer alan İstanbul manzaralarından insanların giydikleri kıyafetlere kadar her şey, bu atmosfere hizmet etmek amacıyla yerleştirilmiş romanın içine. Ortam yaratmadaki ustalığını diğer romanlarında da gördüğümüz yazar, burada da en önemli özelliğini yetkin bir biçimde sergiliyor. Bu bağlamda ‘tasvir’ kelimesinin, Ahmet Aziz’in kişisel sözlüğündeki yerine de değinmek gerekir. Yazarın roman anlayışında önemli bir noktayı işaret ediyor bu kelime. Aziz, anlattığı dönemleri kanlı canlı önümüze serebilmek adına romanlarında tasvire büyük önem veriyor.

“Tüm bunları nasıl anlattığına, yani dili nasıl kullandığına geldiğimizde ise yazarın diğer romanlarından da yabancısı olmadığımız bir anlayış karşımıza çıkıyor. Yabancısı olmadığımız, ancak Lâle Devri’ne özel, okuyanı devrin atmosferine daha yaklaştıracak bir dil. Osmanlıca kelimeleri anlattığı hikâyelere güzel yediren, yerli yerinde kullanmasını bilen bir kalem Ahmet Aziz.

“(…) Tüm bunları bir kenara bırakırsak Lâle Zamanında İsyan, anlattığı dönemi her yönüyle, en önemlisi de ruhuyla kavrayan bir roman. Bu bağlamda romanda dönemin ünlü şahsiyetlerinin de adeta bir resmi geçidini görüyoruz. Bu da yazarın, dönemin atmosferini mümkün olduğunca iyi yansıtabilmek adına kalemine taşıdığı bir unsur. Kurmaca karakterlerinin yanına eklediği gerçek kişilerle hem romanını renklendiriyor Ahmet Aziz, hem de zaten önemli bir gerçekliği yansıtan sayfalarını, daha sahici sulara doğru yüzdürüyor. Lâle Devri’nin sembol isimlerinden divan şairi Nedîm, beş padişah görmüş ünlü besteci Itrî ve 1719’da ilk matbaayı kuran İbrahim Müteferrika romanın sayfalarında dolaşan gerçek karakterlerden bazıları. Tabii devrin padişahı III. Ahmet ve sadrazamı Damat İbrahim Paşa’yı da unutmadan ekleyelim bu isimlerin arasına. ‘Dönemin Ruhu’ da diyebileceğimiz şair Nedîm ise bu romanın her satırında hissediliyor.”

ERAY AK
CUMHURİYET KİTAP
Sayı: 1112, Sayfa: 14
9 Haziran 2011

**

LÂLE ZAMANINDA İSYAN
(VAK’A-İ PATRONA HALİL)

“Manaya kuvvet katan bir üslup dehası olan Ahmet Aziz’i, ‘İttihat ve Terakki’ dönemini anlatan ve en kestirme tabirle ‘üçlü yönetim, güçlü yönetim’ anlamına gelen Triumvira nam romanıyla tanıdım. O kitabını okumamdan itibaren de kendisinin kabiliyetli kalemine hayranımdır. Bu sayıda size, Lâle Zamanında İsyan (Vak’a-i Patrona Halil)’ı tanıtacağım. Daha doğrusu, Ahmet Aziz bizzat kendisi tanıtacak bu romanını… Ben sadece kitaptan seçtiğim teshirli tasvirlere yol vereceğim, o kadar!

“(…) Özce, son sözüm hem edebi zevk almak hem de tarihimizin bir kesiti hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenleredir: Bu eser için, kütüphanenizin göz hizasında/el altında olan bir rafında yer ayırmanızı tavsiye ederim, çünkü, okunup bir kenara bırakılacak türden bir roman değil Lâle Zamanında İsyan!.. Ben mesela, eseri bir gecede yutarcasına ve heyecanla okudum; ama inanın, kitabın kapağını kapamaya henüz elim varmıyor!”

KEMAL KIRAR
BİLİM VE ÜTOPYA
(aylık bilim, kültür ve politika dergisi)
Sayı: 205, Yıl: 17, Sayfa: 91
Temmuz 2011

**

LÂLE ZAMANINDA İSYAN
(VAK’A-İ PATRONA HALİL)

“Ahmet Aziz, tarihsel romanlarıyla tanınan bir yazarımızdır.
“(…) ‘Lale Zamanında İsyan’ dokuz bölümden oluşuyor. Yazar, bizi Lale Devri’ne, 1730’lu yılların İstanbul’una götürüyor.
“(…) Romanın en önemli özelliği, yaşanan olayların geçtiği zamanı yansıtmasıdır.
“(…) Yazar, Ahmet Aziz, ‘Lale Zamanında İsyan’ adlı romanında, o dönemde yaşanan olayları başarıyla anlatıyor. O zamanın dilini kullanarak, olayların geçtiği yerleri, kişileri betimlerken de başarılı oluyor. Tarihsel roman sevenlerin, tarihe ilgi duyanların, bu romanı severek okuyacakları bir gerçektir.”

HASAN AKARSU
BERFİN BAHAR
(aylık kültür, sanat ve edebiyat dergisi)
Sayı: 171, Yıl: 18, Sayfa: 73
Mayıs 2012

***

1. Bölüm

Deli Şakşaki,
Baltacı ile Katerina’yı Anlatıyor,
Ahali Şehvet İhtiyacını Gideriyor.

Şehr-i şehir-i İstanbul’u(1) kol gezen Macar’dan Müslüman olmuş kötü isimli çöplük subaşısı ve Rumeli leventlerinden dört nefer, kâfir kıran bir tavır ile mahalleye destursuz girdiler. Çöp çıkaranın, kürek cezası korkusu ile gene aklı gitti, gene içinde kıyamet koptu.

Yere dizüstü çökerken, başındaki siyah takke,(2) güneşin nuruyla kurumaya başlamış manda bokunun üzerine düştü. Her defasında böyle olurdu, bu âdemlerin rüzgârı onu hep ürkütürdü.

Takkesi, manda boku ve toprağa bulandı. Çöplük subaşısının, defalarca geğirdikten sonra yaptığı ihtar olmasa, manda boku yerine, çöp küfesinin içine takkesini atacaktı. Karşısında Azrail bekliyordu. Avcının eline düşmüş av gibiydi, halleri perişan idi. Aceleyle takkeyi başına yerleştirdi; bir yılan, bir çıyan gibi sürünüp kendini helak ederek durmayıp işledi, devamlı çalışarak manda boku öbeklerini top yekûn tamam ve tertemiz etti, o kısmı gülistana çevirdi.

Yerden doğrulup küfesini arkasına astı, o mahalde sakin olan Müslümanların yaşadığı fevkânî ve tahtânî hanelere, gözünün yetiştiği yerlere; “Çöp çıkaran, çöp çıkaran,” diye bağırarak ilerliyordu ki, bir saka beygiri, tahammülünü, takatini sınarmış gibi sükûn ve huzur içinde ihtiyaç gidermeye, pisliklerini yerlere saçmaya başladı.

Ermeni kul taifesi olarak doğduğuna ve baht u şansına bir defa daha lanet etti. “Ey Rabbim, bütün âlemlerin Rabbi, bana imdat eyle,” diye yakardı. Çöplük subaşısının halife-i ruy-u zemin(3) adına kontrol ettiği bu mahalleden bir an önce tebdil-i mekân etmek için saka beygirinin pisliklerini temizlemeye başladı.

İçerideki sıkıntılı görüşme meclisini terk etmiş iki ilmiye kıyafetli taze delikanlı, kahvehanenin önünde ayaküstü, Marifet-ül Hadis ile Kitab-ül İlel adındaki te’lifatı(4) yer yer vaaza, kısım kısım nasihate kaçan sözler sarf ederek, kimi zaman yükselen, kimi zaman küçülen sesleriyle tefsir eyliyorlardı.

Hakikat şudur ki, aralarında öncesi olan bir ihtilaf vardı. İhtilafın asıl sebebi ise, bu iki kitap değil, Muhyiddin-i Arabî’nin Füsus-ül Hikem’iydi. İkisi de, hem Kamus-i Ara-bî, hem de Kamus-i Osmanî’ye kat’i ve kesin olarak hâkimdiler, ilmi ehliyet sahibiydiler.

Konuşmalarının harareti bazen öyle seviyelere varıyordu ki, birbirlerinin cüppelerini ve şalvarlarını çekiştirdikleri de oluyordu. Hele daha taze olanı, bir ara o derece heyecana geldi ki, başındaki sarığı çıkarıp ağzına götürdü, tam ısırmak üzereydi, yaptığının farkına varıp utandı.

En ateşli bir anda, iki taze delikanlının yanına yalın ayak, baldırı çıplak, sine üryan hane berduş birisi gelip, kale muhafızı gibi dikildi. Beygir pisliğini temizleyen çöp çıkaran ile hadd ü hesaba gelmeyen, perdesi yırtılmış sözler kullanarak sair geleceğini ve sair geçmişini de katıp, herkese duyurur bir sesle alay etmeye başladı.

Duyguları kapanmış bu fukara-i Müslimîn hadsiz bir cehalet içinde idi. Bedeninde iskân eden kibirli ruh, onu bir hayvanat-ı vahşiye döndürmüştü.

Yenibahçe’den Nevbahar’a, Sakızağacı’ndan Sarmaşık’a, Kâğıthane mesiresinden Mercan Mahallesi’ne, ta Balat İskelesi’nden Silivri kapısına kadar her yerde tanınan yarık dudaklı bu eski kalyoncu levent, imparatorluğun taht şehri Der-Saadet’te(5) Deli Şakşaki diye şan almış, şöhret kazanmış, geceleri fenersiz gezen biriydi.

Kâfiristan ülkelerinden, nice kâfir gemilerinden ele geçirdiği ganimetlerini ve cümle akçesini,   nam u nişanı hiç de iyi olmayan tersane haytaları, kalyoncu itleri, deniz eşkıyaları ile meclis-i işrette yiyip bitirmişti. Aslan sütünden, tarçın rakısına, erguvan şarabından, hummaza, papazkarasına, müsellese kadar denemediği, demlenmediği içki kalmamıştı. Hepsinin ayrı ayrı keyfini çıkartmıştı.

Yalnızca çapulcu taifesine değil, fuhuş ile fücur ile meşgul olan muzır avratlara da akçelerini, çil çil Venedik altınlarını, dinarlarını ve dirhemlerini saçmış, ganimetlerini Karun malıymış gibi izzet ikram etmişti. Her ehl-i İslam tarafından pek bilinmeyen gizli hanelerde, kaymakçı ve bozacı dükkânlarında, mebzul miktarda dilber-i müstesna muzır avrat ile düşüp kalkmıştı. Tabii ki, dünyayı terk etmek üzere olan bu yaşlı ve zayıf pir-i faninin tercüme-i hâline afyon tiryakisi olduğunu da eklemek lazım gelir.

Firkate, işkampaviya, kadırga, baştarda, kalyon ve galyotlarda, ne tarafa sefer olsa palamar bağlayıp kanca atmış, yelken açıp kapamış, bütün gençliğini, coşup taştığı denizlerde tüketmişti. Ateşten geçmiş biridir o.

Eskiden, ağızdan ağza hep nakledilirdi yaptıkları. Küffar ile her çarpışmada vücut azaları yara bere içinde kalmış, her vuruşmada endamı biraz daha bozulmuş, çehresi ucube-i hilkate dönüp bu ürpertici hâli almıştı. Pek tabiidir ki, kılıç nereye çarparsa orayı keser.

Onun top patlatan, tüfek atan din ve âhiret kardeşleri, bütün birader-i manevisi, şimdi ya hayat-ı dünyeviyeden el çekmiş yaşlı birer zat olarak tövbe edip yalnızlığa çekilmişlerdir ya da sessiz mezâristânlarında gömülüdürler.

Çok yıllar var ki, ona eski zaman tarihinden kalmış bir âdem diye bakıyorlar her yerde, artık o, emir ferman dinlemez makbul bir mahalle eğlencesi olmuştur. Gene fena tabiatlıdır, gene huyu kötüdür, gene vicdanı çalışmaz, ruhunda ve kalbinde ışık yoktur gene, ama bu dakikadan sonra hiç kimse, hiçbir ehl-i ırz korkmaz ondan.

Bu dünya meydanında yaşına yaş eklendikçe, hakikatler ile müsademe eden zihni iyice per perişan olmuş, kafasının içinde zerre kadar akıl kalmamış, deliliği derece derece artmıştı.

Kadı efendi huzuruna defalarca çıkmasına rağmen ciddiye alınmıyor, mahkeme-i şer’iyye tarafından hemen serbest bırakılıyordu, netice olarak deli sözü, onun ismine gerçekten oturuyordu artık.

“Kıyamet günü gelmiştir. İsrafil’in Sur’u üfürmesine az kalmıştır!” diye kahvehaneye doğru bağırdı Deli Şakşaki, dünyanın direğine küfretmeye başladı.

Hiddetliydi, hararetliydi, öfkeden titriyordu. Boş lakırdıları, manası olmayan sözleri birbirinin içine geçirip sıralıyordu.

Beygir pisliği temizleyen çöp çıkaran ile irtibatını tamamen kesmiş, şimdi sıra, kafasının içinde pusuda bekleyen olayların müzakere safhasına gelmişti:

“Lanetlenmiş mel’unlar, İslamiyet’i inkâr eden kâfirler!” diyerek bağırtısını artırdı kahvehanenin içindekileri kastederek.

Bu derece tehdit edici, kışkırtıcı, edep ve terbiye harici sözleri, mazinin gururu Deli Şakşaki değil de bir başkası etse, dehşet kendisini gösterirdi. Kahvehanede bulunanların belki hepsi değil, ama en azından mühim bir kısmı dışarıya çıkıp, o âdemi, aman bile dilese kılıçtan geçirmek, hançerlemek, oka tutmak için yarış ederdi.

Bunun sebebini biraz aydınlatmak icap eder. Ulemadan Hacı Tahsin Efendinin ifadesine göre, bu mahalle reayasının neredeyse tamamı Arnavut vilayetindendir. Hacı Tahsin Efendiye herkes inanır, nice tarihler okuyup, ilmini kitap sayfalarına kaydetmiş birisidir o. Tefsirci, hadisçi ve tarihçi bir kimsedir. Sadrazam Damat İbrahim Paşaya yılda iki kaside verir, bayramlarda çuha kumaş, her altı ayda bin akçe alır, geçinip gider.

Deli Şakşaki davet etmese de, kahvehane ahalisi zaten dışarıya çıkacaktı, böyle bir şenlik kaçmazdı.

Çarşı ve bedestende ticaret durmuş, bakkallarda ve attarlarda ve bezzazlardaki hiçbir mal yerinden kıpırdamaz olmuştu. Beyler, paşalar ve vükela ve vüzera haricinde kalan herkes, san’at, zanaat ve dahi ticaret erbabı işsizdi. Kalyonlar limandan çıkmıyordu. Madenlerin işlemez, topların dökülmez olduğu böylesi kara günlerde; mahalleye hüner gösteren hokkabazlar, şöhretli köçekler gelmiş de, binbir gece âlemlerinden birini yaşayacaklarmış gibi sevindiler. Sanki az sonra nakkareler, zurnalar, tef ve dümbelekler ve sair âlât çalınıp, kukla oynayacak, saz ve söz birbirine girecekti. İsmiyle cismiyle, dertlerinin şifası bir divane duruyordu dışarıda.

Deli Şakşaki, bir anda mahalleye bir parıltı, bir parlaklık katmıştı. Daha ezanın okunmasına çok zaman vardı, namaza kadar hoş bir eğlence çıkmıştı.

O diyarda sakin olanlardan sadece üç âdem kişi Deli Şakşaki’nin varlığından rahatsız oldu; “Lâhavle ve lâkuvvete illâ bilâhil aliyyyil azim,”(6) diyerek, biri kenef tarafına, imam ile diğeri camiye doğru yürüdü. Onların ardından iki medrese talebesi de, kendilerine tembih olunmadan terk etti orayı.

Sokağa çıkan kalabalık, Deli Şakşaki’ye icabet etti. Deli Şakşaki, etrafına öbek olmuş ahaliyi ecnebi nazarlar ile süzdü, sırları bilen bir insan havasına büründü. Bakışları, onu tanımayan her taifeyi korkuturdu.

Her zamanki gibi fazla vakit geçirmeden hudut-u memaliğin dışına çıktı, gene kendi dünya maceralarını ezberindeki hamasiyyata buladı, teferruatlı kahramanlık destanlarını aynı kelimeler ile anlatmaya başladı. İlmi irfanı kıt, tahsili olmayan, mektep ve medrese önünden bile geçmemiş bir ümmi olmasına rağmen, ifadatı bazen çok güzel oluyordu. Arakiyyesini(7) zaman zaman başından çıkarıyor, çıplak sinesine bastırıyor, dizlerine vurarak:

“Zalimler hep mahvolmuştur. Pek çok mahlûkat gibi, siz de aynı akıbete uğrayacaksınız. Sabit bir hakikattir bu.” Kolay konuşuyor, gene fazla söz söylüyor, fakat yeni söz söylemiyordu.

Etrafındakiler de her sefer yaptıkları gibi, mevzuu aynı havai şeylere getirdiler, sualleri gene aynı şeytani fikirler ile doluydu.

Yaşını başını almış, kızıl derecesinde kalın bıyıklı Cortu Himmet:

“Diğer bahse gelince,” diye girdi Deli Şakşaki’nin sözünün arasına. “Baltacı Mehmet Paşa, Rus Katerina’yı şey etti mi? Yani hâk ile yeksan etti mi? O hadisat doğru mudur? Bize bu bahis üzerine cüz’i bir malumat verir misin?” Bu sual her defasında da orada bulunanların şehvet ihtiyacını ruhen ve kalben giderirdi. Gene aynısı oldu.

Deli Şakşaki’nin tarz u tavırlarından, sözlerinin intizam ve insicamının bozulmasına pek ziyade kızdığı anlaşılıyordu, ama sohbete yanaşmak için bir şey söylemedi. Yalnızca her iki bacağını da hızlı hızlı salladı. Bacakları sallandığı sürece, çuka şalvarı dalgalanıp durdu. Kadırga Limanı’nda bahçıvanlık yapan Cortu Himmet’in sualine cevap verirken, sağ eliyle Trablus kuşağındaki hançerin sapını tuttu, sol elini havaya kaldırıp:

“Baltacı Mehmet Paşa haindir. Doğru yolu bırakmış sefil biridir. Emanete hıyanet etmiştir, sonunda da hâli perişan olmuştur.” dedi.

“Rus Katerina Osmanlı’ya mı emanetti?”

“Hayır, o delinin karısı bize niye emanet olsun ki!”

“Hangi delinin?”

“Deli Petro.”

Helvacı Habib Çelebi, çitari entarisinin tozlarını silkelermiş gibi yaptı, hırkasını düzeltirken:

“Mevzudan uzaklaşılıyor. Geri dönelim. Baltacı hangi emanete hıyanet etti?”

Deli Şakşaki, kederli ve sıkıntılı:

“Baltacı Mehmet Paşa Osmanlı’ya ihanet etmiştir. Prut’ta Rus velet-i zinalarına karşı kazandığımız savaşı,  Katerina’ya hediye etmiştir. Kâinat uyurken Katerina, elinde bir gül ile çadıra girip, anadan üryan soyunmuş, Baltacı Paşayı dört başı mamur bir aşk ateşi ile güneş doğuncaya kadar yakıp, işi tamam etmiştir. Paşa Katerina’yı, o avrat da Osmanlı’yı halletmiştir. Baltacı Mehmet Paşa Âl-i Osman’ın tahtını berbat etmiştir.”

O ana kadar konuşmaları sessiz ve sakin dinleyen bir mahalleli:

“Söylenenlere göre, o gece Baltacı Mehmet Paşanın çadırından diğer çadırlara, katre-i nur yağıyormuş. Kâinatın uyuduğu falan da yokmuş, civardaki her bir yeniçeri, göremeseler de, gecenin sessizliğinde çadırlarında levendane oturup, Baltacı Mehmet Paşanın çadırından yayılan seslere kulak kabartmışlar hep. Baltacı ile Katerina, birbirlerinden dudak dudağa buseler alıp verirlerken, gerdan gerdana, göbek göbeğe birbirlerine sarılıp, yatağın bir ucundan diğer ucuna savrulurlarken; yeniçerilerin yürekleri yanmış, zinde ve cevval vücutları harap olmuş, bayılıp bayılıp ayılmışlar, her bir levendin bünyesi yorgun düşmüş. Ancak güneş doğup, horozlar ötmeye başlayınca iş bitmiş, olayın bütün tarafları o vakit sükûnet bulmuşlar. Fokur fokur kaynamış o gece çadırlar. Bir de diyorlar ki; değil Baltacı Mehmet Paşa, Mecnun bile dayanamaz, Leyla’yı bırakıp, Katerina’nın peşinde dolaşmaya başlardı. Doğru mu bütün bu söylenenler? Sen bu savaşa katılmış birisin, bilirsin bütün bu olan biteni.” diye söze girdi.

Deli Şakşaki:

“Katerina mesleğinde meşhur biridir. Akça pakça, yay kaşlı, süzgün gözlü, nokta ağızlı, sırma saçlı, hem olgun hem dolgun, her tarafı oynayan halisü’l ayar pür-marifet bir hatundur. Cana sefa, cihana cila veren bir huri, cennetten bir dilber, gözlere tesir eden müebbet bir güzelliktir o. O zamanlar yeniçeri arasında bir rivayat, bir hikâyat dolaşıyordu, o gece uyuyan kâinatı ışıl ışıl aydınlatan onun billûr vücudu imiş. O gece ben de uyuyamadım, ben de gördüm Baltacı’nın çadırından etrafa saçılan ışığı. Oradan gelen inleme seslerini ben de dinledim. Kalbim sekteye uğradı. İkisiyle beraber sabaha kadar çadır bile inledi. Anlatılanlar hep doğrudur, kimse inkâr eyleyemez, hepsi hakikattir.” diye tasdik etti.

Mahalleli bütün sualleri, Deli Şakşaki’nin daha önce hem bütün İstanbul’da, hem de burada defalarca anlattıklarından derleyip derleyip, kendisine yöneltiyorlardı.

At hamalları taifesinden Kıllı Mürteza:

“Kusurlu çıkmış galiba!” diye beyanda bulunarak araya girdi.

“Şimdi bu da laf mı? Tabii ki kusurlu çıkacak. Sanki karşısına ilk çıkan âdem Baltacı Mehmet… Bir kere kocası var, Deli Petro… Öncesinde, geniş bir hudut içinde sürüsüyle kâfir herif var…”

“Fukaraya iftira edilmiş olmasın!” dedi birkaç kul ile ittifak eden biri.

Deli Şakşaki:

“Katerina’ya mı?” diye yavaş bir ses ile sordu. Bakışları da sorgulayıcı oldu.

“Bana ne âlemin gâvurundan, Baltacı Mehmet Paşadan bahsediyorum ben.”

Deli Şakşaki, hafiften esmeye başlayan rüzgâra yüzünü dönüp derin derin nefes aldı. Rüzgâr yüzünü yaladı. Yüz çizgileri gülümsedi:

“Baltacı Mehmet Paşa, namahrem ile tef ve tambur çalıp oynamadı orada, bir kızın bekâretini de izale etmedi. Kazandığımız bir savaşı sattı. Veba illeti bile, bu derece zarar veremezdi bize. Cihada memur olunmuş kullarız biz. Savaşı satmasaydı, Rus kâfirleri ile aramızda sulh vaki olmasaydı, ne Çar vardı şimdi, ne de Rusya. Bütün o gâvuristan, hepten cümlemizin olacaktı. Rusya, İstanbul’a dâhil oldukta, siz şimdi burada böyle sürünmeyecektiniz, açlıktan nefesiniz kokmayacaktı. Bulgur çorbasına talim etmek yerine, her gün ıstakoz salatası, uskumru dolması, yahni, kalye, kapuska yiyecektiniz, Göksu’ya şerbet, Çubuklu’ya nardenk, Çamlıca’ya kahve içmeye gidecektiniz. Neşe ve keyifle geçecekti günleriniz. Kiminiz koçu ile Eyüp’ü, Fındıklı’yı, Galata’yı; kiminiz dört atlı gerdûne ile Atmeydanı’nı(8) dolaşacaktınız. Zevraklarla, hanım iğnesi kayıklarla bazen Beşiktaş’ta, bazen Ortaköy’de, kimi zaman da Sarıyer ya da Beykoz’da dolunay zamanı mehtaba çıkacaktınız. Bir ferman ile her birinizin sürekli meclis kuracağı, seyrine kurban olacağınız bir ya da birkaç Katerina’nız, gece olsun gündüz olsun, zevciyat muamelesine gireceğiniz, sine-i billûrunda uyuyacağınız sudan ucuz Rus bakire köleleriniz olacaktı. Hepiniz ıtr-ı şâhîler sürünmüş Rus avratların menzilinde oturacaktınız, meşru olmayan fiiller için diğer mahallelerde gezmeyecektiniz. Kimsenin aklından, hanelere hıyanet ve zina kastı için girmek geçmeyecekti. Bu leke Baltacı Paşaya sürülmüştür, temizlenemez artık. Bakın işte, o zamandan beri fetih ezanı okunuyor mu?” Sustu, suratlara teker teker bakıp, ahalinin her hâllerini teftiş etmeye başladı.

Kim bilir kaç kez, cümle cümle, satır satır aynı şeyleri dinlemelerine rağmen, kiminin ağzı tam, kiminin yarım olarak açıktı, ama galiba kimsenin salyası henüz akmıyordu.

Deli Şakşaki’nin konuşması hepsine aynı harareti vermişti. Hepsinin vücudu tere batmıştı. Gene her birinin üzerinde tesirli olmuş, her birini ele geçirmişti gene. Rabbin hikmeti işte, onun şan ve şöhreti böyle artıyordu.

Deli Şakşaki’nin etrafında toplananlar büyük bir lütfe mazhar olup, gaza malı ile ganimetlenmiş gibi oldular. Bu bedava orta oyunu ile hepsi bolluğa kavuştu, gene putperest kâfirlerin nicesini cehenneme gönderip, ganimete doydular. Zafer kutlamalarından sonra, Sa’dâbâd’da raks eden güzellerin alnına para yapıştırdılar, santur ve rebabın sesine karışan ney inlemeleri, kıvrım kıvrım kıvılcımlanıp göklere yükseldi. Hayalleri gül, sümbül, karanfil ve lâle ile süslendi. Çerağan eğlencelerine, helva sohbetlerine katıldılar, biniş gezintilerine çıktılar, mehtap seyri içlerini eritti. Başka diyarda olur mu bilmem, ama Osmanoğlu’ nun bu taht merkezinde Deli Şakşaki hastalıklara ilaç oluyordu.

Çöplük subaşısı ve bedeni idmanlı pür-silah leventleri, mahallenin çıkmaz sokağına kadar gidip, köşe bucak kontrollerini bitirmiş geri dönerlerken, Deli Şakşaki’yi ve etrafını saran cemiyeti gördüler. Kalabalığa beş arşın kadar yaklaştıklarında, çöplük subaşısı:

“Hey gafil ümmet, bir mahalle insan, niye birlikte durursuz? Şeytanın aldattığı, aslı nesebi belli değil delileri niye dinlersiz? Müspet malumattan habersiz cahil bir heriftir bu; ne dünü bilir, ne yarını görür, fesat çıkarır, fikirleri galeyana getirir, haddinden ziyade uydurulmuş yalanlar söyler hep. İnsanla büyümüş olsa dahi, ilacı olmayan bir illeti var herifin, adı üstünde, deli. Dağılın, muhabbet yeri mi burası? Her kim muhalefet ve inat ederse defterini dürerim.” diye bağırdı ortalık yere. Sesi donuktu, lafları dolu doluydu, belayı tırnaklıyordu. Mağrurdu, firavunlaşmıştı. Buyruğuna boyun eğilmezse, dalkılıç aralarına girecekti sanki.

Çöplük subaşısının sesi ve sözü hepsinin üstünde aynı tesiri yaratarak dolaştı. Deli Şakşaki haricinde kalan herkes, el bağlayıp ona itaat etti, abdest tazeleyip, namazlarını kılmak üzere, ruhsuz birer vücut olarak camiye yöneldiler. Bir dakika bile eğlenmediler, insan değil gölge gibiydiler. Çöplük subaşısının üzerine varıp sual eylemek bir yana, zararın def’i için neredeyse kimi elini öpecek, kimi ayağına saldıracaktı.

Hımhım Mehemmed, Cortu Himmet, Şişman Kasım, Pir Hüseyin, Kıllı Mürteza, Razgradlı Sinan, Helvacı Habib Çelebi, Resmi Efendi… Hepsi aynı durumdaydılar, ama hepsi… Eridi, tîz elden yok oldu oradaki cümle cihan. Hiçbiri emniyetinden emin değildi. Çöplük subaşısının saltanat ve haşmeti, azamet-i kudreti, hararet ve kuvveti yüreklerini tutuşturmuştu. Karşılarında duran âdem, nizama düzen veren gayet mühim biriydi, resmîyâtta mahveden bir eldi.

Çöplük subaşısı, işin esrarı olarak sonsöz hükmünde şunları beyan etti:

“Cümleniz söyleşip, bir mahalleden diğerine gaflet içinde gidip gelmeyin, bahçe ve bostanlarda dolaşmayın, kayıkçılara, mavnacılara bulaşmayın! Herkes kendi işiyle meşgul olsun. İstanbul’un haşaratları çoğaldı.” Sürat içinde orayı terk ederlerken,  bu ince manalı tembihi ancak birkaçı duyabildi.

Sokak, âdem deryasından boşaldıktan sonra, çöplük subaşısı ve leventleri ile Deli Şakşaki’ye kaldı. Söz bitmişti. Çöplük subaşısı ve Deli Şakşaki birbirlerinin nice yerlerine bakmaya başladılar. Hiç ses çıkarmıyorlar, hiçbir harekette bulunmuyorlardı, yalnızca biri diğerine, ruhunu teslim alacakmış, gaza edecekmiş gibi ekşi bir yüz ile bakıyordu. Bu bakışmalar, ikisinin de gönlünü simsiyah yapmıştı, her ikisinin de asla ve kat’a konuşmaya kudreti kalmamıştı.

Aralarındaki mesafe sadece üç arşın kadardı. Fakat çöplük subaşısının gözleri, kısa bir an belli belirsiz cihangirlerinden tarafa kaydı, sanki maksadı o idi ki, mühimmat ve levazımat kontrolü yapıyordu. Deli Şakşaki’nin belindeki Trablus kuşakta yalnızca bir hançer vardı, ama ondan gayrı, asıl olarak pazı kuvveti ve meczup şekli ile çöplük subaşısının karşısına dikilmişti. Birbirlerine bakışları öyle aman vermez hâle geldi ki, biri diğerinin katline hüküm vermiş gibiydi,  büyük bir cenk edecekler, birinden biri ecel şerbetini içecekti. Acem cinine dönmüşlerdi, onların kıyamet günü bugündü. Hakikat teferruattadır, ama bu tecrübatımla bu dil bunu anlatamaz, öyle bir şey oldu ki, birbirlerini berbat etmek isteyen bu iki âdem bir anda barış yaptı. Tılsım-ı kâinat bu olsa gerek.

Çöplük subaşısının iri ve kalın bıyıkları hafiften titredi, derin bir nefes alıp, belli belirsiz gülümsedi, huyu yumuşadı, dili tatlı oldu:

“Sana kılıç çekmeyeceğim, yaşın başın var. Dilini ağzının içinde sakla, sukutu öğren. Seni Cenâb-ı Hak ıslah eylesin. Yürü git yoluna!” dedi ve sözü bıraktı.

Doğru söz bu değildi belki, ama Deli Şakşaki yürüyüp yoluna gitti. Kim bilir, belki de Deli Şakşaki, payına düşecek olan şiddetin hisse ve derecesinin tam da o dakikada idrakine varmıştı. Naklettiğim gibi, bunu da kimse bilemez.

Günün son kontrolünü yapmak üzere Macar’dan Müslüman çöplük subaşısı ve dört Rumeli levent de, Molla Kasım Mahallesi’ne doğru yol aldılar. Seyit Hüsrev Mahallesi’ndeki çöpleri ortadan kaldırmaya gitmiş olan çöp çıkaran ise bugün artık rahattı.

Onlar terk ettikten sonra, mahalleye bu defa üç kişi girdi. Biri kambur, biri kördü, felçli olanı Mevlevihane şeyhi gibi eşeğin üstünde oturuyordu. Acele ediyorlardı, ezanın okunmasına az kalmıştı. Hızlı hızlı cami tarafına gidiyorlardı. Kör olanı, sol eliyle kamburun sırtını avuçlamıştı. Kambur ise, eşeğin yularını tutuyordu. İşin bütün idaresi cüzam marazasına yakalanmış kamburdaydı. Üçünün de hırkası, mintanı, çakşırı yırtık pırtıktı, fukaraların başlarındaki kavuklar da çöpten bulunmuş gibiydi. Kavuklarına sarılmış sözde beyaz sarıklar kirden ve pislikten simsiyah kesilmişti. Üçünün de ayakları tam, üzerleri yarı çıplaktı. Bir ağızdan “Allah Allah, âmin,” diyorlar, çeşitli dualar ediyorlardı. Sesleri bütün sokağı tutmuştu. Mahalleye girmekte geç kalmışlardı, dördüncü ya da beşinci dualarında ezan okunmaya başladı. Camiye son girenler, dönüp bakmadılar bile.

Sene 1730 tarihine gelmiş idi, boş laflar bir yana, mühim tespit şudur ki, nice Müslüman’ın da cebinde para kalmamış idi, ziyade zaruretleri var idi, kendilerini idareden aciz idiler, onlar da dilenecek hâle gelmişlerdi. Gerçek bu mudur? Evet, gerçek tamamen budur.

Reayanın takati ve tahammülü kalmamıştı, çektiği eziyet hududu geçmişti. Herkes birbirinin gam ortağı olmuştu. Maazallah, kocalar karılarını zapt edemiyorlardı artık. Kendi hâlinde dindar birer âdem iken, itham ve takibe uğramaktan korkmayıp, şer’-i şerife muhalif şeyler yapanlar çoğaldı.

Öyle fitneler çıkıyordu ki, neredeyse bazıları bağlardan üzüm alıp, suyunu çıkarıp, şarap yapıp satacaklardı. Bunu tecrübe eylemeyi düşünenler bile oldu, baştan çıkan bazı Müslüman kulların fikrine bu bile geldi. Nice kere görülmüştür ki, her tarafta “Allah Allah!” feryatları kopuyor, ama ne fayda. Malumdur ki, bunlar hiç de müsait karşılanacak şeyler değildir, İstanbul’u ateşte yakıp kötü eder.

Netice-i kelam, duacı esnafı, bir akçe bile toplayamadan, öylece kaldı mahallenin ortalık yerinde. Cüzam marazasına yakalanmış kambur dilenci taifesi, kör ve felçli duacı esnaf, başka bir mahallede dilenmek üzere ayrıldılar oradan. Gene de umutlarını kaybetmemişlerdi, hizmetlerinde kusur etmeyip, üçü bir ağızdan “Allah Allah, âmin,” diyorlar, çeşitli dualar ediyorlardı gene.

2. Bölüm

Deli Şakşaki, Musli Baba’nın Tekkesinde Tartışılıyor.
Baltacı ile Katerina Aşkı
Uydurulmuş Bir Yalan ve Külliyen Yanlışmış.

Musli Baba tevazu ile:

“Yaratılmışların en eşrefi, mahlûkatın en şereflisi insandır. Kulun adı Deli Şakşaki de olsa, en büyük âlimlerle, en ulvî derecedeki bilginlerle aynı kıymettedir, değişmez bir hakikattir bu. Yaşadığımız âlem fanidir, burası bir misafirhanedir, madde âleminin bir başlangıcı ve bir de sonu vardır. Bir gün herkes dâr-ı ahrete intikal eyleyecek. Erkek karındaşı yok, kız karındaşı yok, dünyada ne bir çanağı ne bir iğnesi var. Anası atası ölmüş, hayatın mağlup ve perişan ettiği, fakirlerin en fakiri o âdem, galeyan etmiş kuvve-i hayaliyesiyle, onu tahrik edip kamçılayan fantezileri ile kendi küçük dâr-ı dünyasında yaşıyor, birçok şeyi hem anlamakta, hem anlatmakta zorlanıyor.”

Asıl maksada girmek, sohbet meclisini açmak için sözün başlangıcını arayan Musli Baba; sağlık, selamet üstüne olsun, kusurlarını bilen bir mümin, irfanı ile tanınmış bir mütefekkir, büyük ve ender zatlardan birisidir. Dil ile ne kadar methi yapılsa eksik kalır. Her şeyi hakkı ile künhü ile bilir, ama kimseye telkinatta bulunmaz. Herkese benzemeyen, nev’i şahsına münhasır birisidir. Tarikatın müessisidir, müritlerinden haylice veli olanlar vardır.

Tenhada yaşamayı, tenha yerlerde yürümeyi tercih etmesine rağmen, onun çok ziyaretçisi olur. Bir Müslüman sözü duyalım diyerek gelirler, teklifatsız görüşüp konuşurlar.  Bunlar değişik kesim ve kademeden kullardır.

Derya kenarındaki yalılardan, lâlezarlardan, sümbüller kokan kâşanelerden, cennet misali bağlardan bahçelerden, güllerden gülistanlardan, kuş tüyünden döşekleri bırakıp dış âleme pek kolay çıkmayan; İzzet Ali, Seyyit Vehbi, Nahifi, Nedîm-i Şeyda, yani Nedîm Efendi(9) gibi namı olan çok şöhretli şairler, Nakkaş Başı Levni Efendi, musika ile uğraşan Bestekâr ve Hanende Ebubekir Ağa, Kara İsmail Ağa, İbrahim Çavuş, onun ziyaretgâhında tabaka-i avamdan basit fikirli birisi ile karşılaştıklarında hiç şaşırmazlar.  Başına kırmızı baratasını oturtmuş, mavi şalvarlı, sarı kuşaklı bir kalyon levendinin dertlerini o mekânda işitmek, her zaman mümkündür. Efendi hazretlerinin elini öpmek şerefine nail olmuş bir medrese suhtesi(10) ya da çömezi; âlim, arif ve zarif müderrislerden bir mülazım, bir muhaddis, bir fakih ile o tekkede yan yana gelip kelam, belagat, mantık, Arap nahvi ve sarfı üzerine konuşma yapması, mebzul vesâ’iki tartışması çok sıradan bir vakadır.

Herkesin teveccühünü kazanmış, nurlu yüzü hep tebessüm eden, güzel huylu, hürmet ve itibara mazhar cihan-dîde bir pir olan Musli Baba, öyle birisidir ki, müritleri ve yakın çevresi hariç, onu kimse kendi ismiyle tanımaz, ahali-i Müslim ve gayrimüslim tarafından bilinen adı Kızıl Sakallı’dır. Yaşı itibariyle de, onun sakalı süt beyazı temizliğinde bir renge dönmüştür artık, yani bütünü itibari ile bembeyazdır. Suratında tek bir kırmızı kıl kalmamasına rağmen, herkes sanki inadına Kızıl Sakallı der hâlâ.

Onu; şevketlü, kudretlü, mehâbetlü Pâdişâh-ı Âlempenâh Sultan Ahmet Han Efendi Hazretleri(11) de tanır, re’fetlü Sadrazam Hazretleri Nevşehirli Damat İbrahim Paşa da, âlimlerin reisi semâhatlu şeyhülislam efendi hazretleri de, İstanbul ağası da, Ayasofya Camii’nin Baş Kayyumu Arnavut Asım Efendi de tanırlar. Ve daha kimler kimler… Ama umum olarak Kızıl Sakallı diye bilinir.

Pîr-i Tarikat Hazret-i Musli Baba’nın tekkesinin adını da kimse bilmez, bu adı da kimse telaffuz etmez, sadece Kızıl Sakallı’nın tekkesi der geçerler. Çenesi düşük müritleri bile, tarikatın adını hiçbir yerde, hiçbir şekilde zikretmezler. Bu garip ismin, böyle bir zata neden konduğunu uzun yıllar epey bir âdem tartışıp durmuştu geçmiş zamanda. “Cinler zarar vermesin diye ona Kızıl Sakallı adı verilmiş,” diyenlerin sözleri genel kabul gördü. “Öyleyse öyledir,” dediler ve bu sakal mevzuu da, her mevzunun başına geldiği gibi gündemden düşüvermişti.

Cemaat-ı mücellidân-ı hassadan(12) Abdulvahid Efendi, hiç de Musli Baba gibi biri değildi, dili zehirli bir akrepti, coşup taşarak:

“Fesat çıkaran, karıştırıcı biridir Deli Şakşaki. Sözleri edep ve terbiyeye uymaz. Deccalların fitnelerini tekrarlar her yerde.” dedi, gözleri yeşil cüppesinin gümüş sim işlemelerine takıldı bir an. Başını kaldırıp kafese baktı, pencereler kapalı idi. Bakışını Musli Baba’ya doğru çevirince, gözü gözüne değdi: “Kaç defa suç üzerinde yakalanıp, İstanbul kadısının karşısına çıkarıldıysa da serbest bırakılmıştır. Sadece o mu, hakkından gelinmesi lazım gelen, küfre küfrana düşmüş on beşten ziyade çapulcu taifesi de, işledikleri bu tür cürüm ve suçtan takipsizliğe uğramıştır.” dedi, durup düşündü. “Dikkat edilecek nokta,” diye başladı, noksanını tamamladı. “Bir söz diyeyim, ne zamandır İstanbul kadısını etüt ediyorum, ifrat ve tefrit arasında gidip geliyor.”

Musli Baba:

“Kendisi meşhur bir âlimdir, her şeye hâkimdir, büyük İslam allamelerinden birisidir. Tefsir, fıkıh, hadis ilmi üzerine söz söyleme kuvvetine sahiptir. Padişahımızın beratı ile tayin olunan İstanbul kadısı efendi hazretlerinin işine karışmak ne derecede doğrudur?”

Abdulvahid Efendi, sırlara vâkıf bir tavır ile:

“Bu söylediklerini ben de biliyorum, herkes de biliyor. Benim demem o değil. Bazı rivayetlere göre Ayasofya

————

(1) Şehirler şehri İstanbul.
(2) Hıristiyan erkeklerin siyah takke giymesi bir zorunluluktu. Yahudilerinki ise; önce kırmızı, sonraları mor renkli takkeye (kipa) dönüştü.
(3) Yeryüzünün halifesi. Yavuz Sultan Selim’den sonraki Osmanlı padişahları için kullanılan bir deyiş.
(4) Yazılı eserler, kitaplar.
(5) İstanbul’un isimlerinden biri.
(6) Kuvvet ve kudret Cenab-ı Allah’tadır.
(7) Yünden yapılmış bir külah, genellikle dervişler kullanırdı.
(8) Sultanahmet Meydanı.
(9) Asıl adı Ahmet’tir (1681 [?] – 1730). Divan edebiyatının en ünlü şairlerindendir. Şiirlerinde Nedîm mahlasını kullanmıştır.
(10) Suhte: Medrese öğrencisi.
(11) III. Ahmet (doğumu: 1673 – ölümü: 1736) (saltanatı: 22 Ağustos 1703 – 1 Ekim 1730).
(12) Saray kitaplarını ciltleyen mücellitler.

Benzer İçerikler

Sürü – Frank Schatzing – PDF ve ePUB İndir

yakutlu

Notre Dame’ın Kamburu-Victor Hugo

yakutlu

Ruhi Mücerret | Murat Menteş

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy