Genç yazar Seran Demiral’dan, müziğin kıyısında gezinen bir kendini keşfetme öyküsü.
Yaşlılık, ölüm gibi kavramları müziğin naifliğiyle anlatan Likya’nın Şarkısı, annesinin hastalığı yüzünden yaşamı değişen bir çocuğun günden güne büyüyüp olgunlaşmasını umut dolu bir hikâyeye dönüştürüyor.
Anneanneden toruna, üç farklı kuşağı, müziğin birleştirici gücüyle buluşturan Likya’nın Şarkısı, derinlikli öyküsüyle okurunu içindeki müziğe kulak vermeye çağırıyor.
Likya’nın annesi müzisyen, kendisi ise annesinin en büyük bestesi. Bütün anneler çocuklarının doğum gününde pasta yaparken Likya’nın annesi beste yapıyor. Arkadaşları onun hayatına imrenirken, her gece müziğe “maruz kalan” Likya, sonunda kendisinin koca bir şarkıya dönüşeceğini düşünüyor. Her şey annesinin ani hastalığı ile değişiyor. Yaşadıkları ve hissettikleri düşüncelerini değiştirirken Likya’yı da bambaşka birine çeviriyor. Öyle ki; bir zamanlar içindeki şarkının susmasından başka bir isteği olmayan Likya, artık annesi için beste yapmaya başlıyor…
On binlerce okura ulaşan Parmak Uçları isimli kitabıyla tanınan Seran Demiral, Likya’nın Şarkısı ile ölümün kıyısındaki bir annenin kızıyla ve kendi annesiyle olan ilişkilerini, okurunu kedere boğmayan, ümit vadeden bir hikâyeye dönüştürüyor.
Likya’nın Şarkısı, bir çocuğun sevdiklerini kaybetme korkusuyla karşı karşıya kalmasını yaşamın doğal bir parçası olarak aktarırken, yaşam mücadelesi içindeki insanları ve hayatı sorgulamalarını tüm gerçekliği ile yansıtıyor.
1
Başlangıç Şarkısı
Müzikle uyandı. Bunda şaşılacak şey yoktu, çünkü evlerinde daima müzik çalardı. Kimi zaman eski gramofonlarından klasik müzik sesleri yükselir, kimi zaman radyoda caz programı açık olur, bazen de internetteki bir program üzerinden güncel şarkılar duyardı. Ama en çok annesinin müziği yankılanırdı evin duvarlarında. Hem de canlı canlı! Müzisyendi annesi. Sadece beste yapmaz, sanki müzikle nefes alırdı. Annesini çello çalarken izlemeyi sevse de onun sürekli müziğiyle, enstrümanıyla ilgilenmesini sinir bozucu bulduğu olurdu. Kendisine ayırmadığı zamanı müziğine ayırırdı çünkü. En azından Likya böyle düşünürdü. Likya, genel olarak müziği sevip sevmediğinden emin değildi. Annesinin müziğini kıskandığındansa emindi.
O sabah ilginç olan şey, kendisini uyandıran müziğin evin içinden gelmemesiydi. Evin dışında bir yerden de gelmiyordu ama. Tuhaftı. Nereden geldiğini anlamadığı melodilerin peşinde, şarkı söylerken buldu kendisini. Halbuki şarkı söylemeyi hiç beceremezdi. “Günaydın!” Annesi her zamanki gibi ondan önce uyanmış, kahvaltı hazırlamıştı. Likya, kışları günün aydınlanmadığı saatte uyanıp okula gitmekten nefret ederdi.
Annesiyse yaz kış, gecenin geç saatlerine kadar çalışır, sabah hava aydınlanmadan kalkıverirdi. Likya, annesinin hiç uyumadığını düşünür, hayrete düşerdi. “Günaydın diyorsun ama gün aymadı anne!” Mısra gülümsedi. Kızının küçük isyanlarından hoşlanıyordu. Böyle anlarda hamileyken dinlediği müzikler gelirdi aklına. Herhalde Wagner yerine Brahms dinlese daha sakin bir çocuğu olabilirdi. Başkaldırmak, baş eğmekten daha iyidir, diye düşünüp bu defa kendi kendine güldü. Likya, annesinin bir tuhaflığıyla daha karşılaştığını hissetti. “Sabah sabah bu kadar neşeli olmayı nasıl başarıyorsun?” “Peki sen, her sabah aynı şeylere söylenmeyi nasıl başarıyorsun?”
Annesi haklıydı. Likya her sabah uyandığı saate de, okula gitme zorunluluğuna da sinirlenirdi. Okula gidince ruh hali değişirdi gerçi. Gün içinde karşılaştığı insanlar, sadece bir kısmını eğlenceli bulduğu dersler, en çok da teneffüslerdeki oyun ve sohbetler sayesinde, okula gitmenin evde olmaktan iyi olduğuna karar verirdi. Okulda müzik yoktu hiç değilse. Tabii teneffüse çıkarken çalan zili saymazsa… Annesi kadar olmasın, okul müdürleri de tam bir klasik müzik delisiydi. Vivaldi’nin Dört Mevsim’ini duymaktan gına gelmişti artık. Her gün, her gün…
Kulağından müzik sesinin gitmediği o gün de dersten aynı notalarla çıkınca aklına bir fikir geldi. En yakın arkadaşı Öykü’ye döndü. “Şu müziği değiştirelim mi? Ne dersin?” Öykü şaşkın şaşkın baktı. “Nasıl yapacağız?” “Müdürün odasına gireceğiz.” “Hmm, bilmem ki. Disiplin cezası falan vermesinler sonra.” “Onu o zaman düşünürüz.” Öykü, Likya’nın cesaretinden etkilendi. “Tamam. Hadi gidelim!” Tedbirli olsa da kolay gaza geliyordu Öykü. Likya arkadaşına güldü. “Öyle hemen olmaz canım! Bekleyelim, Nihan Öğretmen koridorlarda dolanırken birimiz onu oyalasın, öbürümüz de…”
Planı yapmışlardı. İkisi de oldukça heyecanlı, ikinci derse girdiler. Derse girerken yine Vivaldi onları bırakmadı. Öğretmen zili çalana kadar sohbet edecek iki dakikaları vardı. Öykü, Likya’nın yanına geldi. “Peki, hangi müzikle değiştireceğimizi düşündün mü?” “Yoo, sevdiğimiz bir şarkıyı açarız işte.” “Türkçe mi, yabancı mı?” “Hiç fark etmez. Klasik olmasın da…” Güldüler. Ardından Likya ekledi: “Senin aklına gelen bir şey varsa söyle, direkt onu açayım.” “Nihan Öğretmen’in odasına sen mi gireceksin yani?” “Tabii. Çılgın plan benden çıktı. Hem sonunda ceza verilirse de bana verilir.” Öykü bir an korktuğunu hissetti. Ceza ihtimalini düşünmek istemiyordu. Ama ne kadar korkarsa korksun, arkadaşını yalnız bırakacak değildi. “Plan ikimizin. O yüzden ceza alırsak ikimiz birden alacağız. Umarım bir sorun çıkmaz.” “Göreceğiz.” Öğretmenleri içeriye girdi, Öykü sırasına geçti. Bu sırada Likya’nın kulağındaki müzik devam ediyordu. “Nereden geliyorsun?” Likya içinden konuştuğunu sanmıştı ama öyle olmamalıydı ki öğretmeni ona seslendi:
“Likya, bir şey mi sordun canım?” “Hayır öğretmenim.” Ağzından çıkan cümle melodiyle çıkmıştı. Bütün sınıf şaşırdı. “Dersimiz müzik değil canım.” Öğretmenleri eğlenceliydi. Sınıftakiler gülüştü. Likya ise kıpkırmızı kesilmişti. İncecik sesiyle “Hayır öğretmenim” şarkısı söylemesi hiç iyi olmamıştı. ‘Hep annem yüzünden!’ diye geçirdi içinden. Her gün, her gece sürekli müziğe maruz kaldığı için, sonunda kendisinin koca bir şarkıya dönüştüğünü düşünüp öfkelendi. Sabahtan beri duyduğu melodi, tam olarak kafasının içinde bir yerlerden geliyordu. Beynine bir şarkı yerleşmişti resmen. İşin kötü yanı, bildiği türden bir şarkı değildi bu. Yeni bir şeydi. Sanki kendisi yapmış gibi…
Bu ihtimal onu korkuttu. Hayatta isteyebileceği son şey, müzisyen olmaktı. Çünkü annesinin gece gündüz çalıştığı gibi çalışmak istemiyordu. Dahası, bir gün çocuğu olursa ona zaman ayırmayı planlıyordu. Kendisine söz vermişti. Müzikle yatıp kalktığı için başka şeyle ilgilenmeyen annesine benzemeyecekti. Belki Linda’ya benzerdi. Linda, annesinin çok eski arkadaşıydı ve kendisini bildi bileli onlarla beraber yaşardı. Hem Likya’ya hem Mısra’ya zaman ayırırdı. Müzisyen değildi ama Mısra’nın şarkılarına eşlik ederdi. Şarkı söyleyip dans ederek yapardı bunu. Bazen Linda’nın annesi olduğunu hayal ederdi Likya. Mısra varsın müziğine annelik etsin! Annesiyle müziğinin arasına giremeyişinin acısını şimdi öğretmenlerin müziğinden çıkaracaktı sanki. Müdürün odasına girip seçtiği müziğe karışma düşüncesi bugünün büyük heyecanıydı. Planladıkları gibi Öykü, Nihan Öğretmen’le konuşmak istediğini söyledi.
Ama yeterince iyi bir planlama yapmadıklarından ne konuşacağını bilmiyordu doğrusu. Aklına gelen bir şeyleri söyleyiverdi: “Hiç istediğimiz gibi müzik dinleyemiyoruz sınıfta.” Fena saçmaladığını düşündü. Aklında müziği değiştirme fikri olduğu için, müzikle ilgili bir şey söylemişti bile. Bu iyi olmamıştı. Artık istese de olası cezadan kaçamayacaktı. Nihan Öğretmen de onun saçmaladığını düşünüyordu ki, “İyi ama derste müzik dinlenmez ki,” diye karşılık verdi. “Biliyorum ama derslerde hiç özgür değiliz. Hiç değilse canımızın istediği gibi davransak.” “Öykücüğüm, sen iyi misin? Derste ders işlenir, teneffüslerde özgürsünüz ya.” “Yoo, hiç de değil! Koridorlarda, bağırma, koşma uyarıları. Ne koşabiliyoruz ne oynayabiliyoruz. Hem teneffüs on beş dakika; derslerse, ooo, saatlerce sürüyor! Sizce bu adil mi? Bence değil!” Nihan Öğretmen kendini tutamayıp gülmeye başladı. “Haklısın, adil değil. Ama okulun amacı bu. Önce dersler, sonra diğer şeyler. Ne yapalım, buranın da kuralı böyle.” Öğretmen arkasını dönüp gidecekti ki Öykü devam etti.
Zilin çalmasına üç dakika vardı. Üç koca dakika boyunca bir şeyler daha söylemeliydi. “Kurallar, kurallar. Evde kural, okulda kural.” “Öykü, şu an ne yaptığının farkında mısın?” Öykü şaşırdı. Soru soran gözlerine öğretmeni yanıt verdi: “Teneffüste özgürce geçirebileceğin zamanı benimle konuşarak harcıyorsun. Arkadaşlarınla beraber bir şeyler yapsan daha iyi olmaz mı?” Yeni bir sohbet konusu bulduğuna sevinen Öykü, buradan devam etti: “İşte öğretmenim, sorun tam da bu. Benim arkadaşım yok.” Bu sırada en yakın arkadaşı, odadaki sistemi çözmüş; Nihan Öğretmen’in, kendi dinlediği müziğin sesini okulun hoparlörlerine verdiğini keşfetmişti. İşi kolaydı yani. Açtığı müzik, otomatik olarak zilin çalacağı saniyede koridorlarda yankılanacaktı. Likya, bir rock şarkısında karar kılmış, girişinde sert gitar riff’leri duyacakları şarkıyı açmak için hazırlanmıştı. Riff’ler müzikteki cümleler gibiydi. Likya her ne kadar müzikten anlamak istemese de annesi nedeniyle müzik konusunda epey şey bilirdi, en azından sebebin annesi olduğunu düşünüyordu. Notalar, harfler gibi sembollerse gitarın riff’leri de metnin cümleleri sayılabilirdi. Böyle düşününce anlamlı geldi. Likya işaret parmağı farenin üstünde, şarkıyı açmak için son saniyeleri geriye doğru sayıyordu. İşaret parmağı farenin üstünde, şarkıyı açmak için saniyeleri geriye doğru sayıyordu:
On…
“Sorun yaşasanız da onlar senin arkadaşların.”
Yedi…
“Hayır, takılıyoruz öyle ama… Bu, arkadaş olduğumuz
anlamına gelmez.”
Üç…
“Yakın arkadaşlık başka…”
Nihan Öğretmen’in cümlesi kış lastikleriyle ilgili bir
reklamla kesildi.
“Neler oluyor?”
“Bu ne ya?”
Öğrenciler, öğretmenler şaşkın, Likya ise öfkeliydi.
“Öf, hiçbir haltı beceremiyorum!”
Kendi kendine söyleniyordu. Ama hâlâ bütün söylenmeleri, içindeki susmak bilmeyen melodiyle ağzından çıkıyordu. Dahası, Likya’nın melodilerinin koridorda duyulmasıydı. Hoparlör sadece bilgisayardaki müziği –daha doğrusu reklamı– değil, odanın içindeki bütün seslerin dışarıdan duyulmasını sağlıyordu. Likya, sesinin tanınmamasını umdu. Fakat Nihan Öğretmen koşar adım odasına gelmiş, küçük suçluyu yakalamıştı bile. “Burada ne arıyorsun?” Kızgın değildi. Sadece öğrencisinin neden burada olduğunu merak etmişti. Sorusu, gerçekten cevabını öğrenmek için sorduğu bir soruydu. “Şey…” Peşinden Öykü de içeriye girdi neyse ki.
Açıklamayı yapan o oldu. “Hocam, bu ikimizin planıydı. Biz…” “Anlaşıldı, zile müdahale etmek istediniz.” “Evet ama…” Likya’nın utancından kuramadığı cümleyi Nihan Öğretmen tamamladı: “Ama internet reklamlarının araya girme ihtimalini unuttunuz. Ah çocuklar!” Nihan Öğretmen kıkır kıkır gülüyordu. Gülünce on yaş kadar gençleşmişti sanki. Öykü önce çekinse de kendini tutmayıp öğretmenine katıldı.
…