Bir gün üç arkadaş, köyün içinden akıp giden dereye yüzmeye gittik. O kadar balık vardı ki, balıklarla birlikte yüzdük…
Biz oyun oynarken evden koşarak gelen köpeklerden biri doğruca arkadaşımın birinin yanına geldi. Onunla oyun içinde oyun oynadı. Yüzünü yaladı. Sırtına tırmandı. … Hiç yanından ayırmazdı. Birlikte oyun oynadığımız günün akşamında eve geldim… ben de köpek istiyorum dedim…
***
İstanbul’a geldiğimiz yıl dördüncü sınıfa başladım. Benim için zor oldu. Geldiğimiz kasabayı, orada yaşanılan güzel anıları hiç unutmadım. Hep özledim. Birini özlemek, yürekten sevmek ne kadar güzel bir şeymiş. Anlatmak istesem de anlatamam. Mahallemdeki arkadaşlarımdan ayrılınca fark ettim. Bir an boşlukta kaldım. Ne kadar arasam da tutacak dal bulamadım.
Dördüncü sınıfta başladığım okulumda yeni arkadaşlarım oldu. Onlarla samimi oldum. Yeni isimler öğrendim. Bu isimler, yeni tanıştığım arkadaşlarımdı. Onları tanıyınca öğrendim. Bu arkadaşlar da aynen benim gibi zor ayrılmışlar, büyüdükleri yerlerden. Bir meyveyi dalından koparıp yemenin zevkini geldikleri yerde bırakmışlar. Bahçeleri, kırları bırakmışlar. Oyunlarını bırakmışlar.
Geldik İstanbul’a. Çocukların bir yerde ne kadar kalacaklarına karar vermelerinin mümkün olmadığını öğrendim. Ne zaman? Babamın bize, “İstanbul’a gidiyoruz,” dediği gün. Biz onlarsız yaşayamayız. Annemiz, babamız nereye biz oraya.
Eğer babam bana sorsaydı, gitmeyelim derdim. Burada kalalım. Ben burada büyüyeyim. Arkadaşlarımın arasında olayım. Fakat sormadı. Babama hak veriyorum. Benim dememle olmazdı. Karar verecek, verilen karaları etkileyecek yaşta değildim. Ben daha küçüktüm. Annem, babam nereye ben oraya gidecektim.
Buraya gelince yeni çevre tanıdım. Arkadaşlarım oldu. Hepimizin ayrı geliş hikâyesi vardı. Hikâyeleri, geldiğimiz yerlerden getirmiştik.
Ayrı ayrı olan küçük hikâyelerimiz birleşince kocaman dünyamız oluştu. Küçük çocukların kocaman dünyası… Hem de ne dünya.
Geldikten sonra çok sürmedi okullar açıldı. Sonbahar başında gelmiştik. Sonbahar mevsimi, benim en çok sevdiğim mevsimlerden biridir. Kışı da severim. İlkbaharı da severim. Ama sonbaharı daha çok. Okul zamanı, ne kadar tatili özlesek de, yaz boyu usanıyor, sıkılıyoruz. Keşke okullar açılsa, arkadaşlarımıza, öğretmenlerimize kavuşsak diye bekliyoruz. Sonbahar gelince artık bu dileklerin de gerçekleşme zamanı gelmiş oluyor. Sonbaharı bunun için seviyorum. Başka nedenlerde var tabi. Meyvenin sebzenin bol olduğu mevsimdir sonbahar. Bunun içinde seviyorum. Bolluk, berekettir, bunun için seviyorum. Fakat okulların açılacak olması daha başka tabi.
Nakilim yapıldığı okula ilk gün babamla gittim. Okula yürürken gözüme sokağın adı takıldı. İlginçti.
Boyasız bir apartmanın birinci katına tutturulmuştu. Kırmızı zemin üzerine beyaz yazı ile yazılmış. Dikdörtgen olan levha kenarından bükülmüş üçgene dönmüş. Üsteki çivilerinden biri düştüğü için tek tarafından asılı kalmış. İçimden okudum adını.
“Gül Sokak.”
Sokağımızın adı, Gül Sokaktı. Öğrenmiş oldum.
Bu sokak artık benim için yeni okul hayatımın devam edeceği sokaktı. Gül Sokak, bizim gibi okula, işine gidenlerle sabahın ilk saatlerinde oldukça kalabalıklaşmıştı. Alışık olmadığım için bana kalabalık da gelmiş olabilirdi. Bunu bilmiyorum tabi. Bana sorarsanız, biz sabah sabah sel olmuş, sokaktan caddeye akıyorduk. İnsan seli.
Birden sevdim bu ismi. Neden hemen içime ısındı, biliyordum. Çünkü geldiğimiz yerde, belediyenin yaptığı bir park vardı. Ne zaman yapıldığını bilmiyorum. Parkın her yanını, kırmızı, beyaz güller ve değişik renklerde çiçekler süslerdi. Çiçeklerin adını bilmezdik. Bizde renklerine göre ad verirdik. Kırmızı çiçek, sarıçiçek diye. Çocuklar veya büyükler bu güzelliklere zarar vermeyelim diye ”Çimlere basmayın,” yazısı yaz, kış parkın değişik yerlerinde dururdu. Kar yağdığında yeşil çimler kaybolur sadece karın üzerinde çimlere basmayın yazısı kalırdı. Çocuk aklımla bu yazıyla alay ederdim. Keşke yazıyı kışın çıkarıp baharda geri taksaydılar. Kar altında kalan çimler için, “çimlere basmayın” diye yazmak gülünç geliyordu. İlkbaharda güller renk renk açtıklarında, etrafa gül kokusu yayılırdı. Okula giderken, parka uğrar, o, güllerden koparır öğretmenimize götürürdük. Arkadaşlarımın elinde mutlaka öğretmenlerine verilmek için koparılan güllerden olurdu. Bizde parktan gül koparıp öğretmene götürmek alışkanlık olmuştu. Gülü öğretmenimize uzattığımızda yanağımızdan öper, gülü öyle alırdı. Koklardı.
Bir an kendimi, geldiğimiz kasabada ki belediye parkının içinden geçip gidiyormuşum gibi sandım. Okulda da beni Sevilay öğretmenim karşılayacak gibiydi.
Sevilay öğretmen üç yıl okuttu beni. Derslerimde başarılıydım. Öğretmenimi seviyordum. Okuldan mezun olunca bizim kasabaya atanmış. Biz onun ilk öğrencileriymişiz. Bize hep “Siz benim ilk göz ağrılarımsınız” derdi. Bunun ne anlama geldiğini sonradan öğrendim. Ayrılırken bizi uğurlamaya geldi. Arkamdan döktüğü gözyaşlarını gördüm. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Sevilay öğretmen, ayrılıyorum diye, yolcu etmeye gelmiş arkamdan ağlamıştı. Şaşırmıştım. Hiç düşünmemiştim. Beni ve diğer arkadaşlarımı sevdiğini biliyordum. Bunu konuşmalarında sık sık tekrarlardı. Fakat kasabadan ayrılırken yolcu etmeye gelirde arkamızdan ağlar diye aklımdan geçmezdi. Hepsinin gözleri suluydu. Bende ağladım. Dayanamadım. Ayrılışımız hepimizi üzdü. Kalanlar bizim için, biz kalanlar için üzülüyorduk.
Annemin arkadaşları, babamın iş arkadaşları, benim mahalle arkadaşlarım hepsi vardı. Kalabalık vardı etrafımızda. Bir ara baktım satılmış amcayı göremedim. Gözlerim aradı. Onu görmeden ayrılmak istemezdim. Gözlerim yaş içindeydi. İyice baktım. Hem koşuyor hem gözlerini siliyordu. Anlaşılan uyuya kalmıştı.
“Durun!” diye bağırdı. “Durun ben, Şerafettin Beye sarılmadan yollamam. Gürsel’i öpüp koklamadan bırakmam. Bir daha görebilir miyim? Ben İstanbul’a gitmem. İstanbul yanıma gelmez. Bir daha nasıl görürüm, durun!”
Her sabah, Gül Sokak’tan çıkarak hayatın içine katıldım. Sabahları oldukça kalabalık oluyordu. Okula giden çocuklar, ana caddeye çıkmak için yürüyen insanlar, sel gibi sokaktan, caddeye akıyordu. Apartman kapıları sokağa açılıyordu. Sokağa çoğunlukla iki basamaklı merdivenlerden iniliyordu. Evlerin dış cephelerinde örüldüğü şekliyle tuğlalar duruyordu. Bazı tuğlalar kuzeye yönünde kalmalarından dolayı nemlenmiş, yeşil renkte yosun tutmuştu. Çok az apartmanın ön cephesi sıvalıydı. Bir kaç binanın duvarında çatıya kadar uzanan üzüm asmaları vardı.
Kasabanın beş yüz altı yüz metre dışına çıktığımızda üzüm bağları vardı. Üzüm bağlarından, mevsimi geldiğinde üzümleri toplar gider bir köşede yerdik. Üzüm yemeye doyduğumuzda, bir üzümden kaç damla üzüm suyu çıkartırız diye yarış yapardık. Zevkli yarıştı. Yarıştan ziyade bizim için bir oyundu aynı zamanda.
Gül Sokak çok şanslı değildi. Yağmurdan sonra çamur içinde kalırdı. Biz, taşındığımızda zemini topraktı. Asfalt, henüz gelmemişti. Asfalttan önce, taş döşendi. Sonra taşlar söküldü. Bir süre, eskiden olduğu gibi toprak olarak kaldı. Asfalt yapıldığı gün çok sevindik. Mahallemizde bayram havası esti. Sokağımızdakilerin bayramıydı o gün.