Mahur Beste, kahramanı Behçet Bey’i bir yerde bırakıp bambaşka ilişkilerin ağına açılan hikâyesiyle, Tanpınar’ın, tamamlanmamışlık üzerine kurduğu evreninin ilk romanıdır. Osmanlı toplumunun çözülüş yıllarının krizlerini, katmanlı arka planlarla birbirine bağlayan özelliğiyle, Tanpınar’ın bütün romanlarının yapısına ilişkin işaretler verir. Babalar ve oğullar mitosundan hiç de uzak düşmeyen bürokrasi çatışmalarının ortasında, kırık bir aşkın ardından bestelenen Mahur Beste vardır. Tanpınar, bu bestenin ardındaki trajik hikâyenin talihini daha sonra Huzur ve Sahnenin Dışındakiler romanlarının kahramanları üzerinde bir hayalet gibi dolaştıracaktır. Böylelikle, ne kahramanların hikâyesi orada son bulacaktır ne de içine doğdukları medeniyetin nihayete ermeyen açmazları…
Mahur Beste, bitmiştir; bitmeyen bütün hikâyeler gibi…
İÇİNDEKİLER
İKİ UYKU ARASINDAKİ DÜŞÜNCELER 1 0
BABA İLE OĞUL 3 0
İKİ DÜNÜR 4 8
BEHÇET BEY’İN EVLİLİK YILLARI 5 8
GARİP BİR İHTİLALCİ 7 6
HISIM AKRABA ARASINDA 108
ESKİ BİR KONAK 118
BEHÇET BEY’E MEKTUP 152
****
İKİ UYKU ARASINDAKİ DÜŞÜNCELER
Behçet Beyefendi, merhum zevcesi Aliye Hanımefendinin bundan oluz beş sene evvel, sırf kadın inadını yerine getirmek için birdenbire küçük ve manasız bir hastalık bahanesiyle genç ve guzel hayatına veda ederek tek başına kendisine bıraktığı geniş ve eski yatakta, bu gece belki bu otuz beş senenin en sıkıntılı uykularından birini uyumuştu. Butun gece kendisini ziyaret eden çeşit çeşit ruya arasında, tıpkı ince ve rahatsız edici bir diş ağrısı gibi -Behçet Bey için bu cins ağrılar uzun zamanlardan beri sadece tatlı bir hâtiradırhep bu sabahı, bu sabahın hayatına getireceği büyük değişikliği du sunmuştu. Akşam bu sıkıntı içinde Şerife Hanıma darılmış, yine ayni sıkıntı yüzünden taşlıktaki buyuk saatin ayarını düzelteyim diye zembereğini kırmış, sonra her şeyden, hepsinden kurtulmak için yatağına girmişti. Ne garip bir uyku uyumuştu… Sanki bütün gece hep uyanıktı: bununla beraber, üstüne yatmış olduğu sol kolu yuzunden hep rahatsız olduğu halde bir turlu yerinden kımıldanamamış, sıkıntılı bir rüyanın durmadan değişen ve değiştikçe daha bu. naltici olan bin turlu tuhaflığı ve azabıyla bu saati etmişti.
Doğrusu istenirse, bu ruyalarda buyuk bir değişiklik yoktu: her gece bu geniş yatakta, yalnız onun iç gozleri ve uyuşuk dimağı için oynayan o acayip ve şuursuz dram bu sefer yine eskisi gibi ve aynı gölge aktorlerle oynanmıştı. Her akşamki gibi bu gece de, yaşanmış. her tarafı sımsıkı kapalı omrune şuradan buradan teker teker girmiş olan bir yığın insan, onun etrafina, kimi her hangi yuzu ve kıyafetiyle, kimi yabancı ve değişik bir çehre ile toplanmışlar, hareket etmişler, gidip gelmişlerdir. Babası merhum Ismail Molla Beyefendi, yine duvarda, başucunda asılı duran Hamdullah yazması Kur’an-1 Kerim’i alıp göstermeye kalkışmış, bin zahmetle ve biraz da Şerife Hanımın yardımı ile elinden ancak alabilmişti. Bereket versin ki alabilmişti. Yoksa, yoksa sonu fena idi. Yirmi sene evvel geçirdiği buyuk bir hastalıkta kurtuluş terlerini dökerken Behçet Beyefendi bu rüyayı görmüş ve onun verdiği sevinçle hayata dönmüştü. Ondan beri hemen her gece, rüyasında bu Kur’an’ın etrafinda Behçet Beyefendinin babasına karşı ancak uyanarak muzaffer çıktığı bir mu cadele olurdu. Fakat bu gece oyle olmamış; Behçet Bey, ağır ve duşunceli uykunun kendisini hapsettiği zindanda, bir “final” i olmasına alıştığı bir rüyaya rağmen, saatlerce kalmış ve gemi azıya almış bir muhayyilenin butun acayipliklerini tecrübe etmişti.
Bununla beraber, o rüyaların hiçbirini yadırgamıyordu. Hatta Atiye Hanımefendinin, büyük annesinin o acayip hotozunu giyerek ve beline o zunnar biçimli kemeri takarak karşısına çıkmasında bile büyük bir değişiklik bulmuyordu. Fena olan şey, bütün bunlar olup biterken, Fatih Camii’nde birdenbire kaybettiği merhum babasını bir cuma kalabalığı arasında ararken, yahut Şerife Hanımın ge. çen gün kendisine İstanbul’dan aldığı o pantuflaların içinden bitmez tükenmez bir yığın kedi yavrusunu teker teker tipki bir hokkabazın cebinden veya şapkasından bir yığın eşyayı çıkarması gibi, çekip çıkarırken hep o hissi, bundan böyle istediği gibi yaşayamayacağı, hayatının ahenginin bozulmuş olduğu hissini kendisinde hazır bulması, nefsine karşı buyuk bir hata ve ihmalde bulunanların duydukları o keskin azabı -Behçet Beyefendi bu duygudan butun ömrünce kurtulamamıştırduymasıydı.
Içini çekti ve gözlerini açmadan: “Bugun Cavide gelecek…” diye mırıldandı. Neden ve niçin onu davet etmek ihtiyacını duy muştu? Gerçi genç bir kadının tek başına bir evde yaşaması biraz garip oluyordu. Aylardan beri kaybolan Sadullah Beyin olumu ta. hakkuk edince bu yalnız yaşama busbutun imkansızlaşmıştı. Kendi ailesinden olan bu genç kadına evinde bir yer göstermesi lâzımdı.
Sonra genç kadın da yalnızlıktan, bütün pencereleri dar bir sokağa bakan apartimanında ne kadar başka bir sesle şikâyet etmişti… Za. vallı yavrucak, elbette ki butun yazı orada geçirmekten memnun olmayacaktı. İster istemez ona koşke gelmesini teklif etmişti. Hatta bununla da kalmamış. “Ev senindir, elbette senindir, muhakkak ki sizin de evinizdir.” diye üst üste bir yığın ısrarlarda bulunmuştu. Velhasıl genç kadının ağzından “Peki Behçet Dayıcığım pazartesiye inşallah gelirim” cevabını alana kadar elinden gelen her şeyi yapmıştı… “Ne oluyor sanki?…” diye tekrarladı. Şüphesiz ki bu eninde sonunda olacak şeydi; fakat hiç olmazsa iki uç hafta sonra olamaz mıydı? Iki uç hafta…Behçet Beyefendinin kapalı gözlerinin onunden rahat, yalnız ve kaygısız saatlerle dolu gunler, butun omrunun gunlerine benzeyen, sabah uyanışlarının onunde açtığı aydınlık ve derin uçurumunu bin türlü küçük merakı ile ancak doldurabildiği o mesut günler canlandı.
Bununla beraber, olan olmuştu. Ablasının torununu sonuna ka dar, tek başına kim olduğunu bilmediği bir hizmetçi ile oturtamaz. di ya… Behçet Bey için bu hizmetçi meselesi çok muhimdi. Hiz. metçi dediğin oyle rastgele eve alınamazdı; evin ruknu olmalıydı. “Bak. bizim Şerife Hanım?…” Fakat acaba Cavide ile Şerife Hanım biribiriyle geçinebilecekler miydi? Aksi kadın, bu yeni geleni kim bilir ne gozle gorecek huysuzluklar edecekti… Daha onun geleceği ni haber verir vermez kaşları çatılmış, put kesilmişti. “Ah mel’un! nasıl, tek başına bu koskoca köşke sahip olur musun?”
Birdenbire içinden o eski kin, tâ Atiye Hanımla evlendiği gunden başlayan ve kırk beş sene, toprağın altındaki maden yangınları gibi sessiz sedasız, bazı küçük fırlayışların dışında hiçbir iz gostermeden çoğalan, biriken buyuk kin tekrar coştu. Bu kadın butun ha yatını lokma lokma zaptetmiş ve kendisine Behçet Beyefendiye, bazi kuçuk meraklarını, Şerife Hanıma göre deliliklerini serbestçe tatmin edebilmekten başka bir hürriyet bırakmamıştı. “Oh, ne iyi oldu! Elbette gelecek ve evin hanımı olacak…” Ve Şerife Hanımın bu yeniden yeniye kurulacak ehli saltanat karşısındaki çehresini düşüne
….