Ana
Bir gün inek vurdu boynuzunu koyunun karnına, yırttı attı karnı baştan başa. Koyunun karnı kan içinde kaldı birden. Kaygan, yıvışık bağırsaklar yere aktı. Çevresindekilerin bağrışmalarına aldırmadan, anam koyunu yere yatırdı. Tozlanmış bağırsakları toparladı tıktı yırtık karna. “Çabuk, yorgan iğnesinin ucunu yakın verin bana!” diye seslendi. Dediğini yaptık. Sağlam bir iplik geçirdi iğneye. Okşaya okşaya, anam, kuzum diye diye dikti karnı. Olay, davarın çobandan döndüğü bir akşamüstü olmuştu. Sabahleyin, karnı boynuzlanıp yırtılan o değilmiş gibi, ayağa kalkmış geviş getiriyordu koyun. Koyunun apak yünlerinde kan sızıntıları vardı, ama dikilen karında yırtılma olmamıştı.
Bu başarısı üzerine anama “operatör” demeye başlamıştık. Bununla da yetinmemiş, dış kapıya yazdığımız tabelada, anamın adının başına “Operatör” unvanını koyarak, bu olayın da gülünecek bir yanını bulmuştuk. Sonraki yıllarda aklı karalı kuzular doğurdu bu koyun. Onların da sütü yoğurdu bize azık oldu.
Anam böyle bir ana!
“Operatör” olduğunda, anam, çektiği acıları gerilerde bırakmıştı. Ev düzenini kurmuş, bize yeni kardeşler kazandırmıştı. İnsan, mutlulukların yarattığı güvenle ayakta durur. Babamla olan ilk evliliğinde başına olmadık işler gelen anam, o yıllarda güvene ermişti. Koyunu da o güvenle ameliyata almıştı. Neredeyse dünyayı küçük parmağının ucuyla kaldıracak güçteydi. Elini attığı her işi bir çırpıda yapıyordu. Konuşkan, becerikli, yardımseverdi. Onun baktığı hayvanlar hayvan gibi kokmazdı. Koyunlar, kuzular, inekler süt kokardı. Hele o bahar kuzuları çayırlara yayılmış çivitli patiskalar gibi, sağlık ve sabun kokardı. Sağıma başlamadan, ineğin memesini sabunlu bezlerle siler, onun sağdığı süt, taslarda daha ak, daha lekesiz görünürdü. Anamın sağdığı sütte saman çöpü, kıl, küçücük bir kara nokta görünmezdi.
Gün doğmadan uyanır, hayvanların yemini verip altlarını temizledikten sonra sıra ineği, koyunları sağmaya gelirdi. Ocakta süt kaynarken ortalığı süpürür, avluya yayılan süt kokusu yukarı odaları bulurken biz uyanırdık. Neyi seviyorsak sofrada onu bulurduk. Anam bizi, ya yayık sesiyle ya yeni sıvanmış avlunun toprak kokusuyla karşılardı. Dışarıda doğa milyonlarca kuşun, böceğin, sığırın sıpanın, üç beş günlük kuzuların, ağaçlarda birbirine sürtünen yaprakların sesiyle çıldırırken, anamın sesi bunların tümünü bastıran bir şakımayla avludan bağlara bahçelere, uzak tepelere yayılırdı.
Babamdan sonraki eşlerinin yanında rahat etti anam. Sesinin renginden sezilirdi bu. İkinci eşi erken öldü. Aralarında büyük yaş farkı vardı. İkinci eşinin akrabası olan üçüncü eşiyle karşılaştığımda on sekiz yaşlarındaydım. Üvey babam, beni eşinin bir çocuğu gibi görmüyor, yaz tatillerinde anasını ziyarete gelen bir arkadaş sayıyordu. Güleç yüzü, bir filozofunki gibi sağlam mantığıyla, bilgiye susamış, erdemli bir insandı. Okumayı yazmayı askerde öğrenmiş olmasına karşın, günün geç saatlerine kadar bağda bahçede çalışmaktan hurdaya dönmüş bedenini yatağa atmadan, Saatli Maarif Takvimi’nin o günkü yaprağını okurdu. Ancak ondan sonra yatağına uzanır, yorgunluk horlamalarıyla uykuya geçerdi. Gözlerinden uyku akar, sigarasının külleri terli mintanına dökülür; yine de elindeki takvim yaprağını bırakmazdı. Gözkapaklarına bütün ağırlığıyla yüklenen uyku canavarına yenilmemek için çok çaba gösterirdi. Kaç kez, parmak uçlarıyla gözkapaklarını kaldırdığını, uykunun pençesinden kurtulmaya çalıştığını görmüştüm. Okuması çok yavaştı. Sözcükleri heceleyerek okur, ama, anlatılmak isteneni belleğine anında yerleştirirdi. Yeri geldiğinde, bu bilgileri, aklın süzgecinden geçirilmiş sözlerle besleyerek sohbetlere katılırdı. Vurgulamak istediği düşünceyle ibret alınması gereken olay, arada boşluk bırakmadan birbiriyle örtüşürdü. Kendine özgü bir yatıklık kazandırdığı el yazısıyla saatlerce uğraşarak yazdığı mektuplarında, yüreği kaleminin ucunda atardı.
Eli açık değildi. Öyle olmasına karşın, bağda ilk değen (olgunlaşan) üzüm salkımını alır, tatil bitimi yaklaşıp okula gideceğimi düşünerek o bal parçası üzümleri önce bana yedirirdi. Ben de, bağdan bahçeden yorgun argın dönerken onu yolda karşılar, kazmayı küreği, sebze meyve dolu heybeyi alırdım elinden. Böylece yükünü bir ölçüde hafifletmiş olurdum. Evde su yoktu. Suyun yüz metre kadar ötedeki çeşmeden getirilmesi gerekirdi. Çeşmeyle ev arasındaki hafif yokuşun gözünde büyüdüğünü bilir, suyu bir omuzluğa takılmış tenekelerle ben taşırdım.
Çok çalışkan bir insandı. İşini temiz görürdü. Anamın sağdığı sütün temizliği ne ise, onun bağa bahçeye gösterdiği özen de o idi. Yetiştirdiği üzümü kimse yetiştiremezdi. Onun belleyip suladığı teveklerin salkımı kundak çocukları iriliğinde olurdu. Bağı her şeyi idi. Toprağı derinlerden çıkarılmış bağına genç tevekler dikmiş, bu teveklerden renk renk üzümler üretmişti. Bağın bitişiğindeki tarla, iri karpuzlar, kavunlar, bir eşeğin zor taşıdığı balkabakları, gün ışığını yüzünde parlatan domatesler ve salatalıklarla panayır sergilerini andırırdı. Yazları, bu meyve ve sebzelerle evin avlusu manav dükkânına dönerdi. Avluda her an herkes ağzına atacak bir şeyler bulurdu. Sofraya oturup lezzetle yemeyi bilirdi. Yediği yemeğin kabını yıkamaya gerek bırakmayacak ölçüde siler süpürürdü. Kemiğin etini sıyırırken, ortasındaki iliği de üfleyerek çıkarıp lezzetle yerdi. Yemeyi bildiği ölçüde, yedirmesini de bilirdi.
Kurban bayramlarındaki durumu gözümün önünden gitmiyor. O gün, postuna oturmuş bir ermiş gibi olurdu. Kurban edilecek kuzu doğumundan bir ay kadar sonra seçilir, özel bakıma alınırdı. Anam bir yandan, üvey babam bir yandan gözleri gibi bakarlardı bu kurban adayına. Bakıldıkça görkem kazanan kuzu, bayrama yakın kimseyi yanına yaklaştırmazdı. Mahallenin çocukları evin metrelerce uzağından geçerlerdi. Bizler bile kolayca yaklaşamazdık yanına. Kuzuluğunda kucaklarımızda taşıdığımız kurbanlık, bir yıl içinde, serpilip büyüme yönünden ağabeyimiz olurdu. Bu koç ağabey, iri boynuzları ve sert toslamalarına karşın, anamla üvey babamın yanında bebek kesilirdi. Hiç olmayacak bir şey gerçekleşir; koçun kalın sesi incelirdi. Onlar da koça övünçle bakar, böyle bir koç yetiştirmenin kıvancını duyarlardı. Kurban bayramının bahara rastladığı yıllarda, koçun geniş sırtında uzun yaylaların yelleri eserdi. Üstünü döşek gibi kaplayan yünün dalgalanması temiz bir ten kokusu yayardı. Üvey babamın yanına yaklaşacağını anlar, kalın boynunu ona uzatırdı. Üvey babam, parmaklarının en hafif dokunuşuyla kaşırdı uzanan boynu. Kötülemesin diye koyunlardan uzak tutulan koç, okşanmaktan büyük bir haz duyardı. Bedeni bir koyuna sürtünüyormuşçasına, hazdan üst dudağını kaldırır, genç dişetlerini göstererek kösnül soluklar alırdı.
Anam, bizimle konuştuğu gibi konuşurdu onunla. Yaklaştığında, “Hadi, öte git!” diye azarladığı bile olurdu koçu. Üvey babam, oğlanları adlarıyla çağırır, kızlara “ana kızım” diye seslenirdi. Koça yönelirken yüreğinden ağzına akan her türlü sözü kullanırdı. “Anam” da derdi, “oğlum” da derdi; ben duymadım, kesinlikle “ana kızım” da demiştir.
Koçun kesileceği bayram sabahları, gereken dinsel töreleri yerine getirdikten sonra, yalnızca koç kesmek için yılda bir kez kullanılan bıçağı yerinden alır, uzun uzun bilerdi. Bunca işe, koçun fazla acı çekmesini önlemek amacıyla girişirdi. Bilerken bıçaktan çıkan hış hış seslerine gözyaşlarını kattığını sağlıklı elmacıkkemiklerinin kızarmasından anlardım.
Kesim sırası gelmiştir. Üvey babam, yılların kireç ağacına çevirdiği bacaklarını vay vay vay sesleri çıkararak toplar, güçlükle ayağa kalkardı. Bir badem ağacının altına bağlı koçun yanına giderken, onu okşayıcı sözlere, dualarına başlamıştır bile. Bıçağı koçun boynuna çalarken, “Allahuekber! Allahuekber!” sesleri ancak böyle bir ermişin ağzından göklere ulaşırdı. Yanında yöresinde dolaşan kedimizin, koçun sert sinirli erkeklik organını yutmaya çalışırken çıkardığı keh keh seslerine öfkelenir, organı bir ucundan tutarak kediyi havada sallandırırdı. Kedi, yutmakta olduğu organdan bir türlü kurtaramazdı kendini. Bunu yaparken, koça ettiği dualı sözlerin yerini en ağır küfürler alırdı. Bu görüntü ve firaklı küfürler beni sevinçlere boğardı. Koçun eti gereken evlere dağıtılırken, evi yağda kızartılan taze etin kokusu doldurmuştur. Ermiş, o sırada, gözünün bebeği gibi yetiştirdiği koçun sakatatından yapılan kavurmayı evdekilere yedirmenin mutluluğunu yaşamaktadır.
Doğaya bunca emeğini, hayvana bunca sevgisini katan bu insana kötülük, yine doğanın yetiştirdiği bir sürüngenden geldi. Hava kararırken bağdan döndüğü sırada, bilmeden üstüne bastığı iri bir engerek bacağından sokarak sonraki yaşamında aksak yürümesine yol açtı. Doğayla kurduğu üretimsel dostluğu, eskisi gibi, aksak ayağıyla da, kesintiye uğratmadan sürdürdü. Doğayla aralarında bir sözleşme var gibiydi. Ölümü bu sözleşmenin kurallarına göre oldu; erdemlerini oğluna bırakarak, sessiz geldiği bu dünyadan sessiz ayrıldı. Kardeşim Gürhan’la bana, kardeşliği de aşan bir dostluk kaldı ondan.
“Dost”, “dostluk” denir de, bunun ne olduğunu söyleyen çıkmaz. Çıksa da kendine göre söyler. Bir İsveç atasözü, “Sevilen çocuğun adı çoktur,” der. Bunun gibi, “dostluğun” tanımı çoktur. Bence dostluk, gülüşleri, üzünçleri aynı duyguyla algılamaktan geçer. Onunla dostluğumuz böyleydi. Köy Enstitüsü’ne girdiğim gün, önce bir yazlık sinemada filmini gördüğüm Romeo ve Juliet’i aramış, onu ararken dünyanın başyapıtlarıyla karşılaşmıştım. Hamlet’i, Don Quijote’yi, Suç ve Ceza’yı, Goriot Baba’yı, Fareler ve İnsanlara Dair’i elimden bırakamıyordum. Üvey babamla gülüşleri, üzünçleri aynı duyguyla algılamamızı Don Quijote sağlıyordu. Bir yaz, okuldaki okumalara doyamamış, tadına okulun sıkıcı ortamının dışında da varayım diye Don Quijote’yi yanıma alıp eve getirmiştim.
Yaz gelince, aşağıdaki odadan yukarıdaki odalara geçilirdi. Günlük yaşam, kışın kullanılmayan, ancak çalı çırpının yerleştirildiği avluda geçerdi. Ev halkı ve mahalleli, anamın çiçek gibi temiz tuttuğu bu avluda toplanırdı. Avlunun nüfusu hiçbir zaman on kişiden az olmazdı. Ben, sinek girmesini önlemek için pencerelerini sıkıca kapattığım bu odalardan en ışıklı olanının bir köşesine çekilir, akşamlara kadar okurdum. Shakespeareler, Dostoyevskiler, Balzaclar, Steinbeckler, Hemingwayler, kendi çevremdekilerden daha canlı bulduğum kişileriyle odanın içine dolarlardı. Don Quijote’yi okurken kimi sahnelerin büyüsüne kapılır, kahkahalarla avluya iner, o olağanüstü sahneleri üvey babama da okurdum. Gülüşlerimiz tek ağızdan çıkmışçasına ortak bir sevince dönüşür, avluda Don Quijote’yle, Sancho Panza’yla kucaklaşırdık. Don Quijote’nin, berber leğenini bir şövalyenin miğferi sanması, Sancho’nun, avluda top gibi havaya atılışının dışarıdan görülmesi günlerce güldürmüştü bizi. Anam, geçmişte kalmış hiçbir şeye özlem duymazdı; avluda gülüşlerle geçen o günleri ise hiç unutmadı.
Evde herkese bu büyük romandan seçilen adlar konmuştu. Hiç ilgisi yokken, Dulcinea adı anama uygun düşüyordu. Kardeşim Ersan, “Quesada”, yani Don Quijote idi. Az çok yazmaya yatkın olduğum için ben kendimi Cervantes’in yerine koyuyordum. Sancho’yu dışarıdan seçmiştik. Yaz boyu eşeğinin arkasından ayrılmayan “Sırt”a tek ad yetmezmiş gibi, bir de “Sancho” demeye başlamıştık. Evde at yoktu, eşek vardı. Hiç tartışmadan eşeği “Rocinante”liğe terfi ettirmiştik. Hayvancağıza ad koymakla kalmamış, bir gün üstüne yağlıboya ile “Rocinante” yazmıştık. Eşeğin açlık anırmalarını, atlığa terfi etmesine bağlamıştık. Biz, üç beş kişilik bir aile, Doğu Anadolu’nun bu küçük avlusunda, kişileri, esprileriyle Don Quijote’li bir İspanya havası yaşıyorduk.
Anam, babamın döneminde çok acı çekti. O döneme ilişkin anılarının canlandığı bir gün, Ağın’ın en yüksek yeri sayılan Osman Tepesi’ni göstermiş, “İstiyorum ki, şu tepenin başına çıkam, ağzımı ülüzgere (rüzgâr) verem, bağıra bağıra ağlayam, ağlayam, ağlayam; ama sesimi kimse duymaya!” demişti. Babam ise, daha yirmi yaşını doldurmamış anama acılar çektirdiğini aklına getirmeden, içinde bulunduğu koşulların gerektirdiği biçimde, sorumsuz yaşadı. “Yaşam” sandığı düzen(sizliğ)i yaşadıkça da battı. Batakların, yalnızlıkların en ağırı içinde, acıların daha ağırını çekerek öldü. Birimiz üç, birimiz beş yaşında, hem de analı babalı iki kardeş, bu acıları onlardan çok uzaklarda, kimsesizlik, itilmişlik duygusunun her türlüsünü yaşayarak çektik. Yeryüzünde var olmanın bir bedeli varsa, biz bu bedeli çok ağır ödedik.
Albert Camus Yabancı adlı romanına, “Annem bugün öldü, belki de dün ölmüştür,” diye başlar. Yasa uygulayıcıları, anasının ölümündeki duyarsızlığından dolayı romanın kahramanı Mersault’yu yargılarlar. Bense, genç yaşlarımda okuduğum bu romanın, davranışları saçma (absurd) bulunan kahramanını, acılar içinde yalnızlığın batağına saplanmış gerçek bir “yabancı” olarak algıladım. Mersault, romanın bir yerinde, “Ölecek ben olduktan sonra, ha bugün, ha yarın…” diyerek, yaratıcısı Albert Camus gibi, acıları erken yaşamanın şaşkınlığına uğramıştır. Ben anamın bu dünyadan göçüp gidişini, binlerce kilometre uzakta, Berlin’deki tek odadan oluşan sığınağımda, gece yatıp sabahleyin uyanamayan bir insanın ölümü olarak öğrendim. Oysa, değil bugün, yarınlarda bile anamın öleceğine inanmıyordum. Ölüm gerçeği gelip karşımda dikilince, gözlerimin önüne, benim iri ellerimin aynı olan anamın topak ellerinin iki yana uzanışı geldi. Ben, göklerin binlerce kilometrelik maviliği içinde gözyaşlarımı içime gömerek İstanbul’a ulaşmak üzere yol alıyorum; anam, bir uçağın kargo bölümünde, yüzlerce bavulun arasında, cansız bir beden olarak, her ağacında, her tarlasında, “serçeparmak kalınlığındaki” sularında bile emekleri tüten topraklara uçuyor. Ben havada iken anam toprağa verilecek. Onu sonsuzluğa uğurlarken, ellerini ayaklarını öpemeyeceğim; sözde canlı bir varlık olarak, ana yerine bir avuç toprağı kucaklayacağım! Şair yüz bin kez, “Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde” desin, ölüm avutmaz. Ana ölümleri, bir de ilk doğurduğu iseniz, çocuğu yokluğun uçurumlarına yuvarlar. Sanki göklerin yüzlerce kilometre yukarılarında değilim, yerin bin kat dibindeyim. Gök boşluğundaki uçağın içinde soluksuz kalmanın bunaltılarını yaşıyorum.
Son gördüğümde, yaşamı boyunca kırmızılığını yitirmemiş yüzü soluk, birkaç ameliyat geçirmesine karşın, her biri mercan tanesi gözleri cansızdı. Bu değişikliklerin, ölümün görülmeyen izi olduğunu nereden bilirdim!.. Ben ve kardeşlerim, anamla bir komedya sahnesinde oynar gibi yaşadık. Doğal karşıladığı takılmalarımızı, son günlerinde, “Eskisi gibi değilim, benim yüreğim zar inceliğinde,” diye karşılıyor, içinin donukluğunu yüzüne yansıtmamaya çalışıyordu. Herkes kendi bedeninin sahibidir. Anam, sol göğsünün altında seksen üç yıl taşıdığı zarın inceldiğini sezdi; o ince zar bir gece yarısı yırtıldı; bir ermişin, “uyudun, uyanamadın olacak” ölümüyle…
Ana ölümü, kendi ölümümüzün çan sesleridir. Beden bu sesle titremelere uğruyor. Anamın ölümünü duyunca, ana rahminde büzülmenin mutluluğunu sürerken; beslenme borusunu önce göbeğimden, sonra ağzımdan çekip koparmışlarcasına, kendimi o bilinmezlik derinliklerine yuvarlanıyor, anamın, aylarca elleri kolları bağlı kaldığım aydınlık döl yatağından ışıklı dünyanın karanlığına düşüyor sandım. Damarlarımda dönenen kanın, canın sesi durdu. Şimdi çaresizlik içinde ellerimi, kollarımı açıp öyle kalıyorum. Analar, babalar gibi ölmüyor; ana ölümleri insana bedensel kopuşun sarsıntılarını yaşatıyor. Bedenimde sıcaklık, ağzımda tat kalmadı. Eski ağıtçıların deyimiyle, görür gözüm görmez oldu, tutar elim tutmaz oldu.
Yerden sekiz bin beş yüz metre yükseklikte, bulutların üstünde ülkeme doğru yol alırken, sığınağını yitirmiş yabanıl bir hayvanın, gördüğü her toprak boşluğunu sığınak sanıp kafasını oraya sokmak istemesine benzer bir şaşkınlıkla ne yapacağımı bilemiyorum. Anam, makyaj görmemiş renkli yüzüyle bulutların arasına karışıp gözümün önünden dalga dalga yitiyor.Anamın silikleşen yüzü, bulut kümeleri arasında “yokluk” olan başka bir varlığa dönüşüyor. Uçak, bin katlı bulutları delip inişe geçerken, dünya ayaklarımın altından kayıyor. Ayak basacağım toprakların renginin nasıl değiştiğini, şairin dediği gibi, “suyun boğduğunu, ateşin yaktığını” o zaman anlıyorum. Ölümün rengi soluktur. Ölümün baktığı renkler de soluklaşıyor. Ölüm, gök boşluğuyla yer sonsuzluğu arasındaki uzayı daha da sonsuzlaştırıyor. Anamın erdemli buluşuyla, insanoğlu bu sonsuzlukta bir “zerre” bile değil. Bahardı. Uzaklardan bir telefon konuşmamızda, Ağın’da, o gün yanında olmamı istemiş, “Bahar geldi, bahar geldi buralara… Her yer kar kürtüğü1 gibi bembeyaz, Ağın’ı badem çiçeklerinin ak kokusu sardı; gel ki göresin…” demişti. O gün sesi, badem çiçeklerinin ak kokusuydu; bugünse, yüzünü ölümün ak rengi sarmıştı; varlığı boşlukta havaya karışan bir “zerre” bile değildi!
Ana ölünce her şey ölüyor; avlularda şakıyan sesler de, badem çiçeklerinin ak kokuları da…
Anamı yer ile gök boşluğunda, ölümün dirime, dirimin ölüme karıştığı bir varoluş çizgisinde duyumsayarak onunla geçen günlerime dalıyorum.