Maya | Leyla İpekçi | Birazoku


Son olarak “Ateş ve Bahçe” isimli romanı ile okurlarıyla buluşan Leylâ İpekçi’nin yayımlanmış ilk romanı, yeniden… Milliyet Sanat Dergisinin “İlk Kitap, İlk Baskı” ödülünün sahibi. İlk baskısı Mart 1998’de yapılmış kitap, Ağustos 1998’de beşinci baskısına ulaşmış. Şu anda piyasada baskısı bulunmayan kitabın bazı internet portallarında “aranan kitap” olarak anıldığını söylemek mümkün.Bir küçük kızın gözünden , çarpıcı bir hikâye anlatıyor Leyla İpekçi romanında. Annesini, babasını, onlarla kurduğu ilişkiyi, çocukluktan ergenliğe geçiş sürecini hem saf, kırılgan bir çocuk duyuşuyla hem de başkaldıran, sorgulayan bir ilk genç edasıyla.

***

YENİ BASKIYA ÖNSÖZ

İlk romanım Maya’nın yayınlanmasından bu yana 13 yıl geçti. Gazetecilik yaptığım 90’lı yıllar boyunca bir yandan da üzerinde çalıştığım bu eseri, bir gazete ilanında okuduğum ‘İlk Kitap İlk Baskı’ adlı roman yarışmasına yollama kararı verdiğim günü hatırlıyorum. Karnıma ansızın bir sancı saplanmıştı.

O sancı, belki de o güne dek ‘yazarak varolmaya çalıştığım’ bu dünyayı ‘yazarak var edebilme’ çabamın gerçekleşeceğine dair bir sezgiydi. Zira, dosyam jüri tarafından birinci seçildi ve basıldı. Onu ödül olarak aldım elime.

Maya, birkaç ay içinde kendince epey satsa da, yayınevi değiştirdiğim için yeni baskısı yapılmadı ve hızla tükendi. Milliyet Sanat dergisi de bir daha bu roman yarışmasını tekrarlamadı. Bugüne dek zaman zaman köşe yazılarımdan beni izleyen okurlar Maya’yı sormayı şaşırtıcı bir biçimde sürdürdü. F arklı çevrelerden çok etkileyici mektuplar almaya devam ettim, içinde otobiyografik unsurlar barındıran bu romanla ilgili olarak.

Maya’dan sonra, yazı yolculuğum, 2000’li yıllarda da devam etti. Kendimden ve edebiyattan beklediklerim değişti, dönüştü. Yayınladığım romanlardaki dil arayışım sürse de, kurgu anlayışım farklılaştı, temalarım çeşitlendi. Şimdi geriye dönüp baktığımda, bu ilk romanımın, yazı serüvenimde eşsiz bir ipucu olduğunu görüyorum. Artık başka bir niyetle, başka ölçü birimleriyle yazıyor olmak, Maya’yı bugünkü halimle okuduğumda, bana yepyeni bakışlar verdi.

‘Benlik’ten ‘varlık’a uzanan yol, düz bir çizgi değildi öncelikle, bunu fark ettim. İç içe geçmiş helezonik daireler üzerinde açılıyoruz sonsuzluğa. Ve bu biricik yolculuk, dünden yarına tüm değişimlerimizi içeriyor, kuşatıyor. Maya’daki katmanlı yapı, iç ses akışı, hakikati metaforik olarak ele alma biçimi, bundan sonraki romanlarıma giden en kestirme yolu imliyordu kuşkusuz.

‘Gözden geçirilmiş’ yeni baskıya önsöz yazarken, bunca yıl sonra geriye dönüp baktığımda Maya’nın oluşumu sırasında beni etkileyen eserleri de hatırladım. O dönemde beni etkileyen bazı yazarları, film ve kitapları da anmak, Maya ile onlar arasında bir ünsiyet kurmak istedim.

İlk anmam gereken, tartışmasız olarak, Macar yazar Agota Kristof’un Büyük Defter adlı romanıdır. Çocuk dilinin edebiyattaki zirvesiydi benim için. Diyebilirim ki, Maya’yı yazdıktan hemen sonra okuduğum bu roman sayesinde, onu bir yarışmaya yollamaya cüret edebildim. Bugün sadece şiddet ve sertlik temelinde olduğunu düşünmüyorum Kristof’un ilk romanıyla Maya arasındaki kardeşliğin. Masumiyetin yitirilişini -tavizsiz- anlatma kaygısında da bir bağ kuruyorum.

Kristof’un üçleme olarak kurguladığı Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan adlı romanları, YKY tarafından tek kitap halinde geçtiğimiz yıl yeniden basıldı.

İkinci olarak anmam gereken, Romain Gary’nin -o vakitler henüz adı Emile Ajar’dı- Onca Yoksulluk Varken (Can Yayınları) adlı romanı. Gerçi sonradan bu romanın anlatımında çocuk sesine karışan yetişkin tonu fark etmiştim. Maya’da benim yapmaya çalıştığım daha farklıydı: Çocuktan ergenliğe ve oradan da yetişkinliğe giden yolda, dilin kendiliğinden değişimine odaklanmıştım. Okurun o evrilmeye eşlik etmesini arzulamıştım. Yine de Gary’nin Momo adlı kahramanı sert bir çocukluğun, mağduriyetinin dilini sömürmeden anlatılabilmiş olması bir nimetti benim için.

Aynı şekilde, Joanne Greenberg’in Sana Gül Bahçesi Vadetmedim (Metis Yayınları) adlı otobiyografik anlatısının da, Maya’nın yolculuğunda çok önemli bir yeri vardır. Yalnızlık içinde kendi gücünü oluşturmaya çalışarak büyüyen Maya, bir türlü sevgi bulamadığı anne babasına armağan olarak anlatabileceği bir ‘gerçek’ aramaktan hiç vazgeçmez. Greenberg’in kahramanı Deborah ise akıl hastanesinde kendi hakikatine giden dip yolları, loş koridorları, ince uzun tünelleri geçmekle yükümlüdür. Onun iyiliğini isteyenlere bir armağan olarak… Her iki kız çocuğunun kendilerine yaptıkları zulmün metaforlarına tanıklık ederken, vaat ettikleri iç dünyanın umut yüklü olduğunu daha o zamanlar fark etmiştim.

Benzer biçimde şu üç filmin Maya ile akrabalığına değinmeyi de bir ödev addediyorum. Birincisi Carlos Saura’nın 1976’da Cannes’da jüri büyük ödülü alan filmi Besle Kargayı. Bu filmin çocuk karakteri Ana Torrent, Maya’nın ikizi gibidir benim için. Büyüklerini yitirmiş bu altı yedi yaşlarındaki kız çocuğu da tıpkı Maya gibi çocuk yaşına rağmen neredeyse ihtiyarlar kadar anı biriktirmiştir. Plağı pikaba koyup ‘Porque te vas’ adlı ölümsüz şarkıyı dinlediği ve eşlik ettiği bir sahne vardır. Dünyanın bütün yaralı çocuklarını birleştirir bu sahne benim nazarımda. -70’li yılların çocuk kahramanı olan Maya’nın da plakla ilgili epey etkileyici bir hikâyesi var romanda. Hümeyra’nın o dönemdeki şarkıları da benzer bir etkiyi hatırlatır romanda okura.

Hollandalı yazar Ferdinand Bordewijk’in başyapıtı sayılan ve bir baba oğlun acı hikâyesini anlatan Karakter adlı roman, Mike Van Diem tarafından filme çekildiğinde 1997 En iyi Yabancı Film Oscar’ını almıştı. Bu film de benim içimi o dönemde en çok yakan eserlerden biridir. Avukat olmak için önündeki en büyük engel babasıdır kahramanımızın. Onun tüm engellemelerine rağmen dışarıdan okul bitirir, kendi kendine dil öğrenir ve sürekli çalışmak durumunda kalır. Babasından şiddet gören ama taviz vermeyen oğlun, ‘olma’ serüvenidir bu eser. Nüfuzlu bir memur olan babasını affedecek denli güçlü olmasının serüvenine dönüşür giderek…

Ünlü müzisyen David Helfgott’un hayatını anlatan Shine adlı film de Maya’nın en yakın akrabalarından biridir benim için. Beş yaşında başladığı piyano serüveninde ona en büyük engel babasının sert ve imha edici tutumuydu. Gençlik döneminde dahi, babasının şiddetine maruz kalan bu olağanüstü yetenekli müzisyen, on iki yıl bir akıl hastanesinde yattıktan sonra çalmaya yeniden dönecek ve dünyanın en ünlü müzisyenlerinden biri olacaktır. Filmi ilk seyrettiğim gün, bir defter dolusu gözyaşı tarifi yazmıştım en az.

Son olarak Ingeborg Bachmann’ın Malina adlı romanındaki baba çocuk ilişkisinin kâbusunu anlatan ikinci bölümüne; J.D. Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ına; Nietszche’nin Ecce Homo ve Böyle Buyurdu Zerdüşt’üne, Nilgün Marmara’nın, Dağlarca’nın, İsmet Özel’in, Lale Müldür’ün, Cemal Süreya’nın, Ece Ayhan’ın bazı dizelerine, Tezer Özlü, Virginia Woolf ve Bilge Karasu’nun bazı kitaplarına; Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’na; Cesare Pavese’nin günlüğüne, Kafka’nın mektuplarına, Pasqual Quignard’ın filme de çekilmiş Dünyanın Bütün Sabahları ve Amerikan İşgali adlı romanlarına; Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ına, şimdi artık nerede ne yaptığını hiç bilmediğim Şule Gürbüz’ün Kambur’una; yazarının kim olduğu birkaç yüzyıl boyunca tartışılmış Portekiz Mektupları’na ve hatta lise yıllarımda beni çok etkilemiş Herman Hesse’nin Siddartha’sına da selam yolla-malıyım. Gecikmiş olarak… Bana bir gün Maya’yı bir roman olarak ifade etmenin mümkünlüğüne işaret ettiler her zaman. Umutla…

Anneden Utanmak

Siz hiç anne babasını sevmeyen çocuk gördünüz mü? İşte ben öyleyim. Sürekli evden kaçıyorum ve sokaktaki çerçeveci Mehmet Amca’nın dükkânına sığınıyorum. Mehmet Amca dükkânının arkasındaki küçük dairede yaşıyor.

Ben gelip onu bulana kadar sakin ve pek bir şeye karışmayan bir insan olduğunu söylüyor. Ne demek tam bilmiyorum, ama bana karıştığına göre bir şeyler olmuş ona. Böyle habire evden kaçıp onda saklanmaya devam edersem kalp krizinden ölecekmiş. Bi’ şeycik olmaz ona, ben biliyorum. Çünkü hayatta bir tek onu seviyorum. Bütün sevgimi ona ayırdım ben, onu bununla koruyorum.

Bu yıl ikiye gidiyorum. Annemle babamın tek çocuğuyum. Ama beni okuldan eve dönme servisine yazdırmadılar. Palmiye Sokak’tan çıkıp yürüyerek üç cadde geçiyorum. Sonra da bizim Fulya’ya kadar diklemesine üç sokak. Hep kötü bakan köpekler çıkıyor önüme. Mehmet Amca karanlıkta yürürken yanımda bulunsun diye kibrit verdi bana. Köpekler peşime takılırsa ateş yakmalıymışım, kaçarlarmış.

Ben okuldan eve yürüyerek dönen iki çocuktan biriyim, bizim sınıftaki. Öbürü de okulun karşısındaki berberin oğlu. Üç saniyede dükkâna gidebiliyor. Biraz utanıyorum. Ama çaktırmıyorum.

Öğretmenlerimle aram iyi. Sadece sakallı bir Bedia Hanım var, gözlüklerini taktığında onun suratının ortasına bir tane patlatmak ve o kara gözlüklerini lens yapmak istiyorum.

Yemekhanede bir tek benim tepeme dikiliyor ve içine pilav düşmüş komposto tabağına baka baka, “Bitirmeden kalkmak yasak” diyor. Aptal kadın, bunu hiç sevmediğimi biliyor, bir daha yaparsa üstüne kusacağım.

Bedia Hanım, öbür sınıfın hocası ama bizim okuma dersine de geliyor. Her Salı son saat tahtanın önüne çıkıp bir bölüm okuyoruz, sonra da özetini anlatıyoruz. Yüksek sesle okurken bi’ şeycik anlamıyorum. Çok çok heyecanlanıyorum, herkese rezil olacağım, ödüm patlıyor. Daha rezil olmadım galiba ama çok korkuyorum.

Sakallı Bedia’ya dedim ki, “Benim karnım ağrıyor, bu sefer ben tahtaya kalkmayayım.”

Başkalarına iki kere peki demişti. Bana izin vermedi, herkesin içinde elime cetvelle vurdu.

Sonra annem evde karnıma bir tane indirdi.

“Sen ne yalancı bir kızsın” dedi.

Bir daha karnımın ağrıdığını duyarsa seneye beni Bedia Hanım’ın sınıfına verecekmiş. İkisi bir araya gelip benim hakkımda kötü şeyler konuşuyorlar.

Okuldan eve dönerken bütün teyzeler arkadaşlarıma pembe pamuk helvasından alıyor. Mehtap’ın annesinden bana da bir tane almasını istedim.

Bana dedi ki, “Git annene söyle para versin de sana ikinci bir beyaz yaka alayım.”

Ona beyaz demek için bin şahit istermiş. Anladığım kadarıyla kirli demek istedi. Anneme söyledim, çok kızdı. Sabah önlüğümü giyerken beyaz yakam siyah tükenmez kalemle çizik çizikti. Okulda herkes benimle alay etti. Rehberlik öğretmeni beni yanına çağırıp annemle konuşmak istediğini söyledi. Annem bugün okula geldi, saçlarına tuhaf bir file takmış, bacaklarını da siyah kalemle fileli çorap gibi çizmiş. Ne konuştuklarını bilmiyorum ama çok utandım. Kimse de bana bir şey söylemedi…

Eve gitmek istemiyorum. İyi ki Mehmet Amca var. O bana dükkândaki fotoğrafları, resimleri gösteriyor. Hangi çerçevenin hangi fotoğrafa, resme filan daha çok yakışacağını anlatıyor. Onun dükkânı, müşterilerinin söylediği gibi, çok samimi bir yer. Duvarlarda bir sürü tablo var. Aynalar var. Bir de panoların üzerine asılı değişik boy ve renkte bir yığın çerçeve parçası.

Arka kapıdan içerisi de oda, mutfak ve banyo. Ben içerde oturup müşterilerin Mehmet Amca’yla pazarlık yapmasını dinliyorum. Mehmet Amca bazen sinirleniyor, bana, “Bunlar sonradan görme” diyor. Bazı çok parası olanlara böyle denirmiş.

Benim burada mavi desenli bir yastığım var. Kitap okurken onun ucunu sürekli emiyorum.

“Artık büyüdün, böyle yapmamalısın” diyor bana. “Büyüyünce neler yapmak lazım” diyorum ona. “Sonra anlatırım” diyor.

Mehmet Amca bazen perçemlerimi kesiyor, sonra, “Geç oldu, hadi eve git” diye kapıya koyuyor beni. Ben gidermiş gibi yapıp, parmaklıkların arasından içeri kaçıyorum. Müşteriler tatlı filan getiriyorlar. Bürosunun önünde oturup saatlerce konuşuyorlar. Bir badem ezmesi var, onu çok seviyorum. Mehmet Amca, “Büyüyünce bundan çok yememen lazım” dedi bana. Zararı olurmuş. Büyümeden önce ne çok şey var yapmam gereken, bir bilsem…

Babam televizyon karşısına geçer geçmez uyuyakalı-yor. Geldiğimi fark etmiyor. Annem mutfakta pataklıyor beni. Ağzımı eliyle kapatıp popoma, kollarıma vuruyor.

“Nerelerdesin bu saate kadar, piç kurusu” diyor bana.

Ne demek bilmiyorum. Şaka yaptığını söylüyor annem, ama iyi bir şey değil galiba. Yatağıma kaçıyorum, ama çarşaflarım çok pis kokuyor, uyuyamıyorum. Geçen ay annemin veli toplantısına gittiği günden beri hep aynı çarşafta yatıyorum. Çünkü o gün babamla benim yüzümden kavga etmişlerdi ve annem beni korumak istemişti.

Anladığım kadarıyla babam anneme kızıp kendini merdivenlerden aşağı attı ve annem benim önümde bunu yaptığı için ona kızdı. Ben de onlara inat çiş yaptım, annem de değiştirmişti çarşafları. Şimdi yastığım da yok. Ağlamak istiyorum. Duyulacak diye tutuyorum kendimi.

Annem eve geç geldiğimi babama söylesin diye tuvalete kapanıp bekledim. Tabii unuttu, hiçbir şey söylemedi. Yine istediğim etkiyi yaratamadım…

Suratımda kırmızı lekeler oluyor sabahları. Sonra geçiyor. Ya geçmezse, ya annem beni Sakallı Bedia’ya şikayet ederse, babam televizyonun karşısından hiç kalkmazsa, ya Mehtap’ın annesine yine rezil olursam.

Sınıfta herkes çarpım tablosunu öğrendi. Mehmet Amca dün beni kucağına oturtup ezberletmeye başladı. Bunu çok ciddi yapıyor. Yedi kere sekizi ve altı kere dokuzu hep unutuyorum. Bu dünyada sevdiğim tek insan da olmasa hiçbir şey öğrenemeyeceğim.

“Bal damlası” diyor Mehmet Amca bana. Ne anlama geliyor bilmiyorum. Galiba annemin piç kurusundan daha iyi bir şey. Annem geçen hafta Çarşamba günü, piyanosunun akordunu yapan adamla kavga etti. Sonra da yok oldu. Çok saçma. Anlamıyorum. Babam, “Annen yakında gelecek, merak etme” dedi bana.

Bu hafta beni hep babam yıkadı. Ama şampuanı gözlerime kaçırıyor, suyu da çok sıcak açıyor. Her tarafım yanıyor.

Cuma günü son derste herkesin annesi gelmişti. Belki benimki de gelir diye, burnumdan içeri küçük parçalara ayırdığım selpaklardan birini soktum, iyice dibe ittim. Öğretmenim önce azarladı. Sonra annemi aradı. Annem yerine babam geldi. Herkesin annesi vardı, rezil oldum.

Sonra babamın önünde burnum kanamaya başladı. Beni yere yatırıp hademelerin önünde burnumdakini çıkarmaya çalıştı. Öbür anneler “Böyle yapılmaz ki” falan dediler. Onlara aldırmadım. Ama hademeler arkamızdan güldüler.

Annem eve döndü ve ben de çarpım tablosundan beş aldım. Okuldan en önce ben çıktım. Mehmet Amca beni iki yanağımdan öptü, “Hemen git, sizinkilere müjdeyi ver” dedi.

Onu dinledim. Annem telefonda birisiyle konuşuyordu.

“İyi, iyi” dedi ve konuşmaya devam etti. Evden mutlaka kaçacağım ve Mehmet Amca’nın dükkânına yerleşeceğim. Kesin kararlıyım.

Annem çok tuhaf. Tuhafın ne anlama geldiğini tam bilmiyorum ama Mehmet Amca’ya sorduğumda “Tam bilmediğimiz şeyler işte” dedi. Benim annem de öyle.

Meral ile Mehtap’ı anneleri giydiriyormuş, çok şaşırdım. Benim annem niye beni hiç giydirmiyor, çamaşırlarımı her akşam yıkamıyor. Tuhaf diye galiba. Peki ben de mi tuhafım? Yoksa ben böyleyim diye mi annem bana tuhaf şeyler yapıyor? Ne hata var bende? Bilmiyorum.

Bu yıl üçe başladık. Defterlerimizin kaplanması gerek. Kap kâğıdı aldım, ama bir türlü yapamadım. Çünkü evde makas yok. Gece babam yoktu, annem ağlıyordu ve kırmızı desenli kap kağıdını eliyle kesti, defterin kenarlarından kıvırdı, ağzı açık kalmış bir uhuyla tutturdu. Sabah sınıfta kontrol vardı. Öğretmen bana çok kızdı. Arkadaşlarım güldü.

“Şu bizim Maya’ya bakın, nasıl da beceriksiz.”

Öğle yemeğinde arkadaşlarımla birlikte tabaklardan yemek artıkları çaldık. Sınıfa girince artıkları bir araya getirip suluboya kaplarına döktük. Resim öğretmeni yerinden kalktığı gibi eline bir cetvel alarak hepimizi dövmeye başladı. Sıra bana gelince durdu:

“Doğruyu söyle Maya, sen de katıldın mı bu pis oyuna?”

Evet, dedim ve cetvelle dövsün diye ellerimi uzattım. Öğretmen ne mi yaptı bunun üzerine? Ellerimi okşadı.

“Seni bu seferlik affediyorum Maya.”

Öğretmen, beni de cezalandırsın diye her şeyimi verirdim. Arkadaşlarım sınıfta herkese yaymışlar:

“Resim öğretmeni tuhaf annesi yüzünden ona acıdı ve dövmedi. Aslında biz de ona acıyoruz ve o iyi not alsın diye kötü resimler yapıyoruz.”

Okul çıkışlarında arkadaşlarımın anneleri beni görmesin diye saklanıyorum artık. Beyaz eşarplı annelerin hepsi arkadaşlarımın çantalarını taşıyor, yolda patlamış mısır alıyorlar onlara. Hepsinin sandıkta bekleyen beyaz eşarpları var, diye düşünüyorum. Ben kime benziyorum, kimseyi bulamıyorum.

Mehmet Amca’nın hiç çocuğu yok. Eskiden bir karısı varmış ama ondan pek bahsetmiyor. Yanakları hep kırmızı. Bir de gıdısı var. Bıyıklarını yeni kesti. Bağ-cıklı ayakkabıları habire çözülüyor, bu sayede ben de düğüm atmayı öğrendim.

Mehmet Amca bana üç taş, dama ve kızmabirader oynamayı öğretti. Onu çok seviyorum, keşke benim babam olsaydı. Yoksa öyle mi? Bunu ona sordum, gülmeye başladı ve bunun Türk filmlerinde olduğunu söyledi. O bana hep böyle benzetmeler filan yapıyor. Bilmediğim şeyler anlatıyor, bazen de anlattıklarını sonradan soruyor bana. Peki, o olmasa bana bunları kim söyleyecek.

Evde hiç ders çalışamıyorum. Masamın sandalyesinin ayağı kırık. Yatakta çalışırken uyuyakalıyorum. Sabah saçlarımı at kuyruğu yapması için annemi kaldırıyorum. Hep kavga ediyoruz. Ben ağlıyorum, saçlarımın tepesi yapışmıyor bir türlü. Anneme “Biraz ıslat.” diyorum, o da kolonya sıkıyor. Yapışıyorlar ama bütün gün yanıyor başım.

Geceleri öksürmeye başladım. Duysunlar diye annemlerin yatağına gittim. Annem “Senin ateşin var” dedi. İlaç içirdi. Sonra bana sarıldı. Hep ağladı. Babam uyurken dişleriyle ses çıkarıyordu, ben de küçük hayalet adamların tepemizde dolaştığını gördüm. Sabah doktor geldi, çok hasta olmuşum. Annem bütün gün benim yanımda. Hep kucağına alıyor beni. Çok seviniyorum, keşke hep böyle hasta olsam.

“Sınıfta bütün arkadaşlarımın renkli kalemleri var. Ben de istiyorum.”

Annem başlıyor bağırmaya.

“Bütün istediklerini elde etmeye kalkarsan şımarık bir çocuk olursun” diyor bana.

“Ama bana bu kalemlerden alırsan, beni sevindireceksin!”

Piyanosunun başına geçip susuyor her zamanki gibi.

Gece gazetenin yanında duran örgü şişlerinden birini aldım ve iki kaşımın ortasına soktum. Çok çok acıdı, çok bağırdım. Annem babam koşup geldiler ve beni hastaneye götürdüler.

Doktor alnıma dikiş atarken annem dayanamayıp dışarı çıktı. Babam da bana hep kızıp durdu.

Doktor dedi ki, “Maya’ya daha fazla kızmayın. Yatırın, hemen uyusun.”

Kızmadılar ama, neden böyle yaptın, diye de sormadılar hiç. Sorsalardı belki bir sebep bulacaktım.

Resim öğretmeni herkesin en sevdiği rüyasının resmini istedi. Mum boyalarımı çıkardım ve hemen başladım. Bildiğim en kötü rengin ne olduğunu bulmak istedim. Annemle babamın ne renk olduğunu düşündüm ve bir şeyler yaptım.

Zil çalmadan önce öğretmen, yaptıklarıma baktı. Yeşil kumla kaplı bir çölün ortasında kambur bir kadın ve adam tarafından iple ağaca asılan küçük bir kız. Bu benim en sevdiğim rüya değildi tabii, ama birileri beni merak etsin istedim.

Resim öğretmeni derhal sınıftan çıktı.

Bu sene haftalık almaya başladım, böylelikle sabahları kimse bana kahvaltı hazırlamayınca aç kalmıyorum, evin altındaki bakkaldan kremalı bisküvi alıyorum. Bazen para bile almıyor benden. Haftalıkla birlikte bir de ev anahtarı istiyorum. Ama vermiyorlar bana. Düşürürmüşüm. Eve gelince kimseyi bulamıyorum ki. Allahtan Mehmet Amca var. Acaba ona gittiğimi biliyorlar mı?..

Bal damlası geçen hafta 10 yaşına bastı. Mehmet Amca bana gümüş renginde incecik bir çerçeve hediye etti. İçinde benim uzun saçlı renkli bir fotoğrafım var. Geçen sene o çekmişti. Bunu dükkâna koyduk.

Gelip gidenler soruyormuş: “Kim bu tatlı kız” diye. Çok gururlanıyorum. Annem babam tarafından sevilmediğim hiç belli değil bu fotoğrafta. Her şey yolunda gözüküyor.

Seda benim en yakın arkadaşım. Onun çok güzel bebekleri var. Barbie’ymiş adları. Her çocuk bilmezmiş. Okula getirdi, sonra da oynamak için bize geldik. Bende hiç bebek yok, çok şaşırdı. Ben de ona annemin saçına taktığı fileleri gösterdim. Bir de Mehmet Amca’nın bana verdiği bir palyaço kukla var, onu çok beğendi. İkimiz çok eğlendik. Annemin filelerini palyaçoya geçirdik filan. Oyuncaklarım olmadan hiç sıkılmıyor muymuşum?

“Sıkılıyorumdur herhalde” dedim Seda’ya, ama bana o kadar saçma davrandı ki, anlatmak istediğim hiçbir şeyi söyleyemedim ona.

“Annem duyacak, alçak sesle konuşalım” dedim.

“Neden gizliyorsun her şeyi annenden, ne var bunda” dedi. Anlamıyor ki, benim hakkımda hiçbir şey bilmek istemeyen asıl annemler.

Seda ile ben sınıfın en çalışkan kızlarıyız. Erkeklerin hepsi tembel. Sadece bir tane Ali var, o bana âşık. Ben de onu seviyorum. Teneffüste saklambaç oynadık, o ebeydi, beni ağacın tepesinde gördü ama görmemiş gibi yaptı. Tam onu sobeleyecekken “Sen oynamıyorsun ki” dedi bana.

Annesi benimle konuşmasını yasaklamış. Nedeni de, benim annemin tuhaf bir kadın olmasıymış. Ama annem beni artık eskisi kadar pataklamıyor. Sabahları evden benimle birlikte çıkıyor. Güzellik salonuna gidip güzelleşiyormuş. Nasıl yapılıyor anlamıyorum, uyduruyor mu, ben bir şey fark etmiyorum.

Bir de artık hep piyano çalışıyor. Karnemi imzalarken tek kırık notumun müzik olmasına kızıyor tabii. Onun sinirlenmesini, bana kızmasını çok seviyorum. Öbür çocuklar gibi oluyorum. Ceza verse seve seve çekeceğim. Ama beni her seferinde unutuyor.

Babam evdeyken -eve çok az geliyor- artık hiç benim hakkımda konuşmuyorlar. Benden ne bekliyorlar? Bir şey bekliyorlar mı acaba? Hiçbir şey istedikleri de yok. Sınıfı geçince de bir şey almadılar. Mehmet Amca geçen yaz bana iki tekerlekli bisiklet aldı. Bir de sokakta Murat diye bir çocukla tanıştım, o beşe gidiyordu. Bütün yaz bisiklete bindik onunla.

Fulya’nın aşağısında annem bir gün bizi gördü, öyle-mesine bir baktı ve aceleyle yürüyüp gitti. Sonradan bunu hiç hatırlamadı. Yaz sıcağında siyah uzun par-dösü giyiyor. Artık ondan iyice utanıyorum.

Mehmet Amca bana çok güzel kitaplar veriyor. Fatoş ile Basri’yi, Güngörmüşler’i, Asteriks’leri okudum. Sonra o acıklı çocuk kitaplarını verdi. Bu sene onları da bitirince Gizli Yediler ile Afacan Beşler’i aldı. Bir Pembe Seri ile Yeşil Seri var. Şimdi onlarla boğuşuyorum. Seneye de bana Teğmen Langelot’nun Serüvenleri’ni verecekmiş. Hayatım fazla karmaşıkmış, okursam sa-kinleşirmişim. Okumazsam kendimi tanımazmışım. Herhalde yararlı bir şey bu. Ama annemler bunun yararının hiç farkına varmıyorlar.

Babamı bir aydır gördüğüm yok. Annemin sürekli migreni tutuyor. Evin içinde piyano çalmadığı zamanlar, gözlerinde ipek eşarp bağlı dolaşıp ağlıyor. Ben de ağlamak istiyorum, olmuyor.

Bu arada suçiçeği, kabakulak ve kızamık oldum. Ama annem eskisi gibi başımda beklemedi. Piyanosunun önünde, çalmaktan saatlerce dimdik oturup gözlerini tavana dikti.

Ona “Neyin var, asıl hasta olan benim, acaba sen de mi hastasın” dedim.

Yüzüme bakmadan söyledi: “Evet.”

Sonra sustu yine.

Akşam babama sordum. “Nereden çıkarıyorsun” diye kızdı bana. Bir şeyleri sakladıklarından artık çok eminim. Annemle ilgili bir şey. Yemekte birden çatal bıçağı yere fırlatıp bağırmaya başladım. “Lütfen konuşun, söyleyin bana, bana bakın. Niye hep böyle oluyor? Benden ne saklıyorsunuz, söylesenize…”

Babam beni boynumdan tutarak doğruca banyoya soktu ve soğuk duşu üzerime tuttu.

Bağıra çağıra ağladım.

Annem ile babamın konuşmasını duyarak uyandım. Benim hakkımda bir şeyler diyorlardı. Bu ilk kez oluyor, öyle sevindim ki, çok rahatladım. Beni düşünüyorlar işte. Uyuma taklidi yapmaya devam ettim, ama merakımdan tek gözümü açmışım. Öyle daha iyi duyuluyordu.

Benzer İçerikler

Kimsesiz Düşler Gümüş Ayna

yakutlu

Cepheye Koşan At | Ömür Kurt

yakutlu

Kadının Gizli Dünyası – Hikmet Saim – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy