“Önce Elena’ya baktı, sonra da o güzeller güzeli çocuğa. Birlikte o kadar mutlu görünüyorlardı ki, ona böyle bir hikâyeyi yazdırdıkları için neredeyse içinden ikisine de küfredesi geldi, dilini ısırdı. Resme baktı. Tekrar baktı. Telefonun metal aksamı ısınıp da elini yakana kadar, birkaç dakika daha boş gözlerle baktı ekrana. Sonra ‘sil’ tuşuna bastı. Elena da oğluyla beraber melek oldu, gitti.” Melek Tokadı, gerçekliği sertçe kıran öykülerden oluşuyor.
Şaşırtmacalar tekinsizliğin kapısını aralıyor ve bu tekinsizlik size tüm öykülerde eşlik ediyor. Beskinazi sizi günlük hayatın içindeki kişi ve olayları başka bir gerçeklik düzleminde görmeye çağırıyor ve bu çağrıyı dayatıyor. Yaşamın içine ustalıkla, incelikle yerleşmiş kötücüllüğü ancak buradan bu kadar iyi görebileceğiniz bir açı var bu öykülerde. Titizlikle yazılmış bu öyküler, birbirinden en uzak noktalara yol aldığında bile temel izleğini kaybetmeden sizi hep benzeri bir yere taşıyor: İnsan ruhunun o karanlık coğrafyasına…
İçindekiler
Teşekkür 11
Arsa 13
Karadul 29
Gölgesiz 37
Şah Damarı 45
Gerçek Şampiyon 73
Et 81
Ada 85
Kırmızı Kalp 105
Müntakim 113
Soygun 117
Arka Oda 125
Kalmadı Artık Böylesi 129
Kurtarıcı 133
Minnet Borcu 139
Otobüs 149
Yağmurda Beethoven 161
Emanetler 171
Yuva 181
Gölgesiz
26 Kasım Pazar sabahı saat 9:00 sularında ekipler yolu, Maçka Caddesi’nin bitip Teşvikiye Caddesi’nin başladığı noktadan kestiler. Günün bu erken saatinde gelen tek tük aracı Hüsrev Gerede istikametine yönlendirecek levhaları yerleştirip sırtlarında limon yeşili, fosforlu görev yelekleri ve ellerinde muhtelif alet edevat ile Teşvikiye istikametine doğru yürüdüler. Caminin neredeyse karşısına denk gelen tarihî apartımanın önündeki kaldırımlar yenilendiğinden beri can çekişen asırlık çınarın devrilme açısını ve yönünü hesaplayıp alan yarıçapına eşit, yani takribi on beş metre uzunluğunda kırmızı-beyaz, plastik bir uyarı bandı çektiler.
Saat artık 10:00’a geliyordu. Bir akrabasının aracılığıyla belediye kadrosuna iki ay önce kapağı atmış olan eski ormancı, yeni peyzajcı Ali Osman, tek eliyle tüy gibi kaldırdığı motorlu ağaç testeresinin dikene benzeyen tırnaklarını diğer elinin işaret parmağıyla üstünkörü kontrol edip yeterince keskin olduklarına kanaat getirdi. Mecburi olmasına rağmen eldiven takmazdı, yoksa aletin devinimini doğru hissedemiyor, yamuk kesim yapabiliyordu. Emniyet subabını serbest bıraktı, “Bismillah” deyip düğmeye bastı. Yüzlerce yaban arısının aynı anda kanat çırpmasını andırır pes bir sesle titreyen kıvrak aleti iki eliyle kavrayarak yuvarlak ucu sola gelecek şekilde ağacın dibine doğru yanlamasına çaldı. Ağaç güçsüzdü, işi uzun sürecek gibi görünmüyordu. Bir an önce eve gidip günün geri kalanını kendine ve ailesine ayırabilirdi.
Ali Osman gövdenin ortasına yakın bir noktaya geldiğinde garip bir hissiyata kapıldı. Tek bir saniye sürmüştü ama sanki kütük değil de başka bir şey kesmişti: Hem sert hem de cıvık bir şey. Bunca yıl incesi, kalını, budaklısı, düz yüzeylisi, envai çeşit ağacı indirmişti, keserken gözünü kapatsalar çoğunun cinsini söyleyebilirdi ama bu başkaydı. Tam “durdurup baksam mı?” diye düşündüğü an testerenin üzerindeki kızıl lekeleri gördü. Kesim esnasında oluşan talaşın bulaşmasıyla kurumuş olsalar da bunların “salça” olmadıklarını derhal anladı! “Lan, durduk yere başımıza iş almayalım şimdi. Herhalde içinde uyuyan bir kedi ya da köpek vardı, testere de ona rastladı.
Tamam, yazık olmuş hayvana ama naapiim? Benim de günahım değil ki bu yani, o da girmeseymiş kovuğa!” diye kendini teselli etti. İhtiyaten etrafa şöyle bir göz gezdirdi, iş arkadaşlarından hiçbiri durumu fark etmemişti. Meseleyi kurcalamamaya karar verdi! Yaşlı ağaç hesaplanan yön ve açıyla mükemmel bir uyum içerisinde devrildi; cılız, sararmış yaprakları caddeye saçıldı. Arkadan gelen kamyondan inen dört irikıyım Romen işçi aralarında kendi dillerinde konuşarak iş birliği yaptılar, ağır kütüğü yerden bıçkıhaneye götürmek üzere zahmetsizce kaldırıp üstü çadır brandasıyla örtülü dorseye tek seferde yüklediler. Arkalarından gelen arazöz yerleri tazyikli suyla yıkadı. Caminin hoparlöründen bir sala yükseldi… Münevver Hanımefendi tam kırk yedi sene Teşvikiye Camii’nin avlusuna bakan görkemli bir eski İstanbul apartmanının üçüncü katındaki aile evinde oturdu. El oyması Afyon mermerinden cephesi, çift yivli bir anahtarla kumanda edilen asansörün arabesk işlemeli ferforje kapısına kadar ulaşan otantik, kırmızı yolluklarıyla bu apartımanın dillere destan güzelliği, bölgede onlarcası fink atan fırsatçı müteahhitin rant iştahlarını oldum olası kabartmıştır.
Yine de hiçbiri mülk sahiplerine en ufak bir ahlaksız teklifte bulunma cüreti gösteremezler; çünkü birkaç yıl önce bunu denemeye kalkmış ilk densizin, o son derece zarif, iyi eğitimli, lakin lafını zerre esirgemeyecek kadar da gözü kara İstanbul elitinden ağzının payını nasıl aldığını ve utancından günlerce ortalıkta görünmediğini dün gibi hatırlarlar. Münevver Hanımefendi her gün olduğu gibi yine akşam ezanına az kala, dönemin en güzide kartonpiyer ustalarının bezeklediği ve bakımını birkaç yıl öncesine dek merhum eşi Sadullah Beyefendi’nin hiç sektirmeden her eylül başında bizzat yaptırdığı alabildiğine yüksek, yumurta kabuğu boyalı tavana baktı.
Can sularını yaşlı anaları çınarın takatsizlikten sarkmış dallarından temin eden nefti yeşil, damarlı, içbükey yapraklar suretlerini tavana en güzel bu saatlerde düşürürler ve onların birer tiyatro aktörü gibi salınan gölgeleri seyredene enfes bir temaşa lezzeti sunardı. Bu şölene genellikle içeri temiz hava girsin diye pencereyi açık bıraktığı yaz aylarında “komşum” dediği müezzinin tok, davudi sesi ile okuduğu akşam ezanı da teklifsizce eşlik ederdi. Sadullah Beyefendi’nin naaşı da bu mimarlık şaheseri camiden kaldırılmıştı. Adamcağız üzerinde artık sadece Münevver Hanımefendi’nin oturduğu bordo kadifeden, aslan ayaklı lui kenz berjerde, gözünü evladiyelik çınarın dalları arasından dahi tabak gibi görünen, üzerine her gün birilerinin bir daha hiç kalkmamak üzere yattığı o dillere destan musalla taşına dikerek takribi on yedi ay boyunca ölümü beklemişti. Sadullah Beyefendi bunu isteyerek yapıyor değildi; çağın en sinsi hastalıklarından Alzheimer’dan muzdaripti bir süredir.
Bazılarına tesir etmesi yıllar süren bu musibet onun gayet işlek havsalasını çok kısa sürede etkisi altına almış ve Galata’nın meşhur bitirimlerinden “Tırnaksız” İsmail Efendi’nin Mekteb-i Sultani mezunu, ressam, şair, sanatkâr oğlu Sadullah Beyefendi, seksenine henüz merdiven dayamışken “gönlümün sultanı” dediği Münevver’inin adını dahi telaffuz edemeyecek hâle düşmüştü. Abartısız, dupduru güzelliği, bakanın içine işleyen sıcak, masum bakışları ile zamanının en gözde dilberlerinden olsa da Elmadağ’daki okulu Notre Dame de Sion’un önünde kendisine laf atan bir serseriyi tek yumrukta devirdiği için “erkek” lakabıyla anılan Münevver ile dostlarının “Saduş” dediği çıtkırıldım beyzade Sadullah, Paris’teki Orsay müzesinde Caravaggio’nun bir eserine yan yana bakarken tesadüfen tanışmış ve birbirlerine anında tutulmuşlardı. Kızın son derece varlıklı, soylu bir sülaleye mensup ailesi, en az onlarınki kadar büyük servetini hangi yoldan elde ettiği şaibeli, akşam âlemlerinde nam salmış, tuhaf lakaplı bir bitirim ile dünür olmayı uzun müddet reddetse de bu aşkın önüne, özellikle de “erkek” Münevver’in yoğun ısrar ve çabaları sayesinde bir türlü geçememişler ve genç çift aile arasında tertip edilen mütevazı bir düğünle dünya evine girmelerini müteakip ömürleri boyunca oturacakları bu aile yadigârı apartımana taşınmışlardı.
Ne kadar isteseler de çocukları olmadı, kaldı ki bir noktadan sonra ikisi de bunu tevekkülle kabullenip vazgeçtiler. Sadullah Bey çalışmıyor, vaktini yağlıboya resimler yapıp zamanın modası olan uzun, serbest vezinli şiirler yazarak geçiriyordu. Şiirleri bazen alay konusu olsalar da tabloları oldukça başarılı bulunuyordu. Etrafında onun resimlerinden birini satın almak için dolananların sayısı hiç de az değildi. Hoş,taşralı lümpenler gibi alın teri dökerek kazanacakları üç beş kuruş paraya zaten ihtiyaçları yoktu, neticede her ikisi de zengin ailelerin çocuklarıydı.
Onları bu eve girer girmez ilk karşılayan, pencerenin önünde kök salmış muazzam güzellikte, görkemli bir çınar ağacı olmuştu. Hissi melekeleri eşi kadar gelişmiş olmayan Münevver, bir süre sonra kollarını bazen cüretkârca içeriye kadar uzatan bu davetsiz misafirden rahatsız olmaya başlasa da duruma zamanla alıştı. Gelgelelim Sadullah bu ağaca öylesine büyük bir muhabbet besliyordu ki, evde bulunduğu zamanın önemli bir bölümünü pencere kenarına yerleştirdiği koltuğunda oltutaşı piposundan derin nefesler çekerken onu seyrederek, bazen de pütürlü dallarını şefkatle okşayarak geçiriyordu. Evliliklerinin beşinci yılına girdikleri günün akşamında kocası Münevver’e büklümlü kınnap ile düğümlenmiş, parlak kahverengi, şık bir kâğıda sarılı, büyücek bir paket uzattı.
“Birlikte nice senelerimiz olsun sevgilim” dedi, “beğeneceğini ümit ederim.” Münevver gülümseyerek teşekkür edip tuttuğu paketi utangaç bir edayla açtığında içinden ömründe gördüğü en güzel peyzajlardan biri çıktı: Önde çınar, onun hemen arkasında tek tük otomobilin geçtiği ince, sakin sokak ve en arkada dalların arasından resmedilmiş zarif Teşvikiye Camii’nin geniş avlusu ile tek minareli küçük, şık ibadethanesi… Resmin sağ altındaysa Sadullah’ın fiyakalı imzası… Kocasının orada bazen neden kıpırdamadan saatlerce oturduğunu hemen idrak eden Münevver, bu ağacı önce Sadullah’ının sevdiği gibi ve gitgide Sadullah’ını sevdiği kadar sevmeyi öğrendi. Kısa sürede onu ailenin ayrılmaz bir parçası kabul etti.
Tabloyu ise sabah gözünü açar açmaz görebileceği ilk şey olabilmesi için yatağının solunda kalan kuzey duvarına, hem de bizzat kendi elleriyle astı. O resim o duvarı tek bir gün terk etti: Münevver Hanımefendi’nin sırra kadem bastığı gün… Münevver Hanımefendi mahallede bir süredir art arda açılan sayısız kahve ve lokantanın cazibesine dayanamayan, kendisi gibi yaşını başını almış birkaç hanım arkadaşıyla buluşup laklak etmek maksadıyla apartımandan çıktığı anda gördü kabukları pul pul dökülmüş, dalları lekeli, sarı mevsim yapraklarıyla dolu çınarın üzerine eğreti yapıştırılmış ilamı…
Güzün hüznünden kışın kasvetine bir anda geçilebilen huzursuz bir kasım sonuydu. Harfler ihtiyar gözlerinin bu mesafeden okuyamayacağı kadar ufaktı ama o, gönlünde doğru olmayan bir şeyler hissetti. İçi ağır, sıkıntılı bir varlık evhamıyla doldu. Derin bir nefes aldı, “Hayırdır inşallah” diyerek çınara yanaşıp okudu: “Yaşlılık kaynaklı bir hastalığı tespit edilen bu ağaç çevre sakinleri için ciddi tehlike yaratmakta olup ekiplerimiz tarafından 26 Kasım Pazar günü sabah saat 10:00’da kesilecektir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur.” Münevver Hanımefendi’nin kalp atışları hızlandı. Durdu. Bir daha okudu. Sonra bir daha… İri, ela renkli gözlerinden şeffaf inci taneleri ip gibi süzülürken son bir defa daha… Hem zihni bulandı, hem de midesi. Düşmemek için kendine zorlukla mukayyet olup sırtını ağaca yasladı. Gövdesinde gençken kocasına ne zaman sürpriz yapmak istese iç çeperine bir şeyler sakladığı ve kolunu ancak dirseğine kadar sığdırabildiği bir oyuk vardı.
Gayriihtiyari onu aradı. Ancak elinin girdiği yer, olması gerekenden çok farklı, çok büyüktü. Dehşetli bir şaşkınlıkla yüzünü ağaca döndü. O küçücük oyuk, içine ufak tefek bir insanın rahatlıkla sığabileceği derinlikte, gayya kuyusu gibi bir kovuğa dönüşmüştü. Demek ki çınarla olan ilişkisi uzun müddettir o kadar yüzeyseldi ki onun da kendisi gibi yaşlandığını hiç fark etmemişti. Ağacın dokundukça kabukları dökülen acınası, yaşlı gövdesini şefkatle okşayarak bu kayıtsızlığı için ondan samimiyetle özür diledi. Münevver Hanımefendi’nin aklından bir an için, “Bu işi nasıl engellerim, kimleri arayıp da yardım isterim?” düşüncesi geçse de pek itibar etmedi. Kaldı ki tanıdıkları arasında bunu yapabilecek kadar nüfuzlu tek kişi olan babası otuz yıl önce aşırı özgüveninin kurbanı olmuş, girdiği dalavereli bir işte açgözlü ortağı tarafından dolandırılıp da servetinin neredeyse tamamını kaybedince artık ona ait olmayan fabrikalarından birindeki çimento harcı karıştırıcısının içine atlayarak hayatına son vermişti.
Durum, tabanında ismi yazılı özel imalat ayakkabısının sol teki makinenin altında bulununca fark edilmişti. Fakat alet durdurulduğunda aradan o kadar uzun vakit geçmişti ki, koca kazanın dibinde babasının bedenine ait sağlam kalmış tek bir kemik parçası dahi bulunamamış, cenaze töreni boş bir tabutla ifa edilebilmişti. Kayınpederine neden “tırnaksız” dendiğini ise babasının ölümünden tam bir hafta sonra düzenbaz ortağının asitle eritilmiş cesedi şehrin dışındaki ıssız bir depoda tüm el ve ayak tırnakları kökünden sökülmüş hâlde bulununca anladı; ona içten içe minnet duydu, huzuruna gidip teşekkür etti, elini öptü ve onu kendi babası belledi.
Çünkü Tırnaksız İsmail Efendi, onu ömrü boyunca kati surette saymamış, bayramlarda bile bir kez olsun sofrasına davet etmeye tenezzül etmemiş, kibirli dünürünün intikamını almakta tereddüt etmeyecek kadar mert adamdı. Sadullah’ının böyle bir adamın oğlu olmasından onur duydu. Ama şimdi ailesinden kalan hiç kimse yoktu; ne onu doğururken ölmüş annesi, ne müntehir babası, ne mülayim kocası, ne de muktedir kayınpederi…
Hepsi de ölmüştü! Hâlâ nefes alanlarsa sadece kendisi ile canpare çınarı idi. Ve yarın onun da soluğu kesilecek, “erkek” Münevver Hanımefendi bu dünyada yapayalnız, gölgesiz kalacaktı. Münevver Hanımefendi son kez o gece sabaha karşı bir komşusu tarafından görüldü. Üzerinde şahidin ifadesine göre, “kefene de, gelinliğe de” benzeyen upuzun, bulut beyazı, kürk yakalı bir elbise, elindeyse usta bir ressamın fırçasından çıktığı belli, nefs bir tablo vardı.
…