Sanatının, ilminin vezaifini her şeyden mukaddes bilen Kasım! Şimdi aşk ve merhametin karşısında, hiçbir insanın aşkı için hususi bir aleti olamayacağına iman ettiği büyük sanatını Sara’yı kazanmak için bir vasıta yapıvermişti. Hem de nasıl bir şey için yemin etmişti! İlmi, kitapları, hocaları, laboratuvarları, o kadar fedakârlıkla elde ettiği sanatı, semadan muazzam simalarla başı üzerine eğilmiş, onu telin ediyorlar gibi geldi. O da Sara’nın elleri üstünde, ömründe ilk defa olarak ağlamanın harikulade hüzün ve lezzetini hissederek ağladı, ağladı.Mevut Hüküm, Halide Edib’in ilk dönem romanlarındaki arzu ve delilik matrisinin içinde konumlanır. Aklın, arzunun kıyısında olan kadınlar, o sınırı aşsalar da aşmasalar da tehdit olarak algılanırlar ve toplumun eril simgesel düzlemini her an istikrarsızlaştırdıkları için bu dünyada onlara yer yoktur.Fatih AltuğKaleme aldığı her metinle yeniden tartışılan Halide Edib’in bütün eserleri, gözden geçirilmiş baskılarıyla Can Yayınları’nda.
I
Kasım Şinasi
Avrupa’dan geleli iki sene olduğu halde İstanbul’un en çok tanınmış, en çok hastalı ve sırf mesleğiyle para kazanmış en zengin doktoru oluvermişti. Hem bunları hiç arkasından koşmadan, telaş etmeden, özlemeden, sırf metaneti, intizamı ve kabiliyetiyle elde etmişti. Zaten İstanbul’un en zengin Müslüman tüccarı olan babası da tıpkı oğlundaki gibi bariz olmayan fakat eğilmeyen sebatı, teferruata ikna eden ve müşkülat karşısında hiç titizlenmeyen demirden asabı, müsterih kafasıyla muvaffak olmuştu. Kasım Şinasi peder ve validesinin birçok senelerden sonra gelen yegâne çocukları olduğundan onu hayatını kazanacak bir adam diye yetiştirmeyi düşünmemişler, kendi gençliklerini feda ederek, o kadar zahmetle topladıkları parayla mebzul saadetler satın alabilecek sevgili bir çocuk diye muhayyilelerinin icat ettiği her müsaade ve sevinci onun önüne yaymışlardı. Fakat o, lala ve dadıyla büyüyen şımarık, mariz ve tembel bir çocuğa benzememişti.
Babasının kavi bünyesini tevarüs eden Kasım Şinasi aynı zamanda sıhhatli, faal ve oyunlarının, işlerinin başında muvaffak oluncaya kadar daima aynı derecede bir inat ve sükûnla uğraşan bir çocuktu. Nihayet en zor, en çok çalışmakla elde edilebilir bir meslek diye doktor olmuştu. O genç bir tıbbiye talebesiyken en ihtiyar hocalarından daha zengin bir kütüphanesi vardı; küçük bir laboratuvarı içinde her yeni eseri, nazariyeyi anlamak için, babasının vaktiyle nihayetsiz ve karışık rakamlar arasında müsterih kafasıyla çalıştığı gibi çalışıyordu. Nihayet Avrupa’ya giderken, dönüp meşhur ve zengin bir doktor olmak emeliyle değil daima hakikati bütün çıplaklığıyla görmek isteyen ve onun için bazen teleskop başında kırk sene gökleri seyreden, bazen cam şişeler arasında mikroplarla baş başa bütün bir hayat geçiren ilim adamlarının âteşin aşkıyla gitmişti. O zaman Kasım, oldukça inkişaf etmiş tabii ve sıhhatli bir genç olmakla beraber, kadın, onun hayatında büyük bir mevki tutmamıştı. Kadın ve erkekleri birbirine sevk eden ve onun indinde hayatın basit bir tecellisi olan hissi yalnız pek ilk zamanlarda kendinde tetkik etmekle kalmıştı.
Hayali onu, insanların et, kan ve kemik olan kısmından başka ecza-yı mevcudiyetine lakayt bıraktığından kadınlarda ne fazla mefkûrevi bir incizap görmüş ne de nefret ve yeisini celp edecek yalan, hile ve gösteriş sezmişti. O nihayet otuz yaşında mesleğine ait tahsilini bitirmiş, keyfi için dört sene daha o rüyanın en kudretli üstatları karşısında, en mükemmel laboratuvarları içinde çalıştıktan sonra biraz daha genişleyen vücudu üstünde tepesinin saçları kaybolmuş bir halde, gözlükleri arkasında bir çocuk kadar sade siması ve görücü gözleriyle dönmüştü. Hayatında esvap, boyun bağı, bütün giyinmek teferruatı hiçbir yer tutmamakla beraber o enli omuzlarının,kuvvetli uzun vücudunun, çıplak başının, bol ve rahat esvapları içinde onu pek kibar ve calib-i dikkat gösteren bir şahsiyeti vardı. En çok insanın nazar-ı dikkatini, bilinemez niçin ve nasıl tevkif ed[en şey], belki de bir aslan kafası kadar büyük başında, enli ve beyaz alnı altındaki biraz donuk siyah ve derin gözleriydi. Sonra kuvvetli burnu altında gözlerinin mütevazı, uzak fakat anut tebessümüne iştirak eden beyaz dişleriyle kuvvetli iyi bir ağzı vardı. Gözleri sathından değil Kasım’ın ta benliğinden gelen bir tebessüm, o dudakları ve gözleriyle insana bakarken, çocukluğundan beri etrafındakilere yalnız ona karşı emniyet ve muhabbet hissi değil aynı zamanda karşısına geçilmesi gayr-i kabil bir itaat ve teslimiyet arzusu ilham eder ve karşısındakiler hemen hiç ona mukavemet etmezlerdi.
İşte böylece genç, yakışıklı, âlim ve kabiliyetli bir doktor olarak İstanbul’a döndüğü zaman, hayatına vereceği istikamet hakkında muayyen bir kararı yoktu. Şehzadebaşı’ndaki konaklarında, ihtiyar ve tek babasıyla, evinin yalnızlığında yanında oturması için rica ettiği kendinden genç bir kardeşi ve ailesi bulunuyordu. Kasım Şinasi’nin anası öleli dört sene olmuştu. İhtiyar babasına amcası ile onun karısı bakıyorlardı. Kasım Şinasi’nin amcası, samimi, muhafazakâr ve ciddi olan babasına nispeten makul surette alafranga meşrep, müstehzi ve cemiyet hayatını seven bir adamdı.
O, Kasım Şinasi Avrupa’ya gittikten sonra evlenmiş olduğundan genç doktor için yengesi evde tamamen yeni bir simaydı. Sirkeci’de amcası muntazam redingotu, sivri siyah sakalı ve tek gözlüğüyle Şinasi’yi istikbal ettiği vakit, biraz ötede zarif, bülent, siyahlı bir kadın sekiz yaşlarında kadar, altın saçlı güzel bir küçük kızla ayakta duruyordu. Amcası, medeniliği, hürriyetperverliği nümayişkâr bir tavırla ibzal eden mütebessim bir nezaketle karısını yeğenine takdim etti. Garda bekleşen kadınlar, tren Ayastefanos’a1 geldiği dakikadan beri bahçelerde yollarda dolaşan insanlar, sekiz sene evvelkine nispeten Şinasi’ye daha iyi giyinmiş ve daha serbest tavırlı görünüyorlardı.
Memlekete gelirken laboratuvarlarda, Darülfünunlarda biraz gayr-i şahsi surette ona tesir eden memleketin yeniliği karşısında genç doktorun beyninde gayr-i vazıh, uçucu fikirler birbirini kovalıyordu. Birdenbire iki tombul çocuk eli, iki büyük sarı çocuk gözü ona dönünce, bu tarzda karışık fikirlere alışmayan zihni büyük bir memnuniyetle Atıfe’ye döndü. Kuvvetli kollarıyla küçüğü ta başının hizasına kaldırarak onun küçük yüzünün billuri hat[l]arında gözleri dolaştıktan sonra, minimini beyaz bir alın üstünde dalgalanan ipeklerin rengindeki sarı gözlerde, dost ve sade gözleriyle tevakkuf etti. Kasım Şinasi’nin sahih ve kuvvetli şahsiyetinin derin sadegisi, bütün ilim ve kabiliyetine rağmen ona insanlar karşısında azıcık mütevazı, azıcık da tıfılane bir yabancılık hissi verirdi. Belki bunun için, belki de kendi kuvvetli, onlar zayıf oldukları için o bütün çocuklara anlayan ve seven bir bağla bağlanıyordu. Ve Atıfe’yle ilk nazarda –dostluğun muğlak ve karışık kısmını Atıfe’nin küçük, iptidai kadın kalbi idare etmek şartıyla– bu ulvi rabıtayı tesis ediyordu. Bu da Muallim Remzi’ye ait muhabbeti istisna edilirse bütün memlekette hasıl ettiği yegâne dostluk olarak kaldı. Arabada o Atıfe’yle meşgul olurken amcası Refet Bey karısıyla küçük tebessümler teati ediyorlardı. Genç doktor nihayet yengesinin azıcık kalın ve kısık sesini ilk defa işitti:
Siz küçüğü bizim zannettiniz değil mi Kasım Bey?” “Tabii değil mi?” “Hayır, tabii değil! Bizim çocuğumuz bir defa oğlan, hem bu kadar büyük değil. Amcanız yazmıştı. Şimdi Avrupa’da zihninizin ailenizle ne kadar meşgul olduğunu görüyorum.” Kasım azıcık sıkıldı. Fakat hayatına ve mesleğine temas etmeyen şeyleri uzak dumanlar gibi telakki eden zihni, şimdi amcasının erkek çocuğundan ziyade yanında altın başını ta koltuğuna sokan küçük kızın kim olduğunu anlamak istiyordu. “Bu küçük kimin çocuğu?” Amcası cevap verdi: “Behire’nin hemşirezadesi.” Tabii Behire, yengesi olacaktı.
Şimdi ilk defa olarak akraba oldukları siyahlı kadına dikkatle bakarken Atıfe’yle müşabehetlerinin ne kadar göze çarpacak derecede olduğunu gördü. Aynı altın gibi sarı gözler, daha sarı, daha donuk, çocukluk yuvarlaklıkları yerine bir kadın simasının müteşekkil hatları görünen uzun bir sima, muntazam aza-yı vechiye altında taranmış, kesilmiş kumral kaşları üzerine inen sarı saçlar, sonra kumral yumuşak kirpikler, nazar-ı dikkat-i calib surette zedelenmiş yorgun gözkapakları. Yengesi pek her gün tesadüf edilen bir sima değildi. Uzun sağlam ve güzel vücudu üstündeki sağlam ve güzel başında, birdenbire yorulan, gayritabiileşen gözlerinin altı ve kapakları göze çarpan bir tezat yapıyordu. Kasım Şinasi’nin gözleri kadının dudaklarının kıvrımlarında da aynı yorgunluk ve hastalık izlerini aradı ve zihni birdenbire hükmünü verdi: “Histerik bir kadın!” Eve gelince amcasının küçük modeli, zayıf, çekik yüzü, beyaz temiz yakasından yükselen manasız başı,bütün gün temizliğini muhafaza eden ince bacaklarıyla karşılarına çıktı. Bu terbiyeli, cansız oğlan yengesinin birdenbire hatt-ı hareketini arayan gözleri önünde bile Kasım’ın kalbini ısıtamadı. Atıfe, yeni gelen amcayı daha çok benimsemekten mağrur, Hayri’ye altın gözlerinin en şımarık, en müstehzi nazarlarıyla bakarak Kasım’ın kolunda asılmış gibi geldi. Kasım Şinasi daha beyazlanmış, daha ihtiyarlamış babasıyla dün ayrılmış gibi birbirini anlayan sade selamlarıyla selamlaştılar.
İkisi de Kasım’ın annesinin –Kasım henüz bıyıkları gelen genç bir talebe esvabıyla şimendifere binerken bakan– siyah gözlerindeki yaşla düşündüler, ikisi de sükût ettiler. İhtiyar daha fazla olarak, metin, enli omuzlar üstünde tepesi açılmış bu büyük başın şakaklarındaki beyazlara, simanın sebatkâr hatlarına baktı. Kasım da babasının ayrılma zamanı pek uzak olmadığını gayr-i vazıh bir elemle düşünüyordu. Her sabah Ömer Ağa bahçe kovasının üzerinde elinde büyümüş bir çocuktan böyle yakışıklı, vakur, büyük bir adam gibi gelen Kasım Şinasi’ye dolu gözlerle bakarken, hatta iyi kalpli fakat biraz dalgın, unutkan Kasım’ın eskilere iltifat etmemesinde bile onu daha büyük bularak gururlanan kalbi kabarırken, Kasım elleri cebinde kendisiyle beraber büyüyen yeşil ağaçlar, evin çatısına kadar tırmanan sarmaşıklar ve güllerin bahar taravetleri arasında düşünüyordu. Evde onun kadar erken kalkan yoktu.
Yalnız artan sabah rutubetlerinde bahçeye çıkmaya cesaret edemeyen romatizmalı babasının pencereden kendini seyreden beyaz başında senelerin yumuşattığı nemnak, müşfik ve mütebessim bir selamı onu karşılıyordu. Geldiğinin üçüncü günüydü. Akasyanın altında açık başına dökülen çiylerin serinliğiyle sabahı koklarken küçük bir el, yarı korkak yarı sevinçli, kolunu yakalamıştı.
Başını çevirince, sarı gözlerinde nurlar, sarışın yanaklarında güllerle Atıfe’yi gördü. O yine dudaklarını kısarak, biraz mağrur, biraz kendini mazur göstermek için endişeli, acul bir sesle anlatıyordu. “Benim yatağım pencerenin önünde. Pencereden seni… sizi gördüm. Teyzemi uyandırmadan giyindim, yavaş yavaş geldim.” Çocuğun mütehakkim ve berrak gözleri onun tasvibini kazanmak için yumuşadı, dumanlandı. Kasım eliyle küçük başı sükûnet verici bir şefkatle okşuyordu. Sonra onunla bu eski ve güzel bahçeyi eski iki dost gibi el ele dolaştılar. Kasım’ın başı biraz çocuğa eğilmiş, ağır, ciddi sesle onunla konuşuyordu. Fakat çocuk dinler gibi görünmekle beraber gözlerinde endişeyle dalıyordu. Birdenbire, “Bugün eve gidecektim…” dedi ve arkasını getirmeden sustu.
“Niçin?”
“Annem sade pazara kadar izin verdi.”
“Öyleyse tabii gidersin.”
“Amma ben gitmek istemiyorum.”
“Anneni göreceğin gelmedi mi?”
Çocuk başını eğdi, dudakları titriyordu. O zaman bu yaramaz, faal ve cevval çocuğun bir kadın kadar hassasiyeti ve muğlakiyeti Kasım’ın zihninde rakik bir tecessüs uyandırdı. Ne vardı? Çocuk evinde mesut değil miydi? Pek tabii ve maddi görünen bu küçük kızda ne vardı? Atıfe köşede bir kameriye altında nihayet derdini döktü. Anası ve babası Erenköyü’nde büyük bahçeli bir evde oturuyorlardı. Annesi evvelleri onunla çok oynardı. Fakat şimdi hep sıkıntılı ve yalnız oturuyordu. Babası her akşam gelemiyordu. Geldiği vakitlerde annesi artık gülmüyor, oynamıyordu. Onun için Hayri’yle oynayabildiği bu evi seviyordu. Sonra biraz Hayri’den de şikâyet etti.
…