“Peygamber’in mihmandârı! Bir arzun varsa yapayım. Bir vasiyetin varsa yerine getireyim!”
“Ey Emîr! Sakın Allah’ın dinini bozma, müminler arasına fitne girmesine müsaade etme. Askere adalet ile muamele eyle ve düşman karşısında can kaygusu çekme. Bana gelince, senden ve senin ait olduğun şu dünyadan hiçbir şey istemediğimi bil ve herkese böylece ilan et. Şurada can oynatan cengâverlerden son arzum odur ki Azrail (a.s) bize uğradıktan sonra na’şımı Konstantiniyye surlarına yakın götürsünler. O gün savaş hattı nerede oluşursa, bedenimi o noktaya kadar taşısınlar ve orada, savaşan mücahitlerin arasında beni defneylesinler. Ta ki atlarımızın ayakları bedenimi çiğnemiş olsun, Bizans dokunamasın. Ayrıca, eğer yapabiliyorlarsa, cenazemi kendi atımın arkasında bir sedyeye bağlayıp taşısınlar. Tıpkı Kutlu Nebi’yi getiren Kusvâ’nın Medine’de bizim hanemizi bulduğu gibi o da benim için nereye gideceğini ve nerede duracağını bulacaktır.”
***
MENKIBE
-HERGÜN TANRIYLA ÖVÜNÜR, SONSUZA DEK ADINA SUKRAN DUYARIZ- MEZMUR. 44.8
“Yemen’de, Tübba Dürü isminde, zengin, adaletli ve ihtişamlı bir melik yaşarmış. Her gün Allah’a yüz kerre tövbe ettiği ve hastalık gelince sabırla katlandığı için halk ona ‘Eyyûb* lakabını vermişler. Zebur ile amel eder ve Davud Nebi’ye inanırmış. İsa Peygamberden yüz elli yahut iki yüz elli yıl kadar sonra hükümdar olmuş. Pek çok sayıda askeri ve dokuz tane de bilge veziri var imiş. Biri hariç diğer sekiz bilgesinin adını bizzat o koymuş. Öyle ki, hiçbirinin adı bir diğerinin adında yer alan harflerle yazılmasın diye, elifba dizgesindeki harflere küçükten büyüğe rakamsal karşılıklar icat ederek en genç vezirinden en yaşlıya doğru birbirinden ayrı, benzersiz isimler bulabilmiş. Eski zamanın kayıtları tutanlar ve eski hikâyeleri coşkuyla anlatanlar bu isimleri şöyle saymışlar: Ebced (a-b-c-d), Hevvez (he-v-z), Hutti (ha-tı-y), Kelemen (ke-l-m-n), Sa’fes (se-a’-f-sa), Karaşet (ka-r- ş-t), Sehaz (se-hı-ze) ve Dazığ {da-zı-ğ). Yemen’de kullanılan İbranî ve Arap elifbasındaki her bir harfin ancak bir defa geçtiği bu sekiz ismin dokuzuncusu Semul’e gelince o, aslmda melikin babasının da adıymış. Yemen’in bu adaletli hükümdarı Tübba Dürü bir gün İsa dinini öğrenmek için Kudüs’e gitmeye karar vermiş. Yolu üzerindeki Mekke’ye uğramış. Kâbe’yi tavaf ve ziyaret etmek istiyormuş. On iki bin asker ve vezirleri ile birlikte çadırlarını kurmuşlar. Fakat buraya geldikleri zaman Mekke’nin ileri gelenleri bunları karşılamamış, izzet ü ikramda bulunmamışlar. Bunun üzerine Melik Tübba’nın emirleri, araya nifak sokmuşlar ve meliki gazaba getirip Mekke’nin ileri gelenlerinin mallarını yağma ettirmeyi, hatta bazılarının başlarını kestirmeyi düşündürtmüşler. Bilge vezirler ise bu fikre karşı çıkmış. İçlerinden Semul, Ahir Zaman Nebisinin Mekke’de doğmasının yaklaştığını, eğer Mekke halkı yok edilirse muhtemelen onun atalannın da bundan zarar göreceği yahut doğumun geri kalma ihtimali bulunduğunu, bunun ise Allah’ın gazabını çekeceğini söylemiş. Melik o gece Mekkelilere öfke duya duya yatağına girmiş. Fakat uykusunda ona bir hastalık gelmiş ve bütün vücudu şişmiş. Hekimleri derdine bir türlü çare bulamamışlar. Ertesi gün ve daha ertesi gün, şişme gittikçe ilerlemiş. Nihayet dili ağzım kaplayıp nefes almasını zorlaştırmış. O sırada bir kâhin, içindeki fesatlık nedeniyle bu hâle geldiğini, bilge Semul’ün bahsettiği Ahir Zaman Nebisinin hak olduğunu, taşıdığı kötü fikirlerden vazgeçerse iyileşebileceğini söylemiş. Melik Tübba kâhini dinleyip yavaş yavaş öfkesini yenmiş ve kötü niyetlerinden vazgeçip tövbe etmiş. Bedeni de evvelkinden sağlıklı hâle gelmiş.
Bu minval üzere Mekke’den kalkıp kendi yoluna gidecek olmuş. Çölü ve kara tepeleri aşmış. Sonunda yolu Yesrib diye bir kasabaya uğramış. Dağların arasında, ova gibi bir arazide kurulan bir kasabaymış burası ve çok zaman önce haraba yüz tutmuş. Münbit arazisi var iken ot bitmez, kervan geçmez bir yer olmuş. Tübba burada konaklamak bile istememiş. Çünkü her yer pek kötü kokuyormuş. Hekimleri ve bilge vezirleri kötü kokunun sebebini bir türlü anlayamamışlar. Nihayet konacak menzil ararken yollan bir mahalle uğramış. Burada nedense o kötü koku yokmuş. Bilakis burunlarına çok güzel bir koku geliyormuş. Melik bunun sebebim sorduğunda yine bilge Semul, Kabe’de doğacağını söylediği peygamberin bir müddet sonra buraya geleceğinden, burada yaşayacağı ve sonunda bu güzel kokulu küçük yere defnolunacağından, duydukları kokunun belki de ona ait olma ihtimali bulunduğundan bahsetmiş. “Ol Nebinin gelme zamanı yaklaşmaktadır” demeyi de unutmamış. Bunun üzerine Melik Tübba anılan yerde toy kurdurup şölenler tertiplemiş. Günlerce çevredeki halka iyilik ve hayırlar yaparak uzunca müddet, ol cennet kokulu ravzada konaklamış. Amma sayılı günlerin tükendiği( uzun vakitlerin kısaldığı sırada melikin emrindeki âlimler, kendisinden bir istekte bulunmuşlar:
“Ey Melik-i muazzam! Sizin emrinizde yeterli sayıda ulemâ ve tebaa vardır, bizi burada bırakınız ve bizim her birimiz için birer hane yaptırınız. Ümit ederiz ki, o Nebinin dönemine erişir ve kendisine kavuşuruz- Eğer, kendilerine kavuşabilirsek sizi de haberdâr ederiz.”
Bunun üzerine Melik, âlimlerinden kırkı için birer ev yaptırmış ve her birine birer de cariye vererek birçok mal bağışlamış. Temelini taş ile ördürdüğü bir ev de, gelecek olan Nebi için yaptırıp şöyle vasiyette bulunmuş:
“O muhterem zât Mekke’de peygamber olup da bu memlekete hicret buyurduğu vakit, bu hanede ikamet eylesin.”
0l vakitlerde yazı tuğlalara yazılır, mektuplar böyle gönderilirmiş. Melik Tubba, pişmiş tuğladan bir tablet hazırlatmış. Üzerini kendi eliyle yazdıktan sonra bilge veziri Semul’e vasiyet etmiş ki:
“Şayet, beklenen o son peygamber benim zamanımda gelecek olursa pek âlâ; eğer benden sonra gelecek olursa o muhterem zât namına sana bu mektubu veriyorum. Emanetimi elden ele, babadan oğula teslim ederek bizzat eline ulaşıncaya kadar devrettiresin.”
Meğer Melik Tübba, mektubun üzerine İbranî harfleriyle şu ibareyi yazmışmış:
“Evvel ve âhir, her şey, her emir ve takdir Allah Taalâ’nındır”
Erte vakitte melik, ordusunu alarak önce Kudüs’e varmış, ardından memleketi olan Yemen’e dönmüş. Semul, melikin mektubunu bir sandıkçeye koyup mühürlemiş. Ta ki emanet sahibini bulunca açılsın.
Zamanlar akmış, doğanlar ölmüş. Hazrec kabilesinden olan Semul, Kutlu Peygamber’e erişememiş. Gel zaman, git zaman, Semul’ün yedi veya on iki göbek sonraki torunu Zeyd bu evde otururken adı güzel Muhammed doğmuş. 01 Ahir Zaman Nebisinin kutlu doğumundan yirmi yıl sonra da Zeyd’in bir oğlu olmuş. Adını Hâlid koymuşlar. Bu Hâlid, arkadaşı Revaha’nın telkiniyle Müslümanlığa meyledip ’Eşhedü en lâ-îlâhe illa’llah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûluhû‘ diyerek imana gelmiş ve ikinci Akabe Biatı’nda Nebi’nin ümmeti olmayı kabul ederek onu canı pahasına korumak üzere and içenler arasına katılmış. Hâlid yirmi iki yaşındayken evlenmiş ve bir oğlu doğunca, çok tövbe edenlerden ve hastalık gelirse sabır gösterenlerden olsun diye ona büyük büyük dedesi Semul’e imkân tanıyan Melik Tübba Düru’nun lakabı Eyyûb’u ad diye koymuş. Ol sebepten Yesribliler Hâlid’e Ebû Eyyûb demişler. Zanaatı çulhalık olan ve bez dokuyarak geçinen Hâlid, nâm-ı diğer Ebû Eyyûb el-Ensari, meğer adından dolayı bilge Semul’ün hikmetini taşırmış. Ve onun zamanında olmuş hep olanlar.”
(Hikâye-i Ebû Eyyûb, Süleymaniye Kütüphanesi. Yazma Bağışlar Bölümü, nr. 4032, yazılışı: H.1300/M. 1882, v. 15a-b. Kısmen sadeleştirilmiştir.)
İKİNİN İKİNCİSİ İLE İKİ CİHANIN BİRİNCİSİ
SEVR.
İBRANİ HİLKAT YILI, 6098 (12 EYLÜL 622 ?)
“Önce müşriklerden ayrılmak, sonra Müslümanlara katılmak…” Herkesten istediği işte buydu. Görünüşte birincisi vatandan aynlmak, İkincisi ise gurbette yaşamak demekti ama o tam tersini söylüyor, “İslâm her yerde bizim vatanımız olacak!” diyordu. On üç yıllık sabnn meyvesini, yıllarca süren baskı ve eziyetlerin sonunu bekliyorduk. Ona inananlar Habeşistan’dan bu yana durmadan bir yerlere göçmüşler, herkes kendi hicretini yaşamıştı. Bu sefer bir arada olacağımız için heyecanlıydık. Yesrib bunun için bize kucak açmıştı. Ve Mekke’den çıkıp Yesrib’e giderken kötülüklerden iyiliğe, çirkin huy ve alışkanlıklardan insaniyete; yalpalayan şahsiyetlerimizden dosdoğru olmaya göç ettiğimizi düşünüyorduk. “Gerçek bir muhacir” diyordu, “vatanından ziyade Allah’ın yasakladıklarından aynlabilendir.”Yeni dinin mensuplan, bunu bilmenin hazzı ve ihlâsıyla göçmen oluyor ama önce İslâm’ın yasaklarından göç ediyorlardı.
Göç, Muharrem ve Safer aylarında iyiden iyiye yoğunlaşmıştı. O evden, bu evden, müminler buruk kalplerle çıkıp çıkıp gitmişler, geride savrulmuş acılar bırakmışlardı. Gidenler kalanlar için, kalanlar gidenler için ağlıyordu. Umutlar hep Yesrib yollarına dökülmüştü. “Yesrib” diyordu, “insanlığın sancılarına çare bulmak üzere, yaratılışta kardeş, dünyada eşit ve eş olduğunu bilenlerin şehri olacak; kendi nefisleri için istediklerini başkaları için de isteyenlerin, kan davasına kapılmış düşmanlar iken can ciğer dostluk kurabilenlerin, ayrı şehirlerde hiç tanışmadan yaşarken birbirlerine vâris olacak derecede kardeş olanların, hak ve hakikati, iyiyi ve güzeli yaymada ölümü göze alanların, birbirlerine yalnızca Allah için yaklaşan, kaynaşan ve öylece birleşenlerin, iyilikte yarışanlar ve örnek hayatlar sürenlerin şehri olacak.”
Dediklerine inanıyor, bunu bir dava adamından ziyade, Allah’tan vahiy alan bir peygamber olarak savunuyordu. Evet, o peygamberdi ve benim dostum, arkadaşımdı. Peygamber olarak yüksek vahiylerin sözcüsü; arkadaş ve kul olarak da herkesten daha mütevazı bir yaratılışın temsilcisiydi. Kuşça yüreğinin her ayrılıkta nasıl titrediğini, Mekke’den giden her mümin için âdeta serçe kanatlarıyla çırpındığını görebiliyordum. Sevr Mağarası’nda geçirdiğimiz üç gün boyunca, gözünde yaşlarla dönüp dönüp geride bıraktığı şehrine bakışı ve Yesrib’i bir umudun adı olarak tekrarlayıp durması yüreğimi burkmuştu. Biliyordum, içi kavruluyordu, ama yine de geleceğe dair güvenli sözler etmeye, müjde dolu cümleler kurmaya devam ediyordu. Bunları duymanın beni teselli edeceğini düşünüyordu zâhir. Mağaradaki son gecenin seherinde, hatıralarımızı bıraktığımız şehrin puslu görüntüsüne dalarak kendi kendimize konuşurken, birbirimizden gizlemeye çalıştığımız gözyaşları arasında, birden benim de işiteceğim şekilde mırıldanmaya başladı:
“Vallahi ey Mekke, sen benim için yeryüzünün en güzel şehrisin. Eğer beni senden ayırmasalardı ben asla gidenlerden olmazdım. Bir gün sana tekrar döneceğim, bekle beni!”
Sevdiğim şehre son bir kez baktım. Evler üzerine kasvet çökmüşçesine belli belirsizdi. Orada görmeye çalıştığım şey aslında çocukluğum, gençliğim ve belki de bütün hayatimdi. Son birkaç yılım gözlerimin önünden geçiverdi. Müşriklerin eziyetleri ve zor şartlar, benim gibi îslâm’ı kabul eden herkesi Mekke’den çıkmaya zorluyordu. İnananların tartaklanmadıkları, işkenceye maruz kalmadıkları, aşağılanıp alay edilmedikleri bir gün bile yoktu. Maddi ve manevi baskılara dayanmak gitgide imkânsızlaşıyordu. Günler, aylar ve yıllar herkesin gözünde yaş, kalbinde hüzün oluyor, durmadan akıyor, akıyordu. Güvenli ve tarafsız bir beldede toplanmamızı bu yüzden istemişti. Yoksa Mekke’yi bırakıp gitmek ve hatıralarımızı unutmak, istediğimiz son şeydi. Hiç kimse bu kararı kolayca alabilmiş değildi. “Gitme”nin, varacağımız yerde”buluşmaksan önemli ve hayatî olduğuna inanmasak belki yine gitmezdik. Doğduğumuz toprak bizi kendine bağlıyordu. Gidişimiz için ilk adımın, varışımızdaki son adımdan daha değerli olması bu yüzdendi. Son adım hayal bile olsa, ilk adımı fedakârlıkla atanlar, kurtulanlardan olmaya başlamıştı. Gel gelelim her kurtuluştan ve her kurtulandan sonra Mekke’de kargaşa artmış, işler gitgide sarpa sarmıştı, önceleri bizi gitmemiz için zorlayanlar, artık giderken eziyete başvuruyorlar; mallarımıza, mülklerimize musallat oluyorlar; hatta göndermemek için baskı uyguluyorlardı. Şehirden gidenlerin, yok, yok, evvelce gönderdiklerinin bile geri getirilmesini murat edinmeye başladılar. Gelsinler ve şirkte kendilerine itaat etsinler istiyorlardı. İşte bu yüzden, her gidenden sonra geride kalanların can güvenliği biraz daha azalmış; durumları biraz daha sıkıntılı hâle gelmişti. Gizli gizli gidişler başladı. Kaçarcasına gidişler… İlk adımı bir umutla atanlar, son adımlarında korkudan kurtulacaklarına dair şüphelerle gitmeye başladılar. Bir tek cesur ve yiğit Ömer, Mekke’nin dünyaya armağan ettiği o kahraman, ilk adımını atmak için Kabe’ye varmış, yayını ve kılıcını omzunda sallayarak, “Ey Allah’tan başka ilâh edinenleri” demişti, “Bu şehirden gizlice kaçacağımı mı sanıyordunuz; hayır, bunu yapmayacağım. Bilin ki şimdi yola çıktım, işte Yesrib’e gidiyorum. Aranızda çocuklarını yetim, eşlerini dul bırakmak isteyen varsa gelsin peşimden!”
Ömer’in gidişinden sonra inananlar için hayat daha da zorlaştı. Kutlu Nebi’nin her adımı kontrol ediliyordu artık. Damadı Osman ile kızı Rukiyye de gidince, neredeyse nefes almasına bile karışılır oldu. O sabrediyor, herkese sabrı tavsiye ediyordu. Hiçbir şiddete şiddet ile karşılık vermiyordu. Bütün yaptığı cemaat direnişinden ibaretti. Buna rağmen müşriklerin planlan daha da korkunç olmaya başladı. Birkaçı hariç bütün inananları ve arkadaşları gitmişken onu kolayca ortadan kaldırabileceklerini düşünüyorlardı. Bunun için yedi kabileden yedi genç seçip fırsat kolladıklarını duyduk. Bu yedi adam aynı anda kılıç üşürecek, böylece Haşimoğulları kan davası gütmek yerine birkaç deve bedeli tutanndaki diyete razı olacak, iş kapanıp gidecekti. Çember daralıyor, müşriklerin kötü planlan anbean şiddetleniyordu.