Kıyamet, bir gün mutlaka kopacak. O gün geldiğinde kıyametin nasıl koptuğunu yazacak ne bir canlı, ne kalem, ne kâğıt kalacak. İşte Mizan Başındaki İtiraflar, o kıyametin nasıl kopacağının ve o gün insanların neler yapacağının romanıdır.
Mizan Başındaki İtiraflar, Kur’an ayetlerinden ve Hz. Muhammed’in hadislerinden süzülerek damıtılmış tamamen gerçek bilgilerden yola çıkılarak yazılmış bir romandır. Bir bakıma geleceğin bir destanı ve belgeselidir. Bu kitapta kıyametin nasıl kopacağına, insanoğlunun inşa ettiklerinin nasıl renkli pamuk gibi savrulacağına, tüm insanların ve canlıların nasıl helâk edileceğine, yeryüzünde yaşamış tüm insanların hiçbiri istisna edilmeden nasıl diriltileceğine ürpererek şahit olacaksınız. Ve bu insanlardan birinin siz olduğunu düşüneceksiniz.
Mahşer yerinde kurulan Mizan başında tüm insanların nasıl hesaba çekileceklerini ve boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun bile hakkının nasıl alındığını bütün ihtişamıyla yaşayacaksınız. Firavun, Karun, Ebu Leheb ile tanışarak onların yıkılmışlıklarına şahitlik edecek, hayattayken Allah’ın emrettiği gibi bir yaşam sürenlerin mutluluğunu göreceksiniz. Şeytan’ın yıkılmışlığını ve onun kandırıp yoldan çıkardığı insanların itile kakıla cehenneme sevk edilmelerini gözlerinizle göreceksiniz. Ve cenneti hak edenlerin cennetteki yeni vatanlarına yapacağı mutlu yolculuğa şahit olacaksınız.
***
ÖN SÖZ
İnsanoğlunun bilmediği bir tarihte ama ansızın kopacak Kıyamet’in kopması ile başlayıp, tüm insanların yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda sıraya dizilmesiyle devam eden bu romanda, insanların Mizan başında hesap verişleri konu edilmektedir. Ardından, hesap verenlerin dünyadayken nasıl bir hayat yaşadıklarına paralel olarak, cennete ve cehenneme sevk edilişleri işlenmektedir. Bütün bunlar, Kur’an-ı Kerim’e ve Peygamberimizin hadislerine dayalı olarak kurgulanmıştır.
Bu açıdan ele alındığında geleceğin bir belgeseli, bir destanı niteliğinde olan Mizan Başı İtirafları, yeryüzünde yaşamış olan, hâlen yaşayan ve gelecekte de yaşayacak olan tüm insanları ilgilendirmektedir.
Kitapta; Firavun’un başına neler geleceğini görecek, Karun’un derin hayal kırıklığına ve Ebu Leheb’in pişmanlığına şahit olacaksınız. Onlara benzeyenlerin yıkılmışlıklarına ibretle bakacaksınız.
Mizan başında hesap verenlerden birinin “siz” olduğunuzu düşünecek ve o gün geldiğinde, başınıza neler geleceğini daha bugünden göreceksiniz. Şeytan ile de tanışacaksınız. Kendi şeytanınızın size neler yaptığını Mizan başında anlayacaksınız. Ayrıca, şeytan sizi yoldan saptıramadıysa ve siz kötü insanlardan olmadıysanız, önünüzde cennetin kapılarının açıldığını göreceksiniz.
Tüm insanların hayat filmi mahşer yerinde gösterime girdiğinde, kendinizin neler yaptığını bir bir hatırlarken, başkalarının nasıl bir hayat yaşadıklarına da şahit olacaksınız.
Bu kitap, hayatınızda çok şeyi değiştirecek ve bu değişikliklerden memnun olacaksınız.
M. Yüksel Arkalı
* * *
Kıyamet, göz açıp kapayıncaya
kadar bir sürede koptu. Ancak bu
kısacık süre, kıyameti yaşayanlara
binlerce yıl gibi uzun gelmişti. Kısacık
sürede binlerce yıllık azap çekmişlerdi.
Bu kısacık sürede, insanoğlunun
kurmaya çalıştığı ne varsa altüst
oluverdi. İnsanın değer verdiği nice
varlıklar, bir anda değersiz hale
geliverdi. Dünyada kaç milyar insan
yaşıyorsa hepsi kurumuş ot gibi
oldukları yerde kalıverdiler. Aynen
Lut kavmi gibi, Medyen halkı gibi,
Eyke topluluğu gibi, Ad Kavmi gibi,
Nuh Kavmi gibi, Semud Kavmi gibi ve
daha başkaları gibi. ..
***
I
Hicaz tarafında bir yangın çıktı. Bu öyle bir yangındı ki, yangının alevinden Basra’daki develerin boyunları aydınlanıyordu.
Yeryüzündeki insanlardan bayağı olanlar, adi olanlar ve bunların oğulları, insanların en bahtiyarlarını teşkil ediyordu. Dünyanın en güzel nimetleri böyle insanların kullanımındaydı ve hiç ölmeyeceklermiş gibi bir hayat yaşamaktaydılar.
Tek gözü kör bir adam, kendisine uymuş insanlarla birlikte Medine yakınlarına kadar geldi. Uçsuz bucaksız tarlalarda ekili hiçbir şey yoktu. Orada bulunan uzun boylu, esmer tenli, keskin bakışlı başka bir adam, tek gözü kör adamın yanına kadar ilerledi.
“Sen, Resulullah’ın bize haber verdiği Deccal’sın!” diye seslendi.
Deccal, kibrinden dolayı kendini olduğundan daha büyük ve güçlüymüş gibi hissetti ve karşısında duran adama tepeden baktı. Sonra yanındaki adamlara döndü.
“Ben şunu öldürüp sonra da diriltsem ne dersiniz? Benim hakkımda herhangi bir şüpheye düşer misiniz?” diye sordu.
“Hayır…” diye cevap verdi orada bulunanlar.
Deccal, adamlarının bu cevabı karşısında önünde duran adama bir kılıç darbesi indirdi. Adam, oracıkta öldü. Sonra tekrar diriltti.
Ölüp dirilen adam, Deccal’a şöyle dedi:
“Allah’a yemin olsun, senin hakkında hiçbir vakit bugünkünden daha basiretli olmamıştım. Sen, gerçekten lanetlenmiş Deccal’sın…”
Bu söz karşısında Deccal sinirlendi. Adamı tekrar öldürmek için kılıcını sallamaya başladı. Ama salladığı kılıç darbelerinin hiçbiri o adamın ışık saçan nurlu yüzüne ve Deccal karşısında azametle duran heybetli vücuduna isabet etmedi. Allah, yıllarca evvel Hz. Musa’yı Firavun’un kılıçlarından nasıl koruduysa şimdi de bu adamı Deccal’ın kılıcından öyle korumuştu.
Öte yandan ismi Mehdi olan derin bakışlı, buğday tenli, atletik yapılı bir adam ordularıyla Deccal’ın olduğu bölgeye hareket etti. Deccal’ın ordusu ise bir su kenarında kamp kurmuş bekliyordu. Mehdi’nin ordusu, Deccal’ın ordusuna yaklaşınca dinlenmek ve yorgunluklarını atmak için bir düzlükte konakladı.
Ertesi gün iki ordu karşılaştığında güneş yeni doğuyordu. Ve güneş biraz yükseldiğinde eski zamanlardaki gibi bir meydan savaşının ateşi yandı. Bir anda ortalık kan gölüne döndü ve yerden kalkan toz bulutu gökyüzünü kararttı.
Savaş bittiğinde Deccal yenilmişti. Askerleriyle birlikte onun cesedi de kanla ıslanmış yeryüzünde yatıyordu.
Aradan birkaç gün geçti. Cuma günüydü. Tüm yeryüzünde şimdiye kadar hiç görülmemiş ince bir rüzgâr esti. Bedeni bu rüzgârla temas eden kimi insanlar, oldukları yerde ölüverdiler. Hiçbiri, ölüm acısını hissetmedi ve ne olduğunu anlamadı. Allah, Yemen tarafından ipekten daha yumuşak bir rüzgâr göndermişti ve bu rüzgâr, kalbinde zerre miktar iman bulunan hiç kimseyi hariç tutmadan hepsinin ruhunu bedeninden ayırmıştı.
Yeryüzünde hiçbir iş ehline verilmiyor, tüm işler ehil olmayan insanlar tarafından yapılmaya çalışıyordu. Bu durum, dünyada büyük bir haksızlığa ve kargaşalığa yol açıyordu.
Öte taraftan Fırat Nehri’nin zenginliği için insanlar birbirleriyle savaş halindeydi ve savaşan her yüz insandan doksan dokuzu öldürülmüştü ve bunlardan her biri bu savaşı kendilerinin kazanacağını zannediyordu.
Kimi insanlar ise, her zamanki gibi olağan hayatlarını yaşıyordu. Bazıları bankalarına uğramışlar ve birikimlerini nasıl değerlendirmeleri gerektiğini konuşuyordu. Bazıları plaza inşaatlarının projesi üzerinde çalışırken, kimileri de dünya haritasının nasıl şekillenmesi gerektiğini görüşüyordu. Yeryüzünün enerji kaynaklarının kendi ülkesinin ekonomisine kazandırılması için politika üreten insanlar ise ofislerinde fikir alış verişinde bulunuyordu. İnsanların önemli bir kısmı da para kazanmak, mal biriktirmek, makam elde etmek, başkalarını çekiştirmek, ihale kapmak, birinin ayağına çelme takmak, büyüklük taslamak, kibirli kibirli yürümek gibi sıradan hayatlarını yaşıyordu.
Uzak Doğu’da Zülkarneyn Seddi olarak bilinen ve altında Yecüc ve Mecüc’ün bulunduğu dağdan, şimdiye kadar hiç duyulmayan sesler geliyordu. Bu set, binlerce yıl önce Zülkarneyn tarafından inşa edilmişti ve yapımında Yecüc ve Mecüc’ün zulmünden bıkmış binlerce insan çalışmıştı. Zülkarneyn, bu setti yaparken önce dağın iki yamacı arasındaki boşluğa demir döktürmüş, sonra bu demiri eritmiş, ardından erimiş bakır madenini bu demirin üzerine akıtarak sağlamlaştırmıştı. O memleketin halkına da şöyle seslenmişti:
“Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi olan kıyametin kopma vakti gelince onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi gerçektir.”
İşte oradan sesler geliyordu. Bir süre sonra Zülkarneyn setti delindi ve içinden pis kokulu, kısa boylu yaratıklar çıktı. Bu yaratıklar, Yecüc ve Mecüc ile onların halkıydı. Bunlar her gördükleri nehirden su içiyorlar ve göllerin suyunu kurutuyorlardı. Kısa sürede dünyayı istila etmeye başladılar. Onlar, yeryüzünde bozgunculuk yapan ve söz dinlemeyen varlıklardı.
Dünyanın başka bir yerinde, Mekke şehri yakınlarında kuru ve etrafı kumlu bir düzlükte bir delik açıldı. Bu delikten “Dabbe” denilen canlılar çıkmaya başladı ve dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Dabbeler, her gördükleri insanın yanında duruyor ve onlara şöyle diyordu:
“Siz insanlar, Allah’ın ayetlerini yalanlayan ve o ayetlere kesin olarak inanmayanlarsınız.”
Yeryüzünde buna benzer olağanüstülükler yaşanırken hiç kimsenin beklemediği bir anda tüm kâinatı kuşatan bir çığlık sesi duyuldu. Bu, “Sûr” sesiydi. Yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine çarptırıldı. Aniden gözler kamaştı, Ay karanlığa gömüldü, Güneş ve Ay bir araya getirildi. Güneş ile Ay, iki insanın birbirine sarılması gibi sarıldılar. İnsanlar öyle korktu ki; “Nereye kaçabiliriz?” diye düşünmeye başladılar. Hamile kadınlar çocuklarını düşürdü, ama bir kısmı çocuklarını düşürmüş olduğunun farkında değildi. İnsanlardaki can, boğaza dayanmıştı. ‘Kimdir bunu iyi edecek?’ diye söylenip duruyorlardı ama ölmek üzere olan tüm insanlar, bunun artık dünyadan ayrılış olduğunu anlamışlardı. Bacaklar, birbirine dolanıyordu.
Gök yarıldı ve yanıp kızaran yağ gibi kırmızı bir gül haline geldi. Yeryüzü şiddetle sarsıldı; dağlar, parça parça dağılıp saçılmış toz gibi oldu. Koca koca dağlar ve yeryüzü havaya kaldırıldı ve birbirlerine çarptırıldı. Dağlar ve yeryüzü üzerine inşa edilmiş kocaman gökdelenler, evler, işyerleri, fabrikalar, barajlar, bağlar, bahçeler ve daha başka ne varsa, hepsi bu çarptırılmadan dolayı toz halini alıverdi. Gökler yarılmıştı. Yeryüzü dümdüz oldu; ne en ufak bir tümsek vardı, ne de en küçük bir çukur. Bu gün yeryüzü başka bir yere, gökler de başka bir göğe dönüştü. Gökler, kitap dürülür gibi dürüldü, dağlar saçılmış renkli pamuk gibi ortalığa saçıldı. Gök, yarıldı ve sarktı. Açılmıştı gökler; sanki yan yana kapı kapı olmuştu. Gökler erimiş bir maden, dağlar ise atılmış renkli yün gibiydi. Dağlar, serpildikçe serpiliyor, dağılıp toz duman haline geliyordu. Allah, dağları ufalayıp savuruyordu ve yerleri dümdüz oluveriyordu.
İnsanların korkudan ve dehşetten gözleri yerinden fırlamıştı. Öyle korkunç bir manzara yaşanıyordu ve her şey o kadar ani olup bitiyordu ki; insanlar ne vasiyet bırakabildiler, ne de ailelerine dönebildiler. Zaten ne vasiyeti yerine getirebilecek kimseler vardı, ne de aileler…
Yeryüzü içindekileri dışarı fırlatıyor, insan ise “ona ne oluyor?” diye kendi kendine soruyordu. Akıllar durmuştu.
İnsanoğlunun öteden beri merak ede geldiği ve çoğunluğunun “olmayacak” diye düşündüğü kıyamet, işte kopuyordu. Bazı kişiler, kıyametin dehşetinden kaçmaya çalışan insanlara şöyle seslendi:
“Kaçış nereye?”
Böyle diyorlardı, çünkü sığınacak hiçbir yer yoktu; kaçma imkânı hiç yoktu.
Kıyamet, göz açıp kapayıncaya kadar bir sürede koptu. Ancak bu kısacık süre, kıyameti yaşayanlara binlerce yıl gibi uzun gelmişti. Kısacık sürede binlerce yıllık azap çekmişlerdi. Bu kısacık sürede, insanoğlunun kurmaya çalıştığı ne varsa altüst oluverdi. İnsanın değer verdiği nice varlıklar, bir anda değersiz hale geliverdi. Dünyada kaç milyar insan yaşıyorsa hepsi kurumuş ot gibi oldukları yerde kalıverdiler. Aynen Lut kavmi gibi, Medyen halkı gibi, Eyke topluluğu gibi, Ad Kavmi gibi, Nuh Kavmi gibi, Semud Kavmi gibi ve daha başkaları gibi. O kavimler, daha önce başlarına gelen musibetlerle arkalarından kötü bir nam bırakarak tarih sahnesinden nasıl silinip gitmişlerse, işte dünya milletleri de öyle çaresiz kalarak birer kütük gibi oldukları yerde devriliverdiler. En büyük makam sahibi insanlar bile istisna tutulmadı. Onları ne orduları koruyabildi ne de başka güçler. Ama bu gün, eski kavimlerin yaşadığı helak günlerinden daha dehşetli bir gündü ve arkada hiçbir canlı kalmamıştı. Bu günü bir yere not edip gelecek nesillere “tarih” diye okutmak imkânı yoktu. Çünkü ne bu kıyameti not edecek bir insan, ne bu dehşeti yazacak bir kalem, bir kâğıt, ne de başka bir şey kalmamıştı. İnsanlığın önünde, artık bambaşka bir sahne, oynanacak bambaşka bir oyun, yaşanacak bambaşka bir hayat vardı.
Bu gün, her şeyin Allah’a sevk ediliş günüydü.
II
Daha önce ölmüş olan ve yüzyıllardır, bin yıllardır mezarlarında yatan insanlar ile dehşet verici kıyametin kopması ile ölüp giden insanlar birdenbire yattıkları yerden kalkıverdiler. İlk kalkan kişi, Allah’ın Resulü Muhammed oldu. Rabbinin izniyle doğruldu ve her zamanki sevgi dolu gözleriyle etrafına baktı. Allah’ın başka bir peygamberi olan Hz. Musa, Arş’ın ucundan tutmuş bekliyordu. Resul Muhammed, Hz. Musa’nın bu halini görünce ‘Acaba O, Allah’ın istisna tuttuğu biri mi ki benden önce kalkmış’ diye düşündü. Sonra bir anda cansız bedenleri toprağa dönüşen ve kemikleri toprağa karışan ne kadar beden varsa hepsi dirildiler. Toprak; içinde ne kadar ölü varsa hepsini dışarı atıyor, bedenler dışarı atıldıkça yeniden hayat bulup ayağa kalkıyordu. Her ölmüş insanın kemikleri bir araya getiriliyor, hatta tüm insanların parmak uçları bile bir tertip içinde yeniden düzenleniyordu. Gökyüzü yoktu. Güneş de yoktu. Yukarıda ne yıldızlar vardı artık, ne de Ay. Heryer, dümdüzdü. Ne en küçük bir tümsek vardı insanın ayağına takılacak, ne de en küçük bir çukur. Ne aydınlıktı, ne de karanlık. Altında gölgelenecek hiçbir ağaç da yoktu.
Kimi ağızlardan şöyle bir uğultu yükseldi:
“Vay başımıza gelene! Bu, beklenen ceza günüdür.”
Bir yandan da şu feryat yankılandı:
“Bu, zor bir gün…”
Yeniden dirilenlerden kimileri şöyle dedi:
“Vay başımıza gelene! Kim bizi diriltip mezarımızdan çıkardı? Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Peygamberler doğru söylemişler.”
Gün, Allah’ın huzuruna çıkmayı yalanlayanların gerçekten ziyana uğradığı bir gündü. Hep bir ağızdan şöyle dediler:
“Hayatta yaptığımız kusurlardan dolayı vay halimize…”
Onlar bu şekilde şaşkınlık yaşarken âlemlerin Rabbi olan Allah, tüm heybetiyle mahşer yerinde göründü, insanlığa ve cin topluluğuna şöyle seslendi:
“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu gününüzün gelip çatacağı hakkında sizi uyaran peygamber gelmedi mi?”
İnsanlar ve cinler şöyle dediler:
“Biz kendi aleyhimize şahitlik ederiz…”
İşte kendi aleyhlerine bu şekilde şahitlik ettiler de burada hiçbir yalanın fayda etmeyeceğine kanaat getirdiler. Tümü Rablerinin huzurunda durduruldu. Mahşer yerinde milyarlarca insan, milyarlarca cin vardı. Acınacak haldeydiler.
Allah, şöyle dedi:
“Nasıl, şu dirilmek gerçek miymiş?”
“Evet, Rabbimize andolsun ki gerçekmiş,” diye karşılık verdiler.
“Öyleyse inkâr etmekte olduğunuzdan dolayı tadın azabı…” Ve arkasından şöyle ekledi: “Hani benim var olduğunu iddia ettiğiniz ortaklarım?”
Bu sözler karşısında söyleyecek söz bulamadılar. Dünyadayken Allah’a ortak koşanların söyleyeceği hiçbir şey yoktu.
Kıyamet ne kadar kısa bir zamanda kopmuşsa, insanların diriltilmesi, yerlerinden kaldırılması ve hepsinin birden bugünün tek söz sahibi olan Allah’a sevk edilmesi de o kadar kısa sürmüştü. Perçemlerinden tutulup da sürüklene sürüklene götürülenler vardı. Gözleri de korkudan dışarı fırlamış gibiydi. İnsanların korkudan, şaşkınlıktan ve dehşetten dilleri kurumuş, günün ne kadar zor bir gün olduğunu fısıldamaktan başka bir söz söylemeye güçleri kalmamıştı.
Kimi insanların yüzleri kapkara olmuşken, ışık saçan, yüzlerinde gizli bir gülümseme bulunanlar da vardı. Mahşer yerinde her kim varsa (İlk insan Âdem’den kıyametin koptuğu güne kadar gelmiş geçmiş tüm insanlar, cinler ve şeytanlar topluluğu) hepsi bir düzen içerisinde dizildi. Zaman, durmuştu. Zamanın yaratıcısı ve sahibi olan Allah’ın emriyle sanki tüm saatlerin pili yerinden sökülmüştü de akrebin ve yelkovanın sesi duyulmaz olmuştu. Gökyüzünün olmamasından dolayı ve gökyüzünde güneş bulunmadığı için sabah, öğle, akşam ya da gece gibi kavramlar burada önemini yitirmişti. Sadece o “an” vardı. O an ise, hesabın görüleceği andı.
Bir ses duyuldu. Cehennem, sürüklene sürüklene getiriliyordu. Alev alev yanan, yandıkça daha da ısınan, ateşinden, dehşetinden ve derinliğinden insanları tir tir titreten bir görüntüsü vardı. Hatta ateşten yaratılmış olanlar bile cehennemin dehşetinden ve ürpertisinden dizleri üstüne çöküvermişti.
Küçük bir çocuk, kafasını kaldırıp yanında duran ve yüzü parlayan adama baktı.
“Cehennemin kaç yuları var?” diye sordu.
Adamın alnında yer yer ter zerreleri birikmişti.
“Yetmiş bin…” diye cevap verdi. “Her yularından da yetmiş bin melek tutmaktadır,” diye devam etti. Yetmiş bin yuları olan ve her yularını yetmiş bin meleğin tutarak getirdiği Cehennem, tüm insanların ve ateşten yaratılmışların ortasına bırakıldı. Hesap verecek tüm varlıklar, işte böyle bir cehennemin etrafında ip gibi dizili duruyordu.
İnsanoğlu için zor bir gündü. Cehennemin yüzlerine vuran alevinden mi, yoksa korkudan mı terliyorlardı bilinmez; ama sonuçta insanoğlu terliyordu. Önce insanın birikmiş teri yerin altına süzüldü, sonra dümdüz olmuş yerde birikmeye başladı. Bu ter, öyle bir hale geldi ki; insanların boğazına ve kulaklarına kadar dayanmış; korkudan zaten konuşamaz olan insanlar, kendilerini boğacak kadar yükselen ter deniziyle hiç konuşamaz olmuştu. Kimileri ölmek istiyordu elbette, ama artık ölüm yoktu.
Allah, ilk insan olan Âdem’i çağırdı.
Âdem, “Ey Rabbim, buyur… Emrindeyim, bütün hayırlar senin elindedir,” dedi.
Âdem’e şöyle bir nidada bulunuldu:
“Allah, sana cehennem heyetini çıkarmanı emrediyor!”
Âdem, şaşırmıştı. Önce ne diyeceğini bilemedi. Etrafına baktı. Dünyaya ne kadar insan gelip geçmişse hepsi oradaydı. Bu öyle bir kalabalıktı ki; kendisinden sonra hayata adım atan tek bir insan bile geri kalmamış, hepsi bu mahşer yerinde sıraya dizilmişti. Ve tüm insanlar, Allah ile Âdem arasında geçen bu konuşmayı dinliyorlardı.
“Ey Rabbim… Cehennem heyeti ne kadardır?” diye sordu.
Allah, “Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu…” diye karşılık verdi.
İnsanlar, cehennemin etrafında diziliydiler. Bu sözü duyunca insanlarda büyük bir ümitsizlik baş gösterdi, çocuklar birdenbire ihtiyarlayıverdi. Çoğu insan sarhoş olmadıkları halde azabın şiddetinden sarhoşa döndü. Âdem, nesline baktı. Soyundan gelen insanların üzerine bir azap çökmüş, kalpleri korkudan bomboş kalmıştı. Her bin kişi içinde o “bir” olabilmek için insanlarda ümit kalmamıştı. Oysa hayattayken binlerce piyango bileti arasından bir bilet alanlar, büyük ikramiyenin bu bilete çıkacağı ümidiyle hayal kurarlardı. İşte şimdiki hayalleri de ancak böyle bir hayaldi.
III
Mahşer yerindeki tüm insanlar, bir emir ile üç gruba ayrıldılar. Bir kısmı mahşer yerinin sağ tarafına sevk edilirken bir kısmı ise sol tarafa doğru sürüldüler. İnsanlardan çok az bir kısmı ise öne doğru ilerledi.
Sol tarafa sürülenler o kadar kalabalıktı ki sanki tüm insanlar bu kısma ayrılmıştı. Bunların başlıcaları; Şit Peygamber ve İdris Peygambere inanmayan insanlar… Hz. Nuh’un gemisine binmeyip tufanda helak olmuş olanlar… Hz. Hud’un peygamber olarak gönderildiği Ad Kavminin ileri gelenleri ve bunlara uyanlar… Hz. Salih’in ilahi çağrısına kulaklarını tıkayan ve ataları gibi yanlış yolda gitmekte direnen Semud Kavmi… Ve bu kavimde Hz. Salih’in mucizesi olan dişi deveyi kesip boğazlayanlar vardı. Bunlardan başka; İbrahim Peygambere ve ona vahiy edilen iman esaslarına uymayan ve O’nu bir ateşte yakmak için odun taşıyan insanlar… Hz. Lut’un sapık kavmi… Hz. İsmail ve Hz. İshak’ın peygamberliğini yalanlamış olanlar ve böylece hüsrana uğrayanlar… Eyyüb Peygambere arkasını dönüp gidenler… Şuayb Peygamberi yalanlayan ve ölçüde hile yapan Medyen ve Eyke halkı ve tüm bu insanların yoldan çıkardığı akılsız bir insan topluluğu bulunuyordu. Mahşer yerinin sol tarafı bütün bu insanlarla birlikte daha sonra gönderilmiş olan peygamberlere inanmayan insanlarla doluydu. Karınca sürüsü gibi bir insan sevkiyatı vardı.
Bunlardan başka göze çarpanlar da oluyordu. Firavun, yüzü kapkara olmuş ve gözleri korkudan dışarı fırlamış; dizleri, perişan bedenini taşımakta zorlanarak ilerlemekteydi. Dünyadaki halinden hiçbir eser kalmamıştı. Artık büyüklük taslayarak yürümüyordu. Başı öne eğik, adımları küçük ve sessizdi. Ne bir saltanatı vardı artık, ne de onun ilah olduğuna inanmış askerleri ve halkı. Onlar arkadan geliyorlardı; aynen Firavun gibi derin bir pişmanlık ve tarif edilmez bir korku içinde. Bir kısmının aklından Firavun’un yakasına yapışıp bu günün hesabını sorma düşüncesi geçiyordu.
Onun yakınlarında Karun görünüyordu. Dünyadaki gibi kibirli bir görüntüsü yoktu. Ne ipek elbiseler getirebilmişti dünyadan, ne de altın. Parçalanmış bir aba vardı üzerinde; kirliydi ve beyaz renkliydi. Oysa dünyadayken ne kadar da zengindi. Hazinelerinin anahtarlarını taşıması için para verip bir bölük asker tutmuştu. Bu askerler, Karun’un biriktirip mahzenlere yığdığı altınların, gümüşün, paranın ve diğer varlıkların anahtarlarını Karun’un arkasından giderek taşırlardı. İnsanların imrenerek baktıkları sarayında sayısız hizmetçi çalışır, tencerelerinde zamanın en güzel yemekleri pişerdi. Susamıştı Karun. Ama doya doya su içecek bir pınar yoktu etrafta.
Daha gerilerde iki eli kurumuş bir adam sürüklene sürüklene geliyordu. Bu adam, dünyadayken Allah’ın “iki eli kurusun” dediği Ebu Leheb’di. Gözleri korkudan dışarı çıkacak bir haldeydi. Kapkara olmuş yüzünün ortalarında fırlayacak gibi duran gözlerle korkunç bir hali vardı. Oysa dünyadayken ne kadar da şatafatlı bir hayat sürmüştü. Zengindi, insanlar kendisine saygı gösterirdi. Gösterişli eviyle, hizmetini gören köleleriyle, kuşanmış atları ve develeriyle, tüccarlığıyla, hurma bahçeleri ve meyvelikleriyle ve daha nice nimetler içinde krallar gibi bir hayat yaşamıştı. Ama bu hayat, büyük bir yanılgı içinde geçmişti. O, zannediyordu ki; Hz. Muhammed Allah’ın gönderdiği bir peygamber değildi ve yalan söylüyordu. Hz. Muhammed için yaratılmış bir kâinatın içinde güzide bir yeri olan Dünya’da bolluk ve refah içinde putlara tapar bir vaziyette yaşarken, kimi zaman başını göklere kaldırıp yıldızları seyre dalardı. Hizmetçileri ve köleleri ona kadehlerle şarap getirir; cariyeleri, önünde müzik eşliğinde kıvrak bir dans gösterisi yapardı. Çoğu zaman böyle ortamlarda arkadaşlarını da ağırlar, sarhoş olana kadar şarap içerlerdi. Ebu Leheb, Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in olduğu bir dünyada böyle günler geçirirken, akıl etmediği için gerçeklerden de habersizdi.
Ama şimdi, bu mahşer yerinde her şeyin hesabını soracak olan Allah vardı ve Ebu Leheb sorulacaklara ne cevap vereceğini bilemez durumdaydı. Allah’ın en sevdiği kuluna dünyadayken türlü eziyetler etmenin derin pişmanlığı ve üzüntüsü içinde “dünyadayken taptığım putlar şimdi nerede acaba?” diye düşünmekteydi. Onun gibi perişan bir halde bulunan daha milyonlarca, milyarlarca kadın ve erkek oradaydı. Kalpleri ve gönülleri bomboş kalmış bu insan sürüsü, belli bir düzen içinde bulundukları yerde beklerken, durdukları tarafa başka varlıkların da sevk edildiğini gördüler. Bu varlıklar arasında güneş, ay, çeşitli yıldızlar, ateş, insanoğlu tarafından yapılmış çok çeşitli surette taştan, balçıktan, tahtadan ve daha başka şeylerden putlar vardı. Kimilerinin dünyadayken sahip oldukları makamları, kimilerinin bağı bahçesi, kimilerinin eşi ve çocukları, kimilerinin patronları ve işverenleri, kimilerinin amirleri ve daha üst makamda çalışan insanlar, kimilerinin sarayı andıran evleri ve daha neler neler… Ancak bütün bunlar temsili olarak durmaktaydı. Yoksa ne gerçekten yemyeşil bir çiftlik vardı önlerinde, ne de dünyadayken sahip oldukları krallık, başkanlık, bakanlık, patronluk, yöneticilik gibi koltuklar ve makamlar… Ve her insanı gölge gibi takip eden birer nefisleri vardı. Tüm bencilliğiyle, cimriliğiyle, kibriyle, büyüklük taslamasıyla, çalım satmasıyla, kendini beğenmişliğiyle… Bütün günahlarıyla insanı takip eden ve peşini bir an olsun bırakmayan nefisler, bir sülük gibi kendilerine dünyada hizmet eden sahiplerine yapışmıştı.
Bir başka tarafta da şeytanlar ve cinler topluluğundan kalabalık bir gurup durmaktaydı. Onlara yakın bir yerde ise dünyadayken inanmış görünenler ama gerçekte inanmayan münafıklardan oluşan bir gurup vardı.
Bütün bunlar öyle çaresiz, öyle perişan, öyle bitkin bir durumdaydılar ki; ne kendilerine bir acıyan vardı, ne de kapkara olmuş yüzlerine bakan oluyordu. Etrafları eli güçlü muhafızlar tarafından çevriliydi ve onlara sordukları sorulardan da bir cevap alamıyorlardı. Sadece bekliyorlardı; bekledikleri ise dünyadayken yalanlamış oldukları hakiki gerçekti. Bu gerçeğin olmasını bekliyorlardı. Ve bu gerçeğin hiçbirinin hoşuna gidecek bir sonuç doğurmayacağını çok iyi bilmekteydiler. Dünyadayken yeniden dirilmeye inanmamışlar ve Allah’ın huzurunda sıraya dizileceklerini yalanlamışlardı. Kendilerine sunulan ömürlerinde neler yapmış olduklarından hesaba çekileceklerini de düşünmemişlerdi.
Meleklere şöyle bir emir verildi:
“Zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekilecekler…”
Melekler, bu emir karşısında hepsini cehennemin yolunda topladı. Tümü feryat ediyordu; çağırıp bağrışmaları, ağlayışları, yalvarışları mahşer yerini inletiyordu.
Melekler onlara şöyle dedi:
“Ne diye yardımlaşmıyorsunuz?”
Zaten çaresiz olan bunca insan, birbirlerini suçlamaya başladı. Yıkılmışlıklarının, çaresizliklerinin, cehennem yolunda sıraya dizilmiş olduklarının sebebini birbirlerinde arıyorlardı. Bir kısmı diğerlerine şöyle dedi:
“Siz bize sağdan gelirdiniz. Bize haktan yana görünürdünüz… Oysa şimdi görüyoruz ki siz yalancı kimselermişsiniz. Bizi de yoldan çıkarttınız ve saptırdınız. Haydi, bize yardım edin de bizi cehennemden uzaklaştırın. Çünkü dünyadayken bunu vaat etmiştiniz. ‘Bize uyun, çünkü bizim bir bildiğimiz var,’ demiştiniz. Hatta kendinizi yenilmez ve güçlü göstermiştiniz.”
Kendilerine bu şekilde suçlama yapılanlar, ellerinden gelse önce kendilerini kurtaracaklardı. Onlara şu karşılığı verdiler:
“Hayır… Siz zaten mü’min kimseler değildiniz… Bizim, sizin üzerinizde hiçbir hâkimiyetimiz yoktu. Hatta siz azgın bir kavimdiniz. Artık Rabbimizin dünyadayken bizi uyarmış olduğu azap, bizim için kaçınamayacağımız ve savuşturamayacağımız bir gerçek oldu. Biz onu mutlaka tadacağız… Evet, biz sizi saptırdık. Çünkü biz de sapkın kimselerdik.”
Firavun ağlıyordu; susuzluktan dili kurumuş, korkudan kalbi bomboş kalmıştı. Kurtulmak için ümidi yoktu. Dünyadayken kâhininin kehanetini hatırladı. Bir gün kâhini ona şöyle demişti:
“Ey şanlı Firavun… Sana güzel olmayan bir haber vermek istiyorum…”
“Bu kötü haber nedir?” diye sormuştu Firavun.
“İsrailoğullarından bir çocuk dünyaya gelecek. Bu çocuk büyüyecek, olgunlaşacak ve bir gün senin saltanatına son verecek ve seni öldürecek…”
Çok kızmıştı Firavun; önce kâhininin kellesini uçurmayı düşündü. Bu haddini bilmez kâhin, nasıl oluyordu da herkesin “İlahımız” diye önünde diz çöktüğü bir kralın, bir imparatorun, bir Firavun’un İsrailoğulları soyundan gelen bir çocuk tarafından öldürüleceğini söylemeye cüret edebilirdi! Üstelik tüm İsrailoğulları soyundan gelenler kendi hizmetinde köle olarak çalıştırılmaktayken? Bu nasıl olabilirdi? ‘Belli ki kâhinim kafayı yemiş,’ diye düşündü. Sonra kafasında bir şimşek çaktı; söyledikleri ya doğruysa? Bu ihtimali göz önünde tutarak önlem aldı. Askerlerini İsrailoğullarının evlerine yolladı ve şöyle emir verdi:
“Yeni doğmuş ne kadar erkek çocuk varsa hepsini kılıçtan geçirin…”
Sayısız çocuk, askerler tarafından kılıçtan geçirilirken, Firavun iyi bir iş yaptığını düşünüyordu. Bir gün çok sevgili karısı Asiye, elinde bir sepetle huzuruna geldi. Asiye heyecanla şöyle dedi:
“Bana da, sana da göz aydınlığı bir çocuk… Sakın onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur, ya da onu evlat ediniriz.”
Asiye, nedimeleriyle birlikte Nil Nehri kenarında gezerken sepet içinde bir erkek çocuk bulmuştu. Bu çocuğa şefkatle bakmış, onu kucağına almış ve sevgi dolu bakışlarla öpmüştü. Ardından da o çocuğu saraya getirmişti. Firavun, o çocuğun büyüyünce Allah’ın peygamberlik vereceği Hz. Musa olacağını bilmiyordu.
Bu bilgisizlikten dolayı Firavun çocuğu öldürmedi, oysa yakın bir gelecekte olacak şeylerin farkında değildi. Bu çocuk, Musa adını alarak büyüdü. Firavun ona çok iyi bakmıştı. Yıllar geçti ve bu çocuk, yani Musa, Firavun’un karşısına dikildi. Firavun’un kendisini zannettiği gibi bir ilah olmadığını, gerçek ilahın eşi ve benzeri olmayan Allah olduğunu bildirdi ve ona kulluk etmesini istedi.