Momo ya da zaman hırsızlarının ve çalınmış zamanı insanlara geri getiren çocuğun tuhaf öyküsü…
Momo karşısındakileri, aptal insanların bile aklına parlak düşünceler getirtecek şekilde dinlerdi…Momo’nun yanında oynanan oyunlar başka hiçbir yerde oynanamazdı.
Yaşanılan gün içinde çok büyük bir sır vardır. Bu büyük sır zamandır. Onu ölçmek için saatler ve takvimler yapılmıştır, ama bunlar hiçbir şey ifade etmez…
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ KISIM
MOMO VE ARKADAŞLARI
1. Bölüm: büyük bir kent ve küçük bir kız
2. Bölüm: sıradışı bir özellik ve sıradan bir tartışma
3. Bölüm: bir fırtına oyunu ve gerçek bir tayfun
4. Bölüm: suskun bir ihtiyar ve konuşkan bir genç
5. Bölüm: çok kişiye anlatılan öyküler ve tek bir kişiye
anlatılan öyküler
İKİNCİ KISIM
DUMAN ADAMLAR
6. Bölüm: hesap yanlış, ama geçerli
7. Bölüm: momo arkadaşlarını, düşman momo’yu arıyor….
8. Bölüm: bir yığın hayal ve birkaç düşünce
9. Bölüm: iyiler toplanamadı, ama kötüler toplandı
10. Bölüm: vahşi bir kovalama ve rahat bir kaçış
11. Bölüm: kötüler, kötülüklerden kötülük seçerken
2. Bölüm: momo zamanın kaynağına ulaşıyor 16
ÜÇÜNCÜ KISIM
SAAT ÇİÇEKLERİ
3. Bölüm: orada bir gün, burada bir yıl
4. Bölüm: çok ye, az konuş
5. Bölüm: bulmak ve kaybetmek
6. Bölüm: varlık içinde yokluk
7. Bölüm: korku büyük, ama cesaret daha büyük
8. Bölüm: gelecek geriye bakmadan görülebilirse
9. Bölüm: kuşatılanlar karar vermek zorunda
10. Bölüm: takip edenlerin takip edilişi
11. Bölüm: yeniliklerin başlangıcı olan bir son
yazarın gerekli gördüğü kısa bir son söz
1. KISIM
MOMO VE ARKADAŞLARI
BİRİNCİ BÖLÜM
büyük bir kent ve küçük bir kız
İnsanların bugün kullanılmayan pek çok farklı dilde konuştukları, çok çok eski zamanlarda, sıcak ülkelerde, kocaman ve görkemli kentler vardı. Bu kentlerde krallara, imparatorlara ait muhteşem saraylar bulunur; geniş caddelerin yanı sıra daracık, dolambaçlı yollar dikkati çekerken bir yandan da altın yaldızlı mermer heykellerle süslü tapmaklar göz kamaştırırdı. Farklı ülkelere ait eşyaların satıldığı rengârenk pazar yerleri kurulur, insanlar günün önemli olaylarını karşılıklı konuşup tartışmak ve anlatılanları dinlemek için geniş alanlarda bir araya gelirlerdi. Hepsinden önemlisi, oralarda büyük tiyatrolar vardı.
Bu tiyatrolar tıpkı günümüzdeki sirklere benziyordu; tek farkları bunlar taştan yapılmışlardı. Seyirciler için olan oturma yerleri dev bir huni gibi basamak basamak yükselirdi. Yukardan bakıldığında bazıları çember gibi yuvarlak, bazıları yumurta biçiminde, bazıları da yarım daire görünümündeydiler. Bu tiyatrolara amfiteatr denir di. Bir futbol stadyumu kadar büyük olanları da vardı, yalnızca birkaç yüz seyirciyi alacak kadar küçük olanları da. Bazıları heykeller ve sütunlarla süslenmişken bazıları da sade ve süssüzdü. Üstlerinde dam bulunmadığı için gösteriler açık havada yapılırdı. Bu yüzden büyük tiyatrolarda, insanları ani bir sağanağa veya güneşin kavurucu sıcağına karşı korumak için sıraların üstlerine simlerle işlenmiş halılar tente gibi gerilirdi. Basit tiyatrolardaysa aynı işi saz ve samandan örülmüş hasırlar görürdü. Sözün kısası tiyatrolar insanların gücüne göre çeşit çeşitti. Ama zengin veya yoksul, herkesin istediği şey aynıydı: Tiyatro izlemek; çünkü hepsi tutkulu birer izleyici ve dinleyiciydi. İzleyiciler heyecanlı olsun, komik olsun sahnede oynananları kendi günlük hayatlarından daha gerçekmiş gibi görüyor ve başka bir gerçeği izlemeyi seviyorlardı.
O günlerin üzerinden binlerce yıl geçti. O çağların büyük kentleri göçüp gitti, o görkemli saraylar ve tapmaklar da yıkılıp çöktüler. Bir yandan şiddetli yağmur ve rüzgârlar, bir yandan da aşırı sıcak ve soğuk havalar taşları oyup aşındırdıkça, o kocaman tiyatrolardan geriye bu-gün sadece birer yıkıntı kaldı. Artık o kırık dökük taşların arasında ağustos böceklerinin, adeta toprağın soluk alıp vermesini andıran tekdüze vızıltısından başka bir ses duyulmuyor.
Ne var ki, o günün büyük kentlerinden bazıları günü müze dek büyük birer kent olarak kaldılar. İçlerindeki yaşam biçimi değişti elbette. Şimdi insanlar otomobil, otobüs gibi araçlarla dolaşıyor, telefonla konuşup elektrikle aydınlanıyorlar. Ama hâlâ orada burada bir iki eski sütuna, dikilitaşa, bir kemere veya kale kapısına, hatta o günlerden arta kalmış bir amfiteatr’a rastlamak mümkündür.
Ve işte bizim Momo’nun başından geçen olaylar da böyle bir kentte yaşandı.
Bu büyük kentin güney kıyısında, çok fazla tarlanın olduğu, evlerin ve kulübelerin giderek yoksullaştığı yerde, küçük bir çam ormanında gizlenmiş bir amfiteatr kalıntısı vardı. O eski zamanlarda bile pek öyle görkemli olmadığı, daha çok yoksul insanlara hitap eden bir tiyatro olduğu belliydi. Momo’nun öyküsünün başladığı günlerde bu yıkıntı hemen hemen unutulmuş gibiydi. Birkaç arkeoloji profesörü bu yıkıntıyla ilgilenmişse de uğraşmaya değer bir şey bulamayıp vazgeçmişlerdi. Üstelik büyük kentte bulunan diğer kalıntılarla kıyaslandığında görülmeye değer hiçbir yanı da yoktu. Ara sıra yolunu şaşırmış birkaç turist otlarla kaplanmış taş basamakların en üstüne kadar tırmanıp biraz gürültü eder, birkaç hatıra fotoğrafı çeker, sonra çekip giderdi. İşte o zaman bu taş yığını tekrar eski sessizliğine bürünür ve ağustosböcekleri sonu gelmeyen vızıltılarına bıraktıkları yerden devam ederlerdi.
Bu garip yuvarlak taş yığınını en iyi tanıyanlar yalnızca yakın çevrede yaşayan insanlardı. Orada keçilerini otlatırlar, ortadaki yuvarlak alanda çocuklar top oynar ve bazen de sevdalı çiftler akşamları orada buluşurdu.
Günlerden bir gün çevre halkı arasında, bu taş yıkıntısına son zamanlarda birinin yerleştiği söylentisi yayıldı. Onun bir kız çocuğu olduğu tahmin ediliyor, ama biraz garip giyindiği için kimse tam olarak emin olamıyordu. Adının da Momo ya da buna benzer bir şey olduğu söyleniyordu.
Momo’nun dış görünüşü gerçekten biraz garipti, hatta temiz pak insanlar için biraz korkunçtu bile denebilir. Ufak tefek, cılız yapısı yüzünden yaşının sekiz mi yoksa on İki mi olduğuna karar verilemezdi. Ne tarak ne de makas görmüş hissini veren, simsiyah kıvırcık saçları vardı. Gözleri kocamandı, simsiyahtı ve çok güzeldi. Hep çıplak gezdiği için ayakları kapkaraydı. Yalnızca kışın, o da biri başka öbürü başka olan ve ayağına büyük gelen ayakkabılar giyerdi. Çünkü Momo’nun orada burada bulduğu ya da binlerinin verdiği eşyalardan başka bir şeyi yoktu.
Üzerine rengârenk yamalı ve topuklarına kadar uzanan bir etek geçirmiş, sırtındaki bol ve eski erkek ceketinin uzun gelen kol uçlarını tersine kıvırmıştı. Büyüyünce de giyeceğini düşünerek ceketin kollarını kesip kısaltmamıştı. Hem böyle bir sürü cebi olan kullanışlı bir ceketi bir daha bulabilecek miydi bakalım?
Tiyatro yıkıntısının tam sahne altına gelen yerinde duvardaki deliklerden içlerine girilebilen birkaç yıkık oda vardı. Momo işte buraya yerleşmişti. Bir öğle üzeri çevreden birkaç kadın ve erkek gelip Momo ya sorular sordular. Momo kendisini oradan kovarlar korkusuyla onlara öylece durup baktı. Ama az sonra bunların iyi niyetli insanlar olduğunu anladı. Onlar da yoksuldular ve böyle bir hayatın nasıl olduğunu gayet iyi biliyorlardı.
‘’Demek burası hoşuna gitti?” diye sordu adamlardan biri.
“Evet” diye yanıtladı Momo.
“Burada hep kalmak mı istiyorsun? ”
“Evet öyle.”
“Peki, seni bîr bekleyen yok mu?”
“Hayır.”
“Yani evine dönmeyecek misin?”
…