Haremden saltanata giden tehlikeli yolda yürüyen bir kadın.
Hürrem, tarihi gerçekler ve kimi gerçek karakterler kullanılarak kurgulanan bir roman ve yazarımız Demet Altınyeleklioğlu, kendi hayalgücünün ürettiği müthiş bir Hürrem hikayesi anlatırken, 16. Yüzyılın saray atmosferine, kokusuna, rengine, dokusuna ve duygusal haritasına da yeniden hayat veriyor 16. yüzyılın özellikle ilk yarısına hiç kuşkusuz
Osmanlı Hakanı Kanuni Sultan Süleyman, İngiltere Kralı Sekizinci Henry ve Kutsal Roma Germen İmparatoru Şarlken damgasını vurmuştu. Bu hükümdarların iktidar mücadesi ve savaşları kadar aşkları da tarihin seyrini değiştirdi. Sultan Süleyman ve güzel cariyesi Hürrem, Sekizinci Henry’nin başını kestirerek öldürdüğü iki kraliçesinden biri olan Anne Boleyn ve Şarlken’in Avrupa’yı din savaşlarına sürüklemesinde
başrolü oynayan karısı Isabella…
Birbirini tanımayan bu üç güzel kadının, hemen hemen aynı yıllarda iktidar mücadelesi verdiği üç saray, romanlara, filmlere, TV dizilerine ilham veren büyük aşklara, inanılmaz entrikalara, komplolara, kanlı cinayetlere sahne oldu.
Fakat bu öykülerin hiçbiri; haremle, dünyanın en kudretli hükümdarı
Sultan Süleyman arasındaki tehlikeli yolda yürüyen
Hürrem’in macerası kadar masalsı değildi.
***
Gölgeler ansızın kayboldu. Sesler de duyulmuyordu. Gözlerini kavuran ışık sönmüştü. Zifiri bir karanlığın içindeydi. Sevinçle el çırpmak geldi içinden. Çünkü ancak karanlıklar yataktaki bedenini kucakladı mı çıkageliyordu küçük kız. Ancak o zaman zihin penceresi sonsuz kırların ışıklarına açılıyordu. İşte şimdi tam zamanıydı. Karanlık dokunabileceği kadar yoğundu. Sessizliğin ne anlattığını duyabiliyordu.
“Hadi, ” diye fısıldadı. ‘Gel artık. ” Kendi sesini duymaya çalıştı, olmadı. Oysa kızınkini işittiğine emindi. Hem zaten sadece o duyuyordu artık küçük kızı. Hem belki konuşurdu bu kez. Birden heyecanlandığını hissetti. Ne kadar arzu etmişti. Her gelişinde… Sırtını döven örgülü saçlarını savura savura kelebeklerin peşinde koşarken birden durup bakmıştı sadece. Elini kıza doğru uzatmak, onu kucaklamak istemiş, yapamamıştı.
Gözlerinin mavi yeşilini seviyordu kızın. Yanaklarındaki minik benekleri, dudaklarındaki tarifsiz tebessümü seviyordu. “Hadi,” dedi yeniden, “Kelebekleri bekletme.”
O da bekletmedi. Karanlığın içinde birden san katırtırnağı çiçekleriyle dolu uçsuz bucaksız bir kır beliriverdi. Geride, çok geride başı dumanlı dağlan gördü. “Ah, ” dedi çiçeklerin üzerinde dans eden kelebeklere. “Sizi özlemiştim.” Sonra kız geldi mavi entarisini ve beyaz önlüğünü uçurarak. Annesi saçlannı örmemişti. Kızıl bir deniz gibi dalgalanıyordu saçları arkasında, rüzgarla yarışırken. Kelebekler hemen müthiş perçemlerinin büyüsüne kapıldı. Şimdi kız neşeli bir şarkı söylüyordu galiba, kelebekler saçının üzerinde minik kanatlannı çırparken. O duyamıyordu. Kuş cıvıltılarını da… Sessiz bir cennete bakıyordu sanki, karanlığın göbeğinden.
Kızıl saçlı, çilli, küçük kız kelebekleriyle koşup oynarken onu görüverdi. Dansın temposu yavaşladı. Bakışları karşılaştı. Tannm, ne kadar güzeldi! Güzel ve masum. Ne kadar korumasız! Onu görünce hüzünlenen bakışlarını kaçırmak istedi. Kararlıydı. Deneyecekti. Kız tam arkasını dönüp kelebeklerin peşine düşmeye hazırlanırken sesleniverdi. tlDur gitme. ”
Sarıçiçeklerin arasında durdu küçük kız. Dönüp ona baktı. Gözlerindeki hüzün yerini meraka bırakmıştı şimdi.
‘Konuş benimle. ”
Mavi yeşil gözler ışıldadı ama sessizlik bozulmadı.
“Söyle bana. Kimsin sen?”
Eğilip bir çiçek kopardı. “Aleksandra. Aleksandrayım. ” uAleksandra!’.. Ne kadar güzel bir isim. Sana ne kadar yakışmış. ”
“Ya sen kimsin? Sanki tanıyor gibiyim.”
Ben de seni tanır gibiyim diyemedi. “Ben de Hürrem Sultan’ım güzel kız.”
Hürrem Sultan mı? Kim o?”
“Yedi iklim, üç kıtanın hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’ın karısıyım.”
Küçük kız mavi eteğinin ucundan tutarak bir dizini büktü, önünde hafifçe eğildi. Kopardığı sarıçiçeği ona uzattı.
Hürrem karanlığın içinden kurtulup almak istedi çiçeği, başaramadı. Boğazında bir hıçkırık düğümlendi. Bu karanlıktan sıyrılıp katırtırnakları denizi içinde Aleksandra’yla birlikte kelebek dansı yapmak istiyordu artık. Ama kurtulamıyordu karanlıktan.
Kızın yüzünde muzip bir ifade belirdi. “Hürrem, aşık mı Süleyman ’a?
“Elbet aşık. ”
“Süleyman da seni seviyordur mutlaka?”
Hürrem için için kıkırdadı. “Nereden anladın?”
“Çok güzelsin de ondan. ”
Dikkati birden dağılıverdi kızın. Hoplayıp zıplayarak yeniden dans etmeye başladı kelebekleriyle. San katırtırnağı çiçeklerinin içinde neşeyle cıvıldayarak uzaklaşırken bir şey hatırlamış gibi durdu.
“Tacın, tahtın var mı senin?”
Ne cevap vereceğini bilemedi.
“Hürrem Sultan olmak güzelmiş,” dedi kız tekrar koşmaya başlarken. “Karar verdim. Ben de Hürrem olacağım. ” Esir edildiği karanlıktan kurtulmak, yattığı yerden fırlamak istedi. Yapamadı. “Sakın ha!” diye haykırdı, “Sen kırların sultanı olarak kal!” Aleksandra ise çoktan kelebekleriyle dans ederek çiçeklerin arasında kaybolmuştu. Hürrem birden şarkıyı duymaya başladı. Keşke hiç bitmese diye düşündü ama her şey birer birer silinmeye başladı. Önce renkler soldu. Çiçekli kırlar kayboldu. Sonra başı dumanlı dağlar. En son rüzgarın uğultusu ve Aleksandra’nın şarkısı işitilmez oldu. Zihin penceresi kapanmıştı artık. Hürrem yine karanlıklarıyla baş başa kaldı.
Kızın sorusu takıldı aklına. “Hürrem aşık mı Süleyman’a?” Birden bedeni ürperiverdi. “Süleymanım sen mi geldin?” dedi yatakta yanını yoklayarak. Kimse yoktu ama yine de kocasının onu kucaklayan kollarının çelik mengenesinde arzuyla kıvranıyordu. İhtirasla. Sultan Süleyman’ın kor dudaklarının kulak memelerinde, boynunda, göğüslerinde yarattığı kıvılcımı hissedebiliyordu. Soluğu kesilir gibi oldu. Olabilir mi böyle bir şey, dedi defalarca kendi kendine. Olabilir mi? Burada, ışıkla karanlık, gerçekle hayal, cennetle cehennem arasında durduğu bir noktada vücudu böyle tarifsiz arzularla çırpınabilir miydi?
Korktu. Doğrulmaya gayret etti. İçinden çıtı çıkmayan bir çığlık yükseldi. Kimindi bu parmaklar? Dehşet içinde kaldı. Bacaklarının arasında onu çıldırtan bir yolculuğa çıkan parmakların sahibini aradı karanlığın içinde. Göremedi. Yoktu ki. Baldırlarında, kasıklarında örümcek gibi dolaşan sahipsiz parmaklar! “Sen misin?” diye inledi. Cevap veren olmadı. Ulaştığı her mahrem noktaya şehvetin, günahın damgasını vuran parmaklardan uzaklaşmak için çırpındı Hürrem. “Hayır!” diye bağırdı. “Hayır, hayır!”
Kendini kaldırıp karanlığın içine fırlattığını düşündü Kurtulmak için koşuyordu. Ancak kollan, bacakları yoktu Örümcek parmaklar kaybolmuştu. Şimdi genç, yakışıklı bir adam kovalıyordu onu. “Sen!” diye bağırdı, “Sen, sen. sen’ Beni sen öldürdün. Oysa sana inanmıştım. ” Tam yakalanmak üzereyken yelelerini rüzgara bırakmış bir kırat şahlandı önünde. Atın üzerinde heybetle kurulan devi gördü Hürrem. Karanlık aydınlanıvermişti sanki. uAtla kızım!” dedi dev adam. Hiç düşünmeden bu güçlü kollara atıldı. “Götür beni buradan…” diye sarıldı boynuna devin. “Kırlarıma götür. Kelebeklerim beni bekler. ” Kırat fırtına gibi ileri atıldı. Uçuşan yelelerin saçlarına karıştığını, yüzünü okşadığını hissetti Hürrem.
Karanlığın içinde yüzlerini göremediği vücutlar kıpırdamaya başladı. Anlayamadığı mırıltılar duyuyordu. “Ateşler içinde yanıyor”dedi biri. Çocuklarının yüzleri şekillenir gibi oldu belli belirsiz. Mehmet’ti bu. “Ah, Mehmetim…” diye inledi, “Ananı öldüremediler, sana kıydılar Sonra Mihrimah geçti yanından. Biricik kızım. Selim’in san saçları… Beyazıt ‘ın tıpkı Sultan Süleyman’a çeken kor bakışları. Cihangir dal gibi vücuduyla yürüyüp gitti önünden. Tam sarılacağı anda, Hürrem’in kollarından kaçıverdi küçük oğlu.
Korkunç bir çift göz gördü. Hatırlıyordu bu gözleri. Donuk ve gri bakışların etkisiyle ürperdi. Kadının dudakları kıpırdamıyordu ama o korkunç sesi duyabiliyordu Hürrem. “Zehir, zehir!” diye bağırıyordu kadın, çelik sürtünmesini andıran bir sesle.
Karanlık birden dağıldı. Gölgeler şekillendi. Sesler sahiplerini buldu. “Padişahım müjdeler olsun; Hürrem Sultan kendine geldi.” Buğulanan kirpiklerinin arasından kocasının yüzündeki endişe bulutlarını farketti. Gülümsemeye çalışırken Aleksandra ‘nın “Tacın, tahtın var mı senin?” sorusu burgu gibi saplandı beynine.“Bana Cafer’i çağırın, ” diye mırıldandı Hürrem. “Hemen. Hemen!”
I
Güz, 1558
Ağaçların arasında huzursuz birkaç gölge kıpırdadı. Sicim gibi yağan yağmurun altında iki büklüm yürüyen, attıkları her adımda durup etrafı dinleyen ve yeniden ilerleyen on korkunç suratlı adama aitti bu karaltılar. Orman, ağaçların gölgesiyle geceden daha koyu bir karanlığa gömülmüştü. Ellerindeki kılıçların bir parlayıp bir kaybolan soğuk çelik ışıltısı olmasa onları farketmek mümkün değildi. Kendileri kadar uğursuz görevlerine gidiyorlardı bu havada.
Pusu yerine daha çok vardı. Saatlerdir yürüyorlardı. Bir yandan yağmur, bir yandan da kalın gövdelerine sırtlarını vererek gizlendikleri meşe ağaçlarının yapraklarından oluk gibi üstlerine dökülen sular iliklerine kadar işlemişti..
Kalkan bir kolla hepsi olduğu yere sinip hareketsiz kaldı. On çift kulak ormanın sessizliğini dinledi. On çift göz yağmur duvarının arkasında bir şey görebilmek için dikkat kesildi. Kimse yoktu. Hiçbir şey yoktu.
Orman hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Geyikler, tavşanlar bile sığınacak bir yer bulmuşlardı belli ki kendilerine. On çift gözü bekleyen kanlı bir iş vardı. Bir kese dolusu çil çil altının sıcaklığı nasıl olsa ısıtırdı hepsini.
Kalkan kol indi ve on gölge, kılıçlarını her an birinin karnını deşmek istermişçesine öne uzatarak ilerledi. Onları birkaç metre geriden izleyen gölge de aynı şeyi yaptı.
Ağaçların seyrekleştiği küçük açıklığa geldiklerinde iyice yorulmuşlardı. On adam durdu. Peşlerindeki gölge de bir ağacın arkasına gizlendi. Olacaklardan kendini korumalı, fazla yaklaşmamalıydı.
Adamlar soluklanmak için kendilerini ıslak toprağın üstüne bıraktılar. içine gizlendikleri pelerinler üstlerine yapışmıştı. Başındaki kukuleta yüzünden ait olduğu surat seçilemeyen bir ses, “Kahretsin!” diye homurdandı yavaşça. “Bu şey gavur ölüsü gibi ağırlaştı. Pelerinleri çıkarmazsak kılıç sallamak zor olacak.”
Az ötesinde yüzükoyun toprağa kapanan biri, kafasındaki örtüyü çekip açtı. “Altınları cebe indirmek kolay olacak ama!” dedi. Sinsi bir kahkahayı bastırmak için ağzını eliyle kapattı ve suratından akan suları sildi.
“Böyle bir havada şeytan bile dolaşmaz be. Bana sorarsanız boşuna uğraşıyoruz. Eloğlu bizim gibi budala mı? Mutlaka bir hana sığınmışlardır. Sıcak yataklarında horuldayıp sabahı bekliyorlardır.” Karanlığın içinden başka bir gölge konuşmuştu.
“Kimbilir, belki de ocağın başına kurulmuş, şarap çekip duruyordur herifçioğulları, ha?”
Az önce kolunu kaldırıp durun komutu veren adam oturduğu yerden öfkeyle doğruldu.
“Ne hanı, ne şarabı sayıklar durursunuz odun kafalılar! Hürrem’in adamları emir aldı mı yağmur çamur dinlemez. Kesin karılar gibi sızlanmayı da yürüyün. Pusu yerine az kaldı.” İsteksiz homurtular duyuldu. Dokuz adam yeniden kıpırdadı. Yağmur duvarının onları gözlerden silmesi uzun sürmedi.
Pusucuların başı geride kalmıştı. Peşlerinden gelen pusucubaşının yaklaşmasını beklediler. Eteği yerleri süpüren deri bir pelerine sarınmış olan adam, üzerinden akan sulan silmeye çalışırken “Dibi delindi mübarek!” diye sızlanıyordu.
“Akıtacağımız kanı yıkayacak da ondan.”
Deri pelerinli ürperdi. “Kan yıkanacak ama cesetler kalacak. Herkes Hürrem’in adamlarını tanıyacak. Ya seninkiler? Üstlerinde bizi ele verecek bir şey olmamasına dikkat ettin değil mi?”
“Meraklanma, adamlarım temiz.”
Pusucu başı durdu. Ettiği lafa güldü. Temiz, ha? Gel de gülme! Şu dünyada her şey temiz olabilirdi ama adamları asla.
Beriki, “Sen yine de dikkatli ol,” diye mırıldandı. “Anlaşmayı unutma. Geride bizden yaralı bırakmak yok. Düşüp kalan oldu mu, nasıl olsa ölür deme. Bitir işini.”
“Sağ kalırsam elbet,” dedi ve dönüp baktı. “Ya, ben yaralanırsam işimi kim bitirecek? Sen mi?”
Adam duymazdan geldi. “Seninkiler, peşinizden geldiğimi hala farketmedi mi?”
“Farkedecek halleri mi var?” diye diklendi pusucuların başı. “Yağmur donlarına kadar işledi. Hepsinin aklı bir an önce heriflerin işini bitirip kuru ve sıcak bir yere kapağı atmakta. Kimde dönüp arkasına bakacak hal kaldı ki?” Bir an sustu. “Hem, peşimize düşmek isteyen sensin. İşi bitirip istediğini bulur teslim ederdik. Sen de bu pisliğe katlanmak zorunda kalmazdın.”
Boynundan sızıp içine akan birkaç su damlası, deri pelerinli adamı titretti. Daha da sarındı. Gece sadece ıslak değil, uzun ve kanlı olacaktı. Hürrem’in adamlarını bulamazlarsa başına gelecekleri düşünmek bile istemiyordu. O keseyi mutlaka ele geçirmeliydi efendisi için.
“Bana bu emri veren titiz adamdır,” diye homurdandı. “İstediğini mutlaka ele geçirmeliyiz. Ama yetmez. İşin bittiğinden ve geride iz kalmadığından emin olmalı.”
“Ve sen de bunun için buradasın. Ortalığın temiz olduğundan emin olmak için.”
Adam cevap vermedi. Gecenin karanlığında akı bile kaybolan gözlerini başka tarafa çevirdi.
“Sana bu uğursuz emri veren kim?” Soru bir anda çıkmıştı pusucunun ağzından. Adam kendine küfürler etti. Ne aptalca soruydu bu böyle. Hatta gülünç.
Ama gülmedi öteki. Suratından akan suları bir kere daha avuçlarıyla sildi. Sadece, “Emri aldığıma emir veren adam!” diye soludu.
“Ya bizimkilerin dediği çıkarsa. Adamlar bu yağmurda at sürmek yerine bir yerde konaklamışlarsa? Gün ağardı mı pusu tehlikeye girer, biliyorsun.”
Öteki, başını salladı. “Gece-gündüz, yağmur-kar farketmez. Bu iş yapılacak. Emir budur!” diye tısladı. “Hadi yürü artık,” der gibi bir işaret yaptı adama. “Gelecekler,” dedi. “Az önce kendin söyledin. Hürrem’in atlıları durmaz.” Dediği gibi de oldu. Hürrem Sultan’ın atlıları durmamıştı. Karalar giymiş beş süvari çayırları geride bırakıp orma na daldı. Karanlık ve ağaçlar hızlarını kesse de yollarına devam etmeye kararlıydılar. Ağaçların alçak dallarından korunmak için başlarını eğiyor, dizginlerini hızla çektikleri atları sağa sola çevirerek güçlükle ilerliyorlardı. Yorgun atların soluklarından başka ses duyulmuyordu koca ormanda.
Ağaçların seyrekleştiği bir alana geldiklerinde hızlarını artırdılar yeniden. Artık sadece bir çeyrek yol kalmıştı önlerinde orman içinde aşmaları gereken.
Her şey birdenbire oldu. Beş atlının yolu üstüne koca bir ağaç devrildi gürültüyle. Ürken hayvanlar acı kişnemelerle şahlanırken atlılar öfkeyle bağrıştı.
Aynı anda, on ok vızıldayarak uçtu karanlığın içinde. Beş atlıdan ikisi o anda cansız yere yıkıldı. Diğerleri kılıçlarını sıyırıp atlarından atladı. “Şeytanın dölleri çıksanıza ortaya!” diye haykırdı biri.
Pusucuların da beklemeye niyeti yoktu zaten. On ağacın gerisinden on gölge fırladı. On adam, Hürrem Sultan’ın üç süvarisini çember içine almıştı. Karşılıklı tehdit dolu bakışlar ve birbirini kollayan hareketlerle bir-iki saniye geçti ve hemen ardından kılıç şakırtıları, naralar, küfürler birbirine karıştı.
Çeliklerin birbiriyle çarpışmasından oluşan kıvılcımlar karanlık geceyi şimşek gibi aydınlatırken bağırışlar feryatlara dönüşmeye başlamıştı. Önce pusuculardan ikisi, “Yandım anam!” diye yere kapaklanıp hareketsiz kaldı. Hürrem’in adamlarından biri, “Savulun bre Sokollu’nun uşakları!” diye saldırdı pusuculara. Başının üstünde çevirdiği kılıç iki can daha aldı ve kollarından biri yaralandı. Kılıcını sağlam eline alıp dövüşmeye devam etti. Üstüne gelen iki adamdan birinin karnını deşti. Ötekinin kolunu kopardı. Ar kasından sokulan adamı farkedip geriye döndüğünde çok geç kalmıştı. Havayı yaran koca kılıç, başını omuzlarından ayırıverdi. Başsız gövde karanlığın içinde bir an çırpınıp hareketsiz kaldı. Gövdesiz baş da ıslak toprakta yuvarlanıp karanlığın içinde kayboldu.
Atlılar yiğitçe dövüştü, ortalık kan gölüne döndü. Dokuz pusucu ve Hürrem’in dört adamının bedenleri karanlığın içinde boylu boyunca yerde yatıyordu. Yağmur, yaralardan akan kan birikintilerini silip süpürürken geriye sadece iki kişi kalmıştı. Pusucu başı ile Hürrem’in son atlısı. O da yaralıydı. Son bir hamle için birbirlerini kollarlarken geceyi bir ıslık sesi böldü. Ok, zıp diye Hürrem’in adamının kalbini parçalayıp sırtından çıktı. Bir ok daha geldi. Peşinden bir tane daha. Atlı çamurun içine yuvarlandı ve her şey bitti. Yağmurun sesinden başka ses duyulmadı bir süre.
Pusucu başı, “Az daha benim de işimi bitiriyordu bu domuz!” diye homurdandı, ağaçların arasından çıkan adama. “Okların hayatımı kurtardı.”
Bütün gece uzaktan uzağa pusucuları takip eden deri pelerinli adam, “Lafı bırak,” diye söylendi. “Adamlar sizden iyi dövüşüyor. Yetişmesem pusu boşa gidecekti. Ara şunların üstünü iyice. Erguvan rengi kese olacak birinde.”
Pusucu atlıların üstünü başını karıştırırken öteki, yerde yatanların arasında dolaştı. Hatta bazen eğilip nefes alıp almadıklarını kontrol etti. Pusucu başı, “Bunların üstünde kese filan yok,” diye geldiğinde o hala işine devam ediyordu.
“Ne demek yok? Olması lazım. Bir daha ara. Yere mere atmış olmasınlar? Bir yere saklamışlardır mutlaka.” Sesi, yaşadığı paniği ele veriyordu.
ikinci arama da sonuç vermedi. Üçüncü aramaya kendi de katıldı Cesetleri soyarak vücutlarına bir şey bağlayıp bağlamadıklarına bile baktı ama yoktu işte.
Birden. “Lanet olsun,” diye bağırdı öfkeyle. “Tuzak bu!” “Tuzak mı?”
“Tuzak ya! Fedai bu herifler. Geçecekleri yolu bize kasten duyurdular. Biz pusu kurup bunlarla uğraşırken, kese başka bir yoldan, gideceği yere doğru yolda. Senin anlayacağın Hürrem Sultan’ın tuzağına düştük. Şeytana bile pabucu ters giydirir o Moskof çıyan!”
“Desene bu kadar adamım boşuna geberdi.”
Deri pelerinli öfkeyle dönüp baktı. “Üçü hala yaşıyor. Şu ağacın dibine çektim. Git işlerini bitir.”
Pusucu başının kılıcı, ölümün kıyısındaki üç adamın soluğunu kesti. İşini bitirip arkasına döndüğü sırada o uğursuz vızıltıyı duydu ama çok geçti artık. İlk ok göbeğine saplandı. Adam, karnının üstünde hızla büyüyen kırmızı lekeye baktı dehşetle. İkinci bir ok onu hayattan koparıverdi.
Üçüncü oka gerek kalmadığını anlayan öteki, “Şeytan alsın canını!” diye homurdandı. “Moskof Hürrem’in haberi yerine varmıştır bile.”
Karalar içindeki iki ulak, ağızlarından köpükler saçan yorgun atlarını, sarayın büyük fenerler yanan kapısına doğru sürdü. İki tarafında, servilerin nöbetçi askerler gibi dizildiği yolda, nal şakırtılarıyla yıldırım gibi ilerlediler. Bütün gün yağan yağmur, yolda gölcükler oluşturmuştu. Atların terden sırılsıklam olan yeleleri rüzgardan, süvarilerin yüzüne doğru savruluyordu. Su birikintilerini etrafa saçarak ok gibi dış avlunun, iki tarafında kuleler yükselen kapısına doğru atıldılar. Kıratın süvarisi, sağ kolunu havada düşmana kılıç çalar gibi sallayarak daha hızlı gitmesi için atın uzun dizginini hayvanın iki yanına vurdu.
“Yol açın! Çekilin! Hürrem Sultan’ın habercilerine yol verin!’’
Bastırmaya başlayan akşamın alacakaranlığında avlunun yorgun taşlan, telaşlı ayak sesleriyle hareketlendi. Saray muhafızları koşuşturdu. Mızraklar gelenlere çevrildi. Kılıçlar çekildi, tüfekli birkaç asker nişan vaziyetine geçti. Dış avluya açılan büyük kapıya askerlerin yığılması atlıların hızını kesmedi. Boyunlarını ileri doğru uzatmış, burunlarından soluyan iki at, uçarcasına üstlerine doğru gelmeye devam etti.
“Hürrem Sultan’ın habercilerine yol açın!” Kıratın kara süvarisinin narası yeniden gökgürültüsü gibi patladı.
Bir an bocalayan nöbetçiler, üstlerine doğru gelen süvarilerin önünden iki yana kaçışırken biri al, diğeri kır iki at, kapıdan rüzgar gibi geçip avluya ulaştı. Taşlarda nalların çıkardığı kıvılcımlar ateşböcekleri gibi ışıldıyordu. Askerler bu sefer burunlarından kızgın, gürültülü soluklar salan atları zaptetmek için koştu. Kalabalık ve bağrışlardan ürken kırat birden şahlandı. Arka ayaklarının üstünde isyanla dikilip ön ayaklarıyla havayı döverken, ağzından öfkeli bir homurtu çıktı. Onu al atın şahlanışı ve avluyu inleten kişnemesi izledi.
Dört seyis dizginleri yakalayıp atları sakinleştirmeye çalışırken toza toprağa batmış iki haberci, çevik bir hareketle ayaklarını eyerden aşırıp aşağı kaydı. İki adam, Fatih Sultan Mehmet Han’ın tuğrasını taşıyan kapının önünde dikilirken, bir yandan da, içoğlanlarının getirdiği testiden tas tas serin kuyu suyu içip ferahlamaya çalışıyorlardı.
Sarayın, akşamlan derin bir sessizliğe bürünen huzurunu kimlerin bozduğunu merak eden Çavuşbaşı, meydanla ikinci avluyu ayıran sivri çifte kubbeli kapının nöbet yerinden, “Bu ne terbiyesizliktir,” diye bağırarak fırladı. “Saray’a ahıra dalar gibi girilmeyeceğini bilmiyor musunuz?”
Süvarilerden biri elini koynuna sokup çıkardığı erguvan rengi ipek keseyi başının üstüne kaldırdı. Çavuşbaşı daha erguvan rengini görünce toparlanmıştı. İkinci atlının sesi sarayın yüksek duvarlarında yankılandı.
“Edirne Sarayı’ndan haberimiz var. İspat mı istiyorsun? Al işte.”
Çavuşbaşı’nın fıldır fıldır dönen gözleri bir türlü durmuyordu. Dudağının iki yanından yukarı doğru kıvrılan ve her sabah fındık yağıyla beslediği kara, gür bıyıklarının ucunu iki parmağının arasında ezip sivriltirken, muhafızların önünde otoritesinin bir anda beş paralık olmasını önlemeye çalıştı. Sesinin tonunu düşürmüştü ama ifadesinde yine de emir edası vardı. “Çabuk söyleyin o zaman. Ne duruyorsunuz?”
“Haberi ancak Cafer Ağa’ya söyleyebiliriz. Aldığımız emir böyledir.”
“Ulan akılsız; koskoca Harem Ağası’nın önüne paldır küldür çıkılır mı? Hadi kural, kaide bilmiyorsun, terbiyeden de mi nasibin yok? De diyeceğini bana ve al arkadaşını, çek git.”
Çavuşbaşı, habercinin korku ve saygıyla hala başının üstünde tutmaya devam ettiği keseye baktı. Görür görmez tanımıştı onu. Erguvan rengi, Hürrem Sultan’ın mührü sayılırdı. Osmanlı ülkesinde bu erguvan ipek keselerin açamayacağı kapı yoktu. Alamayacağı can da. Buna rağmen kendini tutamadı. Uzanıp keseyi almaya çalıştı. Karalar içindeki, çatık kaşlı, şahin bakışlı süvari; şimşek gibi bir hareketle geri çekildi. Arkadaşının eli de, belindeki eğri hançere uzanmıştı.
“Etme Çavuşbaşı,” diye tıslayan sesi tehdit doluydu. “Aldığımız emir neyse onu derim sana. Cafer Ağa denmişse Cafer Ağa’dır. Üstümüze ordu salsan emre aykırı davranmaya”
Çavuşbaşı ve etraflarını kuşatan muhafızlar, o karanlıkta iki adamın gözlerinde çakan şimşeği gördü. Çavuşbaşı dilinin ucuna kadar gelen küfrü yuttu. “Uğursuz, kademsiz herifler, densizin, edepsizin dölleri, Moskofun uşakları,” diye geçirdi içinden, ama bunu kelimelere dökmeye hiç niyeti yoktu. Hürrem’in hışmını üstüne çekmenin ne demek olduğunu biliyordu çünkü. “Gelin benimle,” dedi ve arkasını dönüp bir eli belindeki eğri kılıçta, başındaki uzun beyaz keçe külahın ensesine sarkan ucunu sallaya sallaya çalımla ürüdü. Kırmızı deri çizmeleriyle sert adımlar atarak, korkmuşluğunu, sinmişliğini örtmeye çalışır gibiydi.
Önde Çavuşbaşı, arkada siyahlar içindeki, karanlık bakışlı iki haberci, allı-beyazlı kıyafetler giymiş, mızraklı bir manga muhafızla birlikte ikinci avluya açılan kapıya doğru ilerlediler. İki seyis atlarla kalmıştı. Çünkü ikinci avlunun kapısından, padişahtan başka kimse, -ister han olsun, ister kral- atla geçemezdi.
Süvarilerden biri dönüp geriye baktı. Seyisler hala taşları sökmek ister gibi ayaklarını öfkeyle yere vuran, başlarını kaldırıp dizginlerini kurtarmaya çalışan atları sakinleştirmeye uğraşıyordu.
İki yanında iki sivri, ahşap, külah kubbe yükselen kapının altından geçerlerken ellerinde fenerlerle dört uşak daha katıldı onlara.
Her sabah namazını takiben vezirlerin Divan toplantısı yaparak devlet işlerini konuştuğu, Adalet Kasrı’nın önünden geçtiler. Nöbet karakolunda yanan bir-iki fener dışında bina karanlıktı. Sanki sırlarını bu karanlığın içine gizlemeye çalışıyormuş gibi yükseliyordu duvarlar. Çavuşbaşı, muhafızlar ve uşaklar alışkın adımlarla sessizce yürürken, Hürrem’in karalar giymiş iki habercisi gergin görünüyordu şimdi. Fenerlerin ışığında gölgeleri yere, ak mermerlerin üstüne düşüyor, kah önlerinden, kah peşlerinden onları izliyordu.
İkinci meydana açılan kapının sağına düşen yapı ise, Adalet Kasrı’nın aksine ışıltılar, parıltılar içindeydi. Bir sürü hizmetkar telaşlı adımlarla içeri giriyor, bir o kadarı da aynı telaşla, ellerinde kocaman tepsilerle çıkıyordu. Her gün kırk elli çeşit yemeğin, tatlıların, şurupların, şerbetlerin yapıldığı saray mutfağından gelen nefis kokular iki atlıya, dün geceden beri ağızlarına tek lokma koymadıklarını hatırlattı.
Sonunda dar sokaklardan, sihirli kokular yükselen bahçelerden, güz ortası olmasına rağmen, yazdan kalma günler yaşayan saray halkının serinlemek için yamacından ayrılamadığı fıskiyelerin önünden geçtiler. Çeşitli milletlerden devşirilmiş gençlerin, din, ilim, tarih, siyaset, Türkçe, Farsça ve dünya halleriyle saray terbiyesi öğrendikleri Enderun’un önünden, Harem’in girişine ulaştılar. Buradan öteye geçiş yoktu artık.
Hürrem Sultan’ın habercileri Cafer Ağa’yı beklemeleri için nöbet karakoluna alınırken bir uşak, içine ancak parmaklarını sığdırabildiği uçları kıvrık terliklerine rağmen haberi hemen yetiştirmek için hareme koşmaya başlamıştı bile. Çocuk, sarayın konakları, köşkleri arasında kıvrıla kıvrıla uzanan dar sokaklarda, taş döşemeli ince uzun koridorlarda nefes nefese koşuyordu. Aslında bir yandan, “Kara Ağam, Kara Ağam, haber var,” diye bağırmak istiyordu ama korkudan ancak fısıltı halinde dökülüyordu sözcükler ağzından. Onu da kendinden başka kimse duymuyordu zaten.
Hürrem’in haber yolladığı Cafer Ağa, Harem’in en yetkilisiydi. Adı Cafer olmasına Cafer’di de hep Kara Ağa diye bilinirdi işte. Cafer Ağa’ya bu ünü kazandıran, yıldızsız geceler kadar siyah olması değildi elbette. Bu koca burunlu, masallardaki devler gibi bir dudağı yerde, bir dudağı gökte koca Sudanlı, Hürrem saraya cariye olarak girdiği ilk günden beri, onun sırdaşı, dert ortağı, bazen kahyası ama çoklukla casusu olmuştu. Çevresinde bir korku duvarı oluşmasının asıl sebebi de buydu.
İri gövdesinin üstünde hiç boynu olmadığından, koca kafası omuzlarının üstüne öylece bırakılıvermiş gibi dururdu. Gözlerinin akı ve seyrek de olsa güldüğü zaman dudaklarının arasında görünüp kaybolan dişleri olmasa, gece karanlığında Cafer Ağa’ya çarpmak işten bile değildi. Birkaç cariye bu dehşeti yaşayınca, harem korkunç çığlıklarla uyanmış; mesele anlaşıldığında Cafer’in hep beyaz elbiseler giymesi uygun görülmüştü. Fakat bu sefer de, Kara Ağa geceleri harem koridorlarında başsız yürüyen şalvarlı bir hortlak olup çıkmıştı.
Kendini bildi bileli saraydaydı Cafer. Memleketinden nasıl koparıldığını hatırlamıyordu bile. Sudanlı deniyordu ama galiba Habeş’ti. Çocukluğundan geriye iki silik görüntü kalmıştı. Bir korsan gemisiyle, erkekliğinin burulup elinden alındığı, küf kokulu mahzen. Kendi çığlıkları hala kulaklarındaydı Cafer’in.
Hürrem, işte Cafer’in o yalnızlık ve acı dolu günlerinde gelmişti saraya. Aleksandra’ydı adı. Ruslana da demişlerdi kızıl saçlı kıza. Aynı yaştaydılar herhalde. Hizmetçiler “On beşinde haspa!” diye gülüşü derdi. Cafer de olsa olsa o kadardı işte.
Esir olmak Cafer’i ne kadar ezip ufalamışsa, önünden, arkasından Moskof denilen Aleksandra’yı da o kadar asi yapmıştı. Dik kafalının tekiydi Rus kızı. En ufak bir olayda parlıyor, ortalığı birbirine katıyor, ne padişah dinliyordu, ne Valide Sultan. Saray hamamına götürülmesi bile dert olmuştu. Kırım’dan kendisiyle birlikte gelen Tatar kızı Merzuka’yla bir köşeye büzülüp otururdu. Bazı geceler, odasının önünden geçerken ağladığını duyardı Cafer. Bir de, denizin üstünde, Kız Kulesi’nin oralarda bir yerlerden yükselen ayın ışığı, penceresinin kafesinden yavaşça odasına süzüldüğü gecelerde anlamadığı bir dilde söylediği şarkıyı. Sesi bazen bir pınar gibi çağlar, bazen yaralı bir kuşun kanadı gibi çırpınır ama daha çok inlercesine, fısıltıyla dökülürdü dudaklarından. Belli ki bir hasret şarkisiydi söylediği. Belki yurdunu, köyünü özlerdi. Annesi, babası düşerdi belki de aklına. Kimbilir belki de artık çok uzaklarda kalan bir sevgiliye sesleniyordu. Cafer koca gövdesiyle koyu gölgelerin içine siner ya da sanki çok önemli bir iş yapıyormuş da bitirememiş gibi oralarda oyalanır, Aleksandra’nın şarkısını bitirmesini beklerdi.
îşte yine öyle bir gecede göz göze gelmişlerdi. Şarkının son nameleri kızın ağzında inlerken gizlendiği yerden, onun göz pınarlarından yanaklarına dökülen incileri görmüştü Cafer. Kız da onunkileri.
Hemen toparlanıp sessizce oradan uzaklaşmaya niyetlenmiş, kız yeni yeni öğrenmeye başladığı Türkçe ile kelimeleri yayarak “Gitme,” demişti, “Sen kim?”
“Cafer.”
“Aleksandra Lisowska ben.”