Mübarek Kadınlar | Gaye Boralıoğlu


Anlatılan her şey gerçeğin bir eksiğidir;
ya da beş altı fazlası. Sahiden olanı
on ikiden vurmak imkânsız bir şey.
On ikiden vurup ne yapacağız, o da ayrı konu.
Yine de içimden bu hikâyeyi olduğu
gibi anlatmak geliyor şimdi.
Akşam çökünce kaybolan ışıklar, tavuk didenler, önceden ıslatılan pirinç, avuç içi kadar ev. Bulutsu eller, Haylayf Plajı’nda bir bahçe katı. Nurhayat’ın kirpikleri, Nurhayat’ın diyorum, badem gözleri…
Ayykıraca nehesimm kalvasa vileee,
elleri ızanır ıldığınn yereee…
Önündeki boşluğu yuvarlayanların, insan kalmaya
çalışanların hikâyeleri. Beyaz fayans, kara delik.
Gaye Boralıoğlu’ndan…
Dikenli, düştüğü yeri yakan, ustaca.

İÇİNDEKİLER

Muamma ……………………………………………………………………………..7
Pilavcı Karısı ………………………………………………………………….19
Kara Delik…………………………………………………………………………27
Kâr Etmiyor…………………………………………………………………..33
Ömrüm Oldukça………………………………………………………….43
Mi Hatice………………………………………………………………………….53
Hayal Alemi…………………………………………………………………….61
Ali’nin Gözleri ……………………………………………………………….73
Koparmabeni…………………………………………………………………79
Pepuk Kuşu……………………………………………………………………..91
Ninni……………………………………………………………………………………101
Vitrin………………………………………………………………………………….107
İsyan…………………………………………………………………………………..115

Muamma

Bir zamandır rahat uyuyamıyorum. Şeytan dürtmüş gibi gecenin bir yarısı uyanıyorum ve bir daha gözlerimi kapatamıyorum. O zaman yatak batıyor, olduğum yerde duramıyorum. Mükerrem Bey uyanmasın diye mümkün olduğunca az hareket etmeye, yatakta dönmemeye çalışıyorum. Uyanırsa ne konuşacağız, o var. Gündüz vakti bile konuşacak pek bir şey bulamıyoruz.

– Bugün ne diktin?
– Hiç, yaka düzelttim. Sen ne yaptın?
– Zeytinyağlı dolma.
– Biber mi?
– Patlıcan da var.
– İyi.
Sonrası suskunluk.

Neyse ki televizyon var, evde bir ses duyuluyor hiç olmazsa. Bazen televizyon kapalı oluyor, biz susuyoruz. O suskunluk öyle bir büyüyor ki, beni köşeye sıkıştırıyor. Koltukla duvar saatinin arasında kalakalıyorum. Nefes alamıyorum, o kadar boğuyor beni. O zaman elimden bir şey düşürüyorum,çay bardağı veyahut gözlük. Bu şekilde dikkatini çekmeye, mevzu yaratmaya çalışıyorum. Eğer çay bardağı düşürdüysem, kırılmadıysa şöyle bir bakıp olduğu halini muhafaza ediyor. Eğer kırıldıysa, gene olduğu halini muhafaza ediyor ama “Dikkat et elini kesme,” diyor. Yani biliyor nasılsa, ben kalkacağım, içeriden faraşı, süpürgeyi getireceğim, o kırıkları temizleyeceğim. Temizlerken elini kesme, demeye getiriyor. Eğer gözlüğü düşürdüysem ters ters bakıyor. Sanırım onun gözünde bardak düşürmek mubah fakat gözlük düşürmek pek hoş karşılanmıyor. Bakışından korkuyorum, hemen gözlüğümü yerden alıp takıyorum.

Bir sallanan sandalye alıp üstüne oturacağım. Şöyle ahşap olanından. Eskiciden alacağım, yayları paslanmış olsun. Gırç gırç ses çıkarsın. O vakit bakalım nasıl dayanacak! Herkesin bir istiap haddi var. Bu gırç gırç sesi eminim onunkini aşacak. “Yeter,” diyecek. “Yeter artık sallandığın, bir dur yerinde, bıktım artık.” Ama ben durmayacağım. Israrla ve hatta eskisinden daha da yüksek bir şiddetle gırç gırç sallanmaya devam edeceğim. O kadar sinirlenecek ki, ayağa kalkacak, evet ayağa kalkacak ve şöyle bağıracak: “Nereden aldın bilmem ki, çıkar şu musibeti hayatımızdan. İstemiyorum onu bu evde!” Ben güçlü, derinden gelen, çok kararlı bir sesle, “Çıkartmayacağım!” diyeceğim. “İmkânı yok Mükerrem Bey, sallanan sandalyem benim için çok mühimdir. Hem ona musibet diyemezsin. Bu şekilde hitap etmekten men ederim seni!” Bunu duyunca o iyice öfkelenecek, “Sana mı soracağım kime nasıl hitap edeceğimi, sen kim oluyorsun da bana had bildiriyorsun,” diyecek mesela, bunun üzerine ben daha da ters cevaplar vereceğim. Giderek ikimiz de dozu artıracağız ve böylece şiddetli bir kavgaya tutuşacağız. O kadar şiddetli olacak ki, bağırışımızı komşular duyacak. Çok şaşıracaklar. “Aaa, ne oldu bunlara, hiç sesleri çıkmazdı,” diyecekler. Polise telefon edip etmemeyi aralarında tartışacaklar. “Yoksa gidip kapılarını mı çalsak,” diye düşünecekler ama sonra “Karı kocanın arasına girilmez,” diyerek vazgeçecekler. Biz bu şekilde şiddetle ve tutkuyla tartışmaya devam edeceğiz. Birbirimize en olmadık hakaretleri ediyor gibi yapacağız ama etmeyeceğiz.

Kavga, aramızdaki sevginin sınırlarında dolaşacak, aşkımızın hattını çizecek. Biz, ağzımıza gelen kelimeleri ıslah edip daha az can acıtıcı olanları buldukça, içimizdeki ufunetin yüzümüze vurmasını engellemek için yumruklarımızı sıktıkça, birbirimizi aslında ne kadar da sevdiğimizi anlayacağız. Ve fakat yine de o denli kızgın olacağız ki, en kullanılmamış öfke ifadelerini dile getirerek birbirimizi hayrete düşüreceğiz, hatta hayran bırakacağız. Böylece aşka doğru bir tırmanış… İşveli bir münasebet… Kim bilir belki umulmadık kıvamda dehşetengiz bir sevişme? Olur mu, olur! Kabahat bende. Alamadım o sallanan sandalyeyi bir türlü. Niyetlendim esasında. Horhor’daki eskiciye bile gittim.

Bir tane de tam düşündüğüm gibi bir şey buldum. Oturdum, birkaç kez ileri geri sallandım. Öyle büyük bir şiddetle gıcırdadı ki Allah’ım, o koskoca Horhor sanki yerinden oynadı. Camlar az daha patlayacaktı. Dükkânın artık sahibi mi, orada tezgâhtar mı bilemem, o çocuk gözlerini iri iri açmış hayretler içinde, büyük bir kabahat işlemişim gibi bana bakıyordu. Hiç unutamayacağım o mavi gözlerdeki dehşeti. Yerimden nasıl kalktım, çantamı nasıl kaptım, kendimi nasıl dışarı attım, bilmiyorum. O hızla Vefa’daki bozacıya varmışım. İki bardak bozayı arka arkaya içtim. Üzerine ne leblebi koydum, ne tarçın, o vaziyetteyim. Her ne hikmetse durup durup Mükerrem Bey’in ölümünü düşünmekten kendimi alamıyorum. Sanki ölmüş de cenazesi kaldırılacak. Korku ya da endişe sebebiyle dert etmiyorum bu meseleyi, daha çok merak benimki. Ne yaparım? Nasıl haber alırım? Haber aldığımda ağlar mıyım mesela? Avaz avaz bağırır mıyım? Tabii böyle şeyler yapmam imkânsız. Tabiatıma aykırı. Muhtemelen sessiz sessiz gözyaşı dökerim. Bir yandan da etrafımı kolaçan ederim. Kimler geldi? Kimler, nasıl tepkiler gösteriyor? Gerçi, pek kimsenin gelmemesi daha muhtemel.

Mükerrem Bey’in çok arkadaşı yoktur. Elbet müşterileri vardır ama onların da hiçbirini ben tanımıyorum. Mükerrem Bey terzidir. Daha doğrusu terzi değil de tadilatçı. Komandatura diyorlar. Yama yapar, sökük diker, boy kısaltır, yaka küçültür, fermuar değiştirir… böyle şeyler. Bazı zamanlar eve iş getirirdi. Omuzları daraltılacak bir ceket; Necati Bey’in. Nergis Hanım’ın düzeltilecek yakası. Artin Usta’nın yamanacak paltosu. Bir kere daha Necati Bey; kısaltılacak pantolon paçası. Ben ne Necati Bey’i, ne Nergis Hanım’ı, ne Artin Usta’yı tanıdım. Cenazeye gelirlerse, üzerlerinde evimize onarım için gelen giysileri olsa dahi muhtemelen ayırt edemem.

Zaten herhalde bu kadar ayrıntıyı fark edebilecek halde de olmam. Kalabalık bir cenaze töreni olmayacaktır. Çoluk çocuk yok. Eh hısım akraba da pek kalmadı. Ablamın kızıyla kocası gelirler herhalde. Mükerrem Bey’in de dayısının oğlu vardı. İyi çocuktu, o muhakkak gelir. Hatta, büyük bir ihtimalle cenaze işlerini falan da o çocuk halleder, sağ olsun. Cenaze kaldırmak zor. Kadın başıma benim yapabileceğim işler değil. Her şeyden evvel gazeteye ilan vermek lazım. Ben hep bakarım gazetelerdeki ölüm ilanlarına. Tanımasam da ölenler için, ölenlerin yakınları için üzülürüm. Bunca lakaytlık içinde cenaze ilanlarına bakıp üzüntü çeken birileri varsa, bu imkânı onlardan esirgememek lazım. O ilanı birisi yazıp hazırlamalı, gazetelerle falan konuşmalı. Acaba ben önceden yazıp hazır etsem mi? Fakat eğer daha yayımlanmadan bu ilanı Mükerrem Bey görürse çok fena olur. Artık vakti gelince. İlan halledilir de bir şekilde, başka bir sürü iş var.

Yıkaması etmesi, mezarlık bul, tabut… Tabut ağır olur. Taşımak için en az beş altı kişi lazım. Eh o kadar eş dost olur herhalde. Yoksa tam rezillik. Ablamlar İzmir’e taşınmayı planlıyorlardı. Yok, Mükerrem Bey ölmeden taşınmasınlar. İzmir’e giderlerse cenaze için hayatta kalkıp İstanbul’a gelmezler. Burada olurlarsa en azından üç kişi, kalabalık yapar. Töreni pek kıyı köşe bir camide yapmamalı ki, namaz için gelen cemaatten de cenazeye kalan olsun. Öyle kimsesizler gibi gömmeyelim adamcağızı. Bebek Camii iyi. Hem deniz kenarında, güzel bir yerde, hem de işyeri orada olduğundan belki esnaftan falan da katılan olur. Yakınında bir çay bahçesinin olması da iyi. Üstüme baygınlık gelirse, orada oturup su filan içebilirim. En zoru da mezarlık bulmak. Diyorlar ki, mezarlık kalmadı bu şehirde.

Ölülerle doldu taştı İstanbul. Toprağın altına, üst üste koyuyorlarmış insanları. Katman katman ölüler birikiyormuş şehrin altında. Çocuklar, gençler, yaşlılar, anneler, babalar, trafik kazası kurbanları, kurşun yaralarından, kalp yetmezliğinden bir avazda gidenler, işkence çekerek ölenler hep altımızda, üst üste. Arzın merkezine doğru uzayan uçsuz bucaksız bir cenaze töreni. En önde en eskiler, artık yalnızca kemikleri kalmış olanlar. En kalabalık grup onlar. Sonra arkasında hâlâ saçları uzamaya devam edenler. Sonra daha yeniler. Sırasıyla, burnu düşenler, kasları dökülenler, çeneleri kilitlenmiş olanlar, ruhunu yeni teslim etmişler. Böyle upuzun bir sıra. Onların arasında Mükerrem Bey’e bir yer açmak lazım. Hiç kolay bir iş değil. Böyle diyorum ya, belki ondan önce ben giderim. Hastalansam bakar mı acaba? Bir kez ateşim yükselmişti. Öyle az buz değil, kırka kadar çıktıydı. O vakit çorba kaynatmıştı bana Mükerrem Bey. Hazır çorba ama olsun, kaynatmıştı işte. Ablama telefon da etmişti. O gelmemişti gerçi ya, Mükerrem Bey aramış, görevini yapmıştı. Ben, yük olmayayım diye, olur a hasta bakmaktan bıkar da yüz çevirir diye korku içinde iyileşmiştim çabucak. Allah süründürmesin, bir kerede, tak diye alsın canımı. Onun hastalığı uzun sürerse ben bakarım elbet. Tecrübem de var bu konuda.

On dört sene yatalak anneme baktım. İlaçlarını zamanında vermek, suyunu içirmek, yemeğini yedirmek, yüzünü gözünü silmek, yanları ağrıdığında masaj yapmak, yara olmasın diye bir yandan öbür yana çevirmek, sürgüsünü koymak, almak, huysuzluklarına ses çıkarmamak, susmak, susmak, susmak… Mükemmelen yaparım bunları. Ben yaparım, lakin benim hastalığım uzun sürerse onun bana bakmamasına çok kırılırım, dayanamam. Onca yıllık mazimiz var sonuçta; sessiz sedasız da olsa, bir hukuk var aramızda. Hastalandım diye, bir anda bana yabancı olursa, hastanedeyken ziyaretime gelmezse ne yaparım? Hastabakıcıların fısıltılarını duyar gibiyim: “Kimsesi yok mu bu kadıncağızın?”, “Kocası varmış ama hayırsız…”, “Tek başına ölüp gidecek hastane köşelerinde…”,

“Allah korusun yarabbi, düşman başına…” Ne büyük felâket! Mükerrem Bey, niye terzi olmadı da tadilatçı oldu acaba? Bir insanı tümden giydirmek, hiç tanımadığın bir kişiyi, kâh onun sözlerini takip ederek, kâh ruhunu okuyarak bir şekle şemale sokmak daha zevkli değil mi? İnsan, eline iğneyi, ipliği alıyorsa, kumaşı kesmesini biliyorsa şöyle baştan ayağa bir şey vücuda getirmek istemez mi? Elalemin diktiği elbiseleri yamamak, kısaltmak, uzatmak daha mı zevkli? Hiç zannetmem. Kim bilir, belki denemiştir tümden bir elbise dikmeyi de, başına bir şey gelmiştir, kötü bir olay, hatırlamak istemeyeceği, hatırlamamak için de o işten vazgeçmesine yol açan fena bir anısı vardır belki, o yüzden de tövbe etmiştir. Mesela bir kez denemeye kalkmıştır da müşteri hiç beğenmemiş, beceriksizliğini yüzüne vurup azarlamıştır. Ya da belki, hani olur ya, insanı aşağılayan, yaralayan, körelten,boynuz kulağı geçmesin diye başını ezen bir usta yetiştirmiştir bunu da, bir türlü cesaret bulamamıştır tümden bir elbise dikmeye.

Mükerrem Bey’in Bebek’te, sokak arasında yerin dibine doğru inen, avuç içi kadar bir dükkânı var. İki kere gittim oraya; bir defasında evde unuttuğu yakın gözlüğünü götürmek için! Başka bir kere de komşuları aradı diye gittim. Meğer karda kayıp düşmüş, kalça kemiğini çatlatmış, öyle olunca acıdan düşüp bayılmış. Canı pek tatlıdır Mükerrem Bey’in. Ortalığı velveleye verince komşular telâşlanıp beni aramışlar.

Her iki defasında da bir müddet kenarda oturup etrafa, başları renkli toplu iğnelere, kumaşlara, çeşit çeşit ipliklere, makaslara, bir köşede duran magazinlere, bir panoya iliştirilmiş, muhtemelen müşterileriyle çekilmiş fotoğraflarına, yer yer boyası dökülmüş duvarlara, yeniden iğnelere, ipliklere, top top duran kumaşlara, dikiş makinasına ve nihayet Mükerrem Bey’in kendisine, ellerine, gömleğinin manşetlerine, ceketinin düğmelerine, kravatına baktım. Derken, gözüm bir dikiş iğnesine takıldı.

Derler ki, dikiş iğnesi insanın tenine batarsa tekmil gövdesi boyunca yürür. Diyelim, olur a, Mükerrem Bey, yere düşüp sandalyenin bacağına dayanarak dik duran incecik bir dikiş iğnesinin üzerine bastı. O sırada da bir iş yetiştirmekle meşgul olduğundan pek önemsemedi küçük iğneyi. Sonra da acısı geçince unuttu. Dikiş iğnesi bacağı boyunca ağır ağır, ince ince yürüdü. Telâşı bitip müşteriye işi teslim ettikten sonra aklına gelip iğnenin ne olduğunu merak etti, topuğuna baktı ama hiçbir iz yoktu. Çıktı gitti herhalde, diye düşündü ama kazın ayağı öyle değildi. Mükerrem Bey hareket ettikçe, iğne açık denizdeki bir yelkenli misali kendine yol açtı. Günün birinde kasığında hafif bir yanma hissetti, doktora mı gitsem, bu nedir ki, diye düşünürken, yanma geçti ve Mükerrem Bey mutat hayatına devam etti.

Benzer İçerikler

Sevgisiz | Sertap Yar | Birazoku

yakutlu

Korkma Ben Varım

yakutlu

Arkadaşıma Veda – Zülfü Livaneli

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy