Sevgi acıtır, öp yaralarımdan belki sana da bulaşır.
O gün, göz göze geldiğimiz ilk gün benim için hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını göğsüme sığmayan kalbimle anlamıştım. Deprem oluyor sandım fakat hayır, kalbim atmaya başlamıştı. Sanki bu vakte kadar hiç atmamış da onu görünce kendini hatırlamış ve bana da bunu anlatmıştı.
O gün kalbim ilk kez atmaya başlamıştı.
Ani bir şekilde hayatıma giren bu kalp çarpıntısı günden güne yerini sağlamlaştırmış, bana attığım her adımda bir imza bırakmıştı. Nereye baksam o, nereye dönsem hep oydu. Onu görüyordum bana kör olan gözlerine bakmaya cesaret edemezken bile.
Sanırım bir adamı sevmenin bedelini kendi içimde ağır ödüyordum. Aslında öyle söylemek de yanlış olurdu çünkü bu karşılıksız aşkın tüm sorumluluğu benim kalbimin omuzlarındaydı. Ne onu sevdiğim için kalbime küsebilirdim ne de beni görmediği için o mürekkep mavisi gözlerine…
Akif Selim Çakırca.
Yüreğimdeki varlığından bihaber ama yüreğimin adı olmuş adam.
Seviyorum. Uzun zamandır onu herkesten habersiz seviyorum. İzliyorum, sadece uzaktan izliyorum. Sabahları erkenden uyanıyor ve onu merak ediyorum. Okuldan eve erken dönüyor, penceremin başında dikilip sardunyalarımla beraber onu bekliyorum. Üşüyüp üşümediğini sorguluyor ve onun yerine ben kalın giyiniyorum. Her perşembe akşamı onun için bir şiir bırakıyorum. Tatlı ama bazen de kalp ağrıtan bir telaş bu. Zararsız yemin ederim zararsız bir sevgi benimki. Diyorum ya; içimde seviyorum ben çünkü içimde kimse göremez onu.
O buna değer. O her şeye değer.
Gülmez, pek konuşmaz ama konuşsa bir onu dinlerim. Zayıf, öyle kaslı kolları ve iri bir vücudu yok ama bir sarılsa dünyanın en büyük gücünü yine onun kollarında bulurum:Sevgiyi. Ondan büyük bir güç mü var ki?
Sevdim işte, seviyorum. Yürüdüğü mesafeyi, gözlerinin çukurundaki cenazeyi, ruhundaki ölüyü bile seviyorum ama ruhu ölü olsaydı ben bu kadar hayat dolu olmazdım, bunu biliyorum. Sevmeyecekti beni biliyorum; onu sevdiğim gibi sevmeyecekti. Olsun, lakin ben sonbahar insanıyım. Çok yaz bekledim, yine olsa yine beklerim.
1. “SARDUNYALAR”
Yiruma-Rivers Flows in You
Duvarları vardı kalbimin, sana olan sevdamı daha sağlam korusun diye inşa ettiğim. Pencereler çizdim sonra önüne, sardunyalar koydum belki görür de ferahlarsın diye. Her gün sulamadım, kendime sensizliği öğrettiğim gibi onlara da susuzluğu öğrettim, dayanaklı bitkiler zaten susuzluğu da sevgisizliği de iyi bilirler. Sonra dışını boyadım gözlerindeki maviye, mürekkep mavisi dedim ona… Sardunyalarıma sıçradı birkaç renk, olsun mavi güzel renktir, senden gelen nasıl kötü olsun ki? Fakat kapısını çizmedim sen gelince çizeceğim. Zira bilirsin, çizersem eğer açık kalacak ve ben üşüyeceğim. Ben yaza hasretim sevgilim, geleceğin zaman söyle üzerimdeki battaniyeyi kaldırıp ruhunun güzelliğini ruhuma dikeyim.
İşte en çok kışı seven ben, sen gelince hiç üşümez ellerim.
Elimdeki mandalina poşetini bileğime doğru çıkardım ve anahtarı kilide geçirirken önüme gelen saçlarımı geriye iterek açılan kapıdan içeri girdim.
“Çakır!”
Ona seslendikten sonra kapıyı kapatıp bileğimdeki mandalina poşetini elime alarak mutfaktaki tezgâhın üzerine bıraktım. Sol omzumdaki çantayı da koridordaki askıya astıktan sonra salona doğru yürümeye başladım. “Çakır!” diye seslendim bir kez daha.
Uyumuş olamazdı, uyumazdı pek. Salona yürürken ayaklarıma dolanan yumuşak bir şeyle duraksadım ve gülerek eğildim. “Yaramazlık yapmadın, değil mi?” Hızlı hızlı nefes alıyor, diğer yandan da kuyruğunu sallıyordu.
O harika bir köpekti.
Kahverengi tüylerini sevdikten sonra ayağa kalktım ve salona girdim. Beni her zaman olduğu gibi ferah bir ortam karşılamıştı. Yarıya kadar açık olan perdelerimi biraz daha çekiştirdim ve akşam güneşinin eve dolmasına müsaade ettim. Daha sonra Kumru’nun yanına gidip kafesinin kapağını açıp su kabını aldım. “Bugün çok su içmişsiniz Kumru Hanımefendi. Maşallah size.”
Kafesin kapağını kapattım ve elimdeki su kabını sehpanın üzerine bıraktım. “Ee?” dedim gagasını oynatan Kumru’ya ve yerde deliler gibi yuvarlanan Çakır’a bakarak. “Neler yaptınız ben yokken?” İkisi de beni cevapsız bıraktığında gülümsedim ve gözlerimi penceremin kenarına çevirdim. “Ay,” dedim irkilir gibi. “Ben size bugün su vermedim.”
Sardunyalar, sevgisiz ve susuz da yaşayabilen bitkilerdi. Tıpkı benim gibi.
Önce Kumru’nun suyunu, sonra da sardunyalarımın suyunu verdim. Çakır’ın mamasını da tasına boşalttıktan sonra koridordaki askıdan çantamı alıp salondaki koltuğa bıraktım bedenimi. Fermuarı sıyırdım ve içinden bugün aldığım kitapları çıkararak çantamın yanıma koydum. Daha sonra üstteki kitabın kapağını açıp sayfaları burnuma yaklaştırdım ve derince kokladım. Kitap okumayı öyle çok seviyordum ki bir çiçek nasıl suya muhtaçsa ben de öyle mürekkebe muhtaçtım.
Kitabı kokladıktan sonra gülümsemeye başladım. Yine o gelmişti aklıma. Hoş, aklımdan çıktığı mı vardı sanki? Derin bir iç çekişle kendi kendime mırıldanmaya başladım: “Her gün yeni bir karaktere seyahat ediyorum ama niye her durağın sonunda sana rastlıyorum ben?”
Elimdeki kitabı sakince sehpanın üzerine bıraktım ve kafamı geriye atarak derince bir soluklandım.
Ben Mislina… Bir köpeğim, bir kuşum, birkaç saksı da sardunyam var. Kendi küçük dünyamın içinde bir sürü karakter, bir sürü ses var. Kendimle daha çok konuşur, insanları sıkmaktan korkarım. Ruhumun içindeki çiçekleri bile suladığım ellerim ama bir türlü tutamadığım elleri var. Herkes gibi yaşayan ama neyi yaşadığını bilen bir aklım var. Ha! Bir de bana ait olduğuna inandığım bir kalbim.
Gözlerimi kapattığım sıra çalan telefonla bunu ertelemek zorunda kaldım. Çantamın ön fermuarından telefonuma uzandım. Annem arıyordu. “Efendim anne?” diye yanıtladım direkt.
Biraz telaşlı bir halde konuşmaya başladı: “Mislina, vardın mı yurda kızım?”
Yutkundum ve başımı salladım. “Evet, anne.”
“Akşam yemeğini yedin mi peki?” diye sordu bu sefer. Hemen hemen her gün arıyor, küçük bir çocukmuşum gibi beni kontrol ediyordu. Oysa iki yıldır ailemden uzaktaydım ben.
“Yok daha yemedim, birazdan yiyeceğim,” dedim kaçamak cevaplarla.
“Sakın yemeyeyim deme,” dediğinde gözlerimi devirdim.
“Anne kaç yaşına geldim ben çocuk değilim.”
“Deme öyle kızım merak ediyorum işte,” dediğinde yumuşadım.
“Ya anne böyle konuşup da üzme beni. İyiyim ben, geçen seferki gibi üşütmeyeceğim.”
“Kumru’ya teşekkür et sen, kızcağız nane limon kaynatmasaydı toparlanamazdın. Ah ah, yanında olsaydım hastalanmana izin vermezdim,” dedi içlenerek. Kendileri pek evhamlıdır da.
“Anne başlama yine. Babamı öp benim için tamam mı? Ders çalışacağım ben.”
“Yemeğini yemeyi unutma sakın.”
“Unutmam,” dedim uzatarak, daha sonra gülerek telefonu kapattım. Telefonu sehpanın üzerine bıraktığımda Kumru’yla göz göze geldik. Annem onu benim arkadaşım sanıyordu,oysa o sadece bir kuştu. Annem benim yurtta kaldığımı sanıyordu, oysa ben onunla kalıyordum.
Okula başladığım ilk sene yurtta kalmış, dönem bitmeden buraya taşınmıştım sırf onu daha rahat görebilmek için. Babamın gönderdiği parayla okul masraflarımı karşılıyor, burs param ve bazı günler de okuldaki kütüphanede çalışarak bir ayımı tamamlamaya uğraşıyordum. Ek olarak da apartmandaki birkaç öğrenciye ders veriyordum.
Yüzümde beliren tebessüm Kumru’nun gagasını kafese vurmaya başladığında heyecana dönüştü. Geliyordu. Bana hayal dünyamı bahşeden, hâlâ bir kalbim olduğunu öğreten adam geliyordu. Yerimden hızla kalktım ve pencereye doğru koştum. Kalbim hâlâ ilk günkü gibi çarpıyordu. Her seferinde, her seferinde bunu yaşıyordum ben.
Akif Selim Çakırca… Kalbinize söyler misiniz lütfen, müsait olduğu bir gün benim için çarpsın.
Perdenin arkasına saklandım gizlice. İşte geliyordu, karşı kaldırımdaydı. Üzerinde bileklerinin yukarısına kadar kıvırdığı lacivert ince kazağı ve bileğinde de her zaman taktığı o saati vardı. Açık kahverengi dağınık saçları ve yerden kaldırmadığı yüzüyle buraya doğru geliyordu. Çok sakin, çok mesafeliydi. Onu ne zaman görsem omuzlarında dünya kadar yük taşıdığını düşünürdüm, yoksa gözleri böylesine güzel bir adamın başka gözlere çevirmediği yüzündeki matemin ne anlamı olacaktı?
Onu ilk kez geçtiğimiz sene eylül ayında görmüştüm. Üzerinde bedenine büyük gelen bir gri kapüşon vardı. Tek omzuna taktığı ve içinin neredeyse boş olduğunu anlayabildiğim siyah çantası ve kulağındaki siyah kulaklığıyla tanışmıştım onunla.
Bunca karamsarlık içinde kararan gözlerim, bana sadece bir kez bakmasıyla dünyamı renklendirmişti. Evet, o kasvetin içinden doğan mavi gözlerinden vurdu beni. Çok değil sadece anlık bir göz göze gelmeydi. Suratında hiçbir mimik olmamıştı, bakmış ve umursamadan yerine geçip oturmuştu. Ama benim o an ellerim titremeye başlamış, kalbimin benimle dalga geçtiğini düşünmüştüm. Hani her insanın kalbini titreten bir bakış, bir şarkı, bir yolculuk olurdu ya, benimki de bir çift mavi gözdü olmuştu.
O gün, Eylül’ün 17’sini not ettim defterimin en temiz köşesine. Hayat benden çok on yedi almıştı ama hiçbiri bu kadar dağıtmamış, hiçbiri bu denli yerle bir etmemişti.
Aynı okulun, aynı fakültesinde ve aynı derslikte ikinci sınıf öğrencisiydik ikimiz de.
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Edebiyat Bölümü.
Koca bir sene geçmişti de iki kelamı bir araya getirip konuşamamıştım. O da konuşmazdı pek. Sesini özlediğim zamanlar oluyordu: Hem de çok... Tamam, hep özlüyordum işte.
Apartmana yaklaşmaya başladığında alnımı kırıştırdım. Hüseyin amcanın marketine uğramamıştı bugün, her zaman uğrar eve öyle girerdi. Sebepsizce yutkundum. Adımları hızlanmaya başlamıştı, neler oluyordu? Her zamankinden daha büyüktü attığı mesafeler. Perdeyi sıkmaya başladım. Ne olduğunu anlayamadan bir anda koşmaya başladı. Elini ağzına götürdü ve öksürerek apartmana girdi. Endişeyle olduğum yerden ayrıldım ve kapıya yöneldim. Kapıyı açsam bile beni görmezden gelirdi; olsun, alışmıştım ben, mühim değildi.
Ellerimi kapıya koydum ve gözlerimi kısarak gözetleme camından dışarıya baktım. Adım sesleri giderek yaklaşırken Kumru’nun gagasını kafesine vururken çıkardığı sesle duruldum.Merdivenin başında belirdiğinde parmak uçlarımda doğruldum ve onu daha net görmeyi hedefledim. Asansörü kullanmazdı pek ben de öyle. Nihayet geçti gitti gözlerimin önünden. Eve girene kadar öksürdü. Ara sıra öksürürdü ben de hiç kötüye yormazdım.
Eve girdiğinde tedirginlikle kapıyı açtım ve merdivenlere yönelip üst kata doğru kafamı kaldırdım. Ellerim birbirine dolanmıştı. Neler oluyordu? Acaba yanına gitse miydim? Evet. Ya da yok, açmazdı kapıyı. Ama kötü gözüküyordu.
İç sesimle anlaşmaya varamıyordum bir türlü. En sonunda pes edip içeri girdim.
Bu kadardı işte benim sevdam. Elimden hiçbir şey gelmiyordu ki. Az önce ne olmuştu? Öksürerek içeri girmişti, kötüydü işte. Ben ne yapmıştım? Korkak gibi onu kapının arkasından izlemiştim sadece.
Bu geceyi birkaç dilim peynirle geçirdim. Uyumadan evvel güzelce yüzümü temizleyerek kremler, güzel kokular sürdüm. Aynada gördüğüm kıza baktım. Gülümsedim. Kendimle çok barışık bir insandım ve içimi hep kötü ruhlardan sakınırdım. Kremi yüzümdeki çillerin üzerinde gezdirirken iç geçirdim. Acaba Akif Selim çillerimi sevmediği için mi bakmıyordu hiç gözlerime? Sahi, onun yüzümdeki çillerden haberi var mıydı ki?
Olsun ya da olmasın kalbimi biliyorum ya o yeterdi işte.
Gece iyice yayılmıştı odanın içine. Güneş çoktan mesaisini aya devretmiş terk etmişti beni. Pijamalarımı giyindim ve salona gidip Kumru’ya baktım. “İyi geceler güzel Kumru’m. Bugün sana bir şey anlatamadım ama Akif Selim izin verirse hikâyemizin ilk sayfasına onun adını yazacağım.”