“Ne kadar hamiyetli vicdanlı adam varsa birer birer zindanlarda, sürgünlerde mahvedildi. Artık hiç kimse ağız açamaz, söz söyleyemez oldu. Beş-on zalim yaktıkları evlerle, yıktıkları ocaklarla saraylar yaptırıyorlar, gelirler kuruyorlar. Fakat… fakat ötede millet mahvoluyor. Memleketin serveti bitiyor, mali itibarı düşüyor, ahalisi perişan oluyor… Nasıl söyleyeyim bilmem, kısaca çöküşe yaklaşıyor. (…) Birkaç müstebit zalimin elinde koca millet âdeta oyuncak. Onları kırıp geçiriyorlar. Soyup soğana çeviriyorlar. Fakat kimin ne haddine! Memlekette kanun, adalet, insaf yok de de gör. Katiller gibi Taşkışla’larda, zaptiye hapishanelerinde seni senelerce inletirler. O derece ki insanı dünyaya geldiğine, Osmanlı doğduğuna pişman ederler.”
Müsebbib, II. Abdülhamid istibdatına karşı ilk kıpırdanışlardan biri olan Ali Suavi Vakası ve Jön Türk muhalefeti çevresinde Zülfikar Efendi ailesinin uğradığı yıkımı anlatan bir romandır. Balkanlarda kaybedilen toprakların yol açtığı göçler ve sefaletin üstünde yükselen II. Abdülhamid’in ceberrut istibdatının devrilmesinin hemen ardından yazılan bir özgürlük çığlığı…
BİRİNCİ FASIL
1
Üç yüz yirmi dört senesi temmuzunun on beşi.1 Saat altı2 var. Babıâli civarı sokakları mahşerullah. Coşkun insan kitlesinden dolmuş taşıyor. Kırmızı bayraklar süzüle süzüle geçmekte devam ediyor; “Yaşasın vatan, yaşasın millet” sesleri hava tabakalarını yarıyor. Sokaklarda bir sürekli coşku, kalplerde bir gerçek sevinç var… Bu nedir, ne? Bu olağanüstü durum, şu sevinçli devrim de ne? Nafıa Nezareti önünden Sultanahmet’e giden yola işte koca bir nümayişçi kafilesi saptı. Bunların Rum milleti esnafından oluşan nümayişçiler olduğu bir bakışta kıyafetlerinden, hallerinden anlaşılıyor. Önlerinde yürüyen birçok halk var. Galiba bunlar kafilenin öncüleri olacak. Fakat nasıl bir kafile! Bu kadar çeşitli cinsten bir halk tasavvur olunamaz. İçinde her türlü kıyafette adamlar mevcut: Hamal, esnaf, memur, asker, ulema3 … Çocuklar, İslam ve Hıristiyan kadınlar ne olduğunu layıkıyla keşfedemedikleri bir kuvvetin karşı konulmaz etkisine kapılarak akışa kapılıyorlar, bir bilinmeyen semte doğru sanki akıp gidiyorlar. Evet, bu âdeta bir coşkun sel…
Önüne durulmaz; engelleri kırıp geçer, paramparça eder. Ah! Bu öyle bir akıntı ki… Bütün âdetleri, gelenekleri, düzenleri, yasaları… her şeyi, evet her şeyi değiştirebilir ve alt üst edebilir. İşte kafile Ayasofya meydanına çıkan yolu yavaş yavaş izlemeye koyuldu. Bu koca insan kitlesi arada bir duruyor; feryatlar, kalpten coşup gelen derin anlamlı feryatlar tekrarlanıyor. O aynı ahenkteki çığlık o kadar yükseliyor, sardığı alanı o derece genişletiyor ki ne olduğu anlaşılmaksızın o milletin çığlığındaki anlamlı sevinci herkes anlıyor gibi oluyor. Havayı yaran o birbirini izleyen seslere her fert ufak bir ses, âciz bir ses katmak istiyor… “Yaşasın vatan, yaşasın millet…”
Evet, evet bakınız işte bu nümayişçi grubu ilerliyor. Öncüleri iki büyük kırmızı Osmanlı sancağını izliyor. İki genç, güçlü kuvvetli Rum delikanlısı bayrakların sırıklarına sevgiyle sarılmışlar… Osmanlılığı beyaz hilaliyle mutluluğun doğuşunu andıran milletin geleceğinin fecrinin kırmızılığıyla birleştiren bu ulu sancağı ara sıra sağa sola eğiyorlar… Sanki bu somut ilahî öç önünde bir geçit töreniydi; Osmanlıların sancakları onun önünde saygıyla eğiliyorlar, bu en büyük başarıyı selamlıyorlardı. Bütün bu alkışlar, bağırışlar, sesler, feryatlar sanki hep oraya dönüyordu. Hava tabakalarına yayılıyordu, süzülüyordu. Hep, hep, herkesin bildiği gözle görünmeyen bir noktaya gidiyordu. Sancakları izleyerek bir orkestra ağır ağır gidiyor. Belli, alelacele öteden beriden toplanmış mızıkacılar… Çaldıkları havada uyum yok. Fakat ne sakıncası var! Çaldıkları hava milli; o nağme kalpleri titretiyor, sinirleri geriyor.
Herkeste heyecan, kalpte, sinirlerde heyecan yaratıyor. Bütün başarılara yol açan kuvvetler böyle bir heyecanla başlar. Hep bu düşüncelerin heyecanı, kalp ve ruh heyecanı değil midir ki, istibdat zincirlerini kırmak için insan vücudunu çelikten sert bir hale getirir, ezilmeye mahkûm gibi görünen miskin ve uyuşuk kimseleri canlandırır. Yaralı aslanlar gibi köpürttürerek karşı konulamaz sanılan sarp yerlere, yok edici kuvvetler üzerine saldırtır… Fakat durunuz, mızıkayı izleyen arabanın üzerinde ayak üstünde duran Rum kadının sözlerini dinleyelim. Kafile birdenbire irkildi kaldı. Otuz yaşında kadar tahmin edilen bir kadın göğsünden bir büyük kurdela dolamış. Meşrutiyet yanlısı, özgürlük dostu olanların ayırt edici işareti… Elinde ufak bir kırmızı Osmanlı sancağı… Gözlerinden kıvılcım saçan sevinç belirtileri…
Başından yukarı kaldırdığı milletin kutsal simgesini hafif hafif dalgalandırıyor… Biraz Rum şivesiyle bağırıyor. “Yasasın esitlik, yasasın esitlik…” Sonra birçok ağızlar ne olduğu bilinemeyen bir kuvvetin etkisiyle açılıyor, tek anlamlı bir kalp çığlığının yankısı olmak üzere “Yaşasın, yaşasın…” bağırışları tekrarlanıyor. Doğru ya! Artık herkes biraz da yaşamak, emellerini yaşatmak istiyor. Her fert ölümden veya ona yakın olan umutsuzluk halinden bıkmış, giran getirmiş.1 Fakat yaşayan kim? Yaşaması temenni olunan şey ne? O kadar derin meseleye, derin felsefeye şu heyecan halinde hiç geriye bakış mümkün mü? Bizi mesut, bahtiyar edebilecek şeylerin cümlesi yaşasın… Evet, evet dileyelim, feryat edelim, “Yaşasın eşitlik, bin yaşasın…” Fakat bu eşitlik ne? Varlığı elde edilemez bir hayal…
Dünyanın hangi bir noktasında eşitlik var da biz de onun varlığını dileyelim. Yaşasın millet, yaşasın Osmanlılık… Ondaki şu hürriyetin doğal kuvveti, şu yeni ortaya çıkan adalet heyecanı baki kaldıkça her şey beka bulur… “Yaşasın eşitlik” temennisi boşunadır. Osmanlılar yaşasın, biz yaşayalım; bizdeki bu civanmertçe duygular yaşasın, bu hür insanlara yakışan girişimler yaşasın velhasıl… Velhasıl bize bu mutluluk açılımını bahşeden kuvvet yaşasın; o kuvveti benliklerinde toplayan milletin hamiyetli kişileri yaşasın; ordunun o cesur, bahadır, fedai kahramanları yaşasın, yaşasın… Kafile yavaş adımlarla ilerliyor, Rüşdiye mektebi önünden geçiliyor. Mızıka milli havayı çalmada devam ediyor. “Dünyada ne bulduk ki ölümden kaçılsın.” Anlamlı bestesi sinirleri heyecana getiren o nağmenin ahengiyle sanki kalplere titreme veriyor. Mızıka fena, ahenk bozuk. Ancak maksat, maksat yüksek ve yüce… Bütün bu ruhsal etkilenmeler o maksadın elde edilmiş olması mutluluğunun zevkinden kaynaklanıyor…
Evet, dünyada bir şey bulmadık, ölümden de kaçmadık, fakat ölmedik de… Bundan böyle yaşayalım. Bizi bundan böyle hürriyet çerçevesi içinde yaşatmaya çalışan her kuvvet yaşasın… O ne? Nümayişçiler kafilesi birdenbire durdu, mızıka son nağmesini soluyamadan sustu. Eski bir konağın yüksekçe merdiveni üzerine bir genç çıkmış, söylev vermeye hazırlanıyor. Etrafında bulunan beş-on arkadaşı kafilenin o noktayı çevreleyen kısmına, “Susunuz, susunuz…” uyarısıyla sessizlik ve dinleme teklif ediyorlar.
Söylev vermeye hazırlanan bu zat henüz yirmi iki, yirmi üç yaşlarında tahmin edilen genç bir Türk. Yuvarlakça bir çehre üzerine sarı küçük ve uçları kıvrık bıyıkları hoşluk vermiş; güzel bir genç. Açık mavi gözlerinden ünlenme hevesi kıvılcımları saçılıyor. Pek kibarca giyinmiş, hatta biraz lüzumundan fazla şıklığa eğilimli. Pardösüsünün geniş kolları ve muntazam biçimi bir İngiliz makastarının elinden çıkmış olduğuna işaret ediyor.
Doğrusu biraz aşırı şıklık; belli ki bu kıyafet yabancı ülkeler ürünü veya onun taklitçiliği. Zavallının sesi de kısılmış. Kim bilir ezberlediği nutkun bu kaçıncı tekrarı! Sesine her zamanki akışını vermek için birkaç defa öksürdü, ciddi hatiplere yakışmayan baş nağmelerini kadınca bir edayla bir-iki tekrar ettikten sonra söze başladı. “Vatan kardaşlarımız! İstibdat döneminin otuz iki sene devam eden kahredici pençesi üzerimizden kalktı. Fakat onun kalplerde açtığı yaralar henüz iyileşmedi…” Genç konuşmacı bin türlü edalarıyla, kırıtmalarıyla ezberlediği bu basma kalıp sözleri bir fonograf makinesinin çıkardığı tekdüze sesler örneği tekrarda devam ettiği sırada konuşmacının bulunduğu noktanın tam karşısında bulunan büyücek bir konağın birinci katındaki odalardan birinde kafese1 alnını dayamış olan bir kadın elektrik cereyanına maruz kalmış gibi tepeden tırnağa kadar titredi. Bir-iki adım geri çekildi, yumruğunu sıktı.
Bütün kâinatın heybetli istibdat heykeline hasımlık ve düşmanlığını duyuruyormuşçasına kolunu salladı. Henüz ağzı süt kokan, istibdadın felaketlerine -hayalinden başka- hiçbir biçimde maruz kalmamış olan bu genç konuşmacıya sanki hitap ediyormuşçasına onda kalpten bir inilti, elemli bir iç çığlığı işitildi. “Ey bedbaht safsatacı! Sen o yaraları gel de benim kalbimde gör. Bak onlar ne derin yaralardır…
Senin hiç yara izini görmediğin halde şimdi böyle avaz avaz feryat ettiğin o istibdat pençesi, o zulüm ve kahrın demirden eli benim ta canevime kadar sokuldu, yüreğimi pençeledi, kanımı akıttı, iliklerimi kuruttu. O zulümden feryat, o istibdadın kahrından şikâyet bize yakışır. Biraz da biz bağıralım. Biz feryat edelim, biz hakkımızı arayalım. Evet, biz biz… zulüm görenler, felaket, istibdat mazlumları biz…” Odanın içinde bir vücut yıkıldı, bir yürek parçalayan feryat işitildi. Diğer odadan bir kadın koşuyordu, bağırıyordu: “Koş, koş Zehra… Rana’ya galiba yine fenalık geldi, kız bayıldı.”
…