Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk Wilhelm Genazino

Bir
Bizim evin yakınındaki tek açık hava kafesi her zamanki gibi tıklım tıklım dolu. Zar zor boş bir masa buluyorum. Güneşin feri kaçmış, vakit akşamüstü. Dokuz saatlik bir mesaiden sonra günün ilk güzelliği gibi geliyor kafe bana. Etrafımdaki çoğu insanın da bitkin olduğu her hallerinden belli. Yorgunluktan tükenmiş, sandalyelerine yığılıp kalmış insanları pek bir güzel bulurum. Cılız güneşin altındaki insanlar, başarı ve rekabete dayalı toplumumuzun, mesai sonrası nihayet seyre sunulmuş yaldızlı kenarları gibiler. Bir tek, solumdaki masada oturan genç çiftte yorgunluktan eser yok; bu ikisi, uzun bardaklardaki koyu yeşil bir sıvıyı kamışla emiyor. Bense suskunum, içimde sözcükler arıyorum. İnsanlar tüm yorgunluklarına rağmen birbirleriyle konuşuyorlar. Şimdi yersiz bir merhamete kapılmam üzüyor beni. Genç garsonlara acıyorum mesela. Üniforma benzeri giysilerinin arkasında neleri sipariş verebileceğiniz yazıyor: Latte macchiato, cafe con leche, tonic, bitter lemon, espresso lungo vesaire. Bir capuccino söylüyorum. Meydanda paytak paytak yürüyen iki ördeği seyrediyorum bir süre. Beton karolar arasında buldukları solgun kısa otları büyük bir hızla gagalıyorlar. Yarım düzine Rusya Almanı bir otomattan Snickers ve Smarties alıyor. Paketler otomatın altındaki hazneye düştükçe, Rusya Almanları bir kahkaha patlatıyor ve Rusça-Almanca karışımı dillerini konuşuyorlar. Yanımdaki iki plastik poşetin üstündeki tüketim sloganlarından utanç duyuyorum. Sol tarafımdaki genç çift kamışlarına şimdi öyle bir asılıyorlar ki yanlarına gidip şöyle demek geçiyor aklımdan: Bu hörültüyü derhal keserseniz, size beş avro veririm. Yorgunluğumun nahoş tarafı, aşırı duyarlılık. Ama genç çifte gerçekten böyle bir teklifte bulunacak kadar delirmedim henüz. Aksine, onlar adına mahcup olduğumu hissetmek beni daha da utangaçlaştırıyor. Plastik poşetlerimi, üstlerindeki yazıları kimsenin okuyamayacağı şekilde masanın altına itiyorum. İçinde bulunduğumuz koşullara maalesef hiç güvenmiyorum. Kendi geleceklerinin neye benzeyeceğini daha şimdiden hissetsinler diye bitkinliğimi göstermek istiyorum genç çifte. Bu his genel bir his haline gelebilseydi, daha hoş bir dünyada yaşardık. Sağ tarafımdaki masada oturan birinin söylediğini duyduğum cümleyi ben söylemiş olmak isterdim: Her zamanki gibi, beni benden başka umursamayan yok. Genç bir garson önüme cappuccino’yu bıraktıktan sonra yazılı sırtını bana dönüyor. En aşina olduğum huzursuzluğa kapılıveriyorum: Hayatım bu şekilde devam edemez. Ne grotesktir ki halimizden memnunum aslında, yani oturduğum daireden, gelirimden, evlilik benzeri ilişkimden, yani hayat arkadaşım Traudelden. Yine de benim izlenimim, ortada katlanılmaz bir durum olduğu: Hayatım. Hayatımın seyrini tamamen değiştirme arzusu son iki ayda iyice arttı. Değişiklik yapma arzusunun üzerimde yarattığı baskı adeta elimi kolumu bağlıyor çünkü nasıl ve ne türlü bir değişiklik yapabileceğim konusunda en ufak bir fikrim yok. Tam öyle de değil aslında. Zaman zaman içimde çakıveren ufacık bir umut ışığı geride bir tür pırıltı bırakıyor. Traudel şiddetle karşı çıkıyor benim bu değişiklik yapma arzuma. Yaşadığım hayattan ve kendimden hoşnut olmam için bir sürü neden olduğunu söyleyip duruyor. Senin durumundaki bir insanın böyle saçma sapan şeyler düşünmesi affedilemez bir şey diyor. Genellikle ona hak veriyor, bir süre sesimi kesiyorum. Kafeye bir trompetçi geliyor, plastik poşetini bir direğe asıyor ve insanların önünde durup çalmaya başlıyor. Beni şaşırtan, trompetçinin, bir, trompete pek hâkim olmadığını, iki, derdinin trompet çalmak değil dilenmek olduğunu bu kadar çabuk açık etmesi. Trompeti bir iki üflüyor, sonra masa masa dolaşıp kafenin müşterilerine elindeki kâğıt bardağı uzatıyor. İnsanların trompetçiye, acınası performansına rağmen, bol bahşiş vermesine hayret ediyorum. Onlara gerçeğin kasvetini anlatma dürtüsüne kapılsam da son kertede susuyorum. Ama sonra, her şeyin ne kadar acınası olduğunu, herkesin zaten bildiğini fark ediyorum. Ardından diğerlerinin mahrem bilgilerini kasten mi gizledikleri yoksa bunları bambaşka nedenlerden ötürü mü anlatmadıkları meselesine kafa yoruyorum. En sonunda da uluorta yaşanan zavallılıklarla nasıl bu kadar iyi baş edebildiğimizi soruyorum kendime. Trompetçiyi kınayarak izlediğim halde, ben bile 50 sent atıyorum bardağa. Adam teşekkür edip önümde hafifçe eğiliyor. Az sonra, hayatın tuhaflığı karşısında bir dilsizlik musallat oluyor içime. Artık tek duyduğum şey, umarsız ruhumun yakınmaları. Mütemadiyen gerçekliğe mecburen abone olmak değil, inceliğine yaraşan bir şeyler yaşamak istiyor ruhum. Ruhumu yatıştırıyor, ikame deneyimler yaşamak için etrafıma bakmıyorum. Ama gerçeklik pek cimri, ruhumun arzusunu geri çeviriyor. Trompetçi plastik poşetinin yanına dönüyor, trompetini poşete tıkıyor ve az ilerideki büfeye gidiyor. Büfede, karton bardağın içindekileri sol eline boşaltıp küçük bir şişe konyak satın alıyor. Dilenmenin böyle sonuçlanmasına şiddetle ama boş yere isyan eden ruhum bir an çok zorlanıyor. Beton karolara tesadüfen gözüm ilişince, yerde birkaç kanatlı karınca görüyorum. Kanatları olsa da havalanamıyor karıncalar. Kanatları, o minicik gövdeleri için fazla uzun ve ağır muhtemelen. Bu manzarayla ruhumu teselli etmeyi başarıyorum. Şu küçük varlıklara bak, diyorum ruhuma, trompet çalmıyorlar, dilenmiyorlar, büfede konyak içtikleri bile yok. İşe yaramaz kanatlarını her yere taşıyıp durdukları halde hiç yakınmıyorlar!
Hesabı ödeyip eve gideceğim. Bu kadar çok insanın gelip geçmesine, kalkıp gitmesine ya da gelip oturmasına zor katlanıyorum zaten. Garson ıslak bir fişi fincanımın altına ittiriyor. Fincanımı kaldırırken fış fincanın altına yapışıyor. O sırada, bu civarda sık sık gördüğüm o zavallı deli kadının çıkageldiğini görüyorum. Kadın bir süre kafenin önünde volta atıyor. Giysileri delik deşik, saçı keçe gibi: sokakta yatıp kalkıyor herhalde. Kaskatı adımlarından bile belli ağır bir rahatsızlığının olduğu. Kadını izlemek hoşuma gidiyor, voltasını atarken kendime yakın hissediyorum onu. Kadın altı yedi kere gidip geldikten sonra birdenbire dönüyor, yumruğunu tehditkâr bir biçimde sallayıp sağa sola küfürler savuruyor. Ağır, vurgulu bir konuşması var ama konuşmaktan ziyade sesler çıkarıyor. Daha birkaç ay öncesine kadar anlaşılır sözcükler haykırabiliyordu bu kadın. Bir keresinde, bütün çocuk doktorlarının, kentteki bütün çocuk doktorlarının çok yakında elektrikli testerelerle teker teker paramparça edilecekleri tehdidini savurduğunu anımsıyorum. Tek bir kişinin çılgınlığının canlandırıcı, mucizevi bir tarafı var. Kafenin pek çok müşterisi kendi eksikliklerinin derinliklerinden izliyor ruh hastası kadını. Kadının deliliği yarı ölü insanlara nüfuz ediyor ve onların zavallılığını ortadan kaldırıyor. Biçare kadın bende de bir dönüşüm yaratıyor. Bitkinlik duygusundan bu kadar çabuk sıyrılacağımı hiç düşünmezdim. Cappuccino’mun parasını ödüyorum, poşetlerimi masamın altından çıkarıp tüyüyorum. Kafeden eve kadar aşağı yukarı yirmi dakika yürümem gerekiyor. Ellerinde bira şişeleriyle böğüren bir grup adam geçiyor yanımdan. Bir bahçe çitinin direğine takılmış çocuk eldiveni kimseyi duygulandırmıyor. Rüzgâr dalların uçlarını evlerin duvarlarına doğru eğerken hafif bir hışırtı duyuluyor. Toz etrafa çökmekle kalmıyor, yaşlı ve kekremsi de kokuyor. Park etmiş bir arabanın tavanının üstünde kenarından ısırılmış bir kek görüyorum. Yırtık ambalajı akşam güneşinde hafifçe parlayan kekin park edilmiş arabanın sahibine ait olduğunu sanmıyorum. Öyle olsaydı, arabada oturup rahatça yerdi kekini. Birinin keki yolda yürürken yediği sırada aniden bir aksilikle karşılaştığını tahmin ediyorum. Bu kişi elindeki keki önüne gelen ilk arabanın tavanına bırakıp tüymek zorunda kaldığına göre, önemli bir terslik çıkmış olmalı. Bu nedenle, kek yiyicisinin kekine geri döneceğini düşünüyorum. Bir yere saklanmıştır ve geri dönmek için fırsat kolluyordur. O güzelim yarım keki bir arabanın tavanına öylece bırakıp gitmeye gönlü elvermez. Şimdi de adamın keki muhtemelen çaldığını ama sonra takip edildiğini ve keki mideye indirirken suçüstü yakalanmaktan kurtulduğunu geçiriyorum aklımdan. Alçak bir çöp kutusunun kenarına oturup park edilmiş bir kamyonetin arkasına saklanıyor ve kek yiyicisinin geri dönmesini bekliyorum. Şunu da belirtmem gerekir ki, mistik olaylarla ilgili hiçbir deneyimim yok. Ama gözlemcilik hayatım boyunca tespit edebildiğim kadarıyla, beni hem büyüleyen hem de teselli eden ve yatıştıran, yarı yarıya dünya dışı hadiseler var. Fazla beklememe gerek kalmadan gerçekleşiyor kurgusal ümidim. Karşı kaldırımdan geçen heyecanlı bir delikanlı arabanın tavanında duran keki alıp yemeye başlıyor. Keki, tam da hırsızlıktan yakalanmaktan kurtulduğu yerde yemek belli ki çok hoşuna gidiyor. Keki nasıl da dişlediğine bakılırsa, bu keki daima, hele hele de kaçma ve suçlanma anlarında kendi malı olarak gördüğü kesin. Gözlemlerim bana beklediğim mutluluğu bahşediyor. Hatta adamın yanına gidip ona şöyle demek istiyorum: Sizin kekiniz ve benim mutluluğum ayrılmaz bir bütün. Ama adam bunu anlamazdı, tam tersine, belki de kendini yine takip altında hissederdi. Ben adamı gözlemlerken, bir kadın manavın da beni gözlemlediği gözümden kaçmıyor ve bu durum mutluluğumu karmaşıklaştırdığı gibi daha da artırıyor. Kadın manav arkamdaki dökük dükkânında işini yaparken, benim burada sadece kek yiyicisini gözlemlediğimin farkında değil muhtemelen. Benim bir şeyler çalmayı ya da başka bir küçük suç işlemeyi planladığımı sandığını hissediyorum. Olayların böyle üst üste gelmesinden belli bir heyecan duyuyorum. Ben bir kek hırsızını gözlemlerken, biri de benim meyve çalmayı planladığımdan kuşkulanıyor; dolayısıyla, bilinmeyen olaylar arasında bağlantı kuran ve bana anlatılmaz bir paye veren veya yücelten veyahut başka bir gerçekliğe götüren bir bakış zincirinin mucidi olarak görebilirim kendimi şu an. Bir dakika boyunca yaşadığım coşkuyu kelimelere dökmem mümkün değil. Keşke Traudel de yanımda olsaydı. O zaman bu imgeleri ona da göstererek bu başka gerçekliğe onu da katabilir, beni tanımanın insanı zenginleştirdiği fikrine kapılmasını sağlardım. Oysa bu coşkumu ona daha sonra anlattığımda imgeler soluklaşmış ve canlılıklarını yitirmiş olacaklar. Traudel’in en sevdiği cümlelerinden biri şu: İki kişiyken yalnız olmak istemiyorum. Bu sözler, haftada hiç olmazsa bir kere benim tarafımdan canlandırılma talebini ifade ediyor. Bu cümle söylendiği zaman ben genellikle susuyorum, Traudel de suskunluğumu zaman zaman suçumu kabullenmem olarak yorumluyor. O zaman da yine susuyorum çünkü her insanın kendi içinde yalnız olduğunu, ayrıca bu yalnızlığın kötü bir şey olmadığını söyleyemiyorum. Kendi içlerinde yalnız olduklarını şiddetle inkâr eden bir sürü insan olduğunu biliyorum, onlardan biri de Traudel.
Kek yiyicisi ayaküstü yediği keki bitiriyor, ben kamyonetin arkasındaki yerimden ayrılıyorum, kadın manav dükkânında gözden kayboluyor. Yeniden gerçekliğe dönüyorum, yani bakış zinciri icat etmenin nasıl bir faaliyet olarak görülebileceğine kafa patlatıyorum. Bir filozof muyum ben yoksa bir estet mi, sessiz sedasız bir iletişimci miyim yoksa kavramsal sanatçı mı? Ve bu eylemlerden birini, beni az çok geçindirecek ve anlamlı bir hayatı yaşadığımdan nihayet emin olmamı sağlayacak bir mesleğe dönüştürmeyi nasıl başarabilirim? Mutsuzluğumun özü de bu soruda yatıyor bir anlamda. Yolu daha fazla uzatmadan hızlı adımlarla eve doğru yürüyorum. 41 yaşındayım, adım Gerhard Warlich ve büyük bir çamaşırhanede organizasyon müdürü olarak çalışıyorum. Görevim, bir yandan iş hacmini artırmak, yıkama tesislerini ve çalışanların mesai saatlerini düzenlemek, diğer yandan işletmemizin taşıtları ile dağıtım şoförlerinin mesai saatlerini tüm kapasitemizin etkin bir biçimde kullanılacağı şekilde koordine ederek müşterilerimizin olabildiğince memnun edilmesini ya da memnuniyetlerinin devamını sağlamak. Oteller, restoranlar, hastaneler, doktor muayenehaneleri ve kirli çamaşır üretimi yüksek kamusal kurumlar için çalışıyoruz. Bu işletmede tam on dört yıl önce, 27 yaşındayken, dağıtım şoförü olarak işe başladım. Felsefe öğrenimimi yeni tamamlamıştım ve eğitim düzeyime uygun bir işi ne üniversitede ne de üniversite dışında bulabilmiştim; ama para kazanmam gerekiyordu, hem de bir an önce; çünkü sekiz yıl boyunca aldığım öğrenim kredisini eğitimimi tamamlar tamamlamaz geri ödemeye mecburdum. Bu durumda ne tür bir iş yaptığım pek de umurumda değildi. Bugün müdürü olduğum işletmede tabiri caizse zoraki bir neşeyle şoför olarak işe başladım. O zamanlar beni işe alan adam çamaşırhanenin sahibiydi ve ne üniversitelerde yaşanan krizden ne de eğitim sayesinde kariyer yapmanın artık boş bir hayal olduğundan haberdardı. İyi de siz doktora yapmış birisiniz, diye hayretler içinde kalmış, beni fazla kalifiye bulduğu için işe almak istememişti. Tabii ki fazla kalifiyeyim bu iş için, demiştim; ama bu benim beceriksiz olduğum anlamına gelmez. İşinde devamlı yükselmiş olan ve yükselmeye de devam eden adamın sonunda aklı buna yatmıştı. Bir deneyelim bakalım, demişti. Pişman da olmadı nitekim. Mükemmel bir dağıtım şoförü olmakla kalmadım. Çok geçmeden dağıtım şoförleriyle ilgili etkili birkaç rasyonelleştirme önerisinde de bulununca, çamaşırhanenin sahibi, Heidegger üzerine doktora yapmış birinin kendi işletmesinde bile işe yaradığını şaşkınlıkla tespit etmişti. Bu nedenle, işe girdikten bir sene sonra, önce dağıtım planlama (işletmede kısaca “Planlama” denir) şefi, sonra da tüm çamaşırhanenin ve sevkiyatla ilgili bütün işlerin müdürü oldum, hâlâ da öyleyim.
Traudel ve ben yedi kiracılı sakin bir apartmanın üç buçuk odalı bir dairesinde oturuyoruz. Apartmanın merdivenlerine ayak basar basmaz, en üst kattaki kiracıların leş gibi kokan spor ayakkabılarının kokusu burnuma vuruyor yine. Muhtemelen üniversite öğrencisi olan bu dört genç, ucuz spor ayakkabılarını akşamüzerleri daire kapısının önüne koyuyor, saatlerce giyilmiş lastiğin ayak teriyle birleşince katlanılmaz bir koku yaptığının ve bu kokunun zemin kata kadar indiğinin farkında bile değiller herhalde. En üst katın kiracılarından bu alışkanlıklarını değiştirmelerini rica etmeme engel olan tek şey, beni kapıcı zannetmelerinden korkmam. Aşağı yukarı on yıldır yaşadığımız daireye girdiğimde saat 17.00ye gelmek üzere. Traudel benden önce de başka bir adamla, bir banka memuruyla, oturuyordu burada. O zamanlar Traudel de banka memuruydu, halen de öyle. Onunla tanıştığımda, stajını yeni tamamlamıştı ve şehir merkezindeki küçük bir şubede çalışıyordu. Birkaç sene sonra banka ona bir teklifte bulundu: İsterse şube müdürü olabilirdi ama ancak taşrada çalışmayı kabul ederse. Traudel biraz düşündükten sonra teklifi kabul etti. O yüzden her gün arabayla seksen kilometre yol yapıp Hingen adındaki sıkıcı bir kasabaya gidiyor ve akşam yine eve dönüyor. Şehir merkezinde çalıştığım için, arabayı onun kullanmasını, benimse iş yerime yürüyerek gidip gelmemi kararlaştırdık. İlk başta hiç işime gelmedi bu; ama şimdi başka türlüsünü düşünemiyorum bile. Yürümek beni dinlendiriyor, hatta sükûnet ve huzurla dolduruyor içimi.
Uzun zaman önce kurulmuş bir avuntu vahası gibi karşılıyor ev beni. Bu vakitte hep klasik müzik konseri yayını yapan radyoyu açıyorum. Gömleğimi ve pantolonumu çıkarıp kanepeye uzanıyorum ve Traudel’in bir Noel’de bana hediye ettiği kaşmir battaniyeyi üstüme örtüyorum. Daimi huzuru bulmuş bir adamın yüz ifadesiyle kanepede yatıp biraz kestirmem Traudel’in hoşuna gidecektir. Traudel’in, sekiz saatlik bir mesaiden ve hemen hemen bir saat süren araba yolculuğundan sonra alışverişle, ev işleri ve akşam yemeğiyle ilgilenecek gücü nereden bulduğu bir muamma benim için. Fakat Traudel’in her şeye el atma dürtüsü o kadar kuvvetli ki, zaman zaman ben de bunun kurbanı oluyorum. Birlikte yaşamaya karar verdiğimizde, Traudel’in eski eşyalarımın hemen hemen hiçbirini ortak evimize koymak istemeyişi bugün bile hâlâ rahatsız eder beni. Ne yaptı etti, yalnızca hurdacıya telefon açmamı değil, yıllarca içinde yaşadığım mobilyalarımın tamamının iki adam tarafından büyük bir kamyona yüklenmesine, sonra da bir atık yakma tesisinde yok edilmesine seyirci kalmamı da başardı. Özellikle de böyle anlarda, mobilyalarımın yok edildiğini anımsadığımda, kek yiyicisi ve manav bakış zincirini icat ettiğime şükrediyorum. Benim için bu bakış zinciri, birinci gerçekliğin ardında benim de dahil olduğum ikinci ve üçüncü bir gerçekliğin olduğuna ve eğer şansım yaver giderse, bir gün bunu mesleğim haline getireceğime işaret ediyor. Maalesef bunun henüz çok uzağındayım. Şimdiye kadar ancak Neredeyse-Sanatçı olabildim; kolaj yapıyorum, resim çiziyorum, film çekiyorum, nonsens tarzı şiirler yazıyorum ama hiçbirini layığıyla yapmıyorum; demek istediğim, tutkuyla, yani umarsızca yapmıyorum ve kendime (şimdi de olduğu gibi) iki üç haftada bir benim gerçek yeteneğimin ne olduğunu sormak zorunda kalıyorum. Tam zamanında ölememiş bir yaban arısının ağır ağır uçarak duvarlara çarpmasını seyrediyorum. Yaban arısının sendeleyerek uçmasının benim geleceğimin habercisi olduğuna hemen inanıyorum tabii. İkindi vaktinde park etmiş bir kamyonetin arkasında durup kek yiyicisinin dönmesini beklemek, sonra da onunla ve manav kadınla anlamlı bakışmalar kurgulamaktan nasıl bir meslek çıkar ki? Yanıtsız kaldığım bu anların utancının gelip geçici olmasını umut ediyorum. Radyoda bariton Heinrich Schlusnus, Brahms’ın bir şarkısını seslendiriyor. Schlusnus ismi iç dünyama harikulade bir biçimde nüfuz ediyor ve bir an, beni tüm endişelerden kurtarıyor. Yaklaşık dört dakika, yani şarkı sürdüğü sürece, Heinrich Schlusnus isminin bende uyandırdığı duyguların tadını çıkarabilirim artık, üstelik de bundan herhangi bir sonuç beklemeden. Şarkı bittikten sonra spiker, kalın sesli ciddi bir kadın, yeniden söz alıyor; kadının adı sahiden de Astrid Redlich. Astrid Redlich, Heinrich Schlusnus’u uğurluyor! Bu gizli komedi ve hayatın evrensel uyumu karşısında sevinçten haykırasım geliyor. Gerçekte, kanepede yatıyor, parçalanmaya yüz tutmuş fanilama bakıyorum. Jilet gibi gömleğimin altına iyice eprimiş bir fanila giymek hoşuma gidiyor. Hayatta er ya da geç yaşanan ıstırapların bir simgesi fanila. Ayrıca (aslında) benim sanatçılık geleceğime işaret ediyor. Bir giysi sanatçısı olmayı (böyle bir şey varsa eğer), hatta bir çürüme sanatçısı olmayı çok isterdim. Çözünüp ayrışmaya başlamış giysiler giymeyi seviyorum. Giysilerin epriyip yıpranması sayesinde kişi (hızlıca ve kabaca düşünürsek) kendi yok oluşuna da aşina olur, giderek epriyen giysileriyle üstünde taşıdığı yok oluşu, adım adım hayatına girer. İnsanların eskimiş giysilerini atmaya bu kadar hevesli olması, lime lime olmuş giysilerin işaret ettiği o süreçleri inkâr etmelerinin bir göstergesi bana göre.
Traudel odada delik deşik bir fanilayla dolaştığımı ya da uzandığımı görünce dehşete kapılmıyor (ya da şöyle diyelim: dehşete kapıldığını belli etmiyor). İkide bir şu ya da bu paçavrayı Tanrı aşkına çöpe atmamı söylüyor gerçi; ama bu serzenişlerinde çok ısrarlı değil. Bana ara sıra aldığı yeni fanilaları, yeni külotları da giyiyorum. Ama çürümeye yüz tutmuş numuneleri çöpe atmamı yeni fanilalar da sağlamıyor. Eriyen fanilalarımı, külotlarımı da giymeye devam ediyorum ve onları tenimde hisseder, onlara bakarken, hayata karşı duyduğum dehşeti savuşturuyorum. Kendi faniliğimi bu sayede kavradığımı iddia edemem tabii. Ama en azından şunu söyleyebilirim: Ölümümle adeta dirsek teması içindeyim. Bir kitap yazabilseydim başlıca tezi şu olurdu: İnsan felaketleri ancak izleyebilir, kavrayamaz. Küçük, iğrenç bir huzursuzluk uykuya dalmama engel oluyor. Traudel’in eve geleceği andan biraz korkuyorum galiba. Sittin senedir birlikte yaşamamıza rağmen, bir başka insanın varlığına aslında devamlı katlanamayacağını korkusundan kurtulamıyorum. Buaslında her şeyin özü zaten! Bir çamaşırhanenin yöneticisiyim ama aslında bambaşka şeyler yapmak istiyorum. Büyük, pis bir kentte yaşıyorum ama aslında bambaşka bir yerde olmak istiyorum. Traudel’le birlikte yaşıyorum ama aslında… hayır, bu düşünceyi düşünmeye cesaret edemem. Oysa düşündüm bile. Ve işte yine oluverdi: Bir felaketi anlamadan izlemek zorundayım.
Yaban arısı bana yaklaşıyor, belli ki elime konmak istiyor. Önce irkiliyor, sonra elimi olduğu yerde bırakıyorum, yaban arısı dikkatle elimin üzerine konuyor. Hayvanın elimin tersinin ortalarına kadar ilerlememesine dikkat etmem yeterli. Tabii ki Traudel’le ilgili bir sıkıntım yok. Sadece, devamlı ona göre davranmak benim baş edemediğim bir durum. Bu bana, maalesef zor bir insan olduğumu hatırlatıp duruyor. Yaban arısı elimin tersinin ortalarına geldiğinde oradaki kıllara takılabilir ve paniğe kapılıp elimi sokabilir. Ama yaban arısı tehlikeli bölgeyi algılayacak kadar akıllı olduğu için kıllardan uzak duruyor. Az sonra da havalanıp uçuyor ve cama tosluyor. Ya bak, sen zavallı hayvan bile benliğin isterisine kapılmak zorundasın. Traudel’in eve dönüşü her zamanki gibi olur. Kanepenin yanında diz çöker, elini yırtık pırtık fanilamın altına sokar ve beni öper. Olsa olsa, neden uyumadığımı sorar bana, ben de geçiştiririm: Yok bir şey, genel bir huzursuzluk işte. Ve öpüşürken, ne kadar da sağlam bir çift olduğumuzu düşünüp gururlanırız yine.İki
Yine de birkaç aydan beri can sıkıcı, şimdiye kadar pek konuşmadığımız görüş ayrılıklarından mustaribiz. Sorun şu: Traudel artık evlenmemizi istiyor. Hemen değil ama bir ara. Birlikteliğimizin başlarında, “nikâh kıydırmaya” (ne kelime ama!) imkânsız gözüyle bakmadığımı kabul ediyorum. Ama Traudel’in evlenme isteğinin zamanla geçeceğini düşünmüştüm. Tam tersi oldu. İlk başlarda uyguladığım savunma stratejisi, evlenmeye uygun biri olmadığımı göstermekti. Bir kadının benim gibi biriyle evlenmek istemesinin benim için bir muamma olduğunu söyleyip durdum. Hem apaçık görülebilen hem de gizli dağınıklığımdan söz ettim; sorumluluk almaktan çekindiğimi, tamirat işlerinden hiç anlamadığımı, tatil planlaması, bodrumun arada bir temizlenmesi, arabanın bakımı gibi işlerle ilgilenmeye hiç hevesli olmadığımı anlattım. Ama Traudel’in bunlara verdiği tek yanıt, eksik yönlerimi epeydir bildiği ama bunların benimle evlenmek istememesi için bir neden teşkil etmediği. Bunun üzerine, inceliğinden emin olduğum bir argüman öne sürdüm. Evliliğin beni çok kısıtlayacağını söyledim, fiilen değil de ütopik olarak kısıtlayacaktı; ama ütopik bir kısıtlama gerçek bir kısıtlamadan çok daha fenaydı. Sonra da evli kadınların kendilerini daha güvende hissetmesinin tamamen bir hayal, hatta bir kuruntu olduğunu söyledim. Evet, dedi Traudel, evli kadınların kendini güvende hissetmesi bir kuruntu ama senin ütopik kısıtlanmandan daha büyük bir kuruntu değil.
Bunun üzerine diyecek bir şey bulamadım artık.
Her ikimiz de vazgeçelim mi kuruntularımızdan, diye sordu Traudel, sen kısıtlanma kuruntundan, ben de güvence kuruntumdan.
Hatamı fark edip bir süre ağzımı açmadım. Eşler kuruntuya dayalı stratejilerinden de vazgeçerlerse, evlilikten geriye ne kalacağını sordum sonra.
Traudel uzun süre sustu. Şimdi, akşam yemeğinde, diyor ki: Evliliği anlamlı kılan bir sürü pratik neden de var. Şu örneği veriyor: Düşünsene, sana bir şey oluyor, bir yerde başına bir kaza geliyor. Diyelim ki tramvaydasın ve tramvay maalesef raydan çıkıyor, ağır yaralanıyorsun, kasabanın birinde bir hastaneye kaldırılıyorsun. Benim bundan ancak haberleri dinlerken haberim oluyor, yanına gelmek için derhal arabaya koşuyorum. Hangi hastanede olduğunu öğrenip yola çıkıyorum, iki saat sonra oradayım ama beni hastaneye almıyorlar. Kapıdaki görevli, yaralının akrabası mısınız, diye soruyor. Hayır, niye ki, diyorum. O zaman, içeri girmenize izin veremem, diyor görevli. Sadece eşler, çocuklar ve anne babalar yaralıları görebilir. Ben de salak gibi kalakalıyorum. Seninle evli olmadığım için yanına gelemiyorum! Bu tür kurallar olduğunu biliyor muydun?
Hayır, diyorum süklüm püklüm. Şimdi kendimi (nasıl söylesem) mat edilmiş hissediyorum tabii. Ama evliliğe karşı direncim daha da artmış durumda. Hastanelerdeki bürokrasiye takılmamak için evlenmek zorunda mı insan?
Traudel’in tam da bu konuşmanın üstüne bana gülünç bir serzenişte bulunması ne aptalca. Pantolonumu sandalyenin üzerine öyle gelişigüzel atmamalıymışım. En az bir gece balkonda kalıp iyice havalanması için balkona bir kez olsun doğru düzgün asamaz mısın pantolonunu?
İster istemez susuyorum ama şu evlilik konusunun en azından şimdilik kapanmasından memnunum. Melankolik yabanileşme dediğim şey başlıyor içimde. Kendime acıyıp içten içe sızlanıyorum, Alplerde bir köpek kulübesinde yaşasaydım benim için daha iyi olurdu, diye düşünüyor, bu eski kanaatime sarılıyorum; ama hayır, öyle de yapmaz, güzel, hırslı bir kadının eteğine tutunursan, olacağı budur.
Kendine yeni bir pantolon almanın zamanı geldi artık! Bir de yeni bir ceket! diyor Traudel. Seni başka giysiler içinde de görmek istiyorum!
Kılık kıyafetle pek ilgilenmem, diyorum giderek zayıflayan bir sesle.
Bunun da farkındayım, diyor Traudel; ama akşam akşam kavga çıkmasını istemediği için sesini biraz alçaltıyor. Henüz usul usul kavga etmekteyiz. Traudel, başka bir konuya geçmeye hazır olduğunu göstermek için bugün aldığı peyniri övmeye başlıyor. Ve peynircinin maalesef benim de sık sık dinlemek zorunda kaldığım tiradını yineliyor: Keçi peyniri Pireneler’deki bir mağarada on sekiz ay boyunca olgunlaştırılır. Peynir sanayisinin sloganlarını duymak istemiyorum, diye bağırmak geliyor içimden ama yeni bir gerginlik çıkmasından ben de kaçınıyorum. Yine de giderek sessizleşmeme, en sonunda da içime kapanmama engel olamıyorum. Orada kendime üzülmeyi en iyi ben bilirim. Traudel’in yanında otururken giderek suskunlaşmam ve yok olmam beni de rahatsız ediyor. Akşamları, hep akşam olmasına, dışarıdaki karanlığın evimize de girmesine zorlukla tahammül ettiğim bir ruh hali içindeyim. Traudel’in pantolonumun sefilliğini fark etmesi ama duvardaki rafta bir vazonun içinde günlerdir kendi kendilerine çürüyüp duran güllerin sefilliğini fark etmemesi ne garip. Güller önce matlaşıyor, sonra sararıp kırışıyor, en sonunda da soluyorlar. Traudel güllerin büzülüp solma sürecini romantik ve güzel buluyor. Bense, başlarını eğen gülleri gördükçe mezarlar ve mezarlıkları hatırlıyorum oysa evdeyken bunları hatırlamak istemiyorum. Fakat işleri bitmiş gülleri atmama izin yok tabii, sadece Traudel bu hakka sahip. Traudel çürümeyi hep bir gün daha, sonra bir gün daha seyretmek, bu esnada kiç ya da şiirsel ruh hallerini yaşamak ister. Bu kiç ancak pis pis kokmaya başladığında harekete geçer. O zamana, en az iki gün daha var.
Akşam yemeği bitti, (işbirliğine hazır olmamın bir başka işareti olarak) tabakları, ekmeği ve bardakları mutfağa götürüyor, dünden kalan bulaşıkları ve bugününkileri yıkıyorum. Traudel banyoya giriyor, soyunurken onu seyredebilmem için her zamanki gibi kapıyı açık bırakıyor. Nedeni, en az on yıl önce böyle bir ricada bulunmuş olmam. Takılarını çıkarıp kaloriferin yanındaki cam kâseye koyuyor. Giysilerini kapının arkasındaki üç askıya asıyor. Geceleri Traudel’in bedeninin kokusunu içime çekmek istediğimde bazen eteğini yüzüme bastırırım ama Traudel bunu bilmiyor. Eviyenin üzerine eğilirken aklıma bir fikir geliyor: Traudel’in güllerin solmasını günlerce izlediği gibi, ben de balkondaki pantolonumun eprimesini izleyeceğim. Pantolonu balkona asacağım ama onu oradan bir daha (ya da uzun bir süre) almayacağım; çünkü pantolonun havanın, iklimin ve tozun etkisiyle yavaş yavaş çözündüğünü, sonra da (öyle hayal ediyorum) yine doğanın bir parçası haline geldiğini görmek istiyorum. Bu süreci anlatan bir yıpranma günlüğü tutacağım. Bunları Traudel’e anlatmıyorum tabii. Kapısı açık banyoya doğru sesleniyorum: Traudel! Yarın ya da öbür gün şehre gidip bana yeni bir pantolon alabilir miyiz?
Çünkü Traudel ben kendime kıyafet alırken yanımda olmaktan hoşlanır; hevesimin çabucak kaçmasını, sonra da gidip ucuz şeyler almamı engellemek ister.
Noldu? Fikrini mi değiştirdin? Böyle birdenbire? diye soruyor yavaş sesle.
Aklım başıma geldi, diyorum.
Traudel gülüyor, bana inanmıyor.
Elbet vardır bunun bir nedeni, diyor.
Nedenini sonra söylerim, diyorum.
Çok kötüsün, diyor.
Evet, diyorum, çok kötüyüm.
Traudel gülüyor.
Anlayan beri gelsin, diye alay ediyor.
Ben de anlamıyorum zaten, diyorum.
Ertesi gece tuhaf bir rüya görüyorum. Rüyamda vatmanmışım (çocukken gerçekten çok istemiştim vatman olmayı). Ama benim tramvayım boşmuş. Duraklardaki insanları görüyormuşum. Onlar da tramvayın durmasını bekliyorlarmış. Ama ben durmuyor, bekleyen insanların yanından geçip gidiyormuşum. Uyanıyorum ama tam değil. Traudel yanımda sakin sakin uyuyor. Rüyam üzerine düşünmek istiyorum ama bir türlü tam olarak uyanamadığımdan düşünemiyorum. Ayrıca cinsel organımın yarı yarıya sertleştiğini fark ettiğimden, rüyam arka plana itiliyor. Kendime şöyle bir dokunuyorum, ereksiyonum çabucak artıyor. Traudel’in çörek sıcaklığındaki bedenine sokuluyorum. Takatsizim, biraz da kararsız; Traudel’in yana kaymış memesini kavrayıp yukarı kaldırıyorum ve meme ucunu çocuk gibi ağzıma sokuyorum. Traudel uyanıyor, zaten uyanıktı belki de. Benim izlenimim (ki bu ayrıntı üzerinde hiç konuşmadık), sevişirken çocuksu davranmamdan Traudel’in hoşlandığı. İç içe olduğumuzda ve spermim fışkırdığında, zor anlarında yanında olunması gereken bir çocukmuşum gibi başımı okşuyor. Geceleri onu sıkıştırmama bir itirazı olmadığını defalarca söyledi zaten. Eskiden gece uyurken beni gafil avlamanı istediğim bile oldu çünkü o zaman pek utanmıyorum, demişti bir keresinde. Traudel’in baldırlarını güzel bir bahçe kapısının iki kanadı gibi aralıyorum. Kadınlarda dudakların, meme başlarının ve cinsel organın derisinin aynı yapıda olması tesadüf olmasa gerek. Bunlardan birini öpen bir erkek, diğerlerini de öpmek ister. Şöyle de düşünülebilir: Kadının en önemli yerleri, bütün bedene dağılmış iki dudak. Sevişirken çok çaba göstermiyoruz, gecenin bir vakti ve hâlâ tam uyanmış değiliz. Ve böyle özensiz davrandığımız için daha sonra birbirimize sitem etmeyeceğimizi biliyoruz, en güzeli de bu belki. Gece vakti yakınlığa duyduğum bu arzu sessiz bir ricadan, küçük bir yalvarıştan başka bir şey değil, kısa bir ziyaret gibi. Traudel’e bacaklarını belime dolamasını fısıldıyorum, sarılıp sarmalanmak istiyorum. İlk deneme başarısız. Traudel bacaklarını kaldırıyor gerçi ama sonra yine yanlara düşürüyor, onun da güçsüz olması hoşuma gidiyor. Aşk, güçsüzlüğün başka bir adı zaten. İkinci deneme başarılı; çünkü Traudel bacaklarını belime dolamakla kalmıyor, beni kucaklayıp göğsüne bastırıyor. Korktuğum çocuk sanki benmişim gibi. Karanlığa ve kimsenin düşüncelerimi okuyamamasına şükrediyorum. Hamilelikten korunma yöntemlerimize yöntem denemez aslında. Traudel bazen dikkat etmemizi söylüyor, bazen de hiçbir şey demiyor. Bazen prezervatif kullanıyorum, bazen geri çekiliyorum, bazen de hiçbir önlem almıyor, bunun üzerinde konuşmuyoruz bile. Cinsel ilişki esnasında, ölmüş anne babamı düşünüyorum. Çocukken annem babama sık sık şöyle derdi: Bir kadının çocuk istemesi dünyanın en doğal şeyi. Babam buna diyecek bir şey bulamazdı. Sonra annem derdi ki: Kadının belirli bir erkekten çocuk istemesi çok doğal. Babam buna da bir şey diyemezdi. Sonunda üç çocukları oldu, en büyükleri bendim ve babamın suskunluğunun üç çocuğa karşı bir tavır olduğu izlenimini edindim yavaş yavaş. Bu düşünceler ve anıların cinsel ilişki esnasında aklıma gelmesini pek doğru bulmuyorum. Aslında ne isteyip ne istemediğimizi Traudel’le netleştirmek için cesaretimi toplamalıyım bir ara. Oysa babam gibi davranıyorum. En önemli soruları ancak çok geç olduğunda soruyorum. Spermim boşalırken şöyle düşünüyorum: Hayatın artık bir gizem oluşturmadığı şekilde yaşamak istiyorum. Bu düşüncenin yeni bir gizeme harika bir kapı araladığı kesin. Traudel gebe kalmaya müsait olup olmadığına dair tek laf etmedi. Bana arkasını dönüyor, ben de onu okşuyor, sırtını öpüyorum. Normalde Traudel ilişkiden sonra hemen uyur, ben de öyle.
Traudel’in omzunun üzerinden fısıldıyorum: Canın mı sıkıldı?
Hiç de bile, diyor.
Konuşmak ister misin?
Şart değil, diyor.
Hımm, diyorum.
Sen konuşmak ister misin?
Hımm, diyorum yine.
Yani evet, diyor Traudel ve bana dönüyor.
Cesaretimi topluyorum: Bir süre önce evlenmek istediğini söylemiştin ya hani.
Üzüldün mü buna?
Bir anlamda evet, diyorum.
O zaman rahatlatayım seni. Evlenmemizi isteyen ille de ben değilim. Annem istiyor evlenmemi.
Annen, diye göğüs geçiriyorum.
Annemi bilirsin. Bana baskı yapıyor. Ablam da öyle. Evli olup olmamak benim umurumda değil. Benim istediğim başka bir şey.
Bir daire satın almak istiyorsun.
Traudel gülüyor.
Yanlış mı? diye soruyorum.
Tamamen yanlış, diyor Traudel.
Daire yetmez sana. Müstakil ev istiyorsun.
Külliyen yanlış, diyor Traudel, çocuk istiyoruum.
Korktun mu?
Evet, diye itiraf ediyorum.
Eğer hiç istemiyorsan, unutalım gitsin. Öylesine bir duygu dalgalanması sadece, bir titreşim; geçer nasılsa.
Bir planın var mı? diye soruyorum.
Planım, bir planımın olmaması.
Gülüyoruz.
Ama çocuk yapacaksam evli olmam hiç fena olmaz diyor annem.
Annene çocuk istediğini mi söyledin?
Evet, diyor Traudel.
Anneni memnun etmek için seninle evlenmem mi lazım?
Onun gençliğinde çocuk yapan kadınlar evli kadınlardı.
O dönem epey geride kaldı, diyorum.
Evlenmemiş çocuklu kadınlara o zamanlar bekâr anneler denirdi, aşağılayıcı bir ifadeydi bu. O yüzden annem genç kızken bir an önce evlenmek istemiş. Sadece çocuk meselesi de değilmiş. Kadınlar kocalarının kendilerine bakmasını istiyormuş. Meslek sahibi olan kadın yok denecek kadar azmış. Annemin de bir mesleği yokmuş, hâlâ yok ama en azından anne ve eş olmuş, tek çıkış yolu buymuş.
Peki bu durumda benim neye hazırlıklı olmam gerekiyor?
Hamile kalabileceğime. Ya da belki de kalmayacağıma. Otuz sekiz yaşındayım, zaman daralıyor. Ama eskiden çocuk yapmak gibi bir isteğim yoktu, diyor Traudel.
Şimdi sen… şey… gerçekten… şey… çocuk mu istiyorsun?
Deli gibi istediğim söylenemez, diyor Traudel, şu aralar, nasıl desem, aşkımı tutamıyorum, ne demek istediğimi anlıyor musun?
Gülüyoruz.
Hamileliğe ve çocuk odasına falan çok istekli olduğum söylenemez ama dikkat etmeye de hevesli değilim; olursa olur, olmazsa olmaz.
Hımm, diyorum.
Bunlardan pek hazzetmiyorsun, değil mi? diye soruyor Traudel.
Eh, pek sayılmaz. Neden korkuyorsun?
Neden korktuğumu söyleyeyim sana, bu kadar güzel yürüyen ilişkimizin mahvolmasından korkuyorum.
Çocuk yüzünden mi?
Kadınlar hep daha da mutlu olmak ister, diyorum, huzur vermedikleri için ellerindeki mutluluğu da kaybederler.
Bütün erkeklerin korkusu budur, diyor Traudel, kadının bir aşk nesnesi olarak hiç değişmemesi gerekir.
Tanrım, diyorum.
Doğru değil mi yani?
Kesebilir miyiz bu… şey… gevezeliği?
Neden?
Bir yere götürmüyor da ondan.
Önemli ama.
Aramızda bir sessizlik oluyor. Yatış pozisyonumuzu değiştiriyoruz, yorgan hışırdıyor. Başlattığımız tartışma içimde, öncekinden de şiddetli bir biçimde devam ediyor. Traudel’le bu tür konuşmalar yapmaya alışık değilim. Ayrıca gerçekten korkuyorum. Bana göre, bu konuşma bile, çok korktuğum yıkımın gizlice başladığının bir işareti. Ama bunu kendime saklamak istiyorum. Traudel’in korkumu gerçekdışı bulduğunu, önemsemediğini hissediyorum. Oysa Traudel’in de haklı olduğunun farkındayım. Bunu ona söylemek isterdim ama dilim tutulmuş gibi. İlle de çocuk isteyen karılarını kurban eden pek çok erkek olduğunu biliyorum. Kadının cinsel doğası ne pahasına olursa olsun korunmak zorunda. Cinsiyet odaklı o sert erkeklerden olmadığımı Traudel’e söylemeyi çok isterdim. Artık tamamen uyanmış vaziyetteyim, Traudel de öyle muhtemelen. Şimdi biraz kafa dağıtmayı çok isterdim ama cinsel birleşmeden sonra televizyonu açmayı ikimiz de kaba buluruz. Fakat burada böyle karanlıkta yatıp duramam da. Yalnızlık normal de birdenbire ortaya çıkması öyle iğrenç ki.
Birkaç dakika daha bekledikten sonra yataktan kalkıp mutfağa gidiyorum. Mutfak dolabının çekmecelerinde, beni oyalayabilecek küçük bir nesne arıyorum. Dışarıda, pencerenin önünde hafif bir fırtına var. Geceleri böyle uykumun kaçması hiç hoşuma gitmez. Mutfak dolabındaki küçük aynaya bakıp şöyle düşünüyorum: Yüzün tam bir kepazelik. Bu düşünce de -buna bir düşünce denebilirse- gayet aşina bana. Hayatı çok az kavradığıma dair o berbat duyguya kapılıyorum yine. Daha iyi düşünebilmek için kendime bir kahve yapacağım. Kahve makinesine iki fincan su dolduruyorum, filtreye kahve koyuyorum ve makinenin düğmesine basıyorum. Kahve makinesinin hırıltısını duyunca, aniden, şimdiye kadar ilk kez, annemin ölüm döşeğindeki hırıltılı nefesi aklıma geliyor. Bir anda kolum kanadım kırılıyor ve beş saniye içinde ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Kahve makinesini kapatıyorum ve su damlalarının yavaş yavaş kesilmesini seyrediyorum. Son yıllarda, neden bilmiyorum, gözlerimin eskisine göre daha çabuk yaşardığı dikkatimden kaçmıyor. Ağlama nedenlerimin çoğu çok eski yıllarda kaldı ve aslında ağlanacak bir şey de kalmadı (ya da ağlayarak bitirildi); ama ağlama nedenlerim son zamanlarda güçlü bir biçimde geri dönüyor, hatta yeni gözyaşlarına da yol açıyorlar. Gece sersemliğinin bir yönü de insanın sık sık düşündüğü bir şeyi bir kez daha düşünmesi. Sokakta dolaşan açık renk takım elbiseli proleter gençler bir bara girmeden önce güneş gözlüklerini takıyorlar. Gençlerin kıyafet konusundaki zevksizlikleri ilginç çünkü bu kiç, hayatın kalpazanlık arzusunu gösteriyor. Bu saatte bile böyle akıllı akıllı düşünmem sinirime dokunuyor biraz. Gerçekte, ben artık zeki falan olmak istemiyorum; her şey çok gülünç, özellikle de geceleri. Sonra nihayet dikkatimi dağıtıp beni oyalayacak bir şey buluyorum. Bir çekmecede, üzerine damgalanmamış bir pul yapıştırılmış bir mektup zarfı keşfediyorum. Kız kardeşimden gelen bu mektup en az üç aydan beri yanıtlanmayı bekliyor. Kız kardeşim bir inşaat mühendisiyle evli, iki de çocuğu var. Tatile gittiğinde tatil mektupları, Noel’de Noel mektupları, doğum günlerinde de doğum günü mektupları yazar bana. Zarfın, damgalanmamış pulun olduğu sağ üst köşesini makasla kesip alıyorum, küçük bir tabağa su koyuyorum, kestiğim parçayı suya bırakıyorum ve pulun kâğıttan ayrılmasını bekliyorum. Tam bir gece uğraşı bu. Hatta kız kardeşime bir mektup yazmayı, zarfın üzerine de suda kâğıttan ayrılan pulu yapıştırmayı bile düşünüyorum. Kız kardeşimin hoşuna giderdi bu. Kocasına derdi ki: Kardeşim ona gönderdiğim mektubun pulunu kullanmış. Kocası hiçbir şey söylemeden başını sallar, kız kardeşime yazdığım mektubu okumazdı; Traudel’in de kız kardeşimin bana yazdığı mektupları okumadığı gibi. Mutfak masasının üzerine bir mektup kâğıdı koyup kurşunkalem aranıyorum. Ama kız kardeşime mektup yazmak kolay değil. Orada öylece oturup düşünürken ve suda kâğıttan ayrılan pula bakarken, aklıma yine Traudel geliyor. Mektuba şöyle başlamam ne güzel olurdu: Sevgili Elisabeth (kız kardeşimin adı bu), mütemadiyen Traudel’i düşündüğüm halde, sana mektup yazıyorum. Birkaç yıl önce Traudel’in sevişme sorunu vardı ve biz yatmadan önce ferç dudaklarına bebe yağı damlatmayı âdet edinmişti. Bebe yağı sayesinde ferç dudakları yumuşacık oluyordu ve ben kolayca içine girebiliyordum. Traudel’in o zamanlar genellikle kupkuru olan cinsel organının sevişmeye ve belki de bana karşı (ya da sadece bana karşı) bir tür direnç geliştirdiği çok sonra aklıma geldi. Neyse ki o zamanlar bütün bunları anlamamıştım. O zamanlar, Traudel’in sadece hayatımı kolaylaştırmaya çalıştığını sanıyordum. Ferç dudaklarına bebe yağı! Ne kadar basit ama etkili bir fikir! Traudel’in o dönemdeki direncine neyin sebep olduğunu ve bu direncin nasıl ortadan kalktığını hiç öğrenemedim.
Bu muhteşem fikri hatırlamak içimi aniden minnettarlıkla dolduruyor; ben böyleyim işte. Bu arada pul kâğıttan ayrıldı. Mektubum, Sevgili Elisabeth! başlığının ötesine geçemedi. Gecenin kalan yarısını masanın başında geçirsem bile aklıma başka bir şey gelmeyeceğini biliyorum. Pulu sudan çıkarıyorum ve çabuk kuruması için tabağın kenarına koyuyorum. Elisabeth’e tamamen kafadan uydurarak yazdığım ilk mektup olmazdı bu; demek istiyorum ki: Tamamen kafadan uydurduğum olayları yazmışlığım vardır ona. Arada sırada şirkette de yapıyorum bunu. Sessizlikten iyice bunalmaya başlayınca, başıma hiç gelmemiş özel şeyler anlatmaya başlıyorum. Sıkıntı, aslında kimsenin görmek istemediği kadar açık davranmaya zorlar bizi. Traudel günler önce, buzdolabının kapanmaya hafiften direndiğini söylemişti. Buzdolabını açıyorum ve kapının lastiğinin azıcık yerinden oynadığını görüyorum. Bu direnci ortadan kaldırmak çok kolay. Traudel’e karşı duyduğum derin bağlılık sayesinde kendimi gündüz olduğumdan daha sahici hissediyorum. Pulu tabağın kenarından alıp havada sağa sola sallıyorum. Tam o sırada Traudel mutfağa geliyor, bana ve nasıl oyalandığıma bakıyor. Yatağa gelmeyecek misin, diyor, ben de peşinden gidiyorum.

Benzer İçerikler

Mahallenin Çocukları

yakutlu

Dedem Kurt Seyit ve Ben | Nermin Bezmen

yakutlu

Kuzey ve Güney – Elizabeth Gaskell – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy