Nahide – Yarım Kalan Mucize

Küçük Nahide.
Öğrenci Nahide.
Öğretmen Nahide.
Kadın Nahide.
Eş Nahide.
Anne Nahide.

Nahide isminin öyle hoş anlamları var ki… Nahide ‘genç kız’ demek. Farklı sözlükler karıştırırsanız karşınıza ‘körpe’ anlamı da çıkacaktır. Biraz daha araştırmaya devam ederseniz onu gerçek anlamıyla simgeleyen ‘Zühre Yıldızı’ tanımıyla karşılaşırsınız ki, işte bu benim tanıdığım, yüreği kocaman kadının ta kendisidir!

Bu kitapta anlattıklarım karanlık gecelerde yolumuzu aydınlatan Zühre Yıldızı’nın -bir Köy Enstitülü öğretmenin- gerçek hikayesidir.

Nahide Kahraman ve diğer Köy Enstitülü öğretmenler Türkiye’nin eğitim sisteminde görkemli bir tarih yazdılar. Bugün Türkiye’nin bu yakın tarihi öğrenmeye ihtiyacı var.

Köy Enstitüleri, dönemin Türkiye’sine ışık saçmıştı, neden bugünün Türkiye’sine de ışık saçmasın!

***

I. BÖLÜM

“Eğitimdir ki, bir milleti ya hür, müstakil, şanlı, yüksek bir cemiyet halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder.”
Mustafa Kemal Atatürk

Zühre Yıldızı

Gümüşhane’nin Mavrangel Köyü burası. Benim köyüm.

Köyü köylüsü, şehri şehirlisi, anası bacısı, genci yaşlısı Kurtuluş Savaşı’nın ardından gelen bağımsızlığın büyük mutluluğunu yaşıyor. Bir tarafta yoksulluğun acı gerçeği, öte tarafta tarlalar yeşermeye, çocuklar okumaya hazır; ekinler biçilmeye, endüstri gelişmeye hazır.

Yedi mahallesi var Mavrangel’in. Yedi mahallede kızlar kapı önlerinde oynuyor, koşuşturuyor. Yedi mahallede kız ve erkek çocukları analarının babalarının peşinde tarlalara gidiyor, ekiyor, biçiyor.

Cumhuriyetin ilkokullarından biri de köyümün bağrında çocukları kucaklıyor. Okulun yolu olabildiğine uzak, mesafeler alabildiğine yorucu. Köyün üç mahallesinde yaşayan çocuklar okula gelebiliyor ancak… Sabahın kör karanlığında uzaklığa, kışa, soğuğa aldırmadan düşüyorlar okul yoluna. Okumak şart.

Okul dönüşü tarlalar, bahçeler bekliyor onları. Çalışmak şart. Ülke kalkınacak. Genç Cumhuriyet büyüyecek, yeşerecek. Küçük Nahide henüz bilmiyor bunları. Ama bir şey var ta yüreciğinin ortasında; güm güm atıyor.

O küçük kız benim!

Ben!

Çocukluğumun mahallesinde aklımda kalan öyle çok anı, iz var ki! Seksen beş hanenin olduğu köyümüzde, uzun boyları, devasa gövdeleriyle evlerimize kol kanat gererdi yaşlı, genç ağaçlar… Çamların kıyısına sığınmış evler, tarlalar, meyve, sebze bahçeleri ve insanları. Onları, hepsini tek tek anlatmak isterdim size. Hiçbirini unutmadım.

Köyümüzün eski adı Mavrangel. Eskilerde çok eskilerde kalan bir Rum yerleşimi… Yunanca adı Maurangeli. Türkçede Karaelçi anlamına gelen köyüm adını zamanın zengin Rum ailelerinden almış. Bir söylentiye göre de bu ismin kaynağında köyün zengin ağalarından biri olan Mavran var. Bugün sorarsanız Çamlıköy derler. Zaman geçiyor, isimler de değişiyor, insanlar da. Avuç içi kadar bir köy; dar vadilerin arasına sıkışmış, kendine tozu toprağı, ağacı tepeyi aça aça yer tutmuş yedi mahalle. Bu mahallelere eskiden Mağaldaş, Meletli, Zağanni, Manastır denirdi. Aşağıköy’de iki mahalle daha var: Ağalık ve Koyunoğlu. Mübadeleden önce bizim evlerin etrafında Rum ve Ermeni mahallelerinin olduğunu anlatırdı babaannem. Dudaklarından dökülen sözcüklerin tınısı hoşuma gider, bana dilini hiç bilmediğim bir şarkının keyifli mırıltıları gibi gelirdi. Bir çırpıda sayardı babaannem Rum mahallelerinin isimlerini: Aboyun, Garandi, Garipli, Karagöz, Işıkdere.

Babam da annem de çocukluklarında Rum komşularıyla birlikte yaşamış, komşuluk yapmışlar. Çocukluğumun geçtiği bu köyde ailemin Rum ve Ermeni komşuları hakkında tek bir kötü söz söylediğini duymadım. Kötü insanlar olsalar neden söylemesinler ki! Hatta kötülük şöyle dursun bir özlem bir özlem… Dünya üzerinde etnik kültürün ayırımcısı her zaman politikalar olmuştur. Ülkemin toprakları da politikanın acımasız sorgusundan kurtulamadı ne yazık ki! Anadolu’da savaş dönemleri Türkler için acı olduğu kadar Ermeniler için de acılarla doludur.     Düşünsenize, komşu komşuyu özler mi? Özlermiş onlar birbirlerini. Bir köyün ayrı gayrı bilmeyen insanları, kötülük bilirler mi? Düğünleri de beraber, cenazeleri de… Çoluk çocuk beraber yaşamışlar. Babam 107 yaşında aramızdan ayrıldı. Hayata gözlerini yumduğu güne kadar ne Rum komşularını unuttu ne de Ermeni arkadaşlarını… Çok anısı vardı. Mübadelede Yunanistan’a giden bir komşusunun yıllar sonra köye geldiğini anlatırdı. Adam, günlerce köyleri gezmiş, toprakları sevmiş, hasret gidermiş, ağlamış. Ardından niceleri aynı hasreti paylaşmış, aynı üzüntüyü yaşamış.

Köyde yaşanan çocukluk, köy çocuğu olmak unutulmuyor. Hiçbir zaman da unutmak geçmedi aklımdan. Köyümün insanları tarlalarını ekip biçer, karınlarını doyururlardı. Minik birer bahçeyi andırırdı tarlalarımız. Babam, sekiz boğazın karnını bu ufacık tarladan kazanır, şükreder, her Allah’ın sabahı aynı şevkle sarılırdı işine. Uzun yıllar köylüler topraklarını yeşertti, ekti, biçti, karınlarını doyurdular.

Şimdi hep ıssız kaldı oralar…

Gümüş kenti

Karadeniz Bölgesi ile Doğu Anadolu arasında, antik Çin-Trabzon İpek Yolu güzergâhının üzerinde, tarih ile doğanın kucaklaştığı güzel şehrim Gümüşhane.

Antik çağda da adı Yunanca ‘Gümüş’ anlamına gelen Argyropolis olan Gümüşhane’nin geçmişi Asurlar ve Hititlere kadar uzanıyor. Tarih kitaplarında şehre ismini Kanuni Sultan Süleyman’ın verdiği yazar. Ama tek rivayet bu değil… Bir başka söylentiye göre şehrin isim babası Fatih Sultan Mehmet’tir. Ancak Osmanlı’nın şehri ele geçirmesine dek pek çok medeniyete de ev sahipliği yapar Gümüşhane. Urartular, Pontus, Roma, Bizans, Trabzon İmparatorluğu, Akkoyunlular ve Safeviler… Osmanlı’nın Gümüşhane’ye ayak basması 1514’lü yıllarda gerçekleşiyor.

Birinci Dünya Savaşı’nda Rus orduları, 1916’dan 1918’e kadar, Gümüşhane’yi işgal ediyorlar ki, hikâyemizin satırlarında bu işgale tanıklık eden izler de bulacaksınız. Bu zamanlar, tarih sayfalarında çok kanlı izlere sahip. Çocuk yaşlarımızda dinlediklerimizi bu yaşıma geldim, hala unutamadım. İçinde çığlıklar barındıran acılar hiçbir zaman unutulmuyor. Şüphesiz acılar hiçbir zaman tek taraflı olmadı ülkemde. Ermeniler 1915 tehciriyle, Rumlar 1923 mübadelesi ile Anadolu dışına gönderildi.

Hikâye olarak kalanlar ise Dede Korkut’un Kelkit Vadisi’nde geçen masalsı satırları ancak…

Osmanlının Gümüşhane’ye önem vermesi boşu boşuna değil elbet! Yetmiş kadar maden ocağı bulunan Gümüşhane, Anadolu’daki tek gümüş madeni konumuna sahipti.

Babaannem bilgili bir kadındı. Uzun sohbetlerde Gümüşhane’yi de anlatır, Osmanlının şehrimize Canca adını verdiğini, burada iki çeşit gümüş ve altın para basıldığını söylerdi. Fakirliğin hiç bilinmediği dönemler. Güzel hikâyeleri vardı şehrimin. Babaannemin nereden öğrendiğini bilmediğim hikâye kahramanlarından biri de Evliya Çelebi’ydi. Eski Gümüşhane’yi anlatırken Çelebi’nin şehri ziyaret ettiği 1647 tarihini hiç unutmaz, gezginin yetmiş maden ocağı saydığını söylerdi. Darphanenin Emin Mahallesi’nde olduğunu da bilirdi. Hatta buradaki darphanede basılan akçelerin üzerinde “Canca’da basılmıştır,” diye yazdığını dahi…

Babaannemin anlattığına göre bu yerler Eski Şehir diye bilinirmiş. Babaannem de Eski Şehir’de doğmuş, büyümüş. Babaannem geçmiş yılları anlatırken, köyde Rumların Türklerden daha çok olduğunu, Rum madencilere tanınan ayrıcalıkların köylerimize göç etmelerine neden olduğunu söylerdi. Babaannemin anılarında Rumların izlerine çokça rastlamak mümkün. Rumlar uzun yıllar Gümüşhane’nin madenlerini işlemeye devam etmişler. Sonra büyük, çok büyük bir göçük olayı yaşanmış. Büyük acı! Çok Rum işçisi kalmış göçük altında, birçoğu da hayatını kaybetmiş. Türkler, ölü evlerine başsağlığına gitmişler. Rum kadınları her evden bir Bavli’nin öldüğünü anlatmak ister, ‘Bavli Bavli’ diyerek dövünür, ağlarlarmış. -Bavli, ölenlerden genç bir oğlanın adı.- Biz çocuktuk, babaannem böyle anlatmıştı. Bu göçük olayını tarih nasıl yazdı, bilmiyorum. Tek bildiğim babaannemin kulaklarımda çınlayan sesi ve o sesten çocuk aklımda kalan anılar.

Tarihinde görkemli bir geçmişe sahip olan Gümüşhane’nin yakın tarihi ise acılarla dolu. Babaannemin, “Acılar başladı sonra…” dediği yıllar, savaş yılları… Savaşların soğuk rüzgârları şehrimin ahengini bozmuş, madenlerin işletilmesi durmuş, ardından göçler başlamış. Göçüp gidenlerin geride bıraktıklarına kimse sahip çıkmamış. Şehir hızla harap olmuş… Osmanlı-Rus Savaşı ise şehrime de çevresine de büyük zararlar vermiş. Savaş bu, faydası olur mu hiç? Osmanlı-Rus Savaşı, Rusların işgali… Sonrasında savaşlara gidip de dönmeyen yiğitler, göçlerde hayatını kaybedenler… Acı üzerine acı…

O yıllar, tarihin sayfalarına büyük savaşların yazıldığı dönemlerdi. Belki sizlere tarih dersi gibi gelecek bu eski, acı dolu yılları anımsamak benim için de şehrim için de çok önemli. 1877’de başlayan Osmanlı-Rus savaşı 1878’de sona eriyor ermesine ama şehrimin kurtuluşu öyle kolay gerçekleşmiyor. Tarihe Ayestefanos Antlaşması olarak geçen bu kara belge Artvin’le birlikte birçok şehrimizin Ruslara savaş tazminatı olarak verilmesini sağlıyor. Ancak Artvinliler asla yılmıyor, mücadelelerinden vazgeçmiyorlar. Yapılan oylama sonucu şehir savaşsız olarak yeniden Türklere bırakılıyor. Yine işgalden kurtulamıyor Artvin. I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar işgal altında kalan şehrim, 1914’de direnişe geçerek Yüzbaşı İsmail Bey komutasındaki birliğin kahramanca mücadelesiyle Ruslardan temizleniyor. Özgürlük ne yazık ki uzun süre kalamıyor Artvin’de… Kurtuluş Savaşı’nın hemen öncesindeki yıllar. Mondros, Artvin’in 1918’de İngilizler tarafından işgal edilmesine neden oluyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı yıllarda Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’nin yoğun politik girişimleriyle Artvin yeniden Türkiye’nin illeri arasına katılıyor.

1918 yılına dek süren Rus işgalinden 14 Şubat’ta Torul, 15 Şubat’ta Gümüşhane, 17 Şubat’ta Kelkit kurtuldu kurtulmasına, ama zulümler de gördü bu topraklar, acılarına acılar ekledi şehrimin insanları…

Kurtuluş Savaşı’nın görkemli tarihinde de yeri, izi var şehrimin. Bu dönemde Gümüşhane halkı, Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti’nin çalışmalarına katılmış, daha sonra Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adını alan cemiyet, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde Kurtuluş Savaşı’na destek vermiştir.

Mübadele ise başlı başına bir dram! Zorunlu bir göç. Gümüşhane Rumları geride, bu topraklarda yaşanmışlıklarını bırakıp kısım kısım Trabzon’a gitmişler, Çömlekçi’ye yerleştirilmiş ve günlerce Yunanistan’dan gelecek olan vapuru beklemişler. Ancak, Yunan Hükümeti’nin gün geçtikçe geciktirdiği vapur, şehrin gittikçe kalabalıklaşmasına, hatta salgın hastalık tehlikesine neden olmuş. Mübadele Heyeti’nin Trabzon’a gittiğini anlatırdı babaannem. Sonra beklenen vapurlar gelmiş. Gümüşhane Rumlarından ülkemizde son kalanlar da 1924 yılının Mayısında çekip, gitmişler. Rumlar gitmiş, kalan azınlıklar ise yavaş, yavaş Gümüşhane’ye çekilmiş.

Ömür boyu bitmeyen savaşlar, Rus işgali, göçler, Kurtuluş Savaşı ve git gide zorlaşan geçim şartları. Sonra geçim sıkıntısı bitmese de savaşlar bitmiş. Kısa cümlelerime bakmayın siz! Bu kısa cümlelere tutunup, tarihin sayfalarında yola çıkarsanız sizi önce antik tarihin koynunda büyük kültürler, değişen yaşam koşullarında zorlu mücadeleler ve sonra tüm görkemiyle Kurtuluş Savaşı karşılayacaktır. Ardından halkının omuzlarında yükselen Cumhuriyet…

Gümüşhane’nin halkı çok çalışkan, gururlu, yenilikçi ve aydındı. Şimdi de böyle olduklarını umuyorum.

Cumhuriyet ilan edildikten sonra Gümüşhane’de yeni işler kuruldu, iş yerleri açıldı. Şehrin ve çevrenin ileri gelenleri yeni evler, binalar yapmaya başladılar. Bu iş sahiplerinden birisi de Ürfani Doğan’dır.

Ürfani Doğan, şehrin sevilen simalarındandı. Ürfani Bey, çalışanlarının da değerini bilen biriydi. Hatta babamı bir iş için Muş’a götürmüş, fakat babam hastalanmış. Tifo olduğu ortaya çıkınca tedavisini yaptırmış.

Babam hızarcıydı ve Ürfani Bey’le uzun yıllar birlikte çalıştı. Gümüşhaneli Ali Bey ve hali vakti yerinde insanlar da köyümüzde, yakın köylerde inşaat işleriyle ilgileniyor, şehrin gelişimine katkıda bulunuyorlardı.

Savaşlar ve göçler yüzünden oradan oraya sürüklenip yoksul kalsalar da eğitimin önemini asla yadsımadı köyümün insanları. Bu aydın insanlar arasında babam da vardı. Köyümüzde uzun yıllar muhtar yardımcılığı yapan babam, köylünün sevdiği bir büyük, saygıyla anılan bir köy ileri geleniydi. Politikayı da severdi. Her zaman Atatürk’e, Atatürk’ün devrimlerine inandı. Mehmet Tekelioğlu bütün köylünün babasıydı. Doğru dürüst bir adamdı.

Nur içinde yat, emi baba!

Mustafa Bey ve Ulviye Nene

Babamın babası, Tekelioğullarından Mustafa Bey. Soyu, geçmiş yüzyıllara uzanan heybetli bir beyliğin torunlarından biri. Beyliğin Antalya’daki başı olan Tekelioğulları, Osmanlı’nın Antalya’ya kadar uzanmasından sonra dağılıyor. Atalarımız Gümüşhane’ye göç ediyor. Dedem burada dönemin ünlü İpek Yolu tacirlerinden biri oluyor. Annem ise Kafkasya’dan Karadeniz’e, Hopşera’ya göç etmiş bir ailenin torunu. Hopşera, Trabzon’un şirin köylerinden birisi.

Dedem, beylikleri dağılmasın, toprakları yitmesin, kul köle olmasınlar diye Osmanlı’ya isyan edenlerden. Sürgünü yemiş, sürülüp dağlardan kopup gelmiş bu taraflara. O ve arkadaşları on beş atlı! Hep birlikte çalışır, İpek Yolu’nda yük taşır, hanlarda yaşar, altı yedi ay evine uğramaz, uğrayamazdı.

Tüm bunları dedemin üçüncü eşi olan babaannem anlatırdı. Küçüktüm, beş, altı yaşlarındaydım. Çocukluk yaşlarıma ne zaman geri dönsem hep babaannem ve onun hikâyeleri çıkar karşıma. Babaannem Rumların, Ermenilerin yaşadığı şehirde büyümüş, bu modern insanların yaşam kültürlerinden etkilenmişti. Kapısında koskocaman demir kilidi olan bir evde yaşardı. Bu evin en sevdiğim odalarından biri de amcamın kitaplarının durduğu kütüphaneydi. Babaannemin anlattıklarını dinlemeyi sever, kitaplığın çevresinde dolaşır, bu evde zaman geçirmekten hoşlanırdım.

Babaannemin adı Ulviye’ydi. Kendisine Has Nene dememizi isterdi. Çocuktuk, dilimiz dönmez, Hat Nene derdik. Köylüler ise Ulviye Nene derlerdi. Çok güzel Rumca konuşurdu. Köylü kadınları ile pek fazla sohbet etmez, kızdığı zamanlarda ise dudaklarını büzer, Rumca söverdi. Zaman zaman beni karşısına alır, seferberliğin nasıl olduğunu, neler yaşandığını, köye nasıl geri döndüklerini uzun, uzun anlatırdı. İki oğlunu savaşlarda kaybetmiş, acılı ama bir o kadar da olgun bir kadındı. Meyve bahçesi ile ilgilenir, uzun, ince parmaklarıyla güller eker, zamanını yalnız ama hep bir işle uğraşarak geçirirdi. Bu zamanların çoğunda yanında ben de olur, onu izler, çocuk aklımla anlamaya çalışırdım. On bir yaşına kadar beraber yaşadığım babaannem, o zaman fark etmesek de körpe zihnimde başka hayatların, başka kültürlerin kapılarını aralamıştı.

Köy Enstitüsüne kayıt yaptırdığım yıl babaannemi kaybettim. Okula gitmek için evden ayrıldığım o sabah babaannemle vedalaşamamıştık. Benim yokluğuma çok üzülmüş, çok ağlamış. Ancak bazen ‘gitmek’ gerekiyor, zorunlu bir ayrılık olmasa da evimi, ailemi, babaannemi bırakıp, okuluma gitmek hayatımın bir başka yoluydu. Bu ayrılık babaanneme çok ağır gelmişti. O da ardında beni, ailesini bırakıp bu dünyadan göçtü gitti.

Yüreği güzel bir kadındı. İşte dedem böyle bir kadının kocasıydı.

Köyümün halkı, sabahın kör karanlığında uyanır, akşam ezanına dek çalışırdı. Çok toprağımız yoktu ama karnımızı doyurmak zorundaydık. Köylerde kış geceleri uzun olur, uzun ve soğuk. Bu uzun gecelerde birkaç ev halkı bir araya gelir, başka bir eve gece oturmasına giderdi. Geçmiş onların hikâyeleriyle doluydu. Yaşlı kadınların ise birden çoktu hikâyeleri. Osmanlı’nın hiç bitmeyen savaşları, I. Dünya Savaşı, Rus işgalinin izleri, göçler… Bu uzun gecelerde yaşlı köylü kadınları savaşa gidip de geri dönmeyenleri anlatırlardı. Benim de, babaannemin de kahramanları vardı bu hikâyelerin içinde.

Köy evlerinde hikâye olanlar gerçek yaşamlardı. Gerçekler acıydı. Bizler çocuktuk. Kocamış kadınların ayaklarının dibine kıvrılır, gözlerimizde eksilmeyen yaşlarla pür dikkat kahramanlarımızın hikâyelerini dinlerdik.

Büyük insanlardı bizim kahramanlarımız. Bir tekini dahi dünyalara değişmem.

Annemin çocukluğu da bu acı izlerle dolu. Çocuk kalbinin dayanamayacağı anılar… Seferberlik oluyor. Rus işgali başlayınca yetimhaneleri boşaltıp, çocukları da Sivas üzerinden Çorum’a getiriyorlar. Annem henüz yedi yaşında olmalı. Çocuklar ve kadınlar için çok zor, ağır bir yolculuk olduğunu hatırlıyor. Annemin çocuk kalbi neleri almış, saklamış içine.

Annemler dört kız kardeşti. Aralarında en güzel kızın en büyük ablaları olduğunu söylerdi. İsmi Zöhre. Ancak alın yazısı pek de güzel değildi, lüle saçlı köylü kızının. Annem Zöhre Teyzemi çok severdi. Zöhre’nin acı sonla biten hikâyesini her dinleyişimizde ağlardık. Zöhre’yi köyün ağası karısının üzerine kuma olarak kaçırmıştı. Ne yapabilir, bu alın yazısından nasıl kaçabilirdi ki Zöhre? Ana yok, baba yok. Sahip çıkan yok. Rus çekilince annemler kendi köylerine geri dönüyorlar. Zöhre de dönmek istiyor ama ağa bırakmıyor. İki ay sonra da verem olduğu haberi geliyor. Sonu hüsranla biten kısacık bir hayat…

Babaannemin evinde önce kitapları, daha sonra da kendisi ile tanıştığım amcaoğlu var bir de, Ahmet! Seferberlikte şehit olan amcamın oğlu… Biz Ahmet’i Ali Amca’nın yerine koyar, amcamız olarak görürdük. Ali Amca’m şehit olduğunda Ahmet iki buçuk yaşında, yengem de henüz çok genç bir gelinmiş. Göç zamanı yengemin ailesi kaynanası ile kalmasına izin vermiyor. Çok genç dul kaldı, kızımızı burada bırakamayız, yanımıza alacağız, diyorlar. Yengem, o zamanlar babaannemlerin oturduğu Rum evinin tahta oymalı kapı kollarına sarılıp, ‘Beni Ahmet’imden ayırmayın,’ diyerek ağlıyor. Babaannemde derin izler bırakan bu veda anı aklına geldikçe, kısa bir an düşünür, galiba bir süreliğine o günlere döner sonra şunları söylerdi: “Savaşlarda iki oğlumu şehit verdim, acılarını yüreğime gömdüm. Ama gelinim Mevlüde evimden ayrılırken çok üzüldüm. İşte o an, iki oğlumun bir daha geri gelmeyeceğini kabul ettim.” Köy gecelerinin uzayıp giden sohbetlerinde koca kadınlar anlattıkça anlatır, hüsran dolu hikâyelerinin sonu gelmezdi. Bu geceleri bu kadar hüzünlü yapan babaannemin anıları mıydı? Yoksa bu büyük acıları yüreklerine hapseden güzel insanların gözlerinden süzülen yaşlar mıydı? Gümüş tepsinin ağzına kadar dolu pestil ve cevizleri miydi, çocuk aklımızı çelip, babaannem kovalayıncaya kadar küçücük odada bizleri tutan? Oysa bu gecelerde anlatılanların yenir yutulur tarafı da yoktu ki!

Günün ilk ışıklarında köylüler çoktan uyanmış olurdu. Herkes birbirine yardım eder, bütün gün erkekler, kadınlar, kızlar birlikte çalışırdı. Sonra akşam olur, köyü ortadan ikiye ayıran derenin öte tarafından kaval sesleri duyulurdu. Büyükler bu kavalları Malatya’dan gelen Kürt çobanlarının çaldığını söylerdi.

Kaval sesleri, uzayıp giden gecede hiç susmaz, biri susunca diğeri başlardı. Acayip bir çekiciliği vardı bu kaval korosunun. Sanki her bir kaval melodisi babaannemin anlattığı hikâyeler için bestelenmişti. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Hepimiz bu toprakların insanlarıydık.

Bereketli yağmurlarda köy deresinin suları coşar, bir başka ezgi tuttururdu. Bu yağmurları çok severdim. Köy evimizin daracık odasında uyurken derenin kulaklarıma mırıldandığı şırıl şırıl şarkıları hala hatırlarım. Bu ezgiyi de çobanların kaval senfonisini de hiç unutmadım.

Bu anılar arasında Kurtuluş Savaşı’nın ayrı bir yeri vardı. Babaannemin “Kurtuluş Savaşı bir masal değildi. Büyük çok büyük bir görkemdi, gururdu, onurdu…” diye başlayan cümleleri hala hatırımda… Sonra duygulu bir sesle devam ederdi anlatmaya… “O sabah yeni evliler, iki buçuk aylık evliler, hiç evlenmemişler ve diğerleri cephenin yollarına düştüler. Tek bir düşünceleri vardı, vatanı kurtarmak.” Bu anıdan aklımda kalanları ben de size anlatmak isterim. Sabah ezanı ile köyde başlayan hareketlilik öğlene doğru Ulviye Nene’nin mutfağından yükselen yemek kokuları ile hızlanıyor. Harmanda sofralar kuruldu. Oysa ortada ne bir düğün var ne de gelin ve damat! Ne bir bayram sabahı ne de doğan bir bebeğin kutlaması yapılıyor. Ama durmamacasına çalıyor davullar. Şen zurnalar susmamacasına eşlik ediyor davul seslerine.

Köyün erkekleri Kurtuluş Savaşı’na hazırlanıyorlar. O sabah ilk işleri Ulviye Nene’nin kapısını çalmak. İçlerinden biri öne çıkıp, “Nene, sen çok güzel kesme çorbası yapıyorsun. Senden son isteğimiz bu! Bize şöyle elinin hamuru ile bir cevizli börek yapıversen… Yanında da kesme çorbası…” Ulviye Nene’nin yüreciği cız ediyor. Yiğitlerin isteğini geri çevirir mi hiç?

Gelinlerle beraber yemek hazırlıkları başlıyor. Yemekler pişiyor, davullar zurnalar eşlik ediyor bu kutlu güne… Ne gelinler ağlıyor ne kızanlar… Bir yandan da cephede savaşan askerler için çantalar hazırlanıyor. İki çift çorabı olan bir çiftini, iki çift pabucu olan bir çiftini verecek hiçbir şeyi olmayan da dualarını koyuyor bu yürekli askerlerin çantalarına.

O sabah giden yiğitlerden hiçbiri geri gelmiyor.

Ulviye Nene’m yiğitleri Kurtuluş Savaşı’na uğurladığı güzel günü hiçbir zaman unutmadı, unutturmadı. Ömrü boyunca çocuklarına, çocuklarının çocuklarına anlattı. Şimdi düşünüyorum da bir kez bile babaannemin ağzından düşman kelimesini duymadığımı hatırlıyorum. Ne babaannem, ne de diğer neneler hiçbir zaman düşman demezlerdi. Savaş çıktı, göç ettik, yiğitler savaşa gitti, derlerdi. O yiğitler ki ‘halkın gerçek efendisi köylüdür,’ cümlesinin efendileriydi… Gerçek hikâyelerin kahramanları, Mustafa Kemal’in askerleriydiler.

Benzer İçerikler

https://www.birazoku.com/kalinti-1-ceren-melek

yakutlu

Mihmandar (Bir Eyüp Sultan Romanı) | İskender Pala

yakutlu

Küçük Şeyler 1: Deniz Kabukları | Üstün Dökmen

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy