Rüyalar gayba açılan bir perdedir küçük mavi tohumda. Birer işarettir hayatın akışına. Karanlık gecelerde aydınlık birer yoldur ışığa. Bazen, gerçekten ayırt edilemeyen bir yolculuktur. Bazen de bilinmeyene tutulan ışıktır rüyalar. Görülemeyenin insanın gözüne gösterilmesidir. Çoğu zaman tekildir rüyalar ama kimi zaman Kanuni’nin rüyası, Sinan’ın da rüyasıdır. Kimi zaman da rüya aslında gerçektir ve babanın yaşadığı, kızının rüyasıdır.
Değişimler hep sancılı olur, alışmak da öyledir. Acı çeker insan. Yapayalnız gibidir kalabalıklarda. Ya da onlardan biri değilmiş gibi hisseder. Karanlıkta gözüne fener olacak küçük de olsa bir ışık arar. Önemli olan o ışığı ihtiyacı olana buldurabilmektir.
Murat ve İlter, aynı bedende iki insan. Bir değişimin ilk tanıkları. Değişimleri, bütün dünya için bir dönüşüme gebe. Onların ışığı sizsiniz.
***
ÖMER FARUK KARATAŞ
Ömer Faruk Karataş 1984 yılı sonbaharında Erzurum’da dünyaya geldi. İlk, orta ve lise eğitimini bu şehirde tamamladıktan sonra yaşamına İstanbul’da devam etti. Üniversiteyi Boğaziçi Üniversitesi’nde, yüksek lisans eğitimini biyoteknoloji alanında Yeditepe Üniversitesi’nde tamamladı. Sonrasında 2 sene Fransa’nın Strazburg kentinde kök hücre biyolojisi ve sinir sistemi gelişimi üzerine çalışmalar yaptı. Hâlen moleküler biyoloji ve genetik alanında akademik çalışmalarına devam etmektedir.
.
Babama ve anneme…
.
“‘Rüyalar gerçekleşir mi?’ diye sordu.
‘Benimkilerin bazıları gerçekleşir.’ dedi yaşlı adam. ‘Bazıları, hepsi değil; nadir olarak da içlerinden biri hemen ya da daha hayal edilirken gerçekleşir…’”
Roverandom, J. R. R. Tolkien
.
“De ki: ‘Gerek göklerde gerek yerde olanlardan hiç kimse gaybı bilemez, gaybı yalnız Allah bilir.’
Dolayısıyla, onlar ne zaman diriltileceklerini de bilemezler.”
Kur’an-ı Kerîm, Neml Suresi, 27/65
.
23. gün
Yaşlı Bilim Adamı
“Ölüm, bazen ceza, bazen bir armağan,
çoğu zaman da bir lütuftur.”
Seneca
“Ölüm korkunç bir şeydir ama
insan eğer ölmeyi başaramayıp
sonsuza kadar yaşasaydı
bu daha korkunç olurdu.”
Anton Çehov
Gecenin bitmek bilmeyen uzunluğunda yaşlı bilim adamı, gözlerini bir anlığına bile kırpmadı. Birkaç saat uyumak için boşa çaba sarf etti sadece. Aslında uyumak da istemiyordu. Sadece düşünmek istiyor, kalan sayılı günlerinde hiç de etik olmayan bu uygulamanın durdurulabilmesi için neler yapabileceğini bulmaya çalışıyordu. Kendisinden üç yaş küçük olan ve yaşayacağı üç senenin hüznünü uyurken bile yüzünde taşıyan eşini daha fazla rahatsız etmemek için kalkıp çalışma ofisine geçti.
Bu ofiste onlarca çalışma planlamış, düzinelerce proje ve makale yazmış, konferanslarda yapacağı sunumların çoğunu burada hazırlamıştı. Yaşlı bilim adamı ofise girince çalışma paneli aktif duruma geldi. Çok hızlı işlem yapıyor olmasından dolayı ona “Atik” diye sesleniyordu bilim adamı. Atik, otomatik beyin dalgası dengeleme sistemiyle odaya girenin sisteme ulaşmaya yetkili kişi olduğunu doğruladı ve gelecek komutları beklemeye başladı. Yaşlı adam öncelikle, gelen veda mesajlarına göz attı. Yaklaşık bir aydır, geçmişinde bir anı olarak kalmış birçok kişi de dâhil olmak üzere yüzlerce kişiden veda mesajı alıyordu. Bunları görmeye artık tahammülü yoktu ve panele bu içerikteki mesajları göstermemesi doğrultusunda seslendi. Bunu yapabilmek için sesle komut vermesine gerek yoktu aslında. Sadece düşünmesi, Atik’in bu işlemi yapması için yeterliydi. Fakat yaşlı bilim adamı yıllardır bir çalışma arkadaşı gibi gördüğü, çevresindeki birçok insandan daha yakın bulduğu çalışma paneline sesle komut vermeyi tercih ediyordu. Atik kısa bir sessizliğin ardından yaşlı iş arkadaşına yerçekimsiz odaya geçmek isteyip istemediğini sordu. Sessizce gülümsedi bilim adamı ve başıyla onay verdi. Ne zaman sıkılsa ya da kafasını kurcalayan bir şey olsa yerçekimsiz odaya geçer ve saatlerce boşlukta düşünürdü. Yerçekimsiz odanın otomatik kapısının açılmasının ardından, yavaş adımlarla, dalgın bir şekilde içeri geçti. Yerçekimsiz oda, çalışma ofisinin hemen yanında beyaz, yumuşak bir ekranla kaplanmış boş bir odaydı. İstenildiğinde yerçekimi sıfırlanabiliyor ve bütün oda yüzeyini kaplamış olan ekran, anında istenilen yerin simülasyonunu oluşturabiliyordu. Yaşlı bilim adamı odaya girince yerçekimini yavaş yavaş sıfırlaması için gerekli komutu verdi çalışma paneline. Öncelikle her zaman yaptığı gibi, yerçekimi tamamen ortadan kalkana kadar odanın ortasında hareketsiz bekledi.
Üç gündür canı hiçbir şey yemek istemiyordu; ne uyuyabiliyor ne de çevresiyle sağlıklı bir iletişim kurabiliyordu. Yaşının 70 olmasına sadece 23 gün kalmıştı. O da diğerleri gibi, son bir ayını ailesiyle birlikte ve dinlenerek(!) geçirmesi için zorunlu olarak emekli edilmişti. Emekli edilmeden önce de şimdiye kadar yaptığı çalışmalarla ilgili bütün bilgileri, deneyimleri, yaşamının hiçbir anı atlanmadan kayıt altına alınmıştı. Belki hatırına gelmesinin dahi yüzünü kızartacağını bildiği anlar bile, bağlandığı bilgisayar aracılığıyla yapay bir beyne aktarılmıştı. Bu yapay beyin, tamamen insan vücudundan bağımsız, fizyolojik bir sıvı içerisinde, kendinden alınan bir kök hücreden oluşturulmuş; normal bir beyinden ayırt edilemeyen gerçek bir doku mühendisliği harikasıydı. Yapılan bütün denemelere rağmen bu olağanüstü yapay beyinde bağımsız bir düşünebilme yetisi geliştirilememiş olsa da istenilen bilgiler istenilen zamanda temin edilebiliyordu. “Beyin Bilgi Transferi” rutininde olan aktarım sonrası doğrulama testlerinde gördüğü kadarıyla geçmişi, bilgileri, anıları, hatta rüyaları bile eksiksiz bir şekilde yedeklenmişti.
Atik, yerçekiminin tamamen sıfırlandığını bildirince, kendisini hafifçe yukarıya doğru itti ve Atik’ten görüntüye uzay simülasyonu koymasını istedi. Bir anda kendini gezegenler arasında, havada asılı buldu. Bu şekilde düşünmek daha kolay oluyordu. Uzayda yolunu kaybetmiş, kendilerine yörünge arayan gök taşları gibi olan düşüncelerini bu şekilde bir merkeze sabitleyebiliyordu.
Bir süre sonra hipnozlanmış gibi, düşüncelerine yeniden daldı. Artık kendini bu dünya üzerinde tamamen iğreti olarak görüyor, kalan günlerinde ne yaparsa yapsın hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini biliyordu. Kendisini bekleyen sondan bir kaçış yolu yoktu. Tek kaçış, ölümdü. İntihar, kendi değer yargıları içerisinde tercih edebileceği bir seçenek değildi.
Çocukluk dönemindeki dünyayı ne kadar da özlüyordu. O zamanlar bu denli bir kalabalık yoktu. İnsanlar gözlerini hayata sıcak anne kucağında açıyor, güzel hayallerle büyüyüp torunlarıyla birlikte yaşlanıyordu; her ne kadar ölmekten korksalar da huzur içerisinde ölüyorlardı. Şimdiyse hem ölmekten hem de ölememekten korkuyordu herkes. Doğduğu senelerde Dünya nüfusu on iki milyarı geçeli yıllar olmuştu. Şimdiyse on dört milyar olmasına sadece birkaç milyon vardı. İnsanoğlu teknolojiyle birlikte çevrelerine daha fazla zarar vermeye başlamış ve kaynaklarını çok hızlı bir şekilde tüketmişti. Dünya dışından kaynak bulma çabaları da, binlerce ışık yılı uzaklıktaki gezegenlerin dâhil edildiği çalışmalar da sonuç vermemişti. Üretilen yapay gıdalar her geçen yıl yeni yeni hastalıklar çıkarmıştı insanların karşısına. Diğer taraftan alınan bütün önlemlere rağmen nüfus hızla artmaya devam etmişti. Yaklaşık yirmi yıl öncesinde Dünya Devletler Konseyi’nin düzenlemiş olduğu 38. Nüfus Değerlendirme Kongresi’nde çok ciddi kararlar alınmış ve hiçbir şekilde taviz verilmeden uygulamaya konulmuştu. Çocuk sahibi olmanın maddi yükümlülükleri artırılmış, hatta neredeyse çocuk sahibi olmayı imkânsız hâle getirecek seviyelere çekilmişti. Kalabalık nüfusla ve yeni yeni hastalıklarla uğraşan devletlerin yüklerini azaltmak için de 100 yaşın üzerindeki bütün insanlar zorunlu olarak dondurulup daha parlak(!) bir gelecekte yeniden uyandırılmak üzere Minimal Yaşam Üniteleri’nde beklemeye alınmışlardı. Geride kalan yirmi yıl içerisinde bu sınır 70 yaşına kadar çekilmiş ve artık yaşlı insanları çevrede görmek imkânsız hâle gelmişti. Kendisinin de sadece 23 günü vardı.
Eşi kendisinden üç yaş küçük olduğu için üç sene daha bekleyecekti uyutulmayı. Aslına bakarsanız, kendisini üniversite yıllarından beri hiç yalnız bırakmamış olan Nevra Hanım da onunla birlikte uyutulmak istemişti. Onsuz bir dünyanın hiçbir kıymeti olmadığını söylüyordu. Özellikle de insanların birbirleriyle sevgi dolu günleri paylaştığı, huzurun hâkim olduğu zamanların çok geride kaldığı şu günlerde; ama o da biliyordu ki buna ne prensipleri ne de kanunlar müsaade ederdi. Herkes sırasını bekleyecek, zamanı gelince uyumaya alınacaktı. Bu, ölümü beklemekten daha da kötüydü. En azından ölüm beklenirken ölümün ne zaman geleceği bilinmiyordu. Gaybdı ölüm vakti. Bu durumda gün be gün, dakika dakika, saniye saniye yaklaşıyordu yapay ölüm.
Olayın bir de diğer yüzü vardı. Uyandırılacaklarından tam emin olamasalar da uyandırıldıkları takdirde, asıl korktukları şey yabancısı olacakları gelecekti. Bazen bir haftalık tatil bile gelişmeler karşısında insanı cahil gibi hissettirebilirken yıllar, belki asırlar sürecek bir ayrılık ne gibi buhranlara sebep olacaktı acaba? Ayrıca bu suni uyutulma süreci yaşlanmayı çok yavaşlatıyordu ve sadece otuz üç yılda bir yıl yaşlanıyordu vücut. Bu şu demekti; asırlar sonra kendileri gibi uyutulacak olan çocuk ve torunları ile birlikte uyandırıldıklarında aralarında sadece birkaç yaş fark olacaktı. Bunun nasıl bir psikolojik yansıması olacağı konusunda hiç kimse yorum yapamıyordu. Ayrıca bu uyku sürecinin bu kadar uzun sürede bilinç ve hafıza üzerinde ne gibi olumsuz tesirler oluşturabileceği de bilinmiyordu. Bu bilinmezlerin ve soru işaretlerinin sonu yoktu. Çevresindeki herkes gibi o da yaşı elliyi geçince bu sorular içerisinde boğulmaya başlamış, geceleri rüyalarında bile bu bilinmezlerin peşinden koşmuştu.
Yerçekimsiz odaya gireli üç saati geçmişti ve artık düşünce girdaplarının içerisinde savrulmaktan yorgun düşmüştü. Yaşlı fakat çelimsiz olmayan bedeni, üç gün süren uykusuzluğun ardından yavaş yavaş kendini uykunun vurdumduymaz atmosferine teslim etmeye başladı.
Atik, her üç saniyede bir yaşlı dostunun vücudundaki bütün değişimlerin kontrolünü yapıyor ve ondan gelecek komutları bekliyordu. Son dakikalarda beyninin yaymış olduğu, çok karmaşık bir düşünme sürecinden geçtiğini gösteren beta dalgalarının yoğunluğu azalmış, uyumaya başladığının işareti olan teta dalgaları yavaş yavaş şiddetini artırmıştı. Atik, öncelikle görüntüyü kapattı ve odanın ışık seviyesini iyice kıstı. Derin uykuya geçtiğinin işareti olan delta dalgalarının görülmeye başlamasıyla birlikte yavaş yavaş yerçekimini artırdı ve bilim adamının hafifçe zemine uzanmasını sağladı. Son olarak da odanın ısısını yaşlı bilim adamını uyurken üşütmeyecek seviyeye ayarladı. Kendisinin hisleri olmadığını, üzülmek, sevinmek, özlemek gibi insanî duygulardan yoksun olduğunu biliyordu ama insan olsaydı üzülürdü herhâlde, özlerdi yaşlı arkadaşını.
Bilim adamı uyuduktan sonra Atik de daha fazla işlem yapmadı ve son kontrollerden sonra kendini yarı dinlenme moduna aldı.
Güneş, gecenin zifiri karanlığından arta kalan son gölgelere de meydan okumuş, gece şafağa mağlup olmuştu. Artık güneş çok farklı bir dünyaya merhaba diyordu sabahları. Yüz yıl gibi çok kısa bir süre içerisinde dünya ve içerisindekiler o kadar çok değişmişlerdi ki ne ay ne de güneş tanıyabiliyordu dünyayı.
22. gün
Bulanık
“Geceleyin kapılar kapanıp da
ışıklar söndüğünde,
odamda yalnızım deme,
yine yalnız değilsin.”
Epiktetos
Uyandığında midesinde şiddetli bir yanma hissetti. Başı da dönüyordu. Ne zaman uyuduğunu, şu an olduğu odaya nasıl geldiğini hatırlayamadı. Tanımaya çalıştığı çevresine yarım açılmış göz kapaklarının arasından göz gezdirdi. Hiçbir şey tanıdık gelmedi başta. En son hatırladığı şey, tıklım tıklım belediye otobüsünün camına yapışık vaziyette yaptığı yolculuktu. Bir de evine girdiği anı hatırlıyor gibiydi.
Bir müddet yatakta hiç hareket etmeden bekledi. Sonra gözlerini ovuşturdu ve dün geceyi düşünmeye başladı. Çok kalın bir sis perdesiyle kaplanmış olan zihni yavaş yavaş açılmaya başlıyordu. Yoğun bir günün ardından ekmek arası bir şeyler atıştırmış, sonra da otobüs durağının yolunu tutmuştu.
Durakta gözünün reklam panolarına takıldığını anımsadı. Vizyona girecek yeni bir sinema filminin reklam afişlerini görmüştü. Sinemayla hiç ilgilenmemesine rağmen sırf zaman geçirmek amacıyla afişe göz gezdirmeye başlamış ve beklediği otobüs gelene kadar da afişi incelemeye devam etmişti.
Teknoloji hızla ilerliyor olmasına rağmen kendisini bir türlü ağına düşürememişti. Bununla gurur duyuyor ve her fırsatta cep telefonu kullanmadığını, evinde televizyon, çamaşır makinesi ya da bulaşık makinesi gibi aletler olmadığını dile getiriyordu. Aynı zamanda hiçbir şekilde internete de girmiyor, çevresinde olan bütün gelişmeleri gazetelerden ya da işyerindeki insanlardan duyuyordu. Kendi deyimiyle hayatında teknolojiyi hatırlatan tek şey buzdolabıydı, “Ama onsuz da yapabilirim.” diyordu sorulduğunda. Sinemaya gitmemesinin en büyük nedenlerinden biri de teknolojiyle olan bu savaşıydı.
Afişte, arka planda, yüzyıllar sonrasının tarihiyle dünya resmedilmiş ve makinelerin insanlar üzerinde egemen olduğu bir yaşam tarzı yansıtılmaya çalışılmıştı. Önde de filmin kahramanı olduğunu tahmin ettiği kişi, elinde dev bir lazer silahı, büyük bir patlamanın tesiriyle havada uçarken fotoğraflanmıştı. Kahraman, acımasız bir yüz ifadesiyle ileriye doğru bakıyordu.
Ara sıra korna sesleriyle dikkati dağılmış olsa da beklediği otobüs henüz gelmediğinden afişi incelemeye devam etmişti.
Filmin isminin hemen altında “Yarını olmayan gelecek sizi bekliyor” yazıyordu. Çok fazla düşünmemişti bu konu üzerinde. Gelen otobüsleri kontrol etmek için başını çevirdiğinde trafik ışıklarını dönüp durağa doğru yaklaşan otobüsün üzerinde 500A yazısını zor da olsa seçebilmişti. Yine en az bir saat sürecek bir çile başlıyordu. İstemeye istemeye otobüsün ön kapısından binmiş, parasını hemen yanı başında olan muavine vererek kapının zor da olsa kapanmasının ardından hafiften buğulanmış cama yapışmış vaziyette yolculuğuna başlamıştı.
Bundan sonrası bulanıklaşmaya başlıyordu. Yarı uyur vaziyette geçen yolculuğunu pek hatırlayamadı. Sonrasında ineceği durağa geldiğinin işareti olan sokağın başındaki caminin minareleri göründüğünde, inecek düğmesine basmış ve indikten sonra ağır adımlarla evinin yolunu tutmuştu.
Babasından yadigâr olan tek katlı, bahçeli evinde yalnız yaşıyordu. İnsanlardan hep uzak geçirmeye çalıştığı otuz üç senelik hayatı boyunca yalnızlığı tercih etmişti. Çocukluk yıllarında evle okul, yirmili yaşlardan sonra da işle ev arasında mekik dokumuştu. Akşamları erkenden yatıyor, sabahları da daha güneş doğmadan kalkıp, dışarıda kimseler yokken sık sık yürüyüş yapıyordu.
Dün akşam da erkenden yatmış olabileceğini düşündü ama bir türlü bulanıklık gitmedi zihninden. Yataktan kalkıp elini yüzünü yıkamak istedi. Yatağın hemen yanındaki etajerin üzerindeki gözlüklerini el yordamıyla buldu. Bu sırada çevrenin olması gerektiğinden daha düzenli olduğu dikkatini çekti. Bir gariplik vardı bu durumda çünkü yatak odası evin diğer odaları gibi genelde dağınık olurdu. Kendisi hiçbir şeye dokunmamıştı hatırladığı kadarıyla.
“Neler oluyor, hiçbir şey anlayamıyorum.” dedi sıkıntıyla.
Halasının gelip buraları toparlaması da mümkün değildi. Çünkü halası gelmeden bir gün önce mutlaka haber verir ve genelde öğleden sonraları gelirdi. Ayrıca odanın içerisinde çok güzel bir koku vardı. Zihninin bulanıklığını silmeye çalışırken verniklenmiş tahta zemine özensizce bırakılmış tişörtüne uzandı. Odadaki içe ferahlık veren koku tişörtüne de sinmişti.
Hâlen anlam veremiyordu olanlara. Kafasını toparlamaya çalıştı, elini yüzünü yıkamalıydı önce. Soğuk su belki onu kendine getirirdi. Hayatında hiç sarhoş olmamıştı, zihnindeki karmaşanın sarhoşluk olmadığına da yemin edebilirdi. Vücudunun hiçbir yerinde ağrı yoktu ve kendini çok iyi hissediyordu. Aceleyle banyoya geçti. Tam musluğu açacakken, aynada gördüğü yüz tam manasıyla kendisini şoke etti…
***
Yıkılacak gibi oldu, dizlerinin bağı çözüldü bir anda. Tutunacak bir şeyler aradı çevresinde. Hafiften sendelemişti çünkü. Allahtan kapıya yakın taraftaki duvara dayadı elini ve son anda düşmekten kurtuldu. Kendisini tanıyamamıştı parlak aynadaki yansımasında. Sanki çok uzun yıllardır görmediği birini görüyor gibi hissetmişti kendini.
Gözleri kararmaya başlayınca yüzünü tanımakta güçlük çeken deniz mavisi gözlerini kapadı ve olduğu yere çöküverdi. Korkudan titreyen elleriyle saçlarını koparacakmış gibi kavradı. Kafasını da iki dizinin arasına almıştı.
Bütün bu olanlar neyin nesiydi? Aynada gördüğü yüz kime aitti? Kendi yüzünü mü tanıyamamıştı gerçekten?
Tekrar cesaretini topladı, yavaş yavaş yeniden doğruldu ve aynanın seviyesine gelince yavaşça gözlerini açtı. Evet, evet bu ta kendisiydi ya da öyle olmalıydı, başka ne olabilirdi ki? Biraz önce nasıl olduysa bir an için kendi yüzünü tanıyamamıştı sadece.
Gözleri sıcacık yaşlarla doldu. Yoksa gerçekten bu yüz ona ait değil miydi? Neler düşünüyordu böyle?
Biraz zihnini zorlasa her şeyi hatırlayabilirdi aslında. Sadece zihni bulanıklaşmıştı her nedense. Hâlen dün gece neler olduğunu hatırlayamıyordu. Tabi ki ona aitti o yüz. Belki de rüya görüyordu; uyanılması zor olan cinsten bir rüya veya bir daha kesinlikle hatıra gelmesi istenilmeyen bir kâbus.
Bütün vücudunu kontrol etti elleriyle. Hissediyordu her şeyi ve kesinlikle rüyada falan değildi. Soğuk parmaklarının yüzünde bıraktığı ürpertiyi iliklerine kadar hissetti. Yüzünü ezberlemek ister gibi aynaya iyice sokuldu. Elleriyle her bir ayrıntıya dokunmak istiyordu. Belki bu şekilde neyin olması gereken yerde olmadığını bulabilirdi.
Sanki biraz kilo almış gibi geldi, yüzü bu kadar dolgun değildi dün. Gözlerinin altında da sanki saatlerce ağlamış gibi torbacıklar oluşmuştu. Yüzü daha bir geniş duruyordu ve teni daha da esmerdi.
Ayrıntıları daha iyi seçebilmek için gözlerini kırpıştırdı. Sersemlemişti. Düşünebilme yetisi de kayboluyordu yavaş yavaş. Korktuğundan olsa gerekti. Derin derin nefes alarak korkusunu ve telaşını gidermeye çalıştı. Nefesini kontrol etmeye çalışsa da boğulacakmış gibi hırıltılar geliyordu boğazından. Sanki bir sinir krizi başlangıcındaymış gibi hissediyordu kendini.
Tekrar aynaya çevirdi gözlerini. Dün akşam tıraş olurken bir anlık dalgınlıkla, çenesinin hemen altına ince bir çizik atmıştı. Şimdi çizik tamamen kapanmış gibi görünüyordu. Bu kafaya takılacak bir şey değildi belki de. “Küçük bir çizik bir gecede iyileşebilir belki de.” diye düşündü nefesini kontrol etmeye çalışarak. Sonra bir anda telaşla elleri saçlarına gitti. Saçları da garip duruyordu. Normalde çok uzun tutmazdı ve hafif dalgalı olan saçlarını hep sağa doğru tarardı. Şimdiyse daha gür duruyordu ve daha uzun gibiydiler.
“Bir gecede mi bu kadar uzadı ve gürleşti?” diye düşündü. Ne kadar zorlasa da gözyaşlarına hâkim olamamıştı, yorucu bir sinir harbinden çıkmış gibiydi. Elleri titriyor, ne yapacağını şaşırmış hâlde etrafına deli saçması bakışlar atıyordu.
Elini yüzünü yıkamak için geldiği banyodan elini bile ıslatmadan çıktığını odanın ortasına geldiğinde fark etti. Normal günlerde ağzını çalkalarken kullandığı cam bardağı da eline almıştı. Parmaklarını acıtırcasına sıkıca kavradığı bardakla birlikte bir müddet odanın ortasında bekledi. Kırmızı kadife perdeler çekili olduğundan odanın içi hafiften karanlıktı. Oldum olası karanlıktan hoşlanmazdı. Temiz hava iyi gelebilirdi ve böylelikle bütün bu saçmalıkları açıklayacak mantıklı bir şeyler düşünebilirdi.
Tam perdelere doğru yönelmişken perdeler iki yana doğru açılarak parlak sabah güneşini içeri aldı ve aynı anda tavanın tamamı hafiften aydınlandı.
Kesin ateşi yükselmişti ya da bütün bu olanlar yalnızlığın bir cilvesiydi. Sonunda zaten yarım olan aklının tamamen gittiğini düşündü. Sakin olmaya çalışıyor, yanmaya başlayan gözlerinden sıcacık gözyaşlarının daha fazla akmaması için kendini zorluyordu.
Bir an hiç nefes alamadığını düşündü, zorladı ciğerlerini fakat takatsiz kalmıştı. Elindeki boş bardak parmaklarının arasından kayıp ahşap zeminde paramparça oldu. Son bir kez çevresine anlamsız ve bir o kadar da cansız bakışlar attıktan sonra olduğu yere yıkılıverdi Murat.