On kitaplık Hepsi Sana Miras serisinde, Alessandro Manzoni tarafından yazılmış ve İtalyan klasiklerinin en önemlisi olarak görülen Nişanlıları, günümüzün en büyük yazarlarından Umberto Eco çocuklar için yeniden anlatıyor, ünlü çizer Marco Lorenzetti ise resimliyor.
Hepsi Sana Miras serisi hakkında:
Peki ya bugünün büyük yazarları, tüm zamanların en büyük hikayelerini, sana yeniden anlatsa.
Unutulmakta olan klasikleri, bugünün büyük yazarlarının yardımıyla çocuklarla buluşturmak. İşte Hepsi Sana Miras serisinin amacı bu. Ünlü İtalyan yazar Alessandro Baricco’nun dünyanın dört yanındaki yazar dostlarını yardıma çağırması ile ortaya çıkmış bir “kurtarma botu”. Umberto Eco’dan Jonathan Coeya, Dave Eggerstan Nobel ödüllü Mario Vargas Llosaa, günümüzün önemli yazarları birer klasik seçip, bunları sanki kendi çocuklarına anlatırmış gibi, etkileyici ama kolay anlaşılır bir dille yeniden hikayelendirdi. Üstelik zaman zaman kendi hayal güçleriyle zenginleştirmekten de kaçınmayarak. Ve yine günümüzün önemli çizerleri bu metinleri resimlediler.
Hepsi Sana Miras (özgün isim: Save The Story) serisinde anlatım dilinden görsel tasarıma kadar her şey klasikleri çocuklara sevdirmek amacıyla tasarlandı. Ama yetişkinler de okurken büyük keyif alacaklar. Hele bir de dizlerinde onları dinleyen (mümkünse 6 yaşından büyük) bir çocuk varsa…
1
Bir varmış, bir yokmuş…
Masal dinlemeye alışkın küçük okurlar hemen, “Bir kral varmış!” diyeceklerdir. Hayır efendim, o dediğiniz, harika bir masal olan Pinokyo nunbaşlangıç cümlesidir, oysa bizim anlatacağımız neredeyse gerçek bir öykü. “Neredeyse,” diyorum, çünkü onu anlatan kişi, yani yaklaşık iki yüz sene önce yaşamış yakışıklı bir Milano soylusu olan Bay Alessandro, bu öyküyü günümüzden en az dört yüz yıl öncesine ait eski bir defterin yırtık pırtık sayfalarında bulduğunu iddia etmektedir. Bu da bize anlatılan olayların 1600’lü yıllarda yaşandığını düşündürmektedir.
O halde başlayalım. Evet, yine bir varmış bir yokmuş ve İspanya denilen bir ülkeye hükmeden bir kral varmış, fakat bu kral bizim öykümüzde,
uzaktan olmadıkça asla ortaya çıkmayacaktır, onu boş yere beklemeyin. Onun yerine, korkak mı korkak bir rahip varmış. Bu rahip öyle korkak biriymiş ki rüzgârla çarpan bir pencere bile onun altına etmesi için yeter de artarmış (azıcık kaba olan ifadem için beni bağışlayın ve siz sakın böyle bir şeyi söylemeyin, ben söyleyebilirim çünkü bizim rahibin ne derece ödlek olduğunu size ancak bu şekilde anlatabilirim).
Şimdi bana, ama nasıl olur, diyeceksiniz. Bir rahibin kendisi Kutsal Kitap’ın öğütlerini dinlemez mi ? Kilisesine gelen insanlara örnek olmak için iyi kalpli, cömert ve cesur olması gerekmez mi ? Bugün gazetelerde haksızlıklara ve kirli işlere karşı mücadele verdiği için öldürülen din görevlilerinin haberlerini okumuyor muyuz? Hem de pek çok, fakat bizim ince uzun yüzlü yazarımız, dinine bağlı bir kişi olmakla beraber, meslekleri ne olursa olsun, insani duygular nedeniyle herkesin korkak ya da cesur olabileceğini biliyordu. Bildikleri bununla da kalmıyordu. O zamanlar büyük yoksullukların yaşandığı yıllardı ve pek çok kişinin rahip ya da rahibe olduğunu, fakat bu görevi yüreklerinde hissettikleri büyük bir heves yüzünden ya da gerçek anlamda kutsal bir ruha sahip oldukları için yapmadıklarını da biliyordu. Fakir bir insan için rahip ya da rahibe olmak, hayatının kalanını rahatlık ve bolluk içinde sürdürebileceği anlamına gelmiyordu elbette, ama bunu en azından açlıktan ölmemeyi garanti etmenin bir yolu olarak görüyordu.
İşte böyle biri rahip olduğunda da, Kutsal Kitap’ın öğretilerine pek fazla dikkat etmeden yaşayıp gidiyordu.
Zor zamanlardı. Öykümüzün geçtiği Lombardiya bölgesinin büyük bölümü İspanyolların egemenliği altındaydı. Bölgedeki büyük ve küçük çaptaki bütün soyluları arkalarına alan İspanyollar, karşılığında bu soylulara her türlü gücü önceki gibi kullanmaları iznini veriyorlardı. Bu soylu efendiler daha ziyade Milano’da yaşıyorlardı, fakat küçük köylerdeki dik yamaçların üzerine kurulmuş büyük şatolarda ve küçük saraylarda fedailerinin koruması altında yaşayanlar da vardı.
Kimdi bu fedailer? Bugün onlara özel koruma diyoruz, yalnız dikkat, çünkü bu dediklerim tam anlamıyla birer hayduttular ve efendilerinin
emirleriyle her türlü kirli işi gözlerini kırpmadan yapmaya hazırdılar.
Soylu efendiler haydutları hapisten ya da idam sehpasından kurtarıp kendi hizmetlerine alırlardı ve onlar da karşılığında efendilerini memnun etmek için her türlü zorbalığı yaparlardı.
Zorbalıklar iki soylu efendi arasında pek seyrek olmakla birlikte, soylularla fakirler arasında sıkça yaşanırdı.
Bu haydutları tanımak kolaydı. İnsanı sadece bakmakla bile korkutmaya yeten yüz ifadelerinden; bıçak, kılıç, kısa veya savaş topu kadar uzun namlulu tüfeklerinden başka, onları tanımanın bir yolu da saçlarıydı. Saçlarını bir
filenin içinde toplarlardı. Bu file saldırıya geçtikleri zamanlarda tanınmamak için yüzlerinin üstüne düşürdükleri perçemi saklıyordu.
Her neyse, bu haydutların neye benzediklerini daha iyi anlamak için gözünüzün önüne izlediğiniz korsan filmlerini
getirin. Kaptan Kanca’nın adamları bile bu haydutların yanında, kilise damlarına dikilen melek heykelleri kadar masum kalırdı.
Evet, ne diyorduk, sözünü ettiğimiz korkak rahibin adı Don Abbondio idi ve kendisi nefes kesici güzelliteki Como Gölü’nün kıyısına kurulmuş küçük bir köyün papazıydı. Bir akşamüstü Don Abbondio evine doğru sakin sakin yürürken, sanki özellikle yolunu gözlermiş gibi onu bekleyen iki haydut ile karşılaştı. Onları karşısında görmesi bile papazın, daha önce size söylediğim ve terbiyem gereği bir daha tekrar etmeyeceğim o şeyi az kalsın yapmasına neden oluyordu.
Haydutların yaptığı gibi, biz de sözü uzatmayalım. “Saygıdeğer rahip efendi,” dediler ona, “Yarın Lucia Mondella adlı bir kızın Renzo ya da Lorenzo Tramaglino denilen bir gençle nikahını siz kıyacakmışsınız. Güzel, onları evlendirmeyeceksiniz, yoksa başınıza hiç iyi şeyler gelmez, bizden söylemesi.” Don Abbondio’ya başına gelebilecek şeyleri açıklamaya gerek bile duymamışlardı çünkü her şey zaten çok açıktı. Pis pis sırıtırken gösterdikleri kaplan misali keskin dişlerine bakılırsa bu adamlardan insanın başına iyi bir şey gelemezdi: Ya bıçak darbesi ya da kılıç, belki de her ikisi birden.
Don Abbondio itiraz edecek olduğunda, haydutlar ona efendileri Don Rodrigo’nun emriyle geldiklerini söyleyiverdiler.
Don Rodrigo! Don Rodrigo’nun sadece adını işitmek bile papazın damarlarını zangır zangır titretmişti. Size sözünü ettiğim soylu efendilerden biriydi o, ama belki de en kötüsü, en zorbası ve en saldırganıydı. İyi de Don Rodrigo, Renzo ile Lucia’nın evlenmelerini neden istemiyordu?
Hemen o anda değilse de,
Don Abbondio bunun nedenini daha sonra,
Lucia ile konuşunca öğrenecekti. Don Rodrigo, bugünün ifade biçimiyle, kendisinden daha güçsüzleri ezip geçmekten zevk alan bir “kabadayı” idi. Nasıl ki günümüz kabadayıları motosikletin üstünde oturmaktan sıkılıp da gelen geçen kızlara laf atarlar, bizim Don Rodrigo da yün eğirmekten dönen genç kızlara köy yolunda aynı sıkıntıyı veriyordu. Lucia’ya yaptığı tüm baskılara rağmen kızın ona hiçbir karşılık vermediğini ve hatta ezici bir umursamazlıkla yoluna devam ettiğini düşünün. Ve işte Don Rodrigo şimdi sadece ondan intikam almayı değil,
aynı zamanda Lucia’nın evlenerek, onun sarayından ve pençelerinin arasından uçup gitmesine de engel olmayı istiyordu.
Don Abbondio evine döndüğünde, öleceğini hissettiğinden, hizmetkârı Perpetua’ya, hiç kimseye anlatmaması şartıyla yaşadıklarını anlattı. Perpetua da ona çaresizlerin ve haksızlığa uğrayanların koruyucusu olarak bilinen Milano başpiskoposuna gidip şikâyette bulunmasını önerdi, ne var ki Don Abbondio bunu bile yapamayacak kadar korkaktı. Kâbuslarla dolu bir gece geçirdi ve ertesi sabah Renzo elinde nikah işlemleri için gerekli belgelerle çıkageldiğinde, ona bir sürü acayip bahaneyi peş peşe sıralayıp, bu da yetmezmiş gibi durumun olanaksızlığını bir de Latince sözcüklerle açıklamaya girişti. Zavallı Renzo doğal olarak hiç bir şey anlamadı. Onca maskaralıktan sonra nihayet, zavallı gence üstü kapalı bir şekilde, Lucia ile evlenmemesinin daha doğru olacağını söyledi.
Renzo akıllı bir gençti, ama yeri geldiğinde inatçılık etmesini de bilir. Sonunda Perpetua’yı konuşturmayı başardı ve bu tatsız olayın arkasında Don Rodrigo’nun olduğunu öğrendi. Lucia’ya ve annesi Agnese’ye durumu anlatmak için doğruca evlerine gitti ve böylece Don Rodrigo şarlatanının kurduğu tuzakları bir de Lucia’dan dinledi. Renzo durduk yerde sinirlenecek biri değildi, ama o zamanlar herkesin yaptığı gibi, cebinde bir bıçak taşımayı da ihmal etmezdi. Bunun anlamı Don Rodrigo’nun sarayına gidip orayı kana bulayacağıydı. Fakat durup bir düşünelim, bir haydut çetesine karşı Renzo tek başına, üstelik de hayatı boyunca hiç kimsenin kılına zarar vermemiş biri.
Agnese, en zor davaları bile kolayca çözmesiyle meşhur Azzeccagarburgli takma adıyla bilinen bir avukattan yardım istemesi için Renzo’yu ikna etti. Renzo hediye olarak kolunun altına sıkıştırdığı iki horozla avukatın yolunu tuttu. Avukatın karşısına çıktığında kendisini doğru dürüst ifade edemezdi. İlk başta onun bir haydut olduğunu sanan avukat, suçu her neyse Renzo’nun cezasını kolayca düşürebileceğini zor ve uzun Latince cümlelerle anlatmaya girişti. Böylece önemli biri olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Fakat sonradan, doğru dürüst okuma yazması bile olmayan Renzo’nun haydut olmadığını ve kendisinden bölgenin en güçlü soylusuna karşı adalet istemeye geldiğini anlayınca, Azzeccagarburgli Renzo’yu derhal evinden kovdu, horozlarını da geri verdi. Kendisi zaten Don Rodrigo’nun danışmanıydı. Artık kim bilir onun hangi kirli işlerine danışmanlık ediyorsa! Kimse güçlü adamların tekerine çomak sokmayı istemez.
KİM KİMDİR?
Umberto Eco pek çok üniversitede dersler verdi ve öğrencileri için çok zor kitaplar yazdı. Siz bunları belki hiç okumayacaksınız, ki merak etmeyin, bu da zaten büyük bir felakete yol açmaz. Ayrıca altı tane roman yazdı (içlerinde en çok bilineni Gülün Adıdır) ve dünyanın en çok tanıdığı yaşayan Italyan yazarlarından biri oldu. Çeşitli ülkeler kendisine 38 fahri doktora diploması verdiler. Bu da demek oluyor ki bu diplomaları almak için onca dersi çalışman gerekmiyor. Sen güzel bir şeyler yazdığın için ve bu şeyler de onların hoşuna gittiği için sana bunu veriyorlar. Fakat onun henüz on yaşındayken yazdığı ilk öyküsünü bu güne kadar henüz hiç kimse okumadı. Hadi siz de bir tane yazmayı deneyin.
Marco Lorenzetti Marke’de doğdu. Doğduğu günden beri resim yapmayı çok sever. Sanat, tarih ve mitoloji çocukluk ve okul yıllarında en sevdiği dersler olmuştur. 2010 senesinde İtalya’da, Macerata Güzel Sanatlar Akademisi’nde yayıncılıkta öykü resimleme üstüne yüksek lisans yaptı. Ancona’da yaşamakta ve çok çalışmaktadır.
Save the Story geçmişin engin denizinde boğulmak üzere olan bazı şeyleri yeni bininci yılda karaya çıkarmaya çalışan bir cankurtaran sandalıdır. (“Hepsi Sana Miras”) markası taşıyan bu kitap benzeri nesneler tehlike altındaki türün örnekleridir.
Scuola Holden 1994 yılında diğerlerinden farklı olma idealiyle Torino’da kurulmuştur. İçinde kitapların ve kahvenin hiç eksik olmadığı bir eve benzer. Burada, adına “Masalcılık” denilen gizemli bir iş üzerinde çalışılmakta; yani kitap, sinema, televizyon, tiyatro, çizgi film gibi mümkün olan her dilde öykü anlatmanın gizemli yolları araştırılmaktadır. Kısacası, sonuçları şaşırtıcı olan her şey bu okulun çalışma konusudur.
İşte bu seri de Ali’lere, Olivia’lara, Ayşe’lere, Arturo’lara, Beren’lere, Kostas’lara, Arman’lara, Pietro’lara, Julia’lara, Idil’lere, Sandra’lara, Thomas’lara ve Duru’lara adanmıştır.
…