Nohut Oda

Nohut Oda Özeti

Yazarın beş öyküden oluşan Nohut Oda kitabına herkesin bir bir çekip gittiği, gidenlerin geride dolmayacak bir boşluk ve hatıra adı altında birkaç eşya bıraktığı evde kendisine korunaklı bir yuva kurmaya çalışan kadının öyküsü anlatılarak başlanıyor. Ne çok yaşamıştı bu uğurlama sahnelerini ne çok kişiyi göndermişti ülke dışına o hep geride kalandı. Gidenler arkadaştan kardeşten fazlasıydı, hemen değil ama zamanla anlıyordun ki, bir hayattı kaybettiğin, kendi hayatına bitişik bir hayat, bir komşu yaşam öyküsü. O gidince hayatlarınızın yabani bitkiler gibi yıllarca birbirine doğru büyüyüp iç içe geçtiği yeri, bu müşterek alandaki şahsi hikayeni yani onun yanındaki seni de kaybediyordun. Yine de sıkı sıkı tutunmayı denedi geride kalan hayatına eksik vardı hep gitmeyi getirdi aklına. Bir gün o mühim olay oldu Latife isminde ömrünün son zamanlarını yaşayan bir kedi bırakıldı yurt dışına taşınan sahibi tarafından. Geride kalanlar olarak tüm gitme fikirlerini silip oldukları yere kök salmalarına neden olan bir bağ oluştu ikisi arasında. Şimdi o toplama ev bir şeye benzemişti, dışarıdan koşarak eve gelmesi için bir sebebi vardı.

Annesini kaybedince Selim dayanamamış koşup gelmişti kahramanımız. Cenazeden sonra da eve gelip herkesi yolcu ettikten sonra bir şişe de şarap yuvarlamışlardı. Sonrası ayrı geçirilen yıllara selam bir sevişme. Alkolün etkisi azalmaya yakın kahramanımız pişman oldu çekip gitti evden. Yıllar önce o muazzam salonda Selim’in annesi tarafından sadece bakışlarla bile yerin dibine sokulduğunu, 40 yaşına kadar annesinin kanatları altında yaşamış bu adama tahammülüm yok diye düşünürken çantasını unuttuğu o eve dönmek zorunda kaldı. Selim odasındaydı, tanıdık geldi her şey hatta hoşuna bile gitti. Bu gece Selim’in yanında kalacaktı ama sabah kahvaltı hazırlamak yoktu, belki şekersiz bir kahve.

Mutsuz bir evliliğin ürünü olduğunu düşünüp için için üzülüyordu; balkonda karpuz yiyen babasına ve önüne adeta dertten çekirdek kabuklarını kule yapmış annesine eşyanın gücü adına aynı karede yer alan bu iki insana bakarken. Bir gece o büyük deprem oldu. Günlerce parklarda bahçelerde çadırda yatıldı. Annesi ısrarla eve dönmek istemedi ta ki son kampçıda parktan göçene kadar. Zar zor ikna etmişti annesini ta ki annesi evin duvarındaki minnacık çatlakları görene kadar. Deprem felaketinin yarattığı o çatlaklar annesinin bu dört duvar arasından kaçık gidebileceği dev yarıklara dönüştü. Parka döndü annesine çadırına, okyanusun ortasında kurduğu adasına. Günlerce kaldı orada. Ta ki sonbahar yağmurlarında daha fazla dayanamayan babası o adayı paramparça edene kadar. Deprem gecesi çaresiz yakaladığı babası şimdi yine aynıydı; çaresiz ve üzgün ama o sevindi içinden en azından tek taraflı da olsa sevgi katılmıştı hamuruna.

Ablasının düğün çıkışı görmüştü onu en son tam 9 yıl önce “görüşürüz” demişlerdi birbirlerine hiç görüşmemek üzere. Babası aşık olmuş ve hayatının en büyük hatası olarak gördüğü ailesini geride bırakıp Fidan Hanımla evlenmişti. İlk olarak vapurda gördü Fidan Hanım’ı babası rüzgarda uçuşan saçlarını kulaklarının arkasına iliştiriyordu. Mutlu bir aşk filmi tablosuydu bu, bozmaktan korkup gitmedi yanlarına. En son da cenazede gördü. Başkaydı babası onda biliyordu. Neşeli pazar kahvaltıları, akşam kahveleri vardı babasının onda biliyordu. Babasını tanımak için karşıya yıllarca aşamayacağı kadar uzakta olan karşıya geçmeye karar verdi. Fidan Hanımdan dinleyecekti öfkeli olduğu babasını.

İki kız kardeş annelerini kaybettikten sonra kalmışlardı bir başlarına. Biraz akraba yanında bakıldıktan sonra kapı komşuları annelerinin can dostu Seher Hanım almıştı onları. Kendi evlerinde bir düzen kurdular annelerinin ardından. Mutlulukla bu kurmaca düzeni devam ettirmeye çabaladılar. Aliye’den iki yaş büyük olan Handan annesinin sabahlığını giydi bir gün, sonra kendi kıyafetlerini atıp dolabı sahiplendi, annesinin yemeklerini yaptı, bir gün kesiliverdi saçları annesinin saçları gibi. İyi gelmişti Handan’a bu düzen, boşluğu doldurmak için çırpınıp duruyordu. Oysa Aliye batıyordu burada bu evde olmak annesi olmadığına emin olduğu Handan’ın mutluluk oyununa alet olmak istemiyordu. Şehre taşındı, kendine derme çatma bir hayat kurdu, nadir de olsa kardeşini ziyaret etti. Aliye Handan’ı merak edip ziyareti gittiğinde anladı garipliği. Handan annesinin öldüğü yaşa gelmişti. Buraya kadar çizmişti hayatını dahası yoktu.

Nohut Oda, Melisa Kesmez’in okuduğum ikinci öykü kitabıydı. Yazarın diline bayılıyorum desem yeridir. Kendimi kitap okuyormuş hissinden çok neredeyse her öyküde elimde sıcacık kahvem ile yağmurlu bir günde camın önünde birinin hayat hikayesini dinliyormuş gibi hissettim. Tane tane, süssüz ve yapaylıktan uzak diliyle hayatın tam göbeğinden bir kesit aktarıyor yazar. Öykü okumayı seven ve öyküyle sıcak bir tokalaşmak isteyen herkese ısrarla tavsiye ediyorum.

Önizleme

Kalanlar
Bir fotoğraf yolladı gittiğinin ikinci günü. Kaldığı odanın penceresinden çekmiş. Üzeri karla kaplı kiremit
çatıların arkasında sivri doruklarıyla bembeyaz dağlar görünüyor. Kuzeyin buradakilere hiç benzemeyen
dağları. Fotoğrafın altına “Dünyanın bittiği yerdeyim.
Şu dağların ardında hayat var desem inanır mısın?”
yazmış. Kumaşının yünlü olduğunu hayal ettiğim turuncu perdenin kenarı görünüyor, pervazda bir fincan
duruyor; yarısı boş ya da yarısı dolu, sıcaklığıyla cam
buğulanmış.
Çayından bir yudum alıp bu kareyi çekmek için telefonuna uzandığı anı düşündüm fotoğrafa bakıp. Dönüp
kendi fincanıma bakhm sonra. Başka bir pencerenin kenarında, başka bir fincan. Camın arkasında bambaşka bir manzara. Sokak boyu uzanan bitişik nizam apartmanlar, kenarına eski bir kanepe bırakılmış çöp konteyneri, belediyenin amansızca budadığı kel çınar ağacı, sokak lambasının üzerinde gece gündüz muhakkak önemli bir şeyler anlatan bir karga … Zihnimde iki fincanın arasına, İstanbul’ dan Tromso’ya dümdüz bir çizgi çizdim sonra.
Birlikte içilebilmek için ne kadar uzaklardı.
Dünya haritası olacaktı bir yerlerde, çekmeceden çıktı, getirip boylu boyunca yaydım masaya. Parmaklarım kendiliğinden İstanbul’u buldu hemen. Sonra kuzeye doğru çıkmaya başladılar. Önce Bulgaristan. Az
yukarısında Romanya. Sonra Ukrayna, biraz solunda Polonya ve nihayet Baltık Denizi. Denizi aşıp İsveç’te
karaya çıktım. Bütün ülkeyi boydan boya tırmandım.
Norveç sınırını geçtim ve bir süre daha tırmanmaya devam ettim. En sonunda buldum fotoğraftaki dağları. Görür görmez anladım onlar olduklarını. Dağların hemen karşısında da bir pencere. Sıcak bir fincan çayla
buğulanmış, turuncu perdeli. Pencerenin arkasındaki aşina olduğum o esmer yüzü hemen tanıdım.
İki fincan arasındaki beş bin kilometrelik bu muhayyel güzergahı böyle gidip durdum haftalarca. Ne
zaman çay koyup pencereye komşu masama otursam, gönderdiği fotoğrafı açıp o dağlara baktım, sonra önüme haritayı serdim.
Bir akşam Kadıköy’ deki evindeyiz. Her şey toplanmış, eşyalar çoktan dağıtılmış. Kalan birkaç ıvır zıvırın
arasında kıçımızı koyacak yer bulmuşuz. Ertesi gün uçacak. Üçlü koltuğu bana bırakıyor. Mini fırını da.
Tek kişilik, üstelik kolçaksız koltuğumla bir dişçi muayenehanesinin bekleme odasına benzeyen salonumda,
artık uzanarak kitap okuyabilirim diye seviniyorum.
Bu sevinci o an uyduruyorum, tepemizde dolaşan veda bulutunu kovalamak için.
“Ondan bundan topladıklarınla evin yamalı bohçaya döndü, haberin yok,” deyip gülüyor.
Neredeyse bir yıl boyunca peyderpey eşya taşıyarak nihayet yaşanır bir yere dönüştürebildiğim evimi
düşünüyorum o böyle deyince. Milano’ya taşınan bir hayatın bakiyesi cam sehpayı. Sydney’ e uçan yaşlı
gözlerin geride bıraktığı kitaplığı. Londra’ya götürülemeyen halıları, “Bunlar babaannemindi, sende kalsın,”
diyerek kucağıma bırakılan likör takımını, hiç tanışmadığım bir dayının daktilosunu, toprak saksısında cüce
bir kauçuk ağacını . ..
Dediği kadar vardı. Sahiden de türlü evin yastığından, yorganından, rakı bardağından, sandalyesinden
düzmüştüm kendiminkini. Sancılı bir ayrılığın ardından ceketini alıp çıkan fevri aklımı sevsinler, bir süre
gururlu ama cascavlak ortada kalmış, ancak zamanla,  birer birer dağılan tanış evlerinden çıkma eşyayla kendimi muhafaza edecek bir yer tertip edebilmiştim.
Her bir eşya hususi hikayesiyle gelmiş, benim hatırıma aynı çatının altında buluşmuştu. Bir oda-bir salon
evimde yan yana getirdiğim mobilyalar bundan birkaç ay öncesine kadar İstanbul’un başka başka evlerini
mesken bellemiş, eski sahiplerine o evlerde bambaşka bir nizam içerisinde yoldaş olmuş, bambaşka yaşamlara temas etmiş, bambaşka teamül ve alışkanlıklarla haşır neşir olmuş, bu sayede her biri başka bir hikayenin gerektirdiği ölçüde ve yönde eskimiş, aşınmış, tahrip olmuşlardı. Daha mı az yalnızdım bu sayede, yoksa daha mı çok, tam bilemiyordum….

Benzer İçerikler

Ateş ve Buz – Ray Bradbury Online Kitap Oku

yakutlu

Köprü

yakutlu

Benim Küçük Sırrım 2 | Dilara Keskin

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy