Daima gerçekleri anlattım.
Ama bana kimse inanmadı.
Jazmin’in hayatı o gece değişmişti. En yakın arkadaşı Becky, ilk görüşte âşık olduğu Icarus’la birlikte yüksek bir binadan atlamış ve yere çarpmak yerine sanki buharlaşıp uçmuştu. Tıpkı yıllar önce bir başka çiftin yaptığı gibi. Kasabada anormal olaylar yaşanıyordu ve tanıklar da en az kurbanlar kadar tehlikedeydi.
Birinci Bölüm
Beni yargıla, benden nefret et, beni affedilmez bul. İlk olmayacaksın. Bununla yeterince uzun zaman yaşadım. Bu, hiçbir şeyi değiştirmiyor. Becky Burns benim en yakın arkadaşımdı. Ruh kardeşim, en yakınım. Onu herkesten daha iyi tanıyordum – ya da öyle olduğunu sanmıştım. Yükseklikten hoşlanmazdı. Bir seferinde, eğer Eiffel Kulesi’nden bir taş bırakırsanız kaldırıma kurşun hızında çarpacağını duymuştum.
O yükseklikten atlayan iki insanın yaratacağı etkiyi Tanrı bilir. Büyük ihtimalle bir bombanın patlaması gibi olurdu… yere çarpsalardı tabii. Becky hakkında çok hayal kuruyorum. Ona hâlâ çok kızgınım, Icarus’a, kendime… Hikâyemi hiçe sayıp beni güvenilmez tanık olarak suçlayan herkese kızgınım. Ben sadece bir insanım… yanılabilirim, hatalarla doluyum. Ruth, geçmişin izlerinin silinmesini, varlığımın ve hikâyemin solup gitmesini diledi. Hikâyem üzerinde her türlü hakka sahibim. O, benim ve Becky’nin hikâyesiydi, Ruth’un değil. O, orada bile değildi. Soruşturmada söz hakkım olmadı, kanıtımla dalga geçildi. Sonunda ben de sustum, özellikle de o avukatlar bana saldırgan bir tavırla yaklaştığında. Onlara duymak istediklerinden başka bir şey söylemedim. Yine de beni yiyip bitirdiler, sonra da tükürdüler. Mahkemeye çıkarılmamı dileyenler vardı. Kazıkta yandığımı görmek Ruth’un hoşuna giderdi. Elinde kibrit kutusuyla öne ilk çıkan o olurdu. Hangi gazeteden geldiğinizi söylemiştiniz, Bay… şey… Jones? Ah, ne tür bir araştırma? Bir UFO kuruluşu için mi? Bu o kadar uzun zaman önceydi ki eminim üzerine söylenmesi gereken şeyler çoktan söylenmiş ya da yazılmıştır.
Başka kimle röportaj yapıyorsunuz? Biliyorsunuz, mahkemeden kahkahalarla çıkarılan, listenizdeki tek kişi ben değilim. Mari Scott ile konuşacağınızı görüyorum. O, Skye ve Lazarus’u çok iyi tanırdı. Soruşturmada avukat onu merhum hakkında kötü konuşmakla, onları iyi karakterlerinden ayırmakla suçlamıştı. Bunu zor yoldan öğrendim ama avukatların yaptığı şey budur – sizi aptal, zalim, umursamaz gösterirler. Hukuk ne kadar da soğuk bir dil. Onlar kim ki başkalarını yargılıyorlar? Hatalarımın ötesinde, o zamanlar doğru şeyi yaptığımı düşünmüştüm. Şimdiyse çok emin değilim. Zaman, cevaplardan çok sorular getirdi. Olay olduğunda Daily Mail’den bir adam apartmanımızın dışında bekledi ve beni her yerde takip etti. Bana para teklif etti. Anneme bunu söylemedim. Ne diyeceğini biliyordum: Parayı al, ona ihtiyacımız var. Ama alamazdım. Ona defolup gitmesini söyledim. Hayır, onun hakkında hiç konuşmadım; ne gazetelere ne de sonrasında gelen diğer tekliflere. Dediğim gibi, Becky Burns benim en yakın arkadaşımdı.
İkinci Bölüm
Onunla on bir yaşındayken okulda tanıştık. Ailesi sosyalistti, kapsamlı bir eğitimi destekliyorlardı. Bunu karşılayabiliyorlardı çünkü eksik olan herhangi bir konuda özel öğretmen tutuyorlardı. Becky’nin bu özel eğitime ihtiyacı olduğundan değil. Camden Town’da gösterişli bir evde yaşıyorlardı; ovalanmış bir zemini vardı ve Farrow&Ball* renkleri kullanılmıştı, bilirsiniz işte Fil Nefesi gibi. Lanet olasıca aptal isim. Bizim dairemizde ise sadece küf vardı. Şimdi, siyah ve kabarmış hâliyle o da bana Fil Nefesi gibi görünüyordu.
Morsefield Ortaokulu’na başladığımızda Becky Burns’e fazla dikkat etmedim. İkimiz de Bay Hallow’un sınıfındaydık. Becky zayıftı ve yüzünün iki tarafından perde gibi inen koyu renk, kısa saçları vardı. Dışarı bakmak için bu perdeleri pek açmazdı. Ona Moleskine** derdik. Hiç arkadaşı yoktu. Bizim dönemimizde üç grup vardı: derslerde çok iyi olup üniversiteye gidecek inekler, pek de bir yere gitmeyen benim grubum ve sanatçı tipler. Onları kendi hâllerine bırakırdık. Ama Becky bu grupların hiçbirine uymuyordu. Hepsinin dışında oturup Moleskine defterine yazardı. Hadi ama, kim on bir yaşında Moleskine kullanır ki? Her neyse,her zaman defterine yazıp dururdu. Annesi 4×4 arabasıyla gelip onu alırdı. Benim annem beni almaya hiç zahmet etmemişti. Kapsamlı, evet. Diğer kesimin nasıl yaşadığını görüyordunuz, şüphesiz.
Becky Burns beni iliklerime kadar sinir ediyordu, o ve siyah defteri. O küçük karelere minik harfler yazardı ve yazısı trafikteki sıkışıklığı andıracak şekilde tıkış tıkış olurdu. Bir gün oyun alanında onu bir basamağa oturmuş kendi işiyle ilgilenirken buldum; büyük ihtimalle onu görmememi umut ediyordu. Ona doğru gittim ve Moleskine defterini elinden aldım. “Bu konuda ne yapacaksın?” diye sordum. Hiçbir şey söylemedi, tek kelime etmedi, “Defterimi geri ver,” bile demedi. Sadece ayağa kalktı ve sınıfa gitti. Beni Bay Hallow’a şikâyet edeceğini sandım ama yapmadı. Defteri eve götürdüm. O akşam evimizde bir kavga vardı.
Ablam Kylie, bebeği Sam’le birlikte bizimle yaşıyordu. Sam, babasından ayrı yaşıyordu ki o çocuk da baba olduğunda sadece on sekizdi. Kylie ise o zamanlar on altı yaşındaydı. Sam’in babası arada sırada arkadaşlarıyla gelir, penceremize doğru küfürler savurur, taş fırlatır ve o tarz ergence şeyler yapardı. Bir seferinde annem polisi aramak zorunda kalmıştı.
Odama gittim ve akşam yemeği olarak soğuk kuru fasulye yedim. Kuru fasulyeyi oldukça sever, soğuk tercih ederdim. Sıcak kuru fasulyeden ise nefret ederdim. Sam’le paylaştığım yatak odasına geçtim ve Becky’nin yazdığı şeyleri okumaya başladım. Aklım başımdan gitmişti… gerçekten harikaydı. Fazlasını istedim. Ertesi gün Moleskine defterini ona geri verdim. Perde gibi yüzünü çerçeveleyen saçlarının arasından bana baktı ve “Teşekkür ederim,” dedi. Başka bir şey söylemedi. Bundan sonra, sanırım ona kafayı taktım. Onunla hikâyesi hakkında konuştum. Bir başka dünyayla ilgiliydi, bize hem benzeyen hem benzemeyen garip yaratıklarla ilgili. Uzaydan gelmişlerdi. Bunun muhteşem olduğunu düşündüğümü söyledim. O ise bunların hepsinin daha önce yapıldığını, her şeyi daha önce okuduğu bilimkurgu hikâyelerinden arakladığını ve ilgisini çeken çılgınca parçalardan oluşan kolajı yapıştırıcıyla bir araya getirdiğini söyledi. Bunun plastik dünyada yapılması gereken bir şey olduğunu söyledi. Bu dediğinin ya çok zayıf ya da çok akıllıca olduğunu düşündüm ama hangisi olduğundan emin olamıyordum. Bu yüzden, “Evet, haklısın,” dedim. Becky bana okumam için başka bir Moleskine defterini verdi. Gerçekten kendimi kaptırmıştım. “Bu çok havalı, Doctor Who’dan bile daha iyi.
Aynı zamanda oldukça korkutucu,” dedim. “Çaya gelmek ister misin?” diye karşılık verdi. Annesinin bizi 4×4 ile okuldan almasını asla unutamayacağım. Burnslerin evi, uzun pencereleriyle eski bir Viktoryen binaydı. Öyle güzeldi ki. Evi bu şekilde güzel tutması için bir hizmetçileri bile vardı. Becky’nin annesi Ruth –Becky ona böyle derdi o yüzden ben de Ruth diyordum– bir dergide çalışırdı, sanırım Vogue’da. Becky’nin babası Simon bir mimardı. Politika ve sanat hakkında konuşur, tartışmaktan hoşlanmazlardı ve çayın yanında, sıcak ya da soğuk Heinz kuru fasulye yoktu. Peki. İleri saralım.
On beş yaşlarındayken annem tarafından evden atıldım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sokakta yatmak istemiyordum. O zamanlar Kylie ve Sam çoktan evden ayrılmıştı. Bence annem sadece, tamamen deliye dönmeden önce kendine biraz alan istemişti. Dairemiz gerçekten küçüktü. Arkadaşlarımdan birkaçına geceyi onlarda geçirip geçiremeyeceğimi sordum ama durum tuhaf bir hâl aldı. “Gidecek bir evi yok mu?” diye soruyordu aileleri. Becky’ye hiç sormadım gerçi. Ona neler olduğunu anlattım ama hiç sormadım.
Sonra o, “Neden gelip benimle yaşamıyorsun?” dedi. Gerçekten çok gergindim, ailesinin olay çıkaracağını düşünüyordum. Onlarla yaşamamın sosyalist ilkelerine uygun olduğu ortaya çıktı. Bana kendime ait bir oda verdiler. Yani, neden ki? Kendi odam – hayatımda hiç sahip olmadığım kendi odam. Becky giymem için bana kıyafetlerinden verdi. Birlikte çılgınca eğleniyor, hikâyesi hakkında sık sık konuşuyorduk. Sadece eğlencesine, “Neden Facebook’a koymuyorsun ki?” diye sordum. Pek hevesli sayılmazdı ama ona, “Kaybedecek hiçbir şeyin yok,” dedim. Böylece dediğimi yaptık. Ertesi gün okuldan sonra baktığımızda, iki bin beğeni aldığını gördük. Yani, bu aptalcaydı. Bir sürü yorum da bırakılmıştı. “Daha fazlasını istiyoruz,” gibi yorumlar. “Bunu tekrar yapmak istemiyorum,” dedi Becky. Neden istemediğini sordum, o da omuz silkti. “Hazır değilim,” dedi.
Bu kısım hakkında kendimi kötü hissediyorum. Bunu daha önce kimseye söylemedim ama beni iliklerime kadar rahatsız etti. Becky’nin annesi Ruth, hikâyeyi internetten okuyan kişilerden biriydi. “Becky, herkes gelecek bölümü bekliyor,” dedi. “Bu çok aptalca, içler acısı. Hiçbir anlamı yok,” diyerek karşılık verdi annesine Becky. Ruth bütün bir hafta boyunca bana oldukça iyi davranmıştı, hâlimi hatırımı ve harçlığa ihtiyacım olup olmadığını sormuştu. Bu böyle devam etmişti. Haftanın sonunda, “Jazmin benim için bir şey yapar mısın? Becky’nin, Moleskine defterlerini nerede tuttuğunu söyler misin?” diye sordu.
Ben de söyledim. Becky daha sonra bana altı bölümün tümünün Whatwrite’a konulduğunu söyledi. Bilirsiniz, hikâyeler, şiirler ve o tür şeyler koyabildiğiniz siteye. İnsanlar daha fazla okumak istedikleri yazıları oylardı. Evet, doğru tahmin ettiniz: Becky açık ara kazandı. O zamana kadar yaz tatili gelmişti. Bir teyzem vardı, Karen Teyze, Margate’te yaşıyordu ve yapabildiği zamanlarda Kylie ve bana göz kulak olmuştu. Beni evine davet etti.
Becky de bir süreliğine benimle birlikte deniz kenarına geldi. Teyzemden hoşlanmıştı. Bana, zorlayıcı bir ailem olmadığı için şanslı olduğumu söyledi. Daha sonra kendi ailesiyle tatile çıkmak zorunda kaldı. New York’a gidiyorlardı, oradan da sadece ufak bir uçakla gidilebilen gösterişli bir adaya geçeceklerdi. Ben Karen Teyzemle kaldım. Gidecek başka yerim yoktu. Sonunda, Becky ayrıldıktan sonra annemi Margate’e çağırdı. Evsiz olmak için çok genç olduğumu ve annemin sorumlulukları olduğunu söyledi. Ağız dalaşına girdiler. Karen Teyzemin hiç çocuğu olmamış ama hep olsun istemişti. Annem ise hiç çocuk istememesine rağmen çocukları vardı. O buna kötü şans demişti, bana kalırsa doğum kontrolle daha çok alakası vardı. Karen Teyzem anneme neyin ne olduğunu söyledi ve annem de bön bön baktı.
Sanırım teyzem, anneme idare edebilsin diye biraz para verdi. Her neyse, annemle birlikte Londra’ya dairemize geri döndüm. Bütün yaz Becky’den hiç haber almadım. Ne bir kartpostal ne başka bir şey. Ruth’un ona, sırrımız olacağına söz vermeme rağmen, Moleskine defterlerini veren kişinin ben olduğumu söylediğine emindim. İnternette kontrol ettim –bölümlerin bu kadar görüntülendiğine inanamıyordum, bir milyon tıklama– ve olağanüstüydü. Becky ile Facebook üzerinden iletişime geçmeye çalıştım çünkü mesajlarıma yanıt vermiyordu. Hâlâ cevap yoktu.
Sonbaharda okul başladığında Becky yoktu. Okulun ilk günü bazıları, Becky’nin artık özel okula gittiğini söylediler. Ailesinin böyle bir şey yapmayacağını biliyordum. Şampanya içseler bile sıkı bir devlet okulu destekçisiydiler. Ruth bütün insanların aynı olduğunu ya da ona benzer bir şey söylemişti. Ama Becky Burns üç hafta sonra döndüğünde kesinlikle aynı kişi değildi. Nerede olduğunu bana söylemedi. Ona tekrar tekrar sordum ve tek söylediği, her şeyin önceki gibi olmasını dilediğiydi. “Neden önceki?” diye sordum. Fark etmeyeceğini söyledi. Belki de artık beni sevmediğini,benden hoşlanmadığını düşündüm. Neyin yanlış olduğunu çözemiyordum. Bu da bana sanki bir hiçmişim gibi hissettiriyordu.
Hiçbir hoca okula gelmediği için Becky’yi ibret olsun diye cezalandırmadı. Maria McCoy düzgün bir hasta raporu olmadan okula geç başladığı için neredeyse okuldan atılmıştı. Becky mesafeliydi. Yemek yemiyor, sadece tabağıyla oynuyordu. Onun için endişeleniyordum. O, benim gibi değildi – ben her şeyi yumurtlar, hiçbir şeyi içimde tutamazdım. Beni evine çaya davet ettiğinde neredeyse yarım dönem geçmişti. Çok rahatlamıştım. İçler acısı, biliyorum. “Walk on the Wild Side” dinliyorduk, o şarkıyı severdi. “Neden Moleskine defterine yazmıyorsun?” diye sordum. “O, o zamandı,” dedi. “Bu ise şimdi.” Hâlâ arkadaş olup olmadığımızı sordum. “Tabii ki. Sen benim en yakın arkadaşımsın, tüm dünyadaki tek arkadaşım,” dedi. Yine de bana hiçbir şey anlatmadı. Ancak sonbahar döneminin sonunda öğrendim. Gazetelere çıktı.
Okul müdürü bile okulumuzda bu kadar iyi, genç bir yazar olduğu için gurur duyduğunu söyledi. Heyecanlanmayan tek kişi Becky’ydi. Kitabı Mars Kışı şubat ayında yayımlanacaktı. Çoktan bir film anlaşması bile vardı. “Neden söylemedin? Bu harika bir şey,” dedim. “Çünkü böyle söyleyeceğini biliyordum. Böyle bir fırsatı kaçırmamam ve diğer tüm saçmalıklar konusunda Ruth’a katılırdın.” Bu konu hakkında söylediği tek şey buydu. Bence ne yaptığımı biliyordu. Bir bakıma Becky Burns’ün atlama sebebi kısmen benim.
Üçüncü Bölüm
Mars Kışı çoksatanlar listesine girdi. İlk başta bu gülünç geldi, neredeyse inanılmaz. Becky bir tane en yakın arkadaşı –yani ben– varken, şimdi sınıfın tamamı onu herkesten daha iyi tanıdığını iddia ediyordu. Ün bunu yapardı işte, herkes pastadan bir dilim istiyordu. Uzun odaklı kameralarıyla, basın okulumuzun dışında beklerdi. Her şey fazlaydı, çok fazla. Kitap burada ve Amerika’da liste başı olup beş milyon kopya sattı. Becky, Eğer kitaplar tuğla olsaydı şimdiye kadar kaç tane ucuz ve derme çatma ev inşa ederdim? diye sordu. Hiçbir fikrim yoktu.
Bana bunun retorik bir soru olduğunu söyledi. Becky gittikçe zayıfladı ve daha içine kapanık bir hâle geldi. Bu yaygaradan nefret ediyordu. Reşit olmadığından dolayı Crossbow Books, kitabını basan yayınevi, Laura adında genç bir kadını, ona yardımcı olması ve Laura’nın deyişine göre “formunda kalması” için işe aldı. Röportajlardan ve bu tarz şeylerden bahsediyordu. Ama muhabirler ne sorarsa sorsun Becky sessiz kaldı. Röportajlarda konuşmanız gerekir, sessizlik kimsenin duymak istediği bir şey değildir.
Bu yüzden onunla röportaj yapmaktan vazgeçtiler. Sanırım bu da gizemine gizem kattı. Ancak bu, insanların ıstırap içindeki genç yazar hakkında psikolojik saçmalıklar yazmasını engellemedi. Herkesin sorunu neydi ki? Ortaöğretim diplomasını bile almamıştı.
Onunla bağlantımı neredeyse kaybetmiştim. Okula zaten çok fazla gelmiyordu sonra da okuldan ayrıldı. Ruth ona evden eğitim verdi. Sanırım bunu, sosyalist prensiplerine ihanet ederek Guardian’da dâhi kızının maruz kaldığı zorbalığı yazdığı için duyduğu suçluluk duygusunu yatıştırmak adına yapıyordu. Ortaöğretim sınavlarına girdim ve sonuçlarını beklerken yarı zamanlı bir işe girmeye çalışıyordum ki Becky bana yazı Orford denen bir yerde geçirmek isteyip istemeyeceğimi soran bir mesaj attı. “Lütfen evet de yoksa annem benimle gelmek için ısrar edecek,” diye de eklemişti. Durumların kötü olduğunu anlamıştım. Ruth’a asla “anne” demezdi. Ona cevap yazıp iş bulmam gerektiğini söyledim. “Ruth herhangi bir yaz işinden daha iyi ödeyecek,” dedi ama bu garipti. Ona, onu görmeye gelmek için ödeme almama gerek olmadığını söyledim.
“O zaman sadece gel,” diye geri mesaj attı. “Sana pasta yaptım.” Orford’un nerede olduğunu bilmiyordum ve bakmak zorunda kaldım. İngiltere’nin Kuzey Denizi’ne yapışık büyük, yuvarlak alt kısmı var ya? Orası Suffolk, UFO’lar için açık bir davetiye. O kadar büyük bir kıçı kimse kaçıramaz. O akşam 4×4 araba ile alındım ve gideceğim yere bırakıldım. Arabayı Ruth değil, Burnslerle tam zamanlı çalışan Alan adlı şoför sürüyordu. Buna ve daha fazlasına güçleri yetiyordu. Becky’yi bir süredir görmemiştim ve onu görünce şok olmuştum. Bir deri bir kemik kalmıştı.
Ona sadece bakmanız bile iştahınızı kaçırırdı. Pasta beni bekliyordu. Küçük bir çimento mikserini dolduracak kadar şekerli kremayla kaplıydı. “Sadece senin için,” dedi Becky. İyi olmadığını biliyordum, bu gayet açıktı. Büyük mutfakta, parlak, tahta masanın ucunda oturuyor ve pastayı yiyişimi izliyordu. “Tadı nasıl?” diye sordu pastaya bakarak.
“Bok gibi,” dedim. “Tadı bok gibi. Ve bu oyunu oynamayacağım.”
“Ne oyunu?” dedi.
“Senin için bir şeyler yediğim oyunu. Eğer pastanın tadını merak ediyorsan kendin ye.”
Tabağı ona doğru ittim.
“Hiç değişmemişsin,” dedi gülerek.
“Hayır,” dedim. “Senin aksine.”
Mutfaktan hızlıca çıkıp Fransız pencerelere yönelerek ışığın otomatik olarak karanlığa katıldığı noktayı geçtim. Lanet olsun, burada düzgün bir gece yaşanıyordu. Ne uğultu ne de turuncu parlaklık vardı, sadece yıldızlarla dolu gökyüzü… Annemin Gibraltar’a gittiğinde aldığı sigaralardan yanıma üç paket almıştım. Bir kibrit çaktım. Titrek ışık bile o derin karanlıkta rahatlık vericiydi.
Becky dışarı çıktı ve bir elinde fener, diğer elinde bir dilim pastayla yanımda durdu. “Yukarı bakmak insana kendini küçük hissettiriyor,” dedi. “Küçük ve hiçbir önemin yokmuş gibi.” “Senin bakıcın değilim. Eğer yemezsen hastalanacaksın. Yazımı bununla uğraşarak geçirmeyeceğim,” dedim. “Neyle uğraşarak?” diye sordu Becky, gözleri kocaman açılmıştı ve masum olmaktan çok uzaktı. “Kız kardeşim Kylie’nin bulimiası vardı ve bu yeterince kötüydü. Hemşiren olmak istemiyorum. Bu yüzden yarın eve geri dönüyorum.” Becky pastadan bir parça aldı ve ısırdı. “Çok tatlı,” dedi. “Evet, dediğim gibi tadı bok gibi.” İkimiz de gülmeye başladık.
Bir şişe şarap bulduk evet doğru tahmin ettiniz, Burnslerin şarap mahzeni vardı. Kilitteki şifreyi çözmek çok basitti: Becky’nin doğum günü. Ailesi gerçekten bizim o kadar salak olduğumuzu mu düşünüyordu? Sarhoş olduk ve patlamış mısır patlattık. Dışarıda oturduk. Ilık bir geceydi ve Becky bana yazar olmak istediğini ama bunu biraz yaşadıktan sonra yapmak istediğini söyledi. Ruth, Becky’nin Oxford’a gitmesini bekliyordu ama o, üvey abisi gibi East Anglia Üniversitesine gitmek istiyordu.
Bir saniye. Geri saralım. Alex’ten bahsetmeliydim. Ben Burnslerin evinde yaşarken o pek etrafta değildi. Becky’nin babası onun da babasıydı. Ruth ve Mari, Alex’in annesi, sanat okulunda okurlarken en yakın arkadaşlarmış. Ruth’un nasıl en yakın arkadaş olarak nitelendirildiğini bilmiyorum. Mari’nin kocasını çaldı bu yüzden ben ona ödül avcısı derdim. Alex, Becky’den iki buçuk yaş büyüktü. Ruth’tan ve babasından olabildiğince uzak dururdu. Onu suçlayamazdınız. Ruth her zaman onu insanlara üvey oğlum diye tanıştırırdı. “Üvey oğul”un Alex’in ismi olduğunu sanırdınız, o kadar sık söylerdi. Alex’le ilk defa, Becky’nin kitabı yayımlanmadan önceki Noel civarında tanıştım. O ve Ruth balık dolu bir sokakta bir somon için tartışan iki kedi gibiydiler.
O somon da Becky’ydi. Onun, “Eğer ittirmeyi kesmezsen onu uçurumdan aşağıya yuvarlayacaksın,” diye bağırdığını hatırlıyordum. Alex’ten biraz korkardım. Aşırı formdaydı, ne düşünüyorsa söylerdi ve sonuçlarını umursamazdı. Bir akşam yemeğinde Ruth ve Simon politika hakkında konuşuyordu.
O ikisi başladığında Alex’in aksine, ben dalmıştım. Onlara kelimeleriyle saldırdı. “Sizin boktan 1970’ler sosyalizminiz. İçinde ‘izm’ geçen dini her şeyden nefret ediyorum ve bana kalırsa politika bu dünyaya bulaşmış bir kanser çeşidi. Eğer dikkat etmezsek ruhsuzizm tarafından yok edileceğiz.” Ruth ona odasına gitmesini söyledi. Alex güldü, masayı terk etti ve eve dönmek için bir trene atladı. Orford’daki o yaza kadar onu bir daha görmedim. İleri saralım. Dediğim gibi, bir şişe şarap bulduk ve Becky’nin söyleyeceklerini dinledim.
Koltukta uyuyakaldık ve ertesi sabah Becky’nin cep telefonunun çıkardığı sesle uyandık. Sonra benim ki de çaldı. İkimiz de aramaları görmezden geldik. Ama daha sonra ev telefonu da çalınca Becky cevap verdi. Arayan, bize baca temizleyicisi Mark’ın saat onda geleceğini hatırlatan Ruth’tu. Uyanmış mıydık, Becky yemek yemiş miydi, iyi miydi, Jazmin varmış mıydı? Bunların hepsini Becky telefonu hoparlöre aldığı için duydum.
Kapı zili çaldığında kahvaltı ediyor ve biraz şapşallık yapıyorduk. Yumurta haşlamıştım ve tostu ince şeritler hâlinde kesmiştim. Uçak sesleri çıkarıp tostu ona doğru uçuruyordum ki rafadan haşlanmış yumurtasını yesin. Kapıyı açana kadar baca temizleyicisinin geleceğini unutmuştuk. Fırça ve alet edevat çantası olmasaydı onun bir satıcı olduğunu düşünürdüm. Genç değildi. Kısa, grileşmiş saçları ve gözlüğü vardı.
Baca temizleyicisine benzemeyen bir düzen delisi gibiydi ama sanırım benim aklımda adamın isle kaplı olduğu bir Viktoryen resmi vardı. Karşımdaki adam ise toz deterjan reklamından fırlamış gibi duruyordu.
…